Cevaplıyoruz-Şia'ya Sorulan Sorular

Soru:ALLAH'IN VELİ KULLARININ GAYBÎ KUDRETİNE İNANMAK ŞİRKSEBEBİ MİDİR?


Cevap:
Açıktır ki bir insan, başka bir insandan bir işi yapmasını isteyince, onun bu işi yapabilme gücüne sa-hip olduğunu kabullenmektedir. Bu güç, iki kısımdır:
1- Bazen bu güç, maddî ve doğal güçler çerçevesin-dedir; örneğin, birinden bize bir tas su vermesini iste-memizgibi.
2- Bazen de bu güç, maddîve doğal güçlerin dışında gaybî bir güçtür. Örneğin, bir kimsenin, İsa b. Meryem (a.s) gibi Allah'ın ermiş bir kulunun dermansız dertleri iyileştirdiğine ve ilâhî nefesiyle tedavi edilmesi zor hasta-lıklara şifa verdiğine inanması gibi.
Açıktır ki böyle gaybî bir güce inanmak, Allah'ın kud-ret ve iradesine dayalı olduktan sonra, doğal bir güce inanmak gibidir ve asla şirk sebebi değildir. Çünkü in-sanlara maddî ve doğal gücü bağışlayan Allah, bazı salih kullarına gaybîgüç de bağışlayabilir.
Şimdi sorulan soruya cevap olarak diyoruz ki: Allah-'ın veli kullarının gaybî gücüne inanmak, iki şekilde dü-şünülebilir:
1- Gaybî kudreti olduğu düşünülen şahsın, o kudre-tin bağımsız ve aslî kaynağı olduğuna ve ilâhî bir işi ba-ğımsız olarak kendi başına yaptığına inanmak.

Şüphesiz ki, Allah'ın kudretinden ayrı ve bağımsız böyle bir kudretin varlığına inanmak, şirk sebebidir. Zira bu durumda, Allah'tan gayrisini kudretin bağımsız ve aslî menşei saymış ve ilâhî bir işi ona izafe etmiş oluruz. Oy-sa tüm güçlerin kaynağı, âlemlerin Rabbi olan Allah'tır.
2- Allah'in bazı ermiş kullannin gaybî kudreti oldu-ğuna inanmakla birlikte o kudretin Allah'in bitmek ve tükenmek bilmeyen kudretinden kaynaklandigma, ilâhî velilerin sadece Allah'in izniyle bu sonsuz kudret ve gü-cün tecelli vesilesi olduklanna ve kendilerinden hiçbir bağımsızlığa sahip olmadıklarına, bilâkis hem kendi var-hklannda, hem de gaybî güçlerini kullanmada yüce Al-lah'a dayandiklanna iman etmek.
Şüphesiz böyle bir inanç, Allah'in veli kullanni ilâh-laştırmak veya ilâhî bir işi onlara izafe etmek anlamim taşımamaktadır. Çünkü bu inanışa göre salih kullar, Allah'in izni ve iradesiyle Allah'in kendilerine verdiği bu gaybî gücü açığa vurmaktadırlar.
Kur'ân-ı Kerim bu hususta şöyle buyuruyor:
"Allah'in izni olmadan hiçbir peygamber, bir mucize getiremez."Ra'd, 38
Bu açıklama ile, böyle bir inancın şirk sebebi olma-dığı gibi, tevhit ve tek olan Allah'a iman ilkesiyle de tü-müyle örtüştüğü ortaya çıkmaktadır.
Kur'ân Açısından Allah'in Veli Kullannin Gaybî Kudretleri
İslâm dininin semavî kitabı Kur'ân, son derece açık ifadelerle, Allah'in bazi veli kullannin Allah'in izniyle böy-le ilginç bir güce sahip olduğunu bildirmektedir. Bu ifa-delerden bazısına aşağıda yer vermek istiyoruz:

Velilerin Gaybî Kudretine İnanmak

1- Hz. Musa'nın Gaybî Kudreti
Yüce Allah, peygamberi Hz. Musa'ya (a.s) asasim bir kaya parçasına vurmasını emretmiş, bunun üzerine o kaya parçasından tatlı su çeşmeleri akmıştı:
"Musa, milleti için su aramıştı; 'Asanla taşa vur.1 dedik; ondan on iki pınar fışkırdı."Bakara, 60
2- Hz. İsa'nın Gaybî Kudreti
Hz. İsa'nın (a.s) gaybî gücü, Kur'ân'ın çeşitli yerlerin-de beyan edilmiştir. Onlardan birine değiniyoruz:
"Ben size çamurdan kuş şeklinde bir şey ya-par, sonra ona üflerim, Allah'ın izniyle kuş olur. Yine Allah'ın izniyle anadan doğ-ma körü, alaca-lıyı iyileştirir, ölüleri diriltirim."-ÂI-i İmrân,49
3- Hz. Süleyman'ın Gaybî Kudreti
Kur'ân-ı Kerim, Hz. Süleyman'ın (a.s) elinde bulunan gaybî güçler hakkında şöyle buyuruyor:
"Süleyman, Davud'a mirasçı oldu ve dedi ki: Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden verildi. Doğrusu bu, apaçık bir lütuftur."Neml, 16
Şüphesiz, Musa'nın (a.s) asasını büyük bir kaya par-çasına vurmasıyla ondan temiz ve berrak çeşmelerin akması; İsa'nın (a.s) çamurdan gerçek bir kuş yaratması çaresiz hastalıklara şifa vermesi, ölüleri diriltmesi; Sü-leyman'ın (a.s) kuşların dilini bilmesi, doğal akışın dışın-da kalan ve gaybî güc ve kudrete ihtiyaç duyan hariku-lâde işlerdir.
Kur'ân-ı Kerim, bu ve benzeri diğer ayetlerde, Allah-'ın salih kullarının gaybî kudretini beyan ediyor iken bi-zim, Allah'ın veli kullarının harikulâde kudretlerini açıklayan bu açık ayetlerin içeriğine inanmamız, nasıl şirk veya bid'atsebebi sayilabilir?!
Bu açıklama ile, Allah'm salih kullarimn gaybî güce sahip olduklarma inanmamn, onları ilâhlaştırmak veya ilâhî işleri onlara izafe etmek anlammda olmadığı anla-şılmaktadır. Zira eğer böyle bir inanış, onların ilâhlığını gerektiriyor olsaydı, o zaman Musa, İsa, Süleyman vs. gibi kimselerin ilâhlar olarak kabul edildiğini söyleme-miz gerekirdi. Oysaki bütün Müslümanların bildiği gibi Kur'ân-ı Kerim, onları sadece Allah'm iyi ve salih kullan olarak saymaktadir.
Buraya kadar verilen bilgiler ışığında şu husus açık-lığa kavuşmuş oldu: Allah'm sevgili kullarimn gaybî kud-retine inanmak, bu kudretin Allah'm sonsuz gücüne da-yandığı ve aslında Allah'm kudretinin bir tecellisi olduğu bilinciyle birlikte olursa, şirki gerektirmediği gibi, tevhit ilkesiyle de tam bir uyum içindedir. Zira tevhit ve tek tanrıcılığın ölçüsü, âlemde var olan bütün kudretlerin Al-lah'a dayandığına ve bütün güçlerin ve hareketlerin Al-lah'tan kaynaklandığına inanmaktır.
 
Soru :
ALLAH'IN VELİ KULLARINA TEVESSÜL ETMEK, ŞİRK VE BİDATSEBEBİ MİDİR?

Cevap:
"Tevessül", kişinin Allah'a yakınlık makamı-na ermek için kendisiyle Allah arasında değerli bir varlığı aracı kılmasıdır.
İbn-i Menzur, Lisan'ul-Arab'da şöyle diyor:
"Tevessele ileyhi bi keza; birine, kıramayaca-ğı bir saygınlık vesilesiyle yakın olmayı ifade eder."Lisan'ul-Arab, c.ll, s.724
Kur'ân-ı Mecid şöyle buyuımuştur:
"Ey iman edenler, Allah'tan sakının, sizi O'na götürecek vesile arayın ve Allah yolunda cihat edin ki kurtulasınız."Mâide, 35
Cevherî ise Sihah'ul-Lugat'ta "vesile" kelimesini şu şekilde açıklıyor:
"Vesile, kendisiyle başkasına yaklaşılan şey de-mektir."
Buna göre, kendisine tevessül ettiğimiz değerli şey, bazen güçlü bir vesile olarak bizi âlemlerin Rabbine ulaştıracak salih amellerimiz ve halis ibadetlerimizdir; ba-zen de yüce Allah nezdinde özel bir makama ve say-gıya sahip olan yüce bir insandır.

Tevessülün Çeşitleri
Tevessülü üç kısma ayırmak mümkündür:
1- Salih amellere tevessül etmek. Nitekim Celâlud-din Suyutî, "Sizi O'na götürecek vesile arayın." ayet-i şerifesinin tefsirinde şu rivayeti nakletmiştir:
Katade, bu ayetle ilgili olarakşöyle diyor: "Ya-ni, Allah'a itaat ederek ve O'nun hoşnut olduğu amelleri yaparak Allah'a yakın olun."ed-Dürr'ül-Mensûr, c.2, s.280, söz konusu ayetin tefsiri, Beyrut basımı.
2- Salih kulların duasına tevessül etmek. Nitekim Kur'ân-ı Kerim, Hz. Yusufun kardeşlerinin dilinden şöyle nakletmektedir:
"Oğullan 'Ey Babamız! Günahlarımızın ba-ğışlanmasını dile; şüphesiz biz suçlu idik.' dedi-ler. Yakup, 'Rabbimden sizi bağışlamasını dile-yeceğim; şüphesiz 0, bağışlayandır, merhamet edendir.' dedi."YÛsuf, 97-98
Bu ayetten açıkça anlaşıldığı üzere Hz. Yakub'un oğulları, babalarının duasına ve mağfiret dilemesine te-vessül etmişler ve onun duasını kendileri için bağışlan-ma vesilesi bilmişlerdir. Yakub Peygamber de onların bu tevessülüne itinasızlık etmeyip onlara dua etme ve mağ-firet dileme vaadinde bulunmuştur.
3- Allah'a yakınlık makamına ermek için Allah ka-tında özel bir makam ve saygınlığa sahip olan manevî şahsiyetlere tevessül etmek. Bu tür tevessül de, İslâm güneşinin doğduğu ilk yıllardan itibaren Hz. Peygambe-r'in ashabı tarafından kabul görmüş ve başvurulmuştur.
Şimdi hadisler ve Allah Resulü'nün (s.a.a) ashabı ile İslâm dünyasının büyüklerinin davranışları ışığında bu meselenin delillerini gözden geçirelim:

Tevessül Etmek Şirk Midir?
1- Ahmed b. Hanbel, kendi Müsned'inde, Osman b. Huneyf'ten şöyle rivayet etmiştir:
Gözleri görmeyen bir adam Peygamber'in yanına vardı ve şöyle dedi: "Beni iyileştirmesi için Allah'a dua et." Peygamber şöyle buyurdu: "İstersen dua ederim; istersen de ertelerim ki bu, senin için daha iyidir." Gözleri görmeyen adam, "Bana dua et." dedi. Hz. Peygamber ona, adabıyla güzel bir abdest almasını, sonra iki re-kât namaz kılmasını ve ardından şöyle dua et-mesini emretti: "Allah'ım, Rahmet peyğamberi olan peyğamberin Muhammed vesilesiyle sen-den hacetimi diliyor ve sana yöneliyorum. Ey Muhammed! Bu hacetim hususunda senin vesi-lenle Rabbime yöneldim ki hacetimi bana vere-sin. Allah'ım! Onu bana şefaatçi kıl."
1- Musned-i Ahmed b. Hanbel, c.4, s.138, Osman b. Huneyf'in rivayetleri bölümü; Müstedrek-i Hâkim, c.l, s.313, Kitab-u Salat'it-Ta-tavvu', Byerut basımı; Sünen-i İbn-i Mace, c.l, s.441 Dar-u İhyai'l-Ku-tub'il-Arabiyye; et-Tac, c.l, s.286; Suyutî, el-Caimiu's-Sağir, s.59; İbn-i Teymiyye, et-Tevessül ve'l-Vesile, s.98, Beyrut basımı
Bu hadisin doğruluğunu bütün hadisçiler teyit etmisle rdir. Hâkim Nişaburî, el-Müstederek'te bu hadisi nak-lettikten sonra onu "sahih" olarak değerlendiriyor. İbn-i Mace, Ebu İshak'tan naklen, bu hadisin sahih olduğunu söylüyor. Tirmizî, Ebvab'ul-Ed'iye adlı kitabında bu hadsin sahihliğini teyit ediyor. Muhammed Nesib er-Rufaî de, "et-Tevessul İlâ Hakîkat'it-Tevessül" adlı eserinde şöyle diyor:
"Şüphe yok ki bu hadis, sahih ve meşhur bir hadistir. Yine şüphe yoktur ki, Resulullah'ın duası ile âmâ adam, görmesine kavuşmuştur."
et-Tevessul İlâ Hakîkat'it-Tevessül, s.158, Beyrut bası-mı.


Bu hadisten, gayet açık bir şekilde, dileğin kabul olması için Hz. Peygamber'e (s.a.a) tevessül etmenin ca-iz oluşu anlaşılmaktadır. Zira bizzat Allah Resulü, o âmâ şahsa bu şekilde dua etmesini ve Hz. Peygamber'i ken-disiyle Allah arasında vesile kılarak âlemlerin Rabbinden dileğini talep etmesini emretmiştir. Allah'ın veli kullarma ve katmda aziz olan zatlara tevessül etmek de, bundan başka birşey değildir.
2- Ebu Abdillah Buharî kendi Sahih'inde şöyle diyor:
Kıtlık yüz gösterdiğinde Ömer b. Hattab, Pey-gamber'in amcasi Abbas b. Abdulmuttalip vesi-lesiyle yağmur talep eder ve şöyle derdi: "Allahim! Biz, Peygamber'in hayatı döneminde ona tevessül ederek senden yağmur istiyorduk, sen de rahmet yağmurunu bize indiriyordun. Şimdi de Peygamber'in amcasına tevessül ederek senden yağmur istiyoruz. Yağmurunu bizden esirgeme!" Ravi diyor ki: "Bu tewessul ve dua-nın ardından onlara yağmuryağardı."
Sahih-i Buharî, c.2, Kitab'ul-Cum'a, Bab'ul-İstiska, s.27, Mısır
3- Allah'm veli kullarma tevessül etme meselesi o ka-dar yaygmdi ki Islâm'ın ilk yılarındaki Müslümanlar da, şiirlerinde Hz. Peygamber'i kendileriyle Allah arasm-da bir vesile olarak tanıtıyorlardı. Sevad b. Karib, Hz. Peygamber (s.a.a) için bir kaside söylemiş ve kasidesin-de şu beyitlere yer vermiştir:
"Şahadet ederim ki, Allah'tan başka rab yok-tur/ Ve sen, her gizli ve bilinmeyen konuda gü-venilensin.
Yine sen, peygamberler arasmda / Allah'a en yakin vesilesin, ey tertemiz ve saygin insanlann oğlu!"
Seyyid Ahmed b. Zeynî Dehlan, ed-Dürer'üs-Seniyye, s.29, Taberanî'den naklen



Hz. Peygamber (s.a.a), Sevad b. Karib'in bu şiirini dinlemiş olduğu hâlde, onu böyle konuşmaktan menet-medi, onu şirk ve bid a tie suçlamadı.
Şafiî de, şu iki beyitte bu hakikate işaret etmektedir:
"Peygamber'in Ehlibeyti, Allah'a doğru yürü-yüşte benim vesilemdir. / Onların yüz suyu hür-metine yarın amel defterimin sağ elime veril-mesini ümit ederim."
1- İbn-i Hacer Askalanî, es-Savaik'ul-Muhrika, s.178, Ka-hire basımı

Gerçi Allah'ın veli kullarına tevessül etmenin caiz oluşu hususunda hadislerimiz oldukça çoktur, lâkin bu-rada aktardığımız hadisler ışığında da, Peygamber'in sünneti, ashabın ve büyük Islâm âlimlerinin davranışları açısından tevessül etmenin doğru ve beğenilen bir dav-ranış biçimi olduğu ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bu konuda sözü uzatmaya gerek yoktur.
Bu açıklamalarımızla, Allah'ın aziz kullarına tevessül etmeyi şirk ve bidat sayan kimselerin sözlerinin temelsiz olduğu ortaya çıkmıştır.
 

Müekked

Well-known member
Tevbe alıp vermek.El alıp vermek..Tevessül için soruyorum.Bir insan diğerini nasıl bagislattırır..Arabulucu olacak yani...Bu ruhbanlık olmaz mı...Nuh as. Evladı için aracı olabilmiş mi..! Cevap bekliyorum. Bu zatlar nuh as.'dan üstünler mi..?Hepsine ilmi cevap istiyorum..Verebilirseniz tabiî...
 
Tevbe alıp vermek.El alıp vermek..Tevessül için soruyorum.Bir insan diğerini nasıl bagislattırır..Arabulucu olacak yani...Bu ruhbanlık olmaz mı...Nuh as. Evladı için aracı olabilmiş mi..! Cevap bekliyorum. Bu zatlar nuh as.'dan üstünler mi..?Hepsine ilmi cevap istiyorum..Verebilirseniz tabiî...


“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de ALLAH’tan bağışlanmayı dileseler, Rasûl de onlar için istiğfar etseydi, ALLAH’ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı.” (Nisa 4/64)


Ey Habbim sen olmasaydın kainatı yaratmazdım buyuryor Rasul kainatın yaratılması için vesile ve bizler yaratılmamaıza vesilen olan Allah habibini Allah la aramızda vesile kılarak duamızın kabul olmasını Onların yüzü suyu hürmetine Allahtan istiyoruz

Hz.Adem cennetten kovulduktan sonra Allaha niyazda bulunacağı zaman gök kapılarında yazılan isimler hürmetine duye dua ettiğini kuran dan biliyoruz ve duasının vesile kıldığı kişilerAllah tarafından için kabul edildiğini ve bağışlandığını (ayeti hatırlamıyorum)

Düşünün bizim duamız mı çabuk kabul olur Yoksa Allahın habibibnin ve habibibn sevdiklerinin mi Eğer Allah kulu hatırına kainatı yaratıyorsa yine kulu hatırına yarattıklarını bağışlayacak kadar yücedir
 
Tevessül hakkında Ehl-i Sünnet limlerinin görüşleri


Talebesi İbn Kesîr . devlet ve ulemânın huzurunda


İBN TEYMİYYE NİN … tevessülün haram olduğu görüşünden kendi isteğiyle vazgeçip,


bir insanın duasında Resulullahın HÜRMETİNE, HATRINA şeklindeki
duasında Resulullahtan faydalanma şeklini kabul ettiğini

fakat istigâse’nin ..haram olduğu görüşü üzere devam ettiği sözünü bizlere” nakletmiştir.[1]



Vahhâbîlere, vahhâbî denilmesi görüşlerinin kaynaklarından biri olan Muhammed bin Abdulvahhâb (ö.1201/1787) olmasın*dan ötürüdür.




Muhammed bin Abdulvahhâb tevessüle kabul ediş şekli


Muhammed bin Abdulvahhaba Ahmed b. Hanbelin zat ile tevessülü kabul ettiği sorulunca şöyle cevap veriyo.

Muhammed bin Abdulvahhâb’, : Her ne kadar bize göre doğru olan cumhurun bunu mekruh görmesi olsa da, içtihadî meselelerden birisinin muteber olmadığını ileri sürmek muteber değildir. Bu yüzden tevessül edenleri de reddedemeyiz.

Bizim inkâr ettiğimiz şey, bir mahlûka hem de ALLAH’a edildiğinden daha fazla duâ ediliyor olması, şeyh Abdulkadîr ya da bir başkasının kabrine yönelip sıkıntıların giderilmesi ve isteklerinin verilmesi için saygı ile ondan istekte bulunulmasıdır.

Burada nerededir sırf ALLAH’a duâ etmek? Nerededir ALLAH’la beraber hiç kimseye duâ etmemek?

Ama birisi çıkar duâ ederken “ALLAH’ım! Ben senden Peygamberlerin ya da Salih kullarının vesilesi ile şunu şunu istiyorum” diye duâ etse,

sadece ALLAH’a duâ ettikten sonra, herhangi bir kabrin yanında duâ ediyor olsa bilbile,

BU BİZİM REDDETTİĞİMİZ BR ŞEY DEYİLDİR diyor.[2] diyor.


Muhammed bin Abdulvahhâb’ın bu sözleri, tevessülün ona göre de câiz olduğunu göstermektedir.



Tevessülü kabul etmeyenlerin itibar ettikleri


Ebu’l Ferec İbnu’l Cevzî’nin Tevessülü Kabulü ve tatbiki


Ebu’l Ferec İbnu’l Cevzî: Nefsimi terbiye edemedim bazı salih kişilerin kabrine gidip onları aracı yapıp düzelmem için duâ ettim. [3]



İbn Teymiyye, İzzuddîn b. Abdusselâm’ın sadece Peygamber ile tevessülü

kabul ettiğini söylüyor. [4]




.Ebû Hanife:


Tevessülü kabul etmeyenler Ebû Hanîfe’nin tevessülü kabul etmediğini söylüyorlar.

Doğru olan ise El Feteva’yı Hindiye c:5, s: 318 Ebû Hanîfe “Hakkı için” yapılan duâyı kerih görür. Doğrudur.

Ebû Hanîfe bu sözünü kişinin yaptığı iyi bir işten dolayı ALLAH (celle celâluhu) o kişiye sevap vermeye mecburdur, düşüncesinde olan Mutezile’nin önünü kesmek için sedd-i zerîa kabilinden söylemiştir.


Ama “hürmetine veya hatırına” şeklindeki tevessülü inkar ettiğine dair, mezhebinden hiçbir kimse İmâm Azam’dan böyle bir haber nakletmemiştir.

Hanefî âlimlerinden ve muhaddislerinden


İmam Aliyyü’l Kârî, bu mekruhluğun hakk sözüne vaciplik (mecbûriyet) mânâsı yüklendiği takdirde olacağını, zira vaciplik veya mecburiyet mânâsında kimsenin, ALLAH (celle celâluhu) üzerinde hakkı olmadığını,

ancak hürmek ve tazîm mânâsında kullanıldığı zaman bunun tevessül babından olacağını,

ALLAH’ın (c.c.) “O’na varmaya vesile arayın” buyurduğunu ve bunu el-Hısnu’l-Hasîn’de de yazdığına göre duânın âdaplarından kabul edildiğini ve bu hususta yukarıdaki hadisin geldiğini söylüyor. [6]

Bazı alimler, Peygamber hakkı için veya ölü veya diri bir Velî hakkı için dua etmek tahrimen mekruhdur şeklinde ictihad etmişlerdir. Çünkü, kimsenin Allahü teâlâ üzerinde hakkı yokdur.

Burada yazılı olandan anlaşılıyor ki, böyle dua etmek,

(Yâ Rabbî, onlara vermiş olduğun hak için) niyyeti ile câiz olur. Çünkü,

(Üzerimize hak oldu ki, mü’minlere yardım ederiz)dir. Rum sûresinin 47.


merhamet ve ihsân ederek, sevdiklerine haklar verdiğini göstermekdedir.




Yine Hanefî âlimlerinden

İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr’ında bunu ondan kabullenerek naklediyor. [7]

Bunlardan da önce, “Falancanın hakkı için” ifâdesi*nin hürmetine demek olduğunu, vâciplik demek olmadığını ve bunun hadislerle sâbit olduğunu, bu ifâdeyi câiz görmeyenlerin vâcibliğe mecbûriyet mânâsı yüklediğini, ama burada mânânın bu olmadığını daha önceleri İmâm Sübkî de söylemiştir. [8]



Ebû Yûsuf:


“Falan kişinin enbiyânın veya Kâbe’nin hakkı için” denilerek yapılan duâyı Ebû Yûsuf câiz görmüştür.[9]




Ahmed b. Hanbelî :


Tevessülü kabul etmeyen müslümanlardan bazıları Hanbelî, bazıları da tüm mezheblerden faydalandıklarını söylüyorlar.


Mezheb imâmlarından Ahmed b. Hanbelî (ö.241/855) tevessülü kabul ediyor; mezhebinin görüşü de bu yönde*dir. Mensek adlı eserinde de yazılıdır. Ayrıca

Elbânî’nin Tevesseül adlı eserinin 62. sayfasında Ahmet b. Hanbel’in tevessülü kabul ettiğini yazıyor.

İmam Ahmed'in oğlu Abdullah, babasının, Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in saçıyla tevessülde bulunduğunu; onu öptüğünü ve içine daldırdığı kaptaki suyu şifa niyetiyle içtiğini söylemiştir.

ez-Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, XI, 212. (Ebubekir Sifil'in sitesinden)


Vehhabî fırkasının en büyük dayanağı olan İbni Teymiyye bu hususta doğru bir nakil yaparak,

"İmam-ı Ahmed ibni Hanbel’in, Resulullah’ın (Sallallahü aleyhi ve sellem) minberine el sürmeye ruhsat verdiğini,

İbni Ömer, Said ibni Müseyyeb ve Yahya ibni Said (Radıyallahü anhüm) gibi Medine-i Münevvere'nin en büyük fakîhlerinin bunu yaptıklarını" zikretmiştir. (İbni Teymiyye, İktizâu's-Sirati'l-Müstakim, s.367)




.İmâm Şâfî’:



İbn Hacer Savâiku’l-Muhrika li Ehli’d-Dalâli ve’z-Zendeka adlı eserinde İmâm Şafî, ehl-i beyt ile tevessülde bulunurdu der.

İmâm Şâfî’ şöyle anlatıyor: Bir ihtiyacım olduğunda iki rekat namaz kılar, Ebû Hanîfe’nin mezarına gider ve orada duâ ederdim. O’nun bereketiyle ihtiyacım derhal karşılanırdı.[12]

Allâme İbn-i Hacer-i Mekkî (rahime-hullahü teâlâ), “bi’l-Hayrâti’l-Hısân fî Menâkıbi’l-İmâm Ebî Hanîfeti’n-Nu‘mân” isimli eserinin 25. bâbında şöyle demiştir:

“İmâm Şâfiî (rahime-hullahü teâlâ) Bağdat’ta kaldığı günlerde

İmam Ebû Hanîfe’nin (rahime-hullahü teâlâ) türbesine gelir, ziyaret eder, kendisine selâm verirdi.

Sonra da Allahü Teâlâ’ya, ihtiyacını gidermesi için onunla tevessül ederdi.” Yani Cenab-ı Hak’tan, ihtiyaçlarının, onun yüzü suyu hürmetine giderilmesini niyaz ederdi.(13)

Bu rivayet Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi'nde şöyle yazılı:

"Hatib-i Bağdâdî Tarih'inde İmam-ı Şâfiî'ye vâsıl olan bir sened ile Şâfiî hazretlerinin şöyle dediğini rivayet ediyor:

Ben Ebu Hanîfe'nin kabrini ziyarette yümn ü bereket buldum. Ve hergün onun kabrini ziyaret etmek îtiyâdındayım.

Kendime bir ihtiyaç ârız olunca hemen menzilimde iki rekat namaz kılıp Ebu Hanîfe'nin kabrine giderim.

Onun merkadi yanında hâcetimi Allahü teâlâdan dilerim. Aradan çok bir zaman geçmeden hâcetim kazâ olunur."

Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, 4. cilt, s.197. Ayrıca bkz. İbni Abidin, Reddü'l-Muhtar Ale'd-Dürrü'l-Muhtar, Tercüme: Ahmed Davudoğlu, Şamil Yayınevi, İstanbul, 1982; c.1, s.63. Nişancızâde Muhammed bin Ahmed, Mir’ât-ı Kâinât, Berekat Yayınevi, İstanbul, 1987; c.2, s.51.

İmâm Kevserî (ö.1371/1952) sahih bir isnadla olduğunu söylemiştir.

Kaldı ki; İmâm Şâfî’ tevessül ile ilgili değişik haberleri mevcuttur. Ayrıca İmâm Şâfî’ ileride gelecek olan

Teberrük bahsinde açıklandığı gibi Ahmed b. Hanbel’in gömleğiyle tevessülde bulunmuştur.[14]



İMAM ŞAFİNİN SÖZÜNDE DEYİŞİKLİK YAPTILAR



Munafikun Neo Selefiyye ve Vehabiyye Firkasi Imam Safii Rahimullah hazretlerinin söyle dedigini iddia ederler :


''Sabah Tasavvuf'a giren, Ögleye Deli olmadan cikmaz.''


Bu itham cok agir bir ithamdir.


Simdi gelelim bu Sözün aslina. Imam Safii söyle dedi


Ebu Nu'aym ''Hilyat al Avliya'' isimli Risalesinde

Imam Safii Rahimullah hazretlerinin söyle dedigini nakleder :


''Kim ki Sabahleyn Tasavvuf'a GIRMEZ ise, Ögleye ancak DELI olarak cikar''

Imam Acluni Rahimullah Imam Safii Rahimullah hazretlerinin söyle dedigini nakleder :

حبب إلي من دنياكم ثلاث: ترك التكلف, وعشرة الخلق بالتلطف, والاقتداء بطريق أهل التص



Dünyada bana üc şeyi sevdirdiler. Degiştirmeyi terk, Insanlara güler yüzlü ve iyi muamele ve Tasavvuf Yolunda ilerleme.


[Kaşful Hafa va Mzil al albas / Cild 1 / Sayfa 341 / No: 1089]






...İmâm Mâlik:


İbn Humeyd’in bildirdiğine göre Abbâsi halifesi Ebû Câfer hacca gittiği zaman Hz. Peygamber’in mezarını ziyarete vardığında orada bulunan

İmâm Mâlik’e: “Yâ Ebâ Abdillah! Yönümü Kıbleye dönüpte mi duâ edeyim?” dediğinde,

İmâm Mâlik “Niçin yönünü ondan çevireceksin? Halbuki o senin baban Âdem’in (a.s) vesilesidir. Bilakis

Rasulüllah’a yönünü dön. Onun şefaâtini iste, seni affeder.” dedikten sonra

“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de ALLAH’tan bağışlanmayı dileseler, Rasûl de onlar için istiğfar etseydi, ALLAH’ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı.” (Nisa 4/64) âyetini okudu yani

İmâm Mâlik, Hz. Âdem’in (Aleyhisselâm) Peygamberle yaptığı tevessülü kabul edip bir fıkhî meselede delil getirmiştir.

Âdem Peygamber hata işlediği zaman dedi ki: “Ey Rabbim! Muhammed’in hakkı için senden af diliyorum”

İmâm Mâlik’in bu olayı Subkî, (ö.771/1369)Şifâü’s-Sikâm’ında Es’Seyyid Semhûdî, Vefâ’ul Vefâ’sında, El-Kastallânî (ö.923/1330) El-Mevâhibü’l-ledünniyye’sinde, zikretmişlerdir.

bu hadise zayıf diyenler vardır her iki tarafın bu hadis hakındaki tahricini isteyen olursa yazarız

Bu olayın sağlamlığı ve râvîlerinin tahric ve değerlendirmeleri, ileride Âdem (Aleyhisselâm) hadisesinde daha geniş bir şekilde açıklanacaktır






İmam Mâlik Hazretleri radıyallahu anh buyurmuş ki:


"Kim fıkıh ilmini anlamadan tasavvufu izhar ederse, gerçekte zındıklaşır.

Ve kim tasavvuf ilmini anlamadan, fıkıh ilmini izhar ederse, gerçekte fâsık olur."

(İmam Malik Hazretlerinin bu sözünü, Abdulhak Dehlevî, Merec-ül-Bahreyn isimli kıymetli kitabında, Ahmed Zerrûk'dan alarak nakletmiştir)

Bunu şöyle anlayabiliriz:

Fıkıhsız Tasavvuf zındıklıktır; dinsizliktir, İslam'dan uzaklaşmaktır..

Mesela bir salik, iman edilecek hususların aksine inanıyorsa; günahı günah, haramı haram; hayrı hayr şerri şer bilmiyorsa Mürşidinin yolundan çıkmış İblis'in yoluna girmiş demektir..

İblis'e uyan hiç felah bulabilir mi? Onun son durağı Cehennem'dir.. Çünkü onun kılavuzu İblis olmuş idi..

Tasavvufsuz Fıkıh ilmi de insanı fıska götürür; yani nefsi terbiye olmadığı için insan günahkarlıktan kurtulamaz,

Allah'ın her şeyi bildiği ve gördüğü hakikatine hakkel yakin bağlanamaz






Hal böyle olunca savunduğunuz birçok fikirlerin kaynağı olarak gösterdiğiniz yukarıda adı geçen âlimleriniz, sizin şirk olarak kabul edip bunu yapana kâfir dediğiniz bir ameli yapıyorlar.



Ne diyeceksiniz?

Onlar da bir insandı, hata yaptılar, derseniz! Biz de deriz ki

itibar ettiğiniz âlimler, size göre okuma yazma bilen bir insanın anlayacağı “İyyâke na’büdü ve iyyâke nesteîn” âyet-i kerimesinin manasını anlayamadıkları için mi zatlarla tevessülü kabul ettiler?

Anlaşılması bu kadar âşikâr ve basit olan mevzularda bu âlimlerinizin hata ettiklerini söylerseniz, birçok konuda da hata edebileceklerini imâ etmiş olursunuz.

Böylece onların görüşlerini savunduğunuz için siz de hata içinde olduğunuzu başka konularda da hata edebileceğinizi isteme*den de olsa itiraf etmiş olursunuz. ..

ALLAHü Teala Hazretleri:

“Biz hiç Müslümanları, (Allah‘a teslim olmuş kulları) mücrimler (günahkarlar) gibi tutar mıyız? Size ne oluyor, ne biçim hüküm veriyorsunuz?”(Kalem 35,36)buyuruyor.

Tevessülü kabul edenler, ALLAH’a yapılması gereken ibadet ve ta’zimin tevessül edilen kişiye yapılmasını kabul etmiyorlar.

O kişiden ALLAH'tan korkar gibi korkmuyorlar,

ALLAH'ı sever gibi sevmiyorlar. Ondan istemiyorlar.

ALLAH’tan istiyorlar. Tevessül edilen zatı yaratma, icad etme ve birşey üzerine tesir etme gibi ALLAH’a ait vasıflarla vasıflandırmıyorlar.

Tesirin ALLAH’tan olduğuna inanıyorlar.

Tevessül edilen kişinin ALLAH’ın Haram dediğini “Helal” demesini, ALLAH (Celle Celalühü) nün Helal dediğinide “Haram” demesini kabul etmiyorlar.


Tevessül edilen kişiyi hiçbir şekilde ALLAH’a ortak koşmuyorlar.

Her türlü tağut düzenini ve tağutu kabul etmiyorlar.

En cahillerimize bile sorsanız, hepsi yukarıdaki söylediklerimizi söylerler.

Tevessülü kabul etmeyenler Şeriat zâhire hükmeder diyorlar? ki öyledir.

Öyleyse yorum ve zân yapmadan tevessülü kabul edenlerin bu görüşlerini ve niyetlerinin böyle olduğunu, kabul etmeleri gerekir.

Hayır! Niyet önemli derlerse

Ebû Hureyre (ra) Resûlüllah (sav)’in şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:

“Şüphesiz ki ALLAHu Teâlâ, sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz; lâkin kalplerinize ve amellerinize bakar.”

[1]Müslim, Birr: 10, No: 34, 4/1987.

Tevessülü kabul edenler, niyetlerinin de anlattıkları gibi olduğunu söylüyorlar.


Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu : Sizin için korktuğum kimse kuran okurken yüzünün neşesi görülen gayasei islama hizmet olan, fakat daha sonra Allahın dilediği zaman şeytanın kandırdığı kimsedir.

Bu kimse kuranla bağaını kesip onu arkasına atarak komşusunun dostunun üstüne kılınçla yürüyüp onu şirkle suçlayandır.

Huzeyfe (r.a) ey Allahın rasulu şirkle suçlayanmı suçlananmı şirke daha yakındır dedi.

Rasulullah (s.a.v)BİLAKİS SUÇLAYAN DAHA LAYIKTIR DEDİ.


Hadis hasendir

Buharı tarihinde 4/302/2908..İbni Kesir sened ceyyiddir demiştir.

Ebu Yala Bezzar Keşfu'l esrar 1/99 / 175

ibni hibban kitabul ilim 1/282/81


.
KAYNAK SELEFİLER VE TASAVVUFÇULARIN GÖRÜŞLERİ


[1] el-Bidâye ve’n-Nihaye c: 14/47,107 inci sene geçti başlığının altında Daru’l-kütübi’l-ilmiyye. 3 baskı Beyrut/1987

[2] Muhammed bin Abdulvahhab tüm eserleri 3.kısım, s:68 Muhammed bin Suud İslâm fakültesinde Muhammed bin Abdulvahhab haftasında neşrolunmuştur.

[3] “Saydul-Hatır müminlere öğüt, Ebul Ferec El-Cevzî (İbn Cevzî), Tevhid yayınları, s.99-100, Baskı, 1998.

[4] İbn Teymiyye Külliyatı, c.1 s.179, Tevhid Yayınları ,1998.

[5] Şevkanî, ed-Dürru’n-Nedide, s. 5-6, Ducvi Makâlât fit-Tevessül Kitabu Buğye

[6] Aliyyü’l-Kârî, Fethu Bâbi’l-İnâye, 3/30.

[7] İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, 5/540.

[8] İmâm Sübkî, Şifâu’s-Sikâm, 138.

[9] Reşid Rıza Tefsirul-Menai XI 372-373

[10] Âlûsi Ruhul-Meani VI-128

[11] Âlûsi Ruhu’l-Maâni, VI/128

[12] El Heytemî, el-Hayratü’l-Hisan, s.94

[13] Hatibu’l-Bağdadi, Tarih-i Bağda( Yûsuf b. Nebhânî, Şevâhidü’l-Hak, Fazilet Neşriyat, s. 166-167.)
.

[14] İbnül Cevzî Menakıbu’l İmâm Ahmed b. Hanbel, s.609-610

[15] Muhammed bin Abdulvahhâb tüm eserleri 3.kısım S:68 Muhammed bin Suud İslâm fakültesinde Muhammed bin Abdulvahhâb haftasında neşrolunmuştur.
 

Müekked

Well-known member
Velayet ve keramet yoktur diyen vehhabi zihniyeti ifrat ediyor..Şia ise hz ali ye aşırı muhabbet ile tefrit ediyor.Ehli sünnet gibi hz ömer ve ali'ye beraber muhabbet göstermiyor.Bu anlamda sordum.Ikicisi peygamberlerin varisleri veliler'dir..Tevessül de dua istenebilir..Veya bir şekilde şefaat istenebilir..Vusule vesile için.Ama siz kast ettiğiniz ile peygamber as. O insanlarla bir tutulamaz.Peygamber as'a ulaşmada vesile olabilirler.Bu aracı kavramı bu kadardır..Kimse kimseyi aff ile kurtaramaz..Bu ruhbanlık olur.
 
Şianın diğer sahabelerle Hz. Aliyi bir tutmamasının nedeni Allah ve peygamber efendimizin böyle istemesidir Yani şii eğer Hz. Ali ve evlatlarını yüceltiyorsa bunu Allah ve peygamber istediği için yapıyor

Bu konuda ayetler son derece açıktır

Mu bahale ayeti tathir ayeti velayet ayeti ve dahabir çok ayet Hz. Alini yüceliğinden ve peygamberden sonra ümmete söz sahibi emir sahibi olduğundan bahsetmekte

ve yine peygamber s.a..a efendimzin buyurmuş olduğu sünni ve şia tarafından kabul edilen bir çok hadis Peygamber efendeimizdn sonra ehlibeyte müracat edilmesi gerektiğini vurguluyor şialarda bunlara dayanarak hacetlerine ulaşabilmel şefaate nail olmak için Allah ile kendileri arasında ali muhammed s.a.a vesile kılıyor

Sİizn kimse dediğiniz Allahın seçilmiş kulları ve bu seçilmiş kulların Allah yanında ruhsatları varBunuda Allah istediği için yapıyorlar Yani ehlibeyt in kulları kurtarmasını Bizzat Allah diliyor Bu yüzden insanlara Kendisine yaklaşmamız için özelliklede Ehlibeyti vesile kılmamızı istiyor
 

Müekked

Well-known member
Selavat ve Allahümme salli ve barik dualarını ehli sünnet, Ehli beyt'i severek onlara daha nice dualarla islama hizmet için dua ediyor...Şerif ve seyyidler için dua ediyoruz.İmam ve aktablar'a çok hürmetli ve muhabbetliyiz..Ehli beyt başımızın tacı...Ancak kerbela ya ağladığımız gibi efendimiz'in asm taif'ine de ağlariz...Ve hz ömer'in kudüs'e gitmesine.Soğuk suyu yere dökmesine de..Hz ali velilerin başı.Bunu da kabul ederiz..Şia Sahabeleri seviyor mu?Bu büyük bir sapıklık mıdır sizce..?Sapıklıktan kasıt dalalet. Hilafet meselesini de saygı, hoşgörü çerçevesinde konuşabiliriz..
 
Maşaall ne güzel Allah Rasule aline ve ashabına olan mıhabbetiniz daim eylesin

Şia ne yazıkki bazı fitnepersetler tarafından ümmete sahabe düşmanı olarak lanse ediliyor Halbuki bu büyük bir yalandan başka birşey değil Bunu bilerek yapanları Allaha havale ediyoruz bilmeden söyleyenleride Rabbmden hidayet nasp etmesini


Şialar Allaha en tabiri caizse kestirme yoldan ulaşmak için Rasulün göstrediği yoldan gitmeyi seçenlerdir
Rasulullah s.a.a "Ey Ammar bütün insanları biryerde Aliyi ise tek başına görürsen sen Alini yanında yer al Çünkü Hak Ali iledir Alide hak iledir" buyurmuş Hazreti Alinin güvenirliğini eminliğini imanını bütün insanlardan daha üstün olduğunu göstermiştir. Şu varki şialar en çok hz. Aliyi gündeme taşıdıklarından diğer sahabelere muhabbet beslemedikleri anlaşılıyor ama öyle eğil Bizler Peygamber efendimizin ehline duyduğumuz sevgi ve muhabbeti ashabada duyarız ama ashabın hepsininde mümin olmadığına inanrız nitekim bu Allahınkelamı ilede sabititr

Muhammed ancak bir Peygamberdir; Ondan Önce nice Peygamberler geldi geçti; Ölürse yahut ijldürülürse geriye mi döneceksiniz? Kim dönerse bilsin ki Allah'a hiç bir surette zarar vermez; Allah şükredenlerin mük:'if'atını yakında verecektir.

Ayeti Rasulün ölümünden sonra sahabeden bazılarının eski cahiliye adetlerine dönecekelrini açıkça bildiriyor yine

Ey iman edenler, sizlere ne oldu da Allah yolunda savaşa çıkın dendiği zaman olduğunuz yerde de ağırlaşıp kaldanız; Ahireti bırakıp da dünya yaşamına mı razı oldunuz! Fakat dünya hayatının faydası, ahirete göre pek azdır. Hep birden savaşa çıkmazsanız sizi acıkıl bir azapla azaplandırar ve yerinize sizden başka bir topluluk getirir; Ve siz ona hiç bir zarar veremeısiniz ve Allah'ın her şeye güeü yeter." (Tevbe / 38-39)



Yine bu ayette sahabeden bazılarının korktuğunu dünyayı ahirete tercih ettiklerini açıkça beyan ediyor



"Müminlerin, Allah ve Kur'an'dan inen ayetler anıldığı
vakit, korkup itaat etmelerinin vakti gelmedi mi'? ki önceden kendilerine kitap verilenlere benzemesinler. Onların peygamberiyle araları uzayıp açıldıkça kalpleri katılaştı ve onların çoğu emirden çıkanlardırlar" (lAli imran / 104-6)

Bu Ayttede asahabın iman ettikten bir çok zorluğa göğüs gerdikten sonra felaha kavuştuğunda dinin emirlerine itaat etmedikleri aşikardır


İşte şialar bu yüzden sahabenin hepsini itimat etmez Ama bu sahabenin hepsini sevmedikleri anlamını asla ve asla taşımıyor
Bizler Ammarı ebuzeri selamı miktadı hucrb.Adili miktatd b. esvedi hz.cafer ibni abbas ve daha bir çok sahabe bizim baştacımızdır

Bu konuda nasıl hidayete kavuştum- Muhammed tecani semavi kitabına başvurabilrisiniz faydalanacağınıza eminim




bu konuda şu linke müracat edin lütfen http://www.velayet.com/index.php?topic=15082.0
 

Abidin1

Well-known member
Terimleri tam anlayamasam da Bir rafızi kardeş ile sufi kardeşin bu kadar ayrıntılı ve güzel tartışmaları beni etkiledi. Allah razı olsun..

Sarsıldım ve içimden dua etmek geldi. "Allahım ! Pakistanı koru, İranı koru, Ülkemizi koru, Bütün İslam toplumlarını, Alem-i islamı koru... Onlara güç ver kuvvet ver huzur ver bilim ver.." uygun zamanlarımda inceleyebilmek için bu konuya abone olacağım..

sn. ümmüebiha yazılarınızı "kabaca" okuduğuma göre, İmam Zeyd burada aktardığınız görüşlerin tersi görüşleri olmuştur. Bu neden kaynaklanıyor ?

Birde konuyu ehli sünnet kısmına açmışsınız :D sitede ki arkadaşlar alınmasınlar ? Bende bu siteye tevhid ismindeyken katılmıştım. Sonra ki zamanlarda arada bakmaya başladım. Bu yüzden her bölüme yazmıyorum.
Saygılar..
 
Terimleri tam anlayamasam da Bir rafızi kardeş ile sufi kardeşin bu kadar ayrıntılı ve güzel tartışmaları beni etkiledi. Allah razı olsun..

Sarsıldım ve içimden dua etmek geldi. "Allahım ! Pakistanı koru, İranı koru, Ülkemizi koru, Bütün İslam toplumlarını, Alem-i islamı koru... Onlara güç ver kuvvet ver huzur ver bilim ver.." uygun zamanlarımda inceleyebilmek için bu konuya abone olacağım..

sn. ümmüebiha yazılarınızı "kabaca" okuduğuma göre, İmam Zeyd burada aktardığınız görüşlerin tersi görüşleri olmuştur. Bu neden kaynaklanıyor ?
Saygılar..

selam aleykum kardeşim
Öncelikle belirtmek isterimki ben ne rafiziyim nede zeydi ben şiaya mensup caferiyim başka bir sitede zeydiye meshabine mensup kardeşimi,z de aynı şeyi söylemişti zeydiyelere göre kılıçla kıyam eden fatımi evlatları imamdır ama caferiler aynı görüşü savunmaz bizler imametin Allah tarafından seçilen bir makam olduğunu savunuruz bunuda yine Alllashın kelamı ile ve Rasulun buyruğu ile savunuruz Allah Bakara124. ayette suresinde Hz. İbrahimi bir takım sınamalardan geçirdikten sonra "seni imam seçtim" buyuryor ve hz. ibrahim imamet makamının yüce bir makaqm olduğunun bilinci ile Rabbim soyumdanda imam kıl diyor" Özelliklede bu ayetle imamların Allah tarafından seçildiğine inanırız

imamet konusu çok uzun ama değineceğiz Allahın izni ile
 

Abidin1

Well-known member
selam aleykum kardeşim
Öncelikle belirtmek isterimki ben ne rafiziyim nede zeydi ben şiaya mensup caferiyim başka bir sitede zeydiye meshabine mensup kardeşimi,z de aynı şeyi söylemişti zeydiyelere göre kılıçla kıyam eden fatımi evlatları imamdır ama caferiler aynı görüşü savunmaz bizler imametin Allah tarafından seçilen bir makam olduğunu savunuruz bunuda yine Alllashın kelamı ile ve Rasulun buyruğu ile savunuruz Allah Bakara124. ayette suresinde Hz. İbrahimi bir takım sınamalardan geçirdikten sonra "seni imam seçtim" buyuryor ve hz. ibrahim imamet makamının yüce bir makaqm olduğunun bilinci ile Rabbim soyumdanda imam kıl diyor" Özelliklede bu ayetle imamların Allah tarafından seçildiğine inanırız

imamet konusu çok uzun ama değineceğiz Allahın izni ile

Kusura bakmayın o zaman sn. ümmüebiha, biz rumeli göçmeniyiz. Tam olarak şiilerin hepsinin ne şekilde düşündüğünü bilmiyorum. Caferi sadık ı değerli büyük bir insan olarak duymuştum. Ben islamı (özellikle tarihsel ve kültürel olarak uygun gördüğüm zeydi islamı) araştırıyorum ve öğrenmeye çalışıyorum. İmam zeyd diyor ki;

-İmamlara ait mucize yoktur ve imamlar masum değillerdir.
-Evet Hz. Fatıma nın neslinden ilim tahsil etmiş olanlar, Müslüman toplumun genel kabulüyle seçilebilir. Yada bozuk yönetime karşı haklı olarak isyan edebilir. Hatta iki farklı bölgede iki ayrı imam (lider) de olabilir. İmamiyet konusu gerçekten çok uzun.

Fakat keramet mevzuu işi değiştiriyor işte sn. ümmüebiha.. Peygamberler dışında kimse masum değildir ve mucizeleri sadece onlar allahın izniyle yapabilir. Peygamberler bile hatalar yapmışlardır. Bu yüce kuran-ı kerim de kıssalar olarak anlatılıyor.

"Allah'in izni olmadan hiçbir peygamber, bir mucize getiremez."Ra'd, 38

Hz. İbrahim (a.s.) konusunda ise Yüce Allah'ın verdiği cevap ayetin en hassas noktası..
Rabbi ona "zâlimler benim ahdime nail olamaz!" buyurdu.

Saygılar..
 

Müekked

Well-known member
Bu konu ile ilgili şimdilik yoğunluk sebebiyle ayrıntıya girme şansım yok..Ancak şunu özetleyeyim.Hz ali gibi bir insan hakkı yense sessiz kalmazdı.Itiraz etmediğine göre doğru olan yapılmıştı.Bunların hikmetleri var.Ve hadiste geçer.Ummetin bir kısmı hz ali'ye aşırı muhabbetten helak olacak diye...
 

Abidin1

Well-known member
Bu konu ile ilgili şimdilik yoğunluk sebebiyle ayrıntıya girme şansım yok..Ancak şunu özetleyeyim.Hz ali gibi bir insan hakkı yense sessiz kalmazdı. Itiraz etmediğine göre doğru olan yapılmıştı.Bunların hikmetleri var.Ve hadiste geçer.Ummetin bir kısmı hz ali'ye aşırı muhabbetten helak olacak diye...

Sn müekked Hz. Ali'nin çok ince anlamları olan bir künyesi var. "Kerremallahu veche" = Yüzünü sadece Allah'ın lütfüna çevirmiş demektir. Yüce Allah Bakara 207 de buyurur ki; “İnsanlardan öyleleri de vardır ki Allah rızasına nail olmak için canını satar ve Allah kullarını pek esirgeyendir.” bu ayet Hz. Ali'nin Hicret zamanı Hz. Muhammed efendimizin yatağına yatması üzerine gelmiştir.

Hz. Ali (k.v.) çok dindardı. aşırı tutkuları olan bir insan değildi. Kendisini ilahlaştıran Sebeiye fırkası ile hiç bir ilgisi yoktu..

Itiraz etmediğine göre doğru olan yapılmıştı.

Hayır doğru olan yapılmadı. ! İslam toplumu için faydalı olacağı düşünülen yapıldı.

Hz. İmam Zeyd'in bu konuda söyledikleri aynen şunlardır:


"Ali b. Ebi Talib, sahabenin en üstünüydü. Ancak halkın gerek uygun bulduğu genel çıkarlar ve gerekse önlerinde bulunan azgın fitne ateşini dindirme, bir de kamunun maşeri vicdanım hoş tutmaktan ibaret olan dini kaide nedeniyle hilafet (Liderlik) makamı Hz. Ebubekir'e havale edildi. Asr-ı Saadet'te sürüp giden savaşların dönemi pek yakındaydı. Emir el-mü'minin Aleyhisselam'm kılıcında müşrik Kureyşlerin kanları henüz kurumamıştı. Halkın kalbinde, intikam isteğinden oluşan kinler olduğu gibi duruyordu. Bütün kalpler tam anlamıyla ona meyletmemiş ve boyunlar onun önünde büsbütün eğilmemişti. Toplumsal çıkar, bu nazik görevi, yumuşaklığı, olaylara sevgiyle yaklaşması, gerek yaş ve gerek İslam'a girişte Önceliğinin bulunması, ayrıca Resulullah (s.a.v) ile yakın ilişki içerisinde olması özellikleriyle çok iyi tanıdıkları bir zatın üstlenmesini gerektiriyordu."

Hz. Ebubekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) işte burada İslam toplumunun iyi tanıdığı ve toplumun yararına olan kişilerdi.

Osman (r.a.)'ın dönemi ise kişisel özelliği olarak yüzünün yumuşaklığı nedeniyle süfyanilerin beslendiği bir dönem oldu. Eğer onun dönemi islam toplumunun yararına doğru bir dönem olsa, onun ardından gelen dönemlerde, Hz. peygamber efendimizin torunlarından her biri ayrı şekiller de şehit edilmiş olmazdı. Kerbela trajedisi de yaşanmazdı. Yüce Allahın İslam toplumu için sınavı süfyaniler onun zamanında güçlenmeye başladı.
 
Kusura bakmayın o zaman sn. ümmüebiha, biz rumeli göçmeniyiz. Tam olarak şiilerin hepsinin ne şekilde düşündüğünü bilmiyorum. Caferi sadık ı değerli büyük bir insan olarak duymuştum. Ben islamı (özellikle tarihsel ve kültürel olarak uygun gördüğüm zeydi islamı) araştırıyorum ve öğrenmeye çalışıyorum. İmam zeyd diyor ki;

-İmamlara ait mucize yoktur ve imamlar masum değillerdir.
-Evet Hz. Fatıma nın neslinden ilim tahsil etmiş olanlar, Müslüman toplumun genel kabulüyle seçilebilir. Yada bozuk yönetime karşı haklı olarak isyan edebilir. Hatta iki farklı bölgede iki ayrı imam (lider) de olabilir. İmamiyet konusu gerçekten çok uzun.

Fakat keramet mevzuu işi değiştiriyor işte sn. ümmüebiha.. Peygamberler dışında kimse masum değildir ve mucizeleri sadece onlar allahın izniyle yapabilir. Peygamberler bile hatalar yapmışlardır. Bu yüce kuran-ı kerim de kıssalar olarak anlatılıyor.



Hz. İbrahim (a.s.) konusunda ise Yüce Allah'ın verdiği cevap ayetin en hassas noktası..
Rabbi ona "zâlimler benim ahdime nail olamaz!" buyurdu.

Saygılar..

estağfrullah

Bakara 124. ve dediğiniz gibi ayetin en hassas noktası "benim ahdim zalimlere ermez"
Burdan anlıyoruz ki Hz. İbrahim soyundan gelenler arsında zalim lerde olacak Allah bu kişileri imamet ile görevlendirmeyecek
Zulm ise çok geniş bir aralığa sahip adam öldürmeniz büyük bir zalimliktir ama Allahu teala burda zalimliğin herderecesini bildirdiğine göre bir çocuğa asık suratla bakmaınız bile o çocuğa zulm etmenizdir Bu derece ince nokta zalimlik demekkki seçilecek imam bu derece zulmden günahtan beri olmalı yani masum eğer masujm olmaz ise imam olamayacak

Hz. ibrahim bir peygamberdi hemde hatadan beri bir peygamber Allah hz. ibrahim sınamalarından layıkıyla geçtiği için öyle birşeyle ödüllendirdiki sahip olduğu makamdan daha yüce Zaten eğer imamet yüce bir makam olmasaydı Hz. İbrahim imameti soyumada ulaştır diye bir istekte bulunacağına risaleti soyuma ulaştır diye niyaz ederdi

Bu konuda usuli kafide şöyle nakledilir

Zeyd eş- Şahham şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Allah Tebareke ve Teâlâ, İbrahim'i nebi yapmadan önce kul edindi, resul yapmadan önce nebi yaptı, onu halil edinmeden önce resul yaptı ve onu imam yap­madan önce halil edindi. Bütün meziyetleri üzerinde toplayınca dedi ki:
"Seni insan­lar için imam yapacağım."(1) İbrahim bu makamı gözünde büyüttüğü için dedi ki: "Be­nim soyumdan da
." Allah dedi ki: "Zâlimlere ahdim ermez." (Bakara, 124)

"Akılsız, beyinsiz kimse, muttaki insanın imamı olamaz."»

USUL-U KAFİ c.1 s 235-236-237

DİPNOT
(1)

"Seni insanlara imam yapacağım." Yani seni insanların izlediği bir önder yapacağım. Senin sözlerine ve fiillerine uyacaklardır. Çünkü imam, insanların peşinde gittikleri, kendilerine önder kabul ettikleri kimsedir. Bundan dolayı bazı tefsir bilginleri, önderlikten maksadın "peygamberlik misyonu" olduğunu söylemişlerdir. Çünkü ümmet din hususunda peygamberine uyar. Allah buyuruyor: "Biz her peygamberi, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik." (Nisa, 64) Ama bu yaklaşım, yani İbrahim'e bahşedilen önderliğin peygamberlik olarak değerlendirilmesi son derece yanlıştır. Çünkü:

Birincisi: İfadedeki "imamen" kelimesi ikinci mefuldür, etkeni (âmili) de "câiluke" ifadesidir. Oysa ism-i fail mazi anlamım ifade ediyorsa, meful üzerinde etkili olmaz. Ancak şimdiki zaman ya da gelecek zaman anlamını ifade ettiğinde meful üzerinde etkisi söz konusu olabilir. Bu yüzden, "Seni in­sanlara imam yapacağım." sözüyle İbrahim'e (a'.s) gelecekte imamet vaadi verilmiştir. Bu da, vahiy yoluyla verilen bir vaattir ki, ancak peygamberlik misyonuna sahip kimseler için mümkündür. İbrahim de (a.s) imamlık niteliğini almadan önce peygamber olarak görevlendirilmişti. Şu hâlde ayette sözü edi­len "imâmet"ten maksat, bazı tefsir bilginlerinin ileri sürdükleri gibi peygamberlik görevi değildir.

İkincisi: İmamlıkla görevlendirilme olayı İbrahim (a.s)'ın ömrünün son demlerinde, meleklerin gelip ona İsmail ve İshak'ı müjdelemelerinden sonra gerçekleşmişti. Melekler, Lût kavmine uğrayıp on­ları yeryüzünden silmek üzere yola çıkmışlarken ona uğramış ve ona bu müjdeyi iletmişlerdi. Hz. İbra­him bu sırada ilâhî mesajı insanlara sunmakla görevlendirilmiş bir peygamberdi. Dolayısıyla imam ol­madan önce peygamber olmuştu. Yani onun imamlık misyonu, peygamberlik misyonundan farklıydı.

Yukarıda sunduğumuz yorumlama biçiminin kaynağı, Kur'ân'da yer alan kavramların sürekli olarak kullanımından kaynaklanan aşınma ve anlam kaymasıdır. Bu şekilde içerik aşınmasına uğrayan kavramlardan biri de "imamet'tir. Bazıları bu kavramı, peygamberlik, öncülük ve sınırsız itaat edilirlik olarak yorumlamışlardır. Diğer bazı tefsir bilginleri, imamlık misyonunu, din ve dünya işleri ile ilgili halifelik, vasilik veya başkanlık olarak açıklamışlardır. Ama bunların hiçbiri olmaz. Çünkü "nübüvvet "in anlamı, Allah katından haber getirmektir. "Risalet'in anlamı ise, tebliğ misyonunu üstlenmektir. Ha­lifelik ise, bir tür naipliktir. Vasilik de öyle. Başkanlık kavramı da itaat edilirliği ifade eder. Bu da top­lumsal yönetimde otorite işlevini görür. Ama bunların hiçbirisi imamlığın anlamını ifade etmez. İmam­lık bir insanın başkalarınca izlenmesidir, söz ve fiillerinin tıpatıp uygulanmasıdır. Dolayısıyla, itaat edil­mesi zorunlu olan bir peygambere, "Seni insanlara imam yapacağım." ya da "Peygamberliğinin gereği sunduğun mesaj noktasında seni itaat edilen biri yapacağım." demenin bir anlamı yoktur. Bir peygam­bere, "Seni din hususunda emreden, nehyeden bir başkan, bir vasi, insanlar arasında baş gösteren anlaş­mazlıkları Allah'ın hükmüne göre çözümleyen yeryüzü halifesi yapacağım." demenin ne anlamı vardır?

İmamlık kavramı salt sözel olarak az önceki kelimelerle çelişmez ve sırf bu açıdan kendine öz­gü bağımsız bir kavram olarak ön plâna çıkmaz. Çünkü -peygamber olarak görevlendirildikten sonra itaat edilmesi bu görevinin öngördüğü bir zorunluluk olan- bir peygambere, "Seni itaat edilmesi gere­ken biri yaptıktan sonra, insanların itaat ettikleri biri yapacağım." demek doğru olmaz. Birtakım ifade-sel değişikliklerle de olsa bu anlama gelebilecek sözler sarf etmek uygun düşmez. Çünkü aynı mahzurla karşılaşılacaktır. Ayrıca ilâhî nimetler, sırf ifadesel anlamlarla sınırlı değildir. Bunların gerisinde yatan başka gerçekler vardır. Dolayısıyla, imamlık kavramı, bunlardan öte başka gerçekleri ifade etmektedir.

İlâhî kelâma baktığımızda görüyoruz ki, imamlık kavramına yer verilen her yerde, açıklayıcı bir unsur olarak da peşinden "hidayet" kavramına yer veriliyor. Yüce Allah Hz. İbrahim'in yaşam öykü­sünden kesitler sunduğu ayetlerde şöyle buyuruyor: "Ona İshak'ı hediye ettik, üstelik Yakub'u da. Hepsini de salih insanlar yaptık. Onları, emrimizle doğru yola ileten imamlar yaptık." (Enbiyâ, 72-73) "Onların içinden, emrimizle doğru yola ileten imamlar yaptık." (Secde, 24)

Bu ayetlerde imamlık misyonu, tanımlayıcı bir unsur olarak hidayet, yani doğru yola ileticilik sıfatı ile açıklanıyor. Ayrıca yüce Allah, bu misyonu "emir" ile kayıtlı kılıyor. Bununla demek istiyor ki, imamlık misyonunun hidayet işlevi mutlak değildir. Tersine, bu misyon Allah'ın emriyle gerçekle­şen bir misyondur. Emir meselesi de şu ayet-i kerimelerde açıklığa kavuşturuluyor: "Onun emri, bir şeyin olmasını istedi mi ona sadece 'ol' demektir, hemen oluverir. Yücedir O ki, her şeyin melekûtu O'nun elindedir." (Yâsîn, 82-83) "Bizim emrimiz yalnız bir tektir, göz açıp yumma gibidir." (Kamer, 50) Bu iki ayeti açıkladığımızda, ilâhî emrin, bu ayetlerden birinde "melekut" olarak isimlen­dirildiğini ve bunun yaratılışın bir başka yönü olduğunu vurgulayacağız. Yaratılışın bu yönüyle yaratık­lar her türlü zaman ve mekân kaydından temizlenmiş değişim ve başkalaşım unsurlarından soyutlanmış olarak Allah'a yönelirler. "Ol" kelimesi ile kastedilen de budur ve bu, bir şeyin objektif varlığından baş­ka bir şey değildir. Ki bu, şeylerin diğer yönü olan yaratma karşısındadır. Değişkenlik, tedricîlik, hare­ket ve zaman yasalarına uyarlanma da bu yönde (yaratmada) söz konusudur.

Kısacası, imam yol ileticidir, kendisine eşlik eden melekutî bir emirle doğru yola iletir. Bu ba­kımdan imamlık misyonu batınî olarak insanların işleri üzerinde bir tür velayet yetkisine sahip olmak demektir. Allah'ın emri ile hidayet etmesi de, insanları istenen hedefe ulaştırmasıdır; salt bir yol göster­me işi değildir. Çünkü yol gösterme, nebi ve resulün görevidir. Her mümin de nasihat ve güzel öğüt aracılığı ile insanlara Allah'ın yolunu gösterebilir. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: "Biz, her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara açıklasın. Sonra, Allah dilediğini saptırır, dile­diğini yola iletir." (İbrahim, 4) Allah, Firavunoğulları arasında yer alan bir müminle ilgili olarak şöyle buyurur: "İnanan adam dedi ki: Ey kavmim, bana uyun, sizi doğru yola götüreyim." (Mü'min, 38) Bir diğer ayet: "Her topluluktan bir grubun toplanıp dini iyice öğrenmeleri ve kavimleri kendile­rine dönüp geldikleri zaman kaçınmaları için onları uyarmaları gerekmez mi?" (Tevbe, 122)

Yüce Allah, söz konusu kullarına imamlık misyonunu bahsedişinin gerekçesini şu şekilde açık­lıyor: "Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları için..." (Secde, 24) Burada, söz konusu misyonu hak edişlerinin geri planındaki sebep, Allah yolunda sabırlı oluşları olarak açıklanıyor. İfade­de sabırla ilgili bir kayda yer verilmiyor. Dolayısıyla bu kavram, insanın tâbi tutulduğu her türlü sınav­la, kulun kulluğunun sınandığı her türlü musibetle ilgilidir. Bir de onların kesinlikle inananlar olduğun­dan söz ediliyor. Yine Hz. İbrahim'in yaşam öyküsü sunulurken şöyle bir ifadeye yer veriliyor: "Böyle­ce biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun." (En'âm, 75) Ayetin zahirinden şöyle bir sonuç elde edilebilir: Hz. İbrahim'e melekûtun gösterilmesi, kesin inanca ulaşması için bir mukaddime konumundaydı. Böylece, kesin inancın melekûtu gözlemlemenin ayrılmaz bir unsuru olduğu açığa çıkıyor. Şu ayetler de bu gerçeği vurgulamaya yöneliktirler: "Hayır, kesin bilgi ile bilseydiniz, elbette cehennemi görürdünüz." (Tekâsur, 5-6) "Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuştur. Hayır, doğrusu o gün onlar, Rablerinden perdelenmişlerdir. Sonra onlar elbette cehenneme gireceklerdir...Hayır, iyilerin yazısı İlliyyîn'dedir. İlliyîn'in ne olduğunu sen nereden bileceksin? Yazılmış bir kitaptır. Yaklaştırılmış olanlar o-nu görürler." (Mutaffıfîn, 14-21) Bu ayet-i kerimeler gösteriyor ki, yaklaştırılmış olanlar, kalbi ilgilen­diren bir perde sonucu Rablerinden perdelenmeyen kimselerdir. Bu perde günah, cehalet, şek ve şüphe­dir. Yaklaştırılmışlar kesin inanç sahipleridirler ve onlar cehennemi gördükleri gibi îlliyîn'i de görürler. Kısacası, imam kesin inanca sahip bir insan olmalıdır. Allah'ın kelimeleri aracılığı ile melekût âlemim gözlemleyebilmelidir. Bundan önce "melekût" kavramının "emir" olduğunu, onun da şu âlemin iki yönünden birini oluşturduğunu vurgulamıştık. Çünkü Allah'ın, "emrimizle doğru yola iletirler." İfa­desi gösteriyor ki, imam, hidayet kavramı ile ilgili olan her şeyin -kalpler ve amellerin- batınım ve ha­kikatini bilir. Söz konusu şeyin emirle (melekûtla) ilgili yönü imamın gözü önündedir, ona gizli ola­maz. Bilindiği gibi kalpler ve ameller diğer şeyler gibi iki yönlüdürler. Dolayısıyla imam kulların hayır ve şer nitelikli amellerini görür. O her iki yolu da kontrol eder. Yani hem mutluluk, hem de bedbahtlık yolunu... İmam, emirle hidayete erdirdiğine göre- emir kelimesinin orijinalinin başındaki "ba" harfi ya nedensellik veya aletsellik anlamını kazandırır- öncelikle kendisi bu emirle beraberdir, onunla iç içedir. Bu emir ondan insanlara yayılır. İnsanlar kulluk makamlarının farklılığı oranında bunlardan yararlanırlar

O halde imam, içsel (batini) feyizlerin (Allah tarafından) verilip (kullar tarafından) alınması ameliyesinde Allah ile insanlar arasında rabıta görevini icra etmektedir.

Peygamber ise, zahiri feyizlerin (peygambere vahiy yoluyla inen ilahî şeriat, rabbani kanunlar) (Allah tarafından) verilip (kullar tarafından) alınması işleminde rabıta görevini icra etmektedir. Bu ilâhî yasalar peygamberden insanlara yayılır, onlar arasında yaygınlaşır. İmam, ruhları makamlarına ileten bir rehberdir. Peygamber, insanları hak inançlara ve salih amellere ileten bir kılavuzdur. Bazen peygam­berlik ve imamlık görevi aynı kişide toplanabilir. İbrahim, İsmail, İshak (a.s)...

Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Her milleti imamıyla çağıracağımız gün..." (İsrâ, 71) Burada amel kitabının dışında gerçek imamın kastedildiğini ileride açıklayacağız. Çünkü ayetin zahi­rinden böyle bir sanıya kapılabilir insan. İmam sırların yoklanıp ortaya döküleceği gün insanları Allah'a doğru yürütür. Tıpkı şu dünya hayatının zahirî ve batınî alanlarında onları sevk ettiği gibi. Bu ayet-i ke­rime bunun yanı sıra, hiçbir zamanın imamsız olmayacağını, her zamanın bir imamı olması gerektiğini ortaya koyuyor. "Her millet..." ifadesi bunu gösterir. [Bakınız (562.) hadisin dip notu (İsrâ, 71) tefsiri.] Ancak bu anlam, yani imamlık misyonu, yüceliği ve onurlu bir makam oluşuna göre ancak ken­di zatından dolayı mutluluk niteliğine sahip kimse için geçerli olabilir. Çünkü zâtına zulüm ve bed­bahtlık unsurlarının bulaşması muhtemel olan birisinin mutluluğu ancak kendisinin dışındaki birinin hi­dayetine bağlıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "...Hakka götüren mi uyulmaya daha lâyık­tır, yoksa yola götürülmedikçe kendisi doğru yolu bulamayan mı?" (Yûnus, 35) Bu ayette doğru yola ileten ile ancak başkası tarafından iletilebilen kişi arasında bir karşılaştırma yapılıyor. Bu karşılaş­tırmadan çıkan sonuca göre, doğru yola ileten kimse, kendiliğinden hidayet bulmuş olandır. Başkası ta­rafından doğru yola iletilen kimse ise, elbette hakka hidayet edici olamaz. Yaptığımız bu açıklamalardan şu iki sonuç çıkıyor:

a) İmamın sapıklık ve günaha karşı korunmuş (masum) olması zorunluluğu vardır. Aksi takdir­de kendisinden dolayı hidayet edici olamaz. Şu ayette bu hususu vurgulamaya dönüktür: "Onları, em­rimizle doğru yola ileten imamlar yaptık ve onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden insanlardı." (Enbiyâ, 73) Şu hâlde imamın işleri hayırdır, hayra dönüktür. Bu işleri başkasının yol göstericiliği ile değil, kendi nefsinin ulaşması ve ilâhî destek ve Rabbani yardım ile gerçekleştirir. Bunun kanıtı da "hayırlı işler yapma" ifadesinin orijinalinde geçen masdarın muzaf oluşu [fı'le'el-hayrati] ve bunun da fiilen gerçekleşmiş bir şeyi göstermesidir. Yani bu ifade, "Onlara hayırlı işler yapın diye vahy ettik" ifadesinden farklı bir yapıdadır. Çünkü bu tarz bir ifa­de gerçekleşmişliği, yaşanmışlığı anlatmaz. Oysa "Onlara hayırlı işler yapmayı vahyettik." ifadesi, onla­rın işlemiş oldukları hayırlı amellerin batınî bir vahiy ve semavî bir destek ile gerçekleştiğini gösterir.

b) Sapıklık ve günaha karşı korunmuş (masum) olmayan biri elbette gerçeğe iletici imam olamaz. Bu açıklamadan çıkan sonuç şudur: "İbrahim, 'Soyumdan da.' deyince Allah,'Benim ahdim zalimlere ermez.' demişti." ifadesindeki "zalimler" deyimini kısıtlayan bir kayıt yoktur. Bu yüzden kendisinden şirk ve günah gibi herhangi bir zulüm sadır olan herkes bu deyimin kapsamına girer. Öm­rünün belli bir döneminde, böyle bir duruma düşse ve sonra tövbe edip durumunu düzeltse bile.

Üstatlarımızdan birine; bu ayetten hareketle, imamın masumluğu sonucunun nasıl çıkarıldığı so­ruldu. O şu cevabı verdi: Aklî bir bölme olarak insanlar dört gruba ayrılırlar, a) Bütün ömürleri boyunca zalim olanlar, b) Bütün ömürleri boyunca hiç zulüm işlemeyenler, c) Ömrünün başlangıcında zalim olup da sonunda bundan vazgeçenler, d) Ömrünün başında zulümden kaçınıp da sonunda zulüm işle­meye başlayanlar. İbrahim (a.s), soyundan birinci ve dördüncü kategoriye girenler için imamlık niteliği­ni istemeyecek kadar büyük bir kişiliktir. Geriye iki kısım kalıyor. Allah bunlardan birini ahdinin kap­samına almayı reddediyor. Bunlar, ömürlerinin başlarında zulüm işleyip de sonunda bundan vazgeçen­lerdir. Geriye bir grup insan kalıyor. Bunlar da tüm hayatları boyunca hiç zulüm işlemeyen kimselerdir. Yaptığımız açıklamaların ışığında şu hususlar aydınlığa kavuşuyor:

l) İmam Allah'ın belirlemesiyle belirlenir.

2) İmam, ilâhî koruma sonucu masum olmalıdır.

3) Yeryüzü, üzerinde insanlar yaşadıkça gerçek imamdan yoksun kalmaz.

4) İmam Allah tarafından desteklenmelidir.

5) Kulların amelleri imamın bilgisine kapalı değildir

6) İmam insanların dünya ve ahiretle ilgili olarak ihtiyaç duydukları tüm bilgilere sahip olmalıdır

7) İnsanlar arasında kişisel faziletler bakımından imamdan daha üstün birinin bulunması muhal­dir. İmamlık, misyonu ile ilgili meselelerin özünü bu yedi husus oluşturmaktadır.

Şayet desen ki: Eğer imamlık, Allah'ın emri ile hidayete iletmeyi ifade ediyorsa ve bu da "hakka götüren mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa yola götürülmedikçe kendisi doğru yolu bulamayan mı?" (Yûnus, 35) ayetinin de vurguladığı gibi, insanın kendiliğinden doğruyu bulması eşliğinde olan hakka iletmek demekse, o zaman bütün peygamberler kesinlikle imamdırlar. Çünkü peygamberin üst­lendiği peygamberlik misyonunun, Allah'ın vahiy aracılığı ile sunduğu yol göstericiliği olmadıkça yeri­ne gelmeyeceği açıktır. Yani peygamber bu niteliği kendi çabası ile bir başkasından, öğretim ya da öğüt gibi yöntemlerle edinmez. Bu durumda birine peygamberlik bahsedilmesi, zorunlu olarak imamlık da bahsedilmesini gerektirir. Şu hâlde siz yukarıdaki iddianızla, kendi kendinizi çelişkiye düşürdünüz.

Cevabında şöyle deriz: Ayetten çıkardığımız sonuçlar doğrultusunda yaptığımız açıklamaların ışığında şu husus açıklığa kavuşuyor: Hak ile hidayet edicilik ki bu imamlık demektir, hak ile hidayet bulmuşluğu gerektirir. Ama bunun tersten ifadesi, yani hak ile hidayet bulmuş herkesin hak ile başkası­nı hidayet etmesi, dolayısıyla her peygamberin kendiliğinden hidayet bulmuş olduğuna göre imamlık misyonuna sahip olması gerektiği henüz tam olarak açıklığa kavuşmuş değildir. Onun için de Allah, bazı ayetlerde hak ile gerçeği bulmaktan söz ediyor; ama bunu başkalarını hakka iletmeye yönelik bir işaret olarak sunmuyor. Nitekim şu ifadede buna yönelik bir vurgulama vardır: "Biz ona İshak'ı ve Yakub'u da hediye ettik; hepsine de doğru yolu gösterdik. Nitekim daha önce Nuh'a ve onun so­yundan Davud'a, Süleyman'a, Eyyub'a, Yusuf a, Musa'ya ve Harun'a yol göstermiştik. Biz güzel davrananlara böyle karşılık veririz. Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas'a da. Hepsi iyilerden idiler. İs­mail, Elyesa, Yunus ve Lût'a da. Hepsini âlemlerden üstün kıldık. Babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarını da... Onları seçtik ve onları doğru yola ilettik. İşte bu Allah'ın hida­yetidir, kullarından dilediğini buna iletir. Eğer onlar Allah'a ortak koşsalardı, kendileri için yap­tıkları her şey hiç olur giderdi. İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Şimdi şunlar, bunları inkâr ederse, biz, onları inkâr etmeyecek bir toplumu onlara vekil bırakmışızdır. İşte onlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Onların yoluna uy." (En'âm 84-90) Gördüğün gibi, ayetlerin akışının verdiği mesajdan söz konusu hidayetin değişmeyeceği, başkalaşmayacağı sonucu çıkmaktadır. Bu hidayet Resûlullah'ın ardından, ümmetinin özellikle İbrahim'in so­yundan gelenlerin üzerinden kaldırılmayacaktır. Şu ayette bu hususa yönelik bir işaret içermektedir:

"Bir zaman İbrahim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk ederim. Çünkü O, bana doğru yolu gösterecektir.' Allah onu (tevhid kelimesini) soyu arasında devamlı kalacak bir kelime kıldı ki insanlar hakka dönebilsinler." (Zuhruf, 26-28) Bu ayetlerden anlaşıldığı kadarıyla, Hz. İbrahim şu anda, onların kulluk ettikleri düz­mece ilâhlardan uzak olduğunu belirtiyor ve gelecekte Allah tarafından hidayet edileceğini onlara haber veriyor. Onun kastettiği, gerçek anlamıyla Allah'ın emri ile hakka iletilmektir. Görüş ve ibret alma so­nucu ulaşılan hidayet değil. Çünkü bu ikinci şıktaki hidayet, bu aşamada gerçekleşmiş durumdadır.

Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk sunarım, ifadesi bunun kanıtıdır. Ardından Allah, bu hidayeti, İbrahim'in soyunda kalıcı bir kelime yaptığını bildiriyor. Kur'ân'ın "kelime" kavramını "söz" anlamının dışında olgular için kullandığı yerlerden birisi de budur. Bunun bir örneği şu ayettir: "Onları takva kelimesine bağladı. Zaten onlar buna lâyık idiler." (Fetih, 26)

Sonuç olarak diyoruz ki: İmamlık İbrahim'den sonra, onun evlâtlarına geçmiştir. "Soyumdan da, deyince Allah, 'Benim ahdim zalimlere ermez.' demişti." ifadesi buna işaret etmektedir. Hiç kuşku­suz İbrahim (a.s) imamlığı soyundan gelen bazı kimseler için istemiştir, tüm zürriyeti için değil. Bu misyonun zalimlere verilmeyeceği belirtilerek ona cevap veriliyor. Tüm soyu zalimlerden oluşamaya­cağına göre, bu isteğin zalimleri kapsamaması, tüm soyunu kapsamaması anlamına gelmez. Bu ayette, İbrahim'in isteğinin kabul gördüğü ve bunun bir ahit olduğu, ayrıca bu ahdin zalimlere ermeyeceği dile getiriliyor."Benim ahdim zalimlere ermez." ifadesi, zalimlerin ilâhî ahdin kapsamından uzak oldukla­rına işaret etmektedir. Buna kinaye yoluyla istiare sanatı denir.[el-Mîzan, 1/379-391; (Enbiya, 73)Tefsir]

modify_inline.gif
 
Peygamberler de hata yapar demişsiniz hata başka birşeydir günah başka birşeydir
AMA Allahın Habibi olan Rasul-i Ekrem s.a.a hatadanda beri idi çünkü rasul s.a.a sadece zamanın insanlarına değil kendisinden önce gelen peygamberlere dahi önderdi Önder olabilmesi Diğer peygamberlerden üsütün olabilmsi demektir

Ne yazıkki Peygamber efendimizin bile hata yaptığını hiç utanmadan söyleyenler var Böyle söyleyipte kendisini Peygamber aşığı görenler Her söylediği vahy olan biri nasıl hata yapabilir Allah aşkına
Peygamberimiz ümmetim için en korktuğum şey güzel konuşan münafıklardır buyurmuş

Peygamber efendimiizn yüceliği ile sözlerini süsleyip sonrada kirli sözleri ile Allahın Habibini karalamaya çalışıyorlar Allah böylelerinin şerrinden ümmeti muhafaza buyursun
 
Üst