Cevaplıyoruz-Şia'ya Sorulan Sorular

Masumiyet İnancı

Şia, Ehl-i Beyt İmamlar'ının (12 İmam'ın) da Peygamber gibi hayatları boyunca açık veya gizli bilerek veya bilmeyerek bütün günah ve pisliklerden ma'sum olduğuna inanmaktadır. Şia peygamberler ve imamlar'ın hata ve unutkanlıktan da ma'sum olduğuna inanmaktadır. Zira İmamlar, dinin koruyucu ve uygulayıcısıdırlar. Bu konuda durumları aynen peygamberler gibidir. Peygamberlerin ma'sum olduklarına inanmamızı gerektiren deliller, aynı şekilde İmamlar'm da ma'sum olduklarını gerektiriyor.(1)

Şia Ehl-i Beyt İmamlar'ının Allah'ın emriyle Peygamber'in 12 tane vasileri olduğuna ilimierinin kesbi (öğrenmekle) değil, vehbi olduğuna ve yeryüzünde Allah'm kullarının h üccet i olduğundan, her türlü günah ve hatadan ma'sum olması gerektiğine inanmaktadır. İşte Şia'nın masumiyet konusundaki inancı budur. Acaba bu inanç Kur'an ve Sünnete aykırı mıdır, yoksa aklen imkansızmıdır? Veya İslam dininin reddettiği bir şey midir? Yoksa bu inanç Peygamber veya İmam'ın değerini mi düşürüyor? Bu inancı Allah'ın Kitabı ve Sünnet-i Nebeviye te'yit etmektedir ve akl-ı selimle belirlenen ilkelere de ters düşmemektedir. Bu konudaki bahsimize Kur'an-ı Kerim'in ayet-i kerimelerini ele almakla başlayalım:

Allah-u Teala Ahzap suresinin 33. ayetinde şöyle buyuruyor.


"Gerçekten de Allah yalmzca siz Ehl-i Beyt'ten her türlü pisliği gidererek sizi tertemiz kılmak istiyor."

Bu ayet-i kerimede geçen "her türlü pisliği gidererek_" sözü, Ehl-i Beyt imamlar'ının her türlü günah ve bütün kötülüklerden tertemiz olduklarının yani masumiyetlerini ifade etmiyorsa, neyi ifade ediyor?

Allah-u Teala A'râf suresinin 201. ayetinde şöyle buyuruyor.




"Allah'tan korkanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese geldiği zaman, durup düşünürler ve derhal gerçeği görmeye başlarlar. "

Takva sahibi bir mü'mini dahi şeytan saptırmak istediğinde Allah-u Teala onu şeytanın hilelerinden korur, böylece o da Allah'ı hatırlar ve hakka uyar. Öylese Allah-u Teala'nın seçip her türlü pislikten tertemiz kıldığı kimselerin daha yüksek vasıflara sahip olmaları asla garip bir şey değildir.

Allah-u Teala Fatır suresinin 32 ayetinde şöyle buyuruyor.


"Sonra kitabı, kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık"(1)

Allah'ın seçtiği kimseler, hiç süphesiz ki masumdurlar. Ehl-i Beyt imamlar'ından olan Hz. Imam Rıza, Abbasi halifelerinden olan Me'mun'un düzenlediği ilmi bir toplantıda alimlere cevap olarak bizzat bu ayeti delil göstermiş ve bu ayet-i kerime'den kendilerinin (yani Ehl-i Beyt imamlar'ının) kastedildiğini ve Allah-u Teala'nın kendilerini seçerek kitap ilminin varisi kıldığını isbatlamış onlar da bunu itiraf etmişlerdir.

Bu ayetler İmamlar'ın masum olduğunu belirten ayetlerden sadece bazı örneklerdi. Konuyu ispatlayan


"....Ve onları bizim emrimizle hidayet eden imamlar kıldık." ayeti gibi diğer ayetlerde vardır, fakat amacımız ihtisar (özetlemek) olduğundan bu kadarıyla yetiniyoruz.

Şimdi de konuyla ilgili Sünnet-i Nebeviye'yi inceleyelim: Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur.


"Ey insanlar, ben sizin aranızzda öyle bir şey bırakıyorum ki, eğer ona sarılırsanız asla dalalete düşmezsiniz; Allah'm Kitab'ını ve benim neslimden olanEhl-i Beyt'imi."(1)

Görüldüğü üzere bu hadis Ehl-i Beyt imamlannın masum olduklarını açıkça belirtmektedir. Çünkü, evvela Ehl-i Beyt Allah'ın Kitab'ıyla aynı mertebede zikredilmiştir, Kur'an ise masumdur; ona ne önünden ve ne de arkasından batıl sızamaz; o Allah'ın kelamıdır ve kimin bunda şüphesi olursa kafir olur. Malumdur ki, Allah'ın kitabı gibi uyulmaya layık olanlar da onun gibi masum olmalıdırlar. İkinci olarak hadiste, onlara (Kitab'a ve Ehl-i Beyt'e) sarılanın dalalete (sapıklığa) düşmekten emin olacağı açıklanmıştır. O halde bu hadis, Kur'an ve Ehl-i Beyt'in hatadan masum olduklarını açıkça belirtmektedir. Zira insan ancak masuma uyduğunda sapıklıktan uzak kalabilir.

Yine Resuluııah (s.a.a) şöyle buyurmuştur.



"Benim Ehl-i Beyt'im sizin aramzda aynen Nuh'un gemisine benzer; gemiye binen kurtulur ve ondan geri kalan ise boğulur."(2)

Görüldüğü üzere bu hadiste de Ehl-i Beyt İmamlar'ının hatadan masum olduklarını açıkça belirtmektedir. Bunun için de onların gemisine binenler kurtulur ve ondan ayrıdüşenler ise dalalette boğulup helak olur.


Yine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur.



"Her kim ki, benim gibi yaşamak benim gibi olmak ve Rabb'imin bana va'd ettiği Huld cennetine girmek isterse, Ali'nin ve ondan sonra da zürriyetinin velayetini kabul etsin. Çünkü onlarla hiç bir zaman hidayetten ayrılıp dalalete düşmezsiniz."(1)


Bu hadiste Ehl-i Beyt imamlarının, yani Ali ve zürriyetinin, hatadan masum olduklarını açıkça belirtmektedir. Zira bu hadiste, Ehl-i Beyt imamlarının kendilerine tabi olanları hiç bir sapıklığa götürmedikleri açıklanmıştır. Oysa hata etmesi mümkün olan bir kimsenin, halkı her türlü dalaletten uzak bir hidayete götürmesi mümkün değildir.

Yine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur.


"Ben sakındıran Ali ise hidayet edendir ve benden sonra ey Ali, hidayete erenler seninle hidayete ereceklerdir."(1)


Bu hadisin de Hz. İmam Ali'nin masum olduğunu bildirdiği hiç bir akıl sahibine gizli değildir. İmam Ali ise, hem kendisinin ve hem de onun neslinden olan İmamların masum olduklarını açıklamıştır. O Hazret, Ehl-i Beyt'e değindiği bir hutbede şöyle buyuruyor.




"Nereye gidiyorsunuz! Nereye yönetiyorsunuz! Bayraklar yücelmiş, ayetler apaçık ve alametlerdikilmiştir. O halde nereye saptırıliyorsunuz! Ve nasıl körleştirilebilirsiniz! Oysa ki Peygamber'inizin Ehl-i Beyt'i sizin aramzda bulunmaktadır. Onlar halkın öncülleri, dinin önderleri ve doğruluğun dille'ridir. O halde onlara Kur'an'ın en iyi derecesinde yer verin ve susuz develerin suya koşarak gittiği gibi onlara koşun. Ey insanlar, bu hususta Hz. Resulultah'a (s.a.a) itaat edin. Çünkü bizden olan birisi ölse bile ölü değildir ve bizden olan çürüyüp gitse bile çürümemiştir. Tamyıp bilmediğiniz bir şeyi söylemeyin. Çünkü hakkın çoğu size ağır gelip inkar ettiğiniz şeylerdedir. Aleyhine bir hüccetinizin olmadığı şahsı ma'zur görün. Ben o kimseyim, sizin aranazda, "Sakaleyn"den (iki değerli emanetten) büyüğü tutulup, küçüğü bir kenara atılmadı mı? (Buna rağmen yine) sizin aramzda imamn bayrağım diken ben oldum.."(1)

Ehl-i Beyt imamlar'ının masumluğunu bildiren bunca Kur'an-ı Kerim ayeti, Sünnet-i Nebeviye ve Hz. Ali'nin sözlerinden sonra, acaba akıl ve insaf sahibi bir insan Allah-u Teala'nın hidayeti için seçtiği imamlarında masum olduğunu reddedebilir mi? Akıl ve insaf böyle bir şeyi asla reddetmediği gibi, hatta aksine ma'sum bir ilahi önderin kıyamete kadar yeryüzünde bulunmasını da gerekli görür. Zira beşerin önderlik ve hidayeti görevini üstlenen kimse hata, unutkanlık ve günahlar altında ezilen birisi oımamalıdır. Zira bu takdirde bizzat kendisi, insanların sapmasına sebep olacaktır.

Evet, böyle bir insan insanini erdem ve faziletler yönünden diğerleriyle mukayese edilmeyecek derecede bir üstünlüğe sahip olmalıdır. Bu sıfatlara haiz olmak halkın gözünde derecelerini yüceltip saygınlık kazandıracak ve neticede de hiç bir korku ve riyakarlık sözkonusu olmaksızın kendisine itaat etmelerini sağlıyacaktır. Durum böyle olduğuna göre bu itikada sahip olanlara, neden bu denli saldırıp hamle edilmektedir?

Eğer Ehl-i Sünnet'in ma'sumiyet konusundaki tenkitlerini dinler veya okursan, Şia'nın istedikleri her şahsa ma'sumiyet damgasını vurduklarını veya ma'sumiyete inanmağın İslam dışı ve küfür olduğunu sanırsın. Oysa gerçek ne odur ve ne de bu. Şia'da ma'sumiyetin anlamı ma'sum olan kimsenin ilahi bir inayetle şeytanın aldatmasından ve nefs-i emmarenin aklına galebe çalınasından ve günaha düşmekten korunmuş olmasıdır.

Daha önce işaret ettiğimiz A'raf suresinin 201. ayetinde olduğu üzere Allah-u Teala, takvalı kullarını bile bundan mahrum bırakmamıştır. Bu ayet-i kerimede Allah-u Teala şöyle buyuruyor.

uğradılar mı düşünürler, bir de bakarsm ki doğru yolu görmüşler bile."

Elbette bu ayette işaret edilen günahtan kurtulma, genel anlamdaki ma'sumiyet değildir. Bu yüzden Allah-u Teala'nın belli bir halde kullarına ihsan eylediği bu geçici günahtan korunma, sebebi olan takva var olduğu sürece varolur; sebebi olan takva yok olursa o da yok olur. Bir kulun takvası olmazsa elbette Allah-u Teaiii onu korumayacaktır. Ama Allah'ın kendisi seçtiği İmam, asla takvadan ayrılamaz Bu yüzden devamlı olarak Allah'ın emri ile Ruh'ul kudus aracılığıyla her türlü pisliklerden ve günahlardan korunur. Kur'an-ı Kerim'de zikredilen Hz. Yusuf'un kıssası da bu ilahi inayete bir örnektir. Allah-u Teala Yusuf süresinin 24. ayetinde bu konu hakkında şöyle buyuruyor.

"Andolsun ki kadın, ondan murad almayı iyice kurmuştu, eğer rabbinin burhanını görmeseydi Yüsuf da onun hakkında niyetini bozardı, işte biz ondan çirkin ve kötü şeyleri böylece giderdik, çünkü şüphe yok ki o, gönlünü bize bağlamış kullarımızdandı"

Bazı tefsir yazarlarının yazdığı gibi Hz.Yusuf - haşa - zina yapmayı kastetmemişti; Allah'ın Peygamberler'i böyle kötü fiillerden uzaktırlar. Aksine eğer gerekirse o kadını vurup defetmeyi kastetmişti, fakat Allah-u Teala böyle bir hataya da düşmekten onu korudu. Çünkü eğer onu vursaydı, fuhuşla suçlanmasına ve lekelenmesine bir sebep olacaktı. Allah-u Teala bundan da Hz. Yusufu korudu.


DOĞRULARLA BİRLİKTE-Muhammed Ticani Semavi
 
Soru: İmamların masum olduğuna ayet ve hadislerle deliler verirmisiniz?

Cevap-:

Bildiğiniz gibi Şia ile Ehl-i Sünnet arasındaki temel ihtilaf, "İmamet" meselesi etrafındadır. Şia, imamın Allah-u Teâlâ tarafından belirlenmesi ve Resul-i Ekrem (s.a.a) tarafından da açıklanması gerektiğine inanıyorken Ehl-i Sünnet bu konuda başka bir yol tutmuştur. Bazıları, bu ihtilafın, siyasi partilerin başkanlık için iki kişiyi aday göstermesine benzer sırf siyasi bir ihtilaf olduğunu zannediyorlar. Ancak gerçek şu ki, bu ihtilafın temelinde bir inanç meselesi söz konusudur. İnançlar üzerine konuşan "kelam ilmi"nin bahislerinden birisini, "imamet" meselesinin oluşturması da bunun bir emaresidir. Şia'nın bu konudaki görüşünü açıklamak amacıyla Şia'nın "inanç sistemi"ne kısa bir bakış atarak imamet meselesinin bu sistemdeki yerini ve bu sistemi oluşturan öğelerin tıpkı bir zincir halkaları gibi birbirine bağlı olup bir öğenin yitirilmesiyle bütün sistemin birbirine değeceğini göstermeğe çalışacağız.

Kelam ilminde Allah-u Teâlâ'nın varlığı hakkında konuşulduktan sonra O'nun zati ve fiili sıfatları hakkında konuşulmakta, hâlikiyeti (yaratıcılığı) ispatlandıktan sonra rububiyeti (yöneticiliği-eğiticiliği) de ispatlanmaktadır. İslam açısından Allah-u Teâlâ hiç bir şeyi abes yaratmamıştır; her şeyi üstün hikmetinin iktiza ettiği bir hedef için yaratmıştır. Böylece, "genel illiyet (nedensellik)" ilkesi bütün mahlukat hakkında geçerlidir ve ezelden ebede değin birbirinin eni veya uzununda yer alan bütün yaratıklar, tek bir nizam (sistem) oluşturmaktadırlar. Bu yaratıklardan biri de, idrak, irade ve ebedi saadet veya bedbahtlığa doğru seçimli hareket kabiliyeti gibi özelliklerle donatılan insandır. Bu özelliklerden dolayı da, Allah-u Teâlâ'nın "tekvini rububiyet"inin altında olduğu gibi "teşrii rububiyet"inin de kapsamına girmektedir. Yani, eğer insan, saadet veya bedbahtlığını kendi seçecekse, saadeti, bedbahtlığı ve bunlara götüren yolları da bilmelidir, bunu bilme kabiliyeti ona verilmelidir. Doğrudan doğruya kendi bilemeyeceği, yani hissi ve akli şuurlarının (idraklarının) kavrayamayacağı konular ise vahiy yoluyla ona iletilmelidir. Resuller gönderme, kitaplar ve şeriatlar indirmenin zarureti de buradan ileri gelmektedir. Çünkü eğer Allah-u Teâlâ, insanı kendi başına bırakıp vahiy yoluyla elde edilecek hidâyeti ona bildirmeseydi, bu durum, evine misafir sesleyip de adres vermeyen veya evini tanıyan birini ona bildirmeyen kimsenin durumuna benzerdi.

Şurası da açıktır ki, peygamberlerin öğretileri, zamanla çeşitli saptırıcı etkenlerin tesiri altında eskiyor, yıpranıyor veya unutulup gidiyordu. Bundan dolayı da Allah-u Teâlâ, başka bir peygamber göndererek dini yeniliyor, insanların ihtilafa düştükleri konuları onlar için açıklıyor ve bazen de zaman gereksinimlerine göre eski öğretilere bir şeyler ilave ediyordu. Ancak böyle bir durumun İslam dini için söz konusu olamayacağı da açıktır. Çünkü bütün müslümanların ittifakıyla İslam Peygamberi (s.a.a), peygamberlerin, şeriatı da şeriatların sonuncusudur. Böyle bir şeriat, tahriften uzak kalabilmesi için çok sağlam kaynaklara muhtaçtır. Kur'ân-ı Kerim'in bu özelliğe sahip bulunduğu ve tahrif ellerinin kesinlikle kendisine ulaşmadığı ve önünden de, ardından da batılın gelemeyiceği yegane semavi kitap olduğunu biliyoruz ama, İslam'ın bütün öğretileri, hatta temel hükümlerin birçoğu bile, bütün ayrıntılarıyla Kur'ân'da mevcut değildir. Ayrıntıların beyanı, Nebiyy-i Ekrem'in (s.a.a) uhdesine bırakılmıştır. "Zikr'i (Kur'ân'ı) sana indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın." (Nahl/44)

İşte burada şu soruyla karşılaşıyoruz: "Kur'ân-ı Kerim için geçerli olan masuniyet (korunmuşluk - dokunulmazlık) Sünnet-i Nebeviyye için de geçerli midir?" Bilindiği gibi müslümanlardan hiç bir kimse, Sünnet-i Nebeviyye için böyle bir masuniyet iddia etmemiştir. Tarihi gerçekler de böyle bir iddiada bulunmaya müsaade etmemektedir. Öyleyse İslam dini, kıyamet gününe kadar bütün insanları yönetebilme, hidâyet edebilme ehliyetini nereden, hangi sağlam kaynaktan elde etmektedir?

Şia'nın bu soruya cevabı şöyledir: Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra vahy-i İlahî kesildiyse de insanlığın gayb alemiyle olan irtibatı tamamıyla kesilmedi. Vahy kesildiyse, nebi olmayanların, hatta Hz. Musa'nın (a.s) annesi ve Hz. Meryem (a.s) gibilerinin de sahip olabileceği "ilm-i vehbi" de kesilmedi ya! Vahy kesildiyse, nebilerin dışında bazı Allah dostlarının da faydalandığı nefsanî melekelerin yüksek bir derecesi olan "ismet" makamına ulaşma kabiliyeti de insanlardan alınmadı ya! Allah-u Teâlâ, bu ümmete olan lütf u kereminden, onların arasından bu ilme ve bu melekeye sahip olan kimselerin bulunmasını takdir etti. İşte biz bu kimselerin, Resulullah'ın Ehl-i Beyt'inden olan "on iki imam" olduğuna inanıyoruz.

Bir başka tabirle Peygamberin yerine geçen kimse, vahiy almanın dışında onun bütün görevlerini devam ettirmektedir. Bu görevler kısaca, İslam'ı koruma, onu eksiksiz bir şekilde insanlara açıklama ve müslümanların fikri merciliği ve siyasi önderliğidir. Aynı görevleri devam ettirdiği için de Peygamber'de masumiyeti gerektiren bütün aklî deliller, onun yerine geçen imamın masumiyeti için de geçerlidir.

Bu melekenin (masumiyetin) kimlerde bulunduğunu bilmek, insanlar için mümkün olamıyacağına göre de Allah-u Teâlâ'nın, Peygamberi'nin masum ve ilm-i vehbiye sahip olan vasilerini tayin etmesi gerekir; ki tayin de etmiştir. Bizim Bu konuya bizzat kur'ân'dan ve Resulullah'ın hadislerinden delillerimiz var, (Mâide suresi, âyet 3 ve 67 gibi, Sekaleyn ve Sefine hadisleri gibi); fakat mevzumuzun dışında olduğu için onları geçiyoruz. Bunun delillerini geniş bir şekilde öğrenmek istiyorsanız www.caferilik.com sitesinin "İnançlar bölümünün "İmamet" kısmına müracaat edin.

İmamların da peygamberler gibi masum oldukları, ilgili kitaplarda geniş olarak ele alınmış ve bir çok nakli deliller zikredilmiştir. Burada bütün bu delillere değinmemiz mümkün değildir. Ancak özet olarak şu delillere işaret edebiliriz:

a) Bakara Suresi'nin 124. Âyetinde açıklandığı üzere, Allah-u Teâlâ Hz. İbrahim'e imamet makamını verdiğinde, Hz. İbrahim'in bu makamı kendi zürriyeti için de isteyince, Allah-u Teâlâ bu makamın kendi ahdi olduğunu buyurmuş ve zalim olanlara ulaşamayacağını bildirmiştir. Bu âyet-i kerimeden imamet makamına gelen kişinin zalim olmaması, yani masum olması gerektiği anlaşılmaktadır. Zira zulüm Kur'ân-ı Kerim'de üç yerde kullanılmıştır.

1- Allah'a şirk koşmak zulüm sayılmıştır: "...Şüphesiz şirk çok büyük bir zulümdür..."[1]

2- Kullara zulmetmek: "Asıl kınama yolu, insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere azgınlık yapanlara karşı vardır..."[2]

3- İnsanın kendi hakkında zulmetmesi, "...Onlardan (insanlardan) kimi kendi nefsine zulmeder..."[3]

Zulmün sözlük anlamı, haddi aşmak ve bir şeyi layık olmadığı yer ve konuma getirmektir. [4]

Dolayısıyla ister kasıtlı, ister sehven olsun her türlü hata, günah ve haddi aşmayı kapsamı altına alır. Sehvi olan hata ve günahlara cezai müeyyidelerin verilmemesi, makam itibariyle zalim olmamanın şart olduğu hususlarda, sehvi hatalar açısından bile zalim olmamalarının şart koşulmasına bir halel getirmez. O halde imam olacak kimsenin sehvi hata ve günahlardan bile masum olması gerektiği bu âyet-i kerimeden anlaşılmaktadır.

b) Bu konuda delil olarak zikredebileceğimiz bir diğer âyet de şudur: "Ey iman edenler, Allah'a itâat edin; Peygamber'e itâat edin ve sizden olan emir sahiplerine de..."[5] Görüldüğü gibi bu âyet-i kerimede Allah'a ve Resulü'ne mutlak bir itâat mu'minlere emredildiği gibi, "Ulu-l Emre" (emir sahiplerine) de aynı itaat kayıtsız şartsız mu'minlerden istenmiştir. Bizce Emir sahiplerine böylesine bir itaatin farz olması, onların masum olmasını gerektirir. Zira, Allah-u Teâlâ'nın masum olmayan kimselere mutlak itaati farz kıldığını düşünmek mümkün değildir. Çünkü böyle bir şey Allah'ın hikmet ve şefkatiyle bağdaşmamakla birlikte, kendi ve Resulü'ne farz kıldığı mutlak itaat emriyle de çelişmektedir. Allah-u Teâlâ çelişkiye emretmekten ve sonsuz hikmet ve şefkatine aykırı davranmaktan münezzehtir. Kendisi Kur'ân-ı Kerim'de bir yerde: "Ey iman edenler şeytanın adımlarına uymayın; kim şeytanın adımlarına uyarsa (bilsin ki) gerçekten o çirkin utanmazlıkları ve kötülüğü emreder..."[6] diğer bir âyette ise: "..Şüphesiz Allah, çirkin hayasızlıklara (günahlara) emretmez.."[7] buyurmaktadır. Evet şeytana uyan kötülüğe emreder; Allah ise hiçbir zaman kötülüğe emretmez. O halde Ulu-l Emre mutlak bir şekilde itâat etmeği emrediyorsa, bu Ulu-l Emr'in hiçbir zaman şeytana uymayacağını, dolayısıyla da kötülük ve günaha emr ve sevk etmeyeceğini gösteriyor; zaten bizim masumiyetten maksadımız da bundan ibarettir.

Kaldı ki eğer Ulu-l Emr'e itaat sınırlı olsaydı bunu mutlaka bildirmesi gerekirdi. Nitekim ana-babaya itaat gibi insanın sadece kendisini ilgilendiren ve Ulu-l Emr'e itaatle kıyaslanması bile abes olan bir konuda onlara itaati emretmesinin ardından hemen sınırını da belirlemiştir: "Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme." (Ankebut,
cool.gif
Durum böyleyken yüce Allah nasıl olur da dinin temel taşını içeren ve insan mutluluğunun bağlı olduğu böylesine önemli bir meselede söz konusu kayıtları açıkça belirtmez?


İşte bu yüzden Ulu-l Emr'in her kes olamayacağını, bunlardan söz konusu özelliği taşıyan belli kimseler kastedildiği görüşündeyiz. Bunu da Resul- Ekrem (s.a.a) kendi hadislerinde açıklığa kavuşturmuş ve onlardan maksadın Ehl-i Beyt İmamları olduğunu buyurmuştur.

Buna bir örnek olarak, Hz. Resulullah'ın sahabesinden Cabir bin Abdullah'ın hadisini zikredebiliriz. Cabir bin Abdullah şöyle diyor: "Allah'a, Resulü'ne ve emir sahiplerine itaat etmenin vacip olduğunu bildiren âyet indiği gün Peygamber'e sordum: "Allah ve Resulü'nü tanıyoruz. Ama emir sahiplerinin kimler olduğunu bilmiyoruz. Onlar kimlerdir?"

Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdular: Onlar benim halifelerimdir. Onların ilki Ali bin Ebi Talib, sonra Hasan, sonra Hüseyin, sonra Ali bin Hüseyin, sonra da Tevrat'ta Bakır diye anılan Muhammed bin Ali'dir. Ey Cabir! Sen onu göreceksin. Gördüğünde benim selamımı ona iletirsin. Ondan sonra Cafer bin Muhammed Es-Sadık, sonra Musa bin Cafer, sonra Ali bin Musa, sonra Muhammed bin Ali, sonra Ali bin Muhammed, sonra Hasan bin Ali ve en sonuncusu Allah'ın yeryüzündeki hücceti ve kulları arasındaki saklantısı olan ve benim isim ve künyemi taşıyan Hasan bin Ali'nin oğludur." [8]

c) Diğer bir delilimiz ise "Tathir âyeti" diye meşhur olan âyet-i kerimedir. Allah-u Teâlâ bu âyette şöyle buyuruyor: "Gerçekten Allah her çeşit pislik ve fenalığı siz Ehl-i Beyt'ten uzaklaştırmayı ve sizi tertemiz kılmayı irade eder."[9]

Ehl-i Beyt ve Ehl-i Sünnet tarafından nakledilen çok sayıda hadisler, zikredilen âyetin Peygamber-i Ekrem, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin (Allah'ın selamı onların üzerine olsun) hakkında nazil olduğunu beyan etmektedir.

Ömer bin Ebu Selme şöyle rivâyet ediyor: "Zikredilen âyet Ümm-ü Seleme'nin evinde nazil oldu. Sonra Hz. Resul (s.a.a) Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin'i yanına çağırdı ve mübarek abasını onların üzerine atarak şöyle buyurdu: 'Allah'ım! Bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir. Her çeşit pislik ve noksanlığı onlardan uzaklaştır ve onları tertemiz kıl.' Ümmü Seleme: 'Ya Resulallah, ben de onlardan mıyım?' deyince de, Hazret: 'Hayır, ama sen hayır üzeresin' buyurdu." [10]

Tathir âyeti nazil olduktan sonra, Hz. Resul, altı aya kadar, bazı rivâyetlere göre de sekiz aya kadar, sabah vakitleri, sabah namazına gittiğinde Hz. Fâtıma'nin evinin önünden geçer, mezkur âyeti okur, Ehl-i Beyt'ini tanıtır, onlar için dua ederdi.[11] Tathir âyeti olarak bilinen bu âyet-i kerime açık bir şekilde Ehl-i Beyt'in masumiyetini (günah ve hatadan uzak olmalarını) ifade etmektedir.

Şöyle ki; âyette geçen rics (pislik-kir-fenalık) kelimesinden maksat zahiri, pislik değildir. Çünkü herkesin pislik ve necasetten kaçınması gerekmektedir. Üstelik eğer maksat zahiri necaset olsaydı, artık o kadar teşrifat, tanıtmak ve Peygamber'in duasına da gerek duyulmazdı. Ümm-ü Seleme o âyetin kapsamında olmayı arzu edince de, hayır cevabıyla karşılaşmazdı. Demek ki âyetin maksadı zahiri necaset ve pislik değildir, maksat batini pislik, yani alemlerin Rabbine karşı günah ve isyanda bulunmaktır.

Dolayısıyla âyetin manası şöyle olur: "Allah siz Ehl-i Beyt'ten her türlü günah ve isyanı uzaklaştırmayı ve sizi tertemiz kılmayı irade buyurmuştur." Bu iradeden maksat, tekvini iradedir. Zira, teşrii iradeyle Allah herkesin pak olmasını irade etmektedir. Bu âyette Ehl-i Beyt özel olarak ele alındığına ve Ümmü Seleme'nin onun kapsamı dışında bırakıldığına göre, bu teşrii irade değil, tekvini iradedir. Allah-u Teâlâ'nın tekvini iradesinin gerçekleşmemesinin mümkün olmadığı da nazara alınınca, Ehl-i Beyt'in masumiyetinin Allah'ın tekvini iradesi gereğince muhakkak olduğu ortaya çıkıyor.

İşte bunun içindir ki, Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ben ve Ehl-i Beyt'im günah ve isyandan masumuz."[12]

İbn-i Abbas şöyle rivâyet ediyor: Resulullah'tan duydum şöyle buyuruyordu: "Ben, Ali, Hasan, Hüseyin ve Hüseyin'in soyundan gelecek olan dokuz imam tertemiz ve masumuz."[13]

Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: "Allah-u Teâlâ Peygamberi'ne itaati vacip kılmıştır. Çünkü o masumdur ve hiçbir zaman halkı Allah'a isyana götüren yöne yöneltmez. Emir sahipleri olan imamlar da öyledir. Onlara itaat, Allah ve Resul'ü tarafından vacip kılınmıştır. Onlardan başka kimseye itaat kayıtsız ve şartsız vacip değildir."[14]

d) Ehl-i Beyt İmamları'nın masumiyetini ispatlayan diğer bir delil de, önceden de değindiğimiz, Sakaleyn hadisi olarak meşhur olan ve Ehl-i Sünnet kaynaklarında da en otuz senetle nakledilen hadis-i şeriftir. Hz. Resulullah (s.a.a) bu hadisinde şöyle buyurmuştur: "Ben sizin aranızda iki ağır emanet bırakıyorum; bunlardan birisi Allah'ın kitabı (Kur'ân)dır; diğeri ise benim Ehl-i Beytim. Onlara sarıldığınız müddetçe asla dalalet ve sapıklığa düşmezsiniz. O ikisi (Kevser) havuzu başında bana varıncaya kadar asla birbirinden ayrılmazlar..."

Açıktır ki, Cenab-ı Hakk'ın ilminin tecellisi olan Kur'ân masumdur. Ona ne önünden ne de arkasından batıl gelemez. Bunu bizzat Allah-u Teâlâ Kur'ân'da beyan buyurmuştur.[15] O halde kıyamet gününe kadar asla Kur'ân'dan ayrılmayacak olan Hz. Ali ve Ehl-i Beyt İmamları'nın da masum olduğu ortaya çıkıyor. Zira aksi taktirde bilerek veya bilmeyerek onların Kur'ân'dan ayrılmaları söz konusu olabilir. Oysa Hz. Resulullah'ın bu sahih hadisi böyle bir şeyin olmayacağını garantilemiştir. Bir de Ehl-i Beytin bazen yanıldıklarını veya günaha müptela olduklarını farz edersek, o zaman Allah Resulü'nün "Onlara sarıldığınız müddetçe asla dalalete düşmezsiniz" buyurması abes olurdu. Zira günah işleyen, başkalarını da günaha götürür; hata yapan başkalarını da hataya sürükler. Öyle olmayacağına göre o zaman Ehl-i Beyt unvanı altına girenler masumdurlar demektir.

Hz. Ali ve Ehl-i Beyt hakkında Resulullah'tan nakledilen daha bir çok hadisten de aynı şeyleri anlamak mümkündür ki biz bu kadarıyla yetiniyoruz.

Büyük Ehl-i Beyt alimi Seyyid Murtaza şöyle diyor: "İster hata ve isyan kasten olsun, ister sehven olsun, hata ve isyan etme ihtimali olan bir kişinin sözlerinin bir imamdan beklenen etkide olmayacağı açıktır. Zira eğitim ve örnek olma hususunda her iki çeşit hata ve isyanın etkisinin olumsuz yönde olduğu açıktır."

Durum böyle olunca, Allah-u Teâlâ'nın hikmet ve şefkati, insanların talim, terbiye ve hidâyetiyle görevli kıldığı kimsenin önünden her türlü engeli götürmesini icap etmektedir. O halde insanların hidâyet, talim ve terbiyesiyle görevli kılınan imamların masum olması gerekir.

Kısacası İmamın üstlendiği ağır görev ve mesuliyet, onun masum olmasını zorunlu kılmaktadır. Nitekim Resul'ün üstlendiği ağır vazife, onun masum olmasını gerektirmektedir. Geçen bahislerimizden anlaşıldı ki, imam peygamberden sonra İslam toplumunun hidâyet, terbiye ve idaresi yanı sıra, Allah'ın dininin koruyucuları ve müfessirleridir. Böyle ağır bir mükellefiyet altında olan kişinin masum olması aklen gereklidir. Zira aksi taktirde bu önemli görevini yerine getiremeyeceği açıktır. O halde imamlar masum olmalıdır. Bu yüzden masum olmadıkları her kes tarafından bilinen ve kabul edilen kimseler haksız yere hilafet makamını üstlendiklerinde akıl almaz hatalar yapmış ve bir çok zaman hatta açık naslar karşısında dahi güya içtihatta bulunmuşladır ki bunlardan bir kısmını yine de Hz. Ali (a.s) müdahale ederek düzeltmiştir. Bu yüzden de tarihlerin de belirttiği gibi İkinci Halife sık sık şu cümleyi kullanırdı "Eğer Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu." Halbuki kimse Hz. Ali'nin her hangi bir konuda yanlış yaptığını nakletmemiştir. Bu da onun masum olduğunun bir başka göstergesidir. Biz diğer Ehl-i Beyt İmamları için de durumun aynı olduğu iddiasındayız. Evet onların nurlu hayatında en ufak bir lekeye rastlamak mümkün değildir. Aksini iddia eden varsa, alsın eline muteber tarih kitaplarını ve delil göstersin. O İlahî şahsiyetlerin ilim ve irfanları hakkında da aynı şeyi söylüyoruz. Müslümanlar arasında meşhur olan şahsiyetlerin her hangi birisini dikkate aldığımızda, onların ne kadar tahsil gördüklerini, kimlerden yararlandıklarını, yani hocalarının kimler olduğunun açık bir şekilde beyan edildiğini görmekteyiz. Ama Ehl-i Beyt İmamlarının hakkında böyle bir şey söz konusu değildir. Yani kimse onların zamanlarında bulunan her hangi bir alimden istifade ettiklerini yazmamıştır. Halbuki onların her birisinin zamanlarının en büyük alimi olduklarında ve bir çoklarına hocalık yaptıklarında her kes müttefiktir. Bu da onların ilim ve irfanın tahsille elde edilmediğini göstermektedir. Evet onların ilimlerinin bir kısmı bizzat Resulullah'tan kendilerine miras kalmış, bir kısmı ise vehbidir.

Son olarak bir hususun altını çizmekte de fayda var; zannedersem bazı kardeşlerin Ehl-i Beyt İmamlarının masum olmalarını yadırgamaları, Peygamberlerden başkasının masum olamayacağı zannıdır. Halbuki bu yanlış bir zandır. Mesela Kur'ân-ı Kerim'den Hz. Meryem'in de masum olduğunu anlıyoruz. Halbuki onun peygamber olmadığını hepimiz biliyoruz. Kur'ân-ı Kerim Hz. Meryem hakkında şöyle buyuruyor: "Hani melekler de 'Ey Meryem, şüphesiz Allah seni seçti, seni tertemiz kıldı ve âlemlerin kadınlarına üstün kıldı' demişti."[16]

Bu mevzuda söylenecek daha bir çok söz var ki biz şimdilik bu kadarıyla yetiniyoruz. Allah-u Teâlâ cümlemize hakikatleri arama, bulma ve ona ittiba etme gayret ve samimiyetini inâyet buyursun.


DİPNOTLAR


[1]- Lokman, 13,

[2]- Şûrâ, 42.

[3]- Fâtır, 42.

[4]- Lisân-ül Arap, C.12, S.373.

[5]- Nisa, 59.

[6]-Nur, 21.

[7]-A'râf, 28.

[8]-Bu hadis Şia kaynaklarını yanısıra Ehl-i Sünnet'in şu kaynaklarında da nakledilmiştir: Yenâbi-ül Meveddet (Kunduzî elHanefî), S.114-117-494, Şevâhid-üt Tenzil (Hâkim el-Heskânî el-Hanefî), C.1, S.148, Tefsir-i Fahr-i Râzî, C.3, S.357, Ferâdüs Simtayn (Hamavî), C.1, S.314.

[9]- Ahzab: 33.

[10]- Yenabi-ül Meveddet S.125.

[11]- Ed-Dürr-ül Mensur, C.5, S.199.

[12]- Ed-Dürr-ül Mensur, C.5, S.199.

[13]- Yenabi-ül Meveddet, S.445.

[14]- Bahr-ül Menakıb, S.100

[15]- Fussilet, 42.

[16]- Al-i İmrân, 42.



Bu konuda daha fazla bilgi için
http://www.velayet.com/index.php?board=12.0
 

Müekked

Well-known member
Şunu unutmayın ki Allah'ın nazarında en üstün olanınız, takvada en ileri olanlardır.Hucurat 13...
Hz ali'nin mükerreren kendi ikrarı ve yirmi seneden ziyade o halifelere ittiba ederek onların şeyhül ıslamligini yapması şiaların bu davalarını cerh ediyor.Sizin davanız ve hemen münafık ilanınız velayete değil siyasete dayanıyor.
 

Müekked

Well-known member
Hz ali'nin makamı velayet iken hz sıddık ve faruk'un makamı ve vazifesi veraset-i nübüvvet idi.O zamandaki su-i zanlar ve veraset bir kefeye koyulsa...Velayetten ağır basar açıktır..Ve hz ali'ye hürmet ettiğini iddia edenler kalkıp hz ali'nin hürmet ettiğ hz ömer osman ve sıddık'a hakaret edemezler...Açıkça görülüyor ki maksat hz ali'ye duyulan sevgi değil, hz ömer'e duyulan kindir..
 
Bu konu ile ilgili şimdilik yoğunluk sebebiyle ayrıntıya girme şansım yok..Ancak şunu özetleyeyim.Hz ali gibi bir insan hakkı yense sessiz kalmazdı.Itiraz etmediğine göre doğru olan yapılmıştı.Bunların hikmetleri var.Ve hadiste geçer.Ummetin bir kısmı hz ali'ye aşırı muhabbetten helak olacak diye...

Dediğiniz gibi Hz. Alinin susmasının hikmeti vardır Bu bölüme geçmeden önce Peygamberin vefat anına bir göz atalım

Peygamber Efendimiz ölüm döşeğinde "bana kağıt kalem getirin size öyle birşey yazayım ki benden sonra delalete düşmeyin"
buyurdu ama Peygamberin buyruğu yere düştü kağıt kalem getirmek yerine haşa Peygamber hastalığa yenik düşmüştür o sayıklıkyor aramızda Allahın kitabı var bize Allahın kitabı yeter denildi ve orda bulunan ashap ikiye bölündü Peygamberin hzurunda birbirleriyle tartışmaya başaldılar sesslerini yükselttiler Allahın onun yanında sesslerinizi yükselmeyinki amelleriniz boşa gitmesin uyarısına aldırmadan Budurum karşısında Rasul üzüldü ve orda bulunanlara (tartışan sahabelere) burdan çıkın diyerek yanından amiyane tabirle kovdu

Buhari c.2 s.118
Müslim vasiyet kitabının sonu
Hamidi Cemun beynes sahihayn
Ahmed b. Hambel müsnedi c.1 s.222
İbni ebil hadid nehcul belaga c.2s.563



Bu konuda İbni Abbastan şöyle rivayet edilir

Perşembe günü, ah ne perşembe günü!” Abdullah bin Abbas bunu söylerken hüngür hüngür ağlıyordu; öyle ki gözyaşları yeri ıslatıyordu.
Ona; “Perşembe günü ne olmuş ki böylesine ağlıyorsun?” dediklerinde şöyle diyordu: “Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ağır hastalanınca ümmetini, yazacağı vasiyetle sapıklıktan korumak için kalem kağıt istedi. Ama orada bulunanlardan bazıları O’na engel oldular. Bundan da öte; “Hezeyan ediyor!” dediler. İşte o gün asla unutulmayacak olan Perşembe günüydü. Peygamber (s.a.a)’e engel olmalarının yanı sıra küstahça çirkin laflar da kullandılar!”

Ve Peygamber s.a.a hin vasiyetinin yazılmasına en gel oldular

Buhari Sahih’in c. 2, s. 118’inde, Müslim Vasiyyet kitabının sonunda, Hamidi Cem’un Beyn’es- Sahihayn’de; imam Ahmed bin Hanbel Müsned’in c. 1, s. 222’sinde, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nin c. 2, s. 563’ünde, Kirmani Şerh-u Sahih-i Buhari’de, Nevevi Şerh-u Sahihi Müslim’de, İbn-i Acer Savaik’te, Kadı Ebu Ali, Kadı Ruzbehan, Kadı Ayyaz, imam Gazali, Kutbuddin Şafii, Muhammed bin Abdulkerim Şehristani, İbn-i Esiri, Hafız Ebu Naim İsfahani, Sibt bin Cevzi


Ama Rasul s.a.a sadece ölüm anında değil risalet ile görevlendirildiği ilk günden beri vasiyette bulunmuştur
Rasul size iki ağır emanet bırakıyorum biri Allhın kitabı kur-an diğeri itretim Ehl-iBeytimdir benden sonra delalate sapmamanız için size bu emanetlere sarılmanızı tavsiye ederm buyurmuş
Ve yine kendisisnden sonra Ehlibeytine zarar verileceğini bildiğinden sahabeyi Ehlibetim hakkında size Allahı hatırlatırım diyerek ahiret günün den korkmalarını bildirmiştir.
 

Müekked

Well-known member
Hem hazreti Ali'nin zatınc temessül eden şahs-ı manevî-i al-i beyt ve o şahsiyet-i maneviyede veraset-i mutlaka cihetiyle tecelli eden hakikat-i muhammediye asm. Noktasında muvazene edilmez.Çünkü orada peygamber as'ın sırr-ı azim'i var.
 
Şunu unutmayın ki Allah'ın nazarında en üstün olanınız, takvada en ileri olanlardır.Hucurat 13...
Hz ali'nin mükerreren kendi ikrarı ve yirmi seneden ziyade o halifelere ittiba ederek onların şeyhül ıslamligini yapması şiaların bu davalarını cerh ediyor.Sizin davanız ve hemen münafık ilanınız velayete değil siyasete dayanıyor.


Hzx.Aliden daha fazla takva sahibi varmı insafla cevap verin buna halifelerde dahil

Hz.Ali hiçbir zaman Halifeleri meşrulaştırmadı onların hilafetini savunmadı ve razı olmadı

Bunu nehcul belagadaki 25 yıl gözümde diken ve boğazımda kemik kalmış gibi yaşadım demesinden anlıyoruz Hz.Ali islamın zarar görmemesi için susmayı tercih etmiştir ama bu susmak sizin bildiğiniz gibi rıza göstermek değil idi Hz.Ali tam 40 gün boyunca Rasulün halifesinin kendisi oduğunu yanına Hz.Fatıma hasan ve huseyn a.s mı alarak kapı kapı dolaşarak insanlara hatırlatmış ve hakkını aramıştır İnsanlar ise Ebubekr ve Ömer senden daha önce geldi bizler onlara biat ettik Ya Ali sen nerdeysdin dediklerinde Hz.Ali Peygamberin naaşını yerde bırakıp hilafet peşindemi koşaydım diye cevap veriyor

Bu konuda Peşaver Geceleri başvurunuz
 

Müekked

Well-known member
Efendimiz buyurmuş. Ben kimin efendisi isem, Ali de onun efendisidir...Burda sır hz peygamberin kıyamet'e kadar ıslam şiar'ını koruyup sunneti anlatması için hz ali soyundan gelecek ehli beyt tir...Sır hz ali'den çok efendimiz asm'e bakar..Bu vechile bakılırsa doğrudur..Diğer türlüsü sapıklıktır..
 

Abidin1

Well-known member
Şunu unutmayın ki Allah'ın nazarında en üstün olanınız, takvada en ileri olanlardır.Hucurat 13...
Hz ali'nin mükerreren kendi ikrarı ve yirmi seneden ziyade o halifelere ittiba ederek onların şeyhül ıslamligini yapması şiaların bu davalarını cerh ediyor.Sizin davanız ve hemen münafık ilanınız velayete değil siyasete dayanıyor.

Ehli beyt imamlarının Maksatı kimseye duyulan kin yada siyaset hırsı değildi. Bu dediğin çok yanlış. Onlar Geriye bırakılan hakkı ve zalim sultanların yaptıklarını gördükleri için kıyam ettiler. Belkide bazısı Öleceklerini de bile bile. Sırf Hz. resul efendimizin şu sözüne uygun seyyidler olmak için..

"Şehitlerin en hayırlısı, zalim sultan karşısında gerçeği haykırıp bu yüzden sultanın kendisini öldürdüğü kimsedir." Hadis-i Şerif
Ehlibeyt imamları Sırati mustakime giden tek yoldur. Onların hepsi aydınlatıcı birer ışıktır. İlim şehrine gidebilmesi için insanın, o kapıdan geçmesi lazım başka kapıdan deil.
 

Abidin1

Well-known member
Sn. caferi kardeş.
İnandıklarınıza saygı duyuyorum. fakat bizim inancımız ile sizinki arasında farklar olduğu açık. Bunları tartışmak konuyu çok uzatır. Herkeze hayırlı akşamlar..Hayırlı kandiller..
Saygılar..
 
Peygamberin halife olarak vasiyet ettiği kişilerin Ebubekr ve Ömer olduğunu mu iddia ediyorsunuz

Bu peygamber yalan isnat etmektir kardeşim

Peygamber efendimiz risaletini açıklayıp islama tebliğ ettiği ilk günden itibaren kendinin halifesi olarak Hz. Aliyi göstemiştir
Yakınlarını korkut ayeti nazil olduğunda Rasul akrabalarını toplayıp risaletini açıladı ve islama davet etti kim davetime icabet ederse o sizin aranızda benim halifem vasim kardeşimdir buyurmuş ve ta ve da haccına kadr Hz.Alinin hilayetini imametini sürekli dile gitirmiştir

Veda haccında Sana bildirileni tebliğ et ayetine karşın Hz.Alinin sahabenin emri olduğunu bildirmesi ve bunun üzerine tekrar bugün size dininizi tamamladım ayetiyle Hz.Alinin hilafet ve imameliği sabitlenmiştir. Tüm bunların karşısında Ebubekri halife tayin edildiğini iddia edemezsiniz


Bana açıklarmısınız 1. 2. 3. ve 4. halifelerin hilafete seçilmesi nasıl oldu
 

Müekked

Well-known member
Birincisi caferi sıddık şia'yi velayettir...Bu muhterem zat'a bağlı kişi eğer şia'yı hilafet'e destek çıkıp onu kollarsa..O zaman söz söylemeye hakkı yoktur...Sizin iddianız hz ali'nin yirmi yıl korku ve riyakarane yaşadığı iftirasıdır...Hazreti ali böyle bir sevgiden beridir...Böyle bir sevgiyi istemez...Ehli beytin samimi sevgisi var.Bu açıktır..Caferi kardeş destek olduğunuz şeyleri caferilik gereği dikkatli seçmenizi tavsiye ederim...Hakkım da helal olsun.Sizde edin..
 

Müekked

Well-known member
Haşa ben peygamberimiz hatalı demiyorum...Demiş isem şöyle düzeltiyorum...Bir ayet Allah'ın peygamberlerin nefislerinden gelenleri temiz'e çıkardığını söyler...Allah'ın yardımı ile peygamberler günahsızdır...Ancak hataları olabilir..Ve hatalarını düzeltmeleri için de ayetler inmiştir...Örneği çok bunun...Hata'dan kastım farklı..Şimdi anladınız umarım.Hem şunu unutuyorsunuz...Hz ali halifeligi almadı.Ancak Allah ehli beyte kıyamet'e kadar bu vazifenin gereklerini nasip etti...Kısa bir halifelige göre bu çok büyük bir lütuftur...Helallik istiyorum.Konuyu kapatalım..
 

Müekked

Well-known member
Ve son olarak ilginizi çekerse.Risale-i nur külliyatı.Dördüncü lem'a.bu konuyu güzel açıklamış.Okuyabilirsiniz..Saygılarımla.
 
Birincisi caferi sıddık şia'yi velayettir...Bu muhterem zat'a bağlı kişi eğer şia'yı hilafet'e destek çıkıp onu kollarsa..O zaman söz söylemeye hakkı yoktur...Sizin iddianız hz ali'nin yirmi yıl korku ve riyakarane yaşadığı iftirasıdır...Hazreti ali böyle bir sevgiden beridir...Böyle bir sevgiyi istemez...Ehli beytin samimi sevgisi var.Bu açıktır..Caferi kardeş destek olduğunuz şeyleri caferilik gereği dikkatli seçmenizi tavsiye ederim...Hakkım da helal olsun.Sizde edin..

Kişinin susması korktuğu anlamına gelmez Hz.Ali hakkını aramış susmamıştır yalnızca halifelere savaş açmamıştır bunu da islamın huzru için yapmıştır
Düşünün bir kere yeni yeni ortaya çıkan bir din ve dinin tebliğicisinin yokluğunda bidrbiriyle savaşan ümmet gayriislami toplumlar açısından nasıl karşılanır mesele tabiki onların bakışı değil mesele islamı egemen kılmak eğer hz. Ali susmasa idi savaş açsa idi yada halifelere karşı lutufkar olmasaydı halifelerin başarılı işler yapması gerçekleşebilir miydi

Hz.Ali hilafeti zamanında ise kendisine karşı olanlarla savaşmıştır bu savaşı ise yine islam için olmuştur çünkü savaştığı kişilerin hilafete gelmesi islamın çökmesi demekti nitekim yezid gibi melun biri halife oldu islamı kurtarabilmek için Peygamberin gözünün nuru cennet gençlerinin efendisi ali muahmmed evlatları canlarını feda ettiler Binlerce kişiye karşı 70 kişi Husynin cesareti nereye dayanıyor Tabiki Babsı Aliye

Ali değil mi hayber fatihi
Ali değil mi hendek savaşında tek darbesi bütün insücinin ibadetinden daha üstün olan Ali değil mi yaşayan kuran Ali değil mi islamın özü Ali değil mi ilmin kapısı Bu ümmetin babası

nerden bakarsanız baın Hz.Alinin üstünlüğü kapsıyor insanı üstün olan yalnızca emir sahibi olabilir eğer başkaları emir sahibi olduysa yalnızca sahiplendiği şeyi gasp etmişleridir dinde gaspın hükümlerini hepimiz biliriz Buna göre halifelerin hükümleri açıktır
 
bende size ve tüm kardeşlerimize El muracat mektep ve imamet hakkındaki mektuplar- ABDÜL HÜSEYIN ŞEREFUDDİN'İN

Muhammed tecani nasıl hidayete kavuştum ve diğer kitapları

ve mutlaka okunması gereken peşaver geceleri şiilik süünnilik üzerine münazara Muhammed Musavi tavsiye ediyorum okuyun lütfen

hakkım geçtiyse helal olsun sizde hakkınız helal edin

vesselam..
 
ALLAH'TAN GAYRİSİNDEN YARDIM DİLEMEK ŞİRK MİDİR?

Cevap: Akıl açısından ve vahiy mantığında bütün in-sanlar, hatta evrendeki bütün varlıklar, yaratılış ve orta-ya çıkışlarında Allah'a muhtaç oldukları gibi, etkilerini gösterme hususunda da Allah'a muhtaçtırlar.
Kur'-ân-ı Kerim, bu konudaşöyle buyurmaktadır:

"Ey insanlar! Sizler Allah'a muhtaçsınız; Allah ise müstağnidir, övülmeye lâyık olandır." Fâtır15

Başka bir yerde ise, başarı ve galibiyetin, âlemlerin Rabbinin tekelinde olduğunu bildirmekte ve şöyle bu-yurmaktadir:

"Başarı ve zafer, ancak güçlü ve hikmet sa-hibi olan Allah katındandır."2ÂI-i İmrân, 126

Islâm'ın bu temel ve kesin ilkesi esasmca biz Müs-lümanlar, her namazda şu ayet-i kerimeyi tilâvet etmek-teyiz:

"Sadece sana ibadet eder ve sadece senden yardim dileriz."3- Fâtiha, 5

Şimdi yukarıdaki soruya cevap vermek için şöyle di-yoruz:


Allah'tan gayrisinden yardim dilemek, iki şekilde düşünülebilir:

1- Varlığında veya etkinliğinde bağımsız olduğuna ve yardım ulaştırmada Allah'a muhtaç olmadığına inanarak bir insandan veya başka bir mahluktan yardim dilemek.
Şüphesiz, Allah'tan gayrisinden bu şekilde yardım dilemek, şirktir ve Kur'ân-ı Kerim, aşağıdaki ayette bu-nun temelsiz bir inanç olduğunu beyan etmektedir:

"De ki: Eğer Allah size bir kötülük dilese veya bir rahmet istese, O'na karşı kim sizi koruyabi-lir? Onlar, kendilerine Allah'tan başka dost ve yardımcı bulamazlar."Ahzâb, 17

2- Kendisinden yardım dilenen insanın veya başka bir mahlukun mahluk olduğuna, Allah'a muhtaç olduğu-na, kendisinden hiçbir etkinliğe sahip olmadığına, sahip olduğu etkinliğin kullarının bazı sorunlarını halletmesi için yüce Allah tarafmdan kendisine verildiğine inanarak ondan yardim dilemek.
Bu tefekkür tarzı esasınca kendisinden yardim dile-diğimiz kimse, bir araç hükmündedir ve yüce Allah onu birtakım ihtiyaçları giderme noktasında vesile kılmıştır. Böyle bir yardim dilemek, gerçekte Allah'tan yardim di-lemektir. Çünkü bu araçları var eden ve onlara başkala-rının ihtiyacını giderme noktasında etki ve güç veren kimse, Allah'tır. Esasen insan türünün hayatı, bu sebep ve araçlardan yardım dileme temeli üzerine kurulmuş-tur. Öyle ki bu araçlardan yardım almaksızın insanın ya-şaması neredeyse imkânsız hâle gelir. Bu noktada eğer onlara Allah'ın yardımının gerçekleşme sebepleri olarak bakar ve hem varlıklarının, hem de etkinliklerinin Allah'tan olduğunu unutmazsak, bu bakış açısıyla onlardan yardim dilemek, hiçbir şekilde tevhit ve Allah'ın birliği inancıyla çelişmez.


Eğer Allah'a inanan muvahhit bir çiftçi; yer, su, hava ve güneş gibi etkenlerden yardim alarak ekin ekip ürün elde ediyorsa, bu gerçekte onun Allah'tan yardim dile-mesidir. Çünkü bu etkenleri etken yapan, onlara bu ka-biliyeti veren, şüphesiz Allah'tır.
Açıktır ki bu tür yardim dileme, tevhitle ve tek olan Allah'a tapmma inanciyla tarn bir uyum içindedir. Kur'â-n-ı Kerim, bizlere bu tür araclardan (sabir ve namaz gibi) yardim dilemeyi emretmiş ve örneğin şöyle buyur-muştur:

"Sabir ve namazla yardim dileyin."1Bakara, 45

Sabir ve direnmek, insanın işi olmakla beraber biz-ler ondan yardim almakia görevli kılınmışız. Bu, demek-tir ki böyle bir yardim dileme, ".ve sadece senden yardim dileriz." ayetinde yardim dilemenin Allah'a özgü kı-lınmış olmasına aykırı düşmektedir.
 
ALLAH'TAN BAŞKALARINI ÇAĞIRMAK ONLARA İBADETİ VEŞİRKİGEREKTİRİRMİ?

Cevap:Bu sorunun sorulmasına sebep olan şey, zahirleri itibariyle Allah'tan gayrisini çağırmayı yasaklayan bazı Kur'ân ayetleridir. Şu ayetler gibi:

"Secde yerleri şüphesiz Allah'a aittir, öy-leyse, Allah Me birlikte kimseyi çağırmayın."1Cin, 18

"Allah'ı bırakıp da sana fayda da, zarar da ve-remeyecek şeyleri çağırma."2Yûnus, 106

Bir grup, bu tür ayetleri bahane ederek öldükten sonra başkalarını çağırmayı, Allah'ın velilerine ve salih kullarına hitap etmeyi şirk ve onlara ibadet olarak kabul etmişlerdir.
Cevap: Bu sorunun cevabının aydınlanması için ön-celikle "dua" ve "ibadet" kavramlarını açıklamalıyız:
Şüphesiz Arap dilinde "dua" kelimesi, seslenmek ve çağırmak; "ibadet" sözcüğü ise, tapmak ve kulluk etmek anlamındadır. Dolayısıyla bu iki kelimeyi eş anlamlı olarak saymak mümkün değildir. Yani, her çağırma ve ses-lenmenin ibadet ve tapınma olduğunu söylemek müm-kün değildir. Zira:

1- Kur'ân-ı Kerim, "dua" ve "davet" kelimelerini, ibadet anlamma gelmesi mümkün olmayan yerlerde kul-lanmıştır. Şu örnekte olduğu gibi:
"Nuh dedi ki: Rabbim, doğrusu ben, kav-mimi gece gündüz çağırdım." Nûh, 5

Açıktır ki Nuh Peygamber, "Ben, gece gündüz kav-mime ibadet ettim." demek istememiştir.
Dolayısıyla "davet" ve "ibadet" kelimeleri eş anlamlı sözcükler olmadığına göre, ölen bir peygamberi veya sa-lih bir kulu çağırıp ondan yardım dileyen bir kimsenin, ona ibadet etmiş olacağını söylemek mümkün değildir. Çünkü bilmiş olduğumuz gibi davet ve çağrı, bu işiyle ibadet ve tapınmadan daha genel bir anlam ifade et-mektedir.

2- Allah'tan başkasını çağırmayı yasaklayan ayetle-rin tamamında "dua"dan maksat, mutlak anlamda ça-ğırmak değil, ibadet anlamını içeren özel bir çağrıdır. Çünkü bu ayetlerin tamamı, putlarının küçük ilâhlar ol-duğunu sanan putperestler hakkmda nazil olmuştur.
Putperestler, kendilerini şefaat ve mağfiret gibi hak-ların sahipleri olarak nitelendirdikleri putlar karşısında eğiliyor, onları çağırıyor, onlardan yardım diliyorlardı. On-lar, dünya ve ahiret işleri ile ilgili turn hususlarda bu put-ların bağımsız tasarrufta bulunabileceklerine inanıyor-lardı. Açıktır ki böyle bir bakış açısıyla onları çağırmak, onlara ibadet etmek ve tapınmaktan başka bir anlam ifade etmez. Onların putları çağırmasının ulûhiyet inan-cıyla birlikte olduğunun en açık şahidi, aşağıdaki şu a-yettir:
"Allah'ı bırakıp da taptıkları ilâhlar, ken-dilerine bir fayda vermedi."2Hûd, 101

Bu nedenle söz konusu ayetlerin bizim tartışma ko-numuzla hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü bizim tartışma konumuz; bir kulun, kesinlikle ilâh ve rab olarak görmediği, dünya ve ahiret işlerinde tarn yetkili olduğuna ve dilediği gibi tasarruf edebileceğine inanmadığı, sadece ve sade-ce Allah'ın aziz ve değerli bir kulu olduğu için Allah tara-fından risalet ve imamet makamına lâyık görülüp kulları hakkında yapacağı duasının kabul edileceği vaat edilen başka bir kuldan yardım dilemesidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Onlar, kendilerine zulmettiklerinde, sa-na gelip Allah'tan mağfiret dileselerdi ve Peygam-ber de onlara mağfiret dileseydi, Allah'ı tövbele-ri kabul eden ve (kullarına) merhamette bulu-nan olarak bulurlardı."1Nisâ, 64

3- Sözü edilen ayetlerin kendisi, çağrıdan maksadın mutlak anlamda hacet dilemek veya bir talepte bulun-mak olmadığının, aksine bir tür ibadet ile birlikte çağrı olduğunun en açık delilidir.
Bu yüzden bir ayette çağrı lafzından hemen sonra ibadet tabiri yer almıştır:
"Rabbiniz, 'Beni çağırın, size icabet edeyim. Böbürlenip de bana ibadet etmekten yüz çevi-renler, alçalmış olarak cehenneme girecekler-dir.1 buyurdu."2Mü'min, 60
Gördüğünüz gibi ayetin başlangıcında, "Beni çağı-rın." lafzı yer almışken, ayetin devamında, "bana ibadet" lafzı kullanılmıştır. Bu da, söz konusu ayetlerdeki çağrı-dan maksadın, putperestlerin gördükleri varlıklar karşı-sında özel bir yardim dileme ve hacet isteme olduğunu göstermektedir.
Sonuç
Bu üç önemli noktadan şu sonucu çıkarıyoruz: Kur'-ân'ın bu ayetlerdeki temel amacı, putlarını Allah'ın orta-ğı, evrenin müdebbiri veya şefaat sahipleri olarak kabul eden putperestler grupları putlarına yönelik çağrıların-dan sakınmaktır. Çünkü onların putları karşısında eğil-meleri, onlara yalvarıp yakarmaları, onlardan yardım di-lemeleri, şefaat talebinde bulunmaları, ihtiyaçlarının gi-derilmesini istemeleri; onları küçük ilâhlar olarak kabul ettikleri, ilâhî işlerin bir kısmını onların üstlenmiş oldu-ğuna inandıkları, dünya ve ahiret Me ilgili bazı işlerin Allah tarafından onlara bırakılmış olduğunu düşündükleri içindi. Dolayısıyla bu ayetlerin, çağıranın gözünde kulluk makamından bir adım öteye geçmemiş, Allah'ın sevgili ve değerli bir kulunun temiz ruhundan yardim dilemekle ne alâkası vardır?!
Eğer Kur'ân, "Secde yerleri şüphesiz Allah'a aittir; öy-leyse Allah ile birlikte kimseyi çağırmayın.Cin, 18"
diye buyuru-yorsa, bundan maksat, cahiliye Araplarının putlara, gök-sel cisimlere, meleklere veya cinlere tapınmalarını ifade eden çağrılardır. Bu ve benzeri ayetler, bir şeyi veya bir kimseyi ilâh olarak çağırmak Me ilgilidir. Şüphesiz bu tür varlıklardan böyle bir inançla bir şey dilemek, onlara ibadet etmek, onlara tapmak demektir. Ancak bu ayetlerin, kendisine hiçbir şekilde ulûhiyet makamı yakıştı-rılmayan, rububiyet ve tedbir makamı atfedilmeyen, yalnız ve yalnız Allah'ın sevgili ve saygin bir kulu olarak görülen bir şahıstan dua etmesini istemekle ne ilgisi vardır?!
Bazıları, Allah'ın veli kullarını çağırmanın, sadece onların hayatı döneminde caiz olduğunu, vefatlarından sonra ise şirk olduğunu düşünebilirler.

Onlara cevap olarak da şöyle diyoruz:

1- Biz, Kur'ân ayetlerinin açık ifadeleri gereğince diri olan ve şehitlerin üstünde bir ufukta berzahî hayatlarını sürdüren peygamberler ve imamlar gibi Allah'ın sa-lih kullarının temiz ruhlarından yardım dilemekteyiz; topra-ğın altına yatan bedenlerden değil. Onların mezarı başında böyle bir istekte bulunmamız ise, bu hâletin bizim-le o mukaddes ruhlar arasında daha çok irtibat sağladığı ve daha çok dikkat etmemize vesile olduğu cihetiyledir. Ayrıca hadislerimiz gereğince bu makamlar, duaların i-cabete erme makamlarıdır.

2- Onların ölü veya diri oluşu, şirk ve tevhidin ölçüsü olamaz. Oysa biz de, şirk ve tevhidin ölçülerini konuş-maktayız; bu duaların ve çağrıların faydalı olup olmadı-ğını değil. Elbette bu çağrıların ve yardım dilemelerin faydalı olup olmadığı konusu da kendi yerinde beyan edilmiş, açıklığa kavuşturulmuştur.
 
BEDA NEDİR VE NEDEN BEDAYA İNANIYORSUNUZ?

Cevap: "Beda"nın Arapça'daki kelime anlami, ortaya çıkmak ve aşikâr olmaktır. Şia âlimlerinin terminoloji-sinde ise, bir insanın beğenilen iyi davranışları netice-sinde kaderinin doğal akışının değişikliği anlamını ifade eder. "Beda" meselesi, Şia mektebinin vahiy mantığın-dan ve aklî incelemeden kaynaklanan yüce öğretilerin-den biridir.
Kur'ân-ı Kerim'e göre insan, kendi kaderi karşısında sürekli eli kolu bağlı değildir. Aksine, kendisi için saadet kapısı her zaman açıktır ve hak yola dönüp salih ameller iş I eye re k kendi hayatimn akışını değiştirebilme gücüne sahiptir. Kur'ân-ı Kerim, bu gerçeği kapsamlı ve kahci bir ilke olarak şöyle beyan etmektedir:

"Bir millet kendini değiştirmedikçe, Allah on-ların durumunu değiştirmez."Ra'd, 11

Başka bir yerde ise şöyle buyurmaktadır:
"Eğer kasabaların halki iman etmiş ve bi-ze karşı gelmekten sakınmış olsalardı, yüzlerine gotten ve yerden bolluklann kapilanm açar-dık."2A'râf, 96

Hz. Yunus'un (a.s) kaderinin değişmesi hususunda ise şöyle buyurmaktadır:
"Eğer Allah'ı tespih edenlerden olmasaydi, insanlann tekrar diriltileceği güne kadar balığın karnında kalacaktı."1Sâffat, 143 ve 144

Son ayetten anlaşıldığı üzere olayın zahiri, Yunus Peygamber'in (a.s) kiyamete kadar o özel hapiste kal-masim gerektirmekteydi. Fakat onun uygun davranışları (yani tespih etmesi), kaderinin akışını değiştirdi ve onu kurtardi.
Bu gerçek, hadislerde de kabul edilmiştir. Hz. Pey-gamber (s.a.a) bu konuda şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz bir insan günah sebebiyle rızkın-dan mahrum olabilir. Dua etmek dışında da hiçbir şey kaderi değiştiremez. İyilik etmek dı-şında da hiçbirşey, ömrü uzatamaz."2 Müsned-i Ahmed, c.5, s.277; Müstedrek-i Hâkim, c.l, s.493. Bunun bir benzeri de, et-Tac'ul-Camiu Li'l-Usul, c.5, s.lll'de yer almıştır.

Bu ve benzeri hadislerden kolayca anlaşıldığı üzere insan, isyan ve günahı sebebiyle nzkmdan mahrum olabilir. Fakat dua gibi salih bir amel, kaderinin akışını de-ğiştirebilir ve iyilik etmek ömrünü uzatabilir.

Sonuç

Kur'ân ayetlerinden ve sünnetten anlaşıldığı üzere, birçok defa doğal sebepler ve işlerinin normal sonuçları açısından insan kendi bildik davranışları çerçevesinde belli bir kadere mahkûm olmakta ve bazen Allah'ın kul-larından biri, örneğin bir peygamber veya imam, ona bu davranış tarzını sürdürdüğü takdirde söz konusu akıbete duçar olacağını haber vermektedir. Ama ani bir dönüşle bu insan, farklı bir tutum içine girmekte ve bu yolla kendi kaderini ve akıbetini değiştirmektedir.

Vahiy mantığından, Hz. Peygamber'in sünnetinden ve selim aklın araştırmalarından kaynaklanan bu gerçek, Şia âlimlerî nezdinde "beda" olarak adlandmlmaktadir.
Ayrıca şunu da açıklamak gerekir ki, bu gerçekten "beda" diye söz edilmesi, Şia'ya has bir şey değildir. Eh-lisünnet kitaplarında ve Hz. Peygamber'in sözlerinde de bu tabir göze çarpmaktadır. Örneğin, Hz. Peygamber'in (a.s) aşağıdaki hadisinde "beda" tabirinin kullanıldığını görmekteyiz:

"Aziz ve Celil olan Allah, onlan imtihan etme-yi uygun buldu."1- Celâluddin Mübarek b. Muhamed Cezerî, en-Nihaye fi Gari-b'il-Hadis ve'l-Eser, c.l, s.109

Bunu hemen hatırlatmalıyız ki, "beda" meselesi, Al-lah'ın ilminin değişmesi anlamında değildir. Çünkü yüce Allah, işin başından beri hem insanların davranışlarının doğal seyrini ve hem de bedaya (bu seyrin değişmesine) sebep olan etkenlerin süreci değiştiren etkisini bilmek-tedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim, bu gerçeği şu şekilde bize bildirmiştir:
"Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır; Ana Kitap (her şeyin kesinlikle belirlenmiş olduğu Levh-i Mahfuz) da O'nun katındadır.Ra'd, 39"
Buna göre, yüce Allah'a beda hâsıl olması, önceden kendi nezdinde malum olan bir şeyi bize aşikâr etmesi demektir. Bu yüzden İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle bu-yurmuştur:

"Allah'a ezelî ilminde mevcut olmayan hiçbir şey hakkında beda hâsıl olmamıştır.Usul'ül-Kâfi, c.l, Kitab'ut-Tevhid, Bab'ul-Beda, 9. hadis"

Beda İnancının Hikmeti

Şüphesiz eğer insan, kaderini değiştirme hususunda elinin kolunun bağlı olmadığını hissederse, kendisi için daha iyi bir gelecek hazirlamaya, daha üstün bir moral ve daha fazia bir çaba ile hayatını iyileştirmeye çalışır.
Başka bir deyişle: Beda, tıpkı tövbe ve şefaat gibi, insam umitsizlikten ve hayatin soğukluğundan kurtarir, insana sevinç ve neşe pompalar, onu aydmhk bir gelecek hususunda ümitlendirir. Çünkü bu bakış açısı ışığın-da insan, yüce Allah'ın hükmüyle, kaderini değiştirebile-ceğini ve daha iyi bir geleceğe, daha nurlu bir akibete doğru adım atabileceğini bilir.
 
Üst