Cevaplıyoruz-Şia'ya Sorulan Sorular

İSLÂM AÇISINDAN DİN SİYASETTEN AYRI MIDIR?
Cevap: Her şeyden önce siyasetin anlamını açıkla-mak gerekir ki, bu açıklama ışığında din Me siyaset iliş-kisi açıklığı kavuşsun. Burada siyaset kavramı için iki ih-timal söz konusudur:

1- Amaca ulaşmak için hile yapmak, aldatmak ve mümkün olan her türlü araçtan istifade etmek (amaç aracı meşru kılar) anlammda siyaset.
Açıkça bilindiği üzere bu anlamdaki siyaset, keli-menin gerçek anlamıyla siyaset olmadığı gibi, hile ve al-datmacadan başka bir şey değildir ve din asla böyle bir siyasetle uyuşmaz.

2- Bir toplumu çeşitli alanlarda Islâm'ın gerçek ilke-leri doğrultusunda yönetmek ve işlerini düzene koymak anlammda siyaset.
Bu anlamdaki siyaset, Müslümanların işlerini Kur'-ân ve sünnet ışığında idare etmek olup asla dinden ayrı sayılamaz.

Şimdi dinin bu anlamdaki siyasetten ayrı olmadığı-nın ve devlet teşkilinin gerekliliğinin bazı delillerine ba-kalım:
Dinin siyasetten ayrı olmadığının açık kanıtı, pey-gamberliğinin inişli çıkışlı döneminde Resul-i Ekrem'in (s.a.a) izlediği metottur. Allah Resulü'nün sözlerini ve davranışlarını incelediğimiz zaman Hz. Peygamber'in,davetinin başlangıcından itibaren Allah'a iman esasına dayalı, İslâm'ın plân ve projelerini hayata geçirebilecek güçlü bir devlet kurmayı amaçladığı gün gibi ortaya çıkmaktadır.
İşte Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu yöndeki gayretlerini gösteren bazı karineler:

Hz. Peygamber, Islam Devletinin Kurucusu
1- Allah Resulü (s.a.a), davetini açığa vurmakla gö-revlendirildiği zaman çeşitli yöntemlerle, vereceği mü-cadelenin çekirdek kadrosunu oluşturmaya ve Müslü-man güçleri bir a ray a getirmeye başladı. Bu bağlamda uzaktan veya yakından Kâbe'yi ziyaret etmeye gelen kimselerle görüşerek onları İslâm'a çağırıyordu. Bu ara-da "Akabe" denilen yerde Medine halkından iki grupla görüşüp konuştu. Onlar da, kendisini Medine'ye davet edeceklerine ve savunacaklarına dair Hz. Peygamber'e biat ettiler.- Siret-u İbn-i Hişam, c.l, s.431, Birinci Akabe bahsi, ikinci baskı, Mısır basımı Böylece Hz. Peygamber'in İslâm devletini kurma cihetindeki ilk siyasî adımları atılmış oldu.

2- Allah Resulü (s.a.a), Medine'ye hicret ettikten sonra güçlü ve büyük bir ordu kurmaya teşebbüs etti. Bu ordu, Hz. Peygamber'in hayatı döneminde birbirinden farklı seksen iki savaşa katıldı ve kazandığı parlak zafer-lerle İslâm devletinin teşkiline engel olan unsurları İs-lâm'ın yolundan kaldırıp temizledi.

3- Medine'de İslâm devleti kurulduktan sonra Hz. Peygamber (s.a.a) elçiler ve tarihî mektuplar göndererek dönemin siyasî ve toplumsal güç kutuplarıyla irtibata geçti ve birçok grupların başkanlarıyla iktisadî, siyasî ve askerî anlaşmalar imzaladı.
Tarih, Hz. Peygamber'in İran imparatoru Kisra'ya, Rum padişahı Kayser'e, Mısır sultanı Mukavkıs'a, Habe-şistan padişahı Necaşî'ye ve o dönemdeki diğer yöneticilere gönderdiği bazı mektupları kaydetmiştir. Bazı araş-tırmacılar, bu mektuplarm çoğunu ayrı bir kitap hâlinde bir araya toplamışlardır.Muhammed Hamidullah, el-Vesaik'us-Siyasiyye; AM Ahmedî, Mekatib'ur-Resul.

4- Allah Resulü, Islâm'ın hedeflerini başarıya ulaş-tırmak ve İslâm devletinin temellerini saglamlastirmak için birçok kabile ve şehre yönetici tayin etmiştir. Buna örnek olarak Hz. Peygamber'in bu konudaki teşebbüsle-rinden birini hatirlatmak istiyoruz:
Peygamber-i Ekrem, Rufaa b. Zeyd'i temsilcisi olarak kendi kavmine gönderdi ve onun için şöyle bir mek-tup yazdi:
"Rahman ve Rahim olan Allah'm adiyla. Bu, Allah'm Resulü Muhammed tarafindan Rufaa b. Zeyd için yazılmış bir mektuptur. Ben onu, ken-dilerini Allah'a ve Peygamber'e davet etmesi için kendi kavmine ve ayn kavimlerden onlara katılanlara gönderiyorum. Kim onun davetini kabul ederse, Allah'm ve Peygamber'inin hiz-binden olur. Ondan yüz çevirenler ise, sadece iki ay güvendedirler."2Mekatib'ur-Resul, c.l, s.144
Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu tür davranış ve teşeb-büsleri göz önünde bulundurulduğunda, onun daha pey-gamberliğinin başlangıcından itibaren güçlü bir İslâm devleti kurma amacında olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Pey-gamber (s.a.a), bu devlet sayesinde İslâm'ın evrensel hükümlerini beşerî toplumların hayatlarının tüm boyut-larında hayata geçirmeyi amaçlıyordu.
Etkin kabile ve gruplarla antlaşma imzalamak, güç-lü bir ordu kurmak, farklı ülkelere elçiler göndermek, padişah ve yöneticileri uyarmak, onlara mektuplar yaz-mak, uzak ve yakın şehirlere ve bölgelere valiler tayin etmek ve benzeri uygulamalar, toplum işlerini idare et-me anlamında siyasetten
Hz. Peygamber'in sireti dışında raşit halifelerin, özel-likle de Şiî-Sünnî bütün Müslümanlar için bağlayıcılığı olan Müminlerin Emiri AM b. Ebî Talib'in (a.s) hilâfet dö-nemlerindeki davranışları da, din ve siyasetin uyumu-na ve ayrılmazlığına tanıklık etmektedir.
Her iki Islâm fırkasının âlimleri de, devlet teşkilinin ve toplum işlerini idare etmenin gerekliliği hususunda Kitap ve sünnetten birçok delil ortaya koymuşlardır. Aşağıda örnek olarak bunlardan bazısına değiniyoruz:

Ebu'l-Hasan Maverdî, el-Ahkâm'us-Sultaniyye adlı ki-tabında şöyle diyor:
"İmamet (devlet başkanlığı), dini korumak ve dünya işlerini düzene koyma
k amacıyla nübüv-vet makamının halifeliği olarak öngörülen bir kurumdur. Bu nedenle, bu görevi yürütebilecek kimseye, onu üstlenipyürütmek, Müslümanların icmaı ile farzdır."1
Ehlisünnet'in meşhur âlimlerinden olan bu Islam âlimi, bu konuyu ispat için iki delile işaret etmektedir:

1- Aklî delil
2-Şer'îdelil

Aklî delil ile ilgili olarak şöyle yazıyor:

"Zira kendilerini birbirlerine zulmetmekten alı-koyacak, ihtilâf ettiklerinde ihtilâflarına son nok-tayı koyacak bir öndere teslim olmak, akıllı in-sanların tabiatında var olan bir şeydir. Eğer hü-kümdarlar olmasaydı, insanlar dağılır, kargaşa-ya düşer ve güçlerini kaybederlerdi."Maverdî, el-Ahkâm'us-Sultaniyye, bab: 1, s.5, 1. baskı, Mısır

Şer'î delil hususunda ise şöyle diyor:

"Şeriat da, işlerin dinî bir veliye bırakılmasını emretmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyur-muştur: 'Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberi'ne
ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin.' Böyle-ce Allah, emir sahiplerine itaat etmeyi bizlere farz kılmıştır. Onlar, bize hükmeden önderleri-miz ve yöneticilerimizdir."1el-Ahkâm'us-Sultaniyye, bab 1, s.5, birinci baskı, Mısır

Şeyh Seduk, Fazl b. Şazan aracılığıyla Imam AN b. Musa Rıza'dan (a.s) naklettiği uzun bir hadisin zimmnda imam, devlet kurmanm zarureti hakkında çeşitli açık-lamalarda bulunmuştur ki biz, bu açıklamaların bir bö-lümünü aşağıda aktarıyoruz:
"Biz, hiçbir fırka ve milletin yönetici ve baş-kam olmaksizm hayatlanm sürdürebildiğini gö-rememekteyiz. Çünkü her fırka ve milletin, din ve dünya işlerini düzenleyecek bir yöneticiye ih-tiyacı vardır. 0 hâlde hikmet sahibi olan Allah'm, insanları muhtaç olduklan ve mahrum bırakıl-diklan takdirde ayakta duramayacaklan bir ko-nuda kendi başlarına bırakması düşünülemez. Bir yönetici olmalıdır ki insanlar, onun önderli-ğinde düşmanlarıyla savaşsınlar, onun hükmüy-le elde ettikleri ganimetleri bölüşsünler, onun emriyle cuma ve cemaatlerini ikame etsinler, onun otoritesiyle zalimleri mazlumlardan alı-koysunlar."2İlel'uş-Şerayi, bab: 182, hadis: 9, s.253

Bu kısa yazımızda konuyla ilgili bütün hadisleri açık-lamak, İslâm fakihlerinin fıkhî bakış açısıyla yaptıkları çeşitli çalışmaları aktarıp tahlilini yapmak mümkün de-ğildir. Böyle bir çalışma, başlı başına bir kitap yazmayı gerektirir.
Ayrıca İslâm fıkhını incelediğimizde, dinin kanunla-rının büyük bir bölümünün, güçlü bir devlet olmaksızın hayata geçirilemeyeceği ortaya çıkmaktadır. Örneğin, İs-lâm, bizi cihada, savunmaya, zalimleri cezalandırmaya, mazlumları desteklemeye, şer'î had ve cezaları uygula-maya, geniş bir çerçevede iyiliği emretmeye, kötülüktensakındırmaya, düzenli bir ekonomik sistem geliştirmeye, İslâm toplumunun birliğini sağlamaya davet etmektedir. Şüphesiz bu hedefler, güçlü ve insicamh bir devlet ol-maksızın hayata geçirilemez. Zira mukaddes şeriatı ko-rumak ve Islam sinirlarim savunmak, ancak düzenli bir ordu ile mümkündür. Böyle güçlü bir orduyu oluşturmak da, ancak İslâmî değerler üzere kurulu güçlü bir devletin varlığı ile mümkündür.
Aynı şekilde, farzlan eda etmek ve günahların önü-ne geçmek amaciyla had ve cezalan uygulamak, maz-lumlann hakkim zalimlerden almak vs., güçlü ve uyumlu bir düzen olmaksızın mümkün değildir. Çünkü aksi tak-dirde toplumun büyük bir anarşi ve kargaşanın içine düşmesi kaçınılmaz olur.
Islâm açısından devletin zaruretinin delilleri, bu söy-lediklerimizle sınırlı olmamakla beraber, burada sözü edilen deliller, dinin siyasetten ayrı olmadığını ispatla-manın yanında, nurlu şeriatın değerlerine dayalı, güçlü bir İslâm devleti kurmanın zaruretini ve bütün İslâm top-lumlarının bununla görevli olduğunu da açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
 

Abidin1

Well-known member
İSLÂM AÇISINDAN DİN SİYASETTEN AYRI MIDIR?

Eğer okuduğumu, Yanlış algılamadıysam, Osmanlıca da Siyaset etmek idam etmek manasına da geliyordu. Okuduğum bir kitapta o şekilde kullanıldığını görmüştüm. Seni siyaset ederim dediğinde hükümdar akan sular duruyordu =)

1- Amaca ulaşmak için hile yapmak, aldatmak ve mümkün olan her türlü araçtan istifade etmek (amaç aracı meşru kılar) anlammda siyaset.
Açıkça bilindiği üzere bu anlamdaki siyaset, keli-menin gerçek anlamıyla siyaset olmadığı gibi, hile ve al-datmacadan başka bir şey değildir ve din asla böyle bir siyasetle uyuşmaz.

Günümüzde dünyanın her yerinde siyasetin bilinen ama "görülmeyen" manası budur..

2- Bir toplumu çeşitli alanlarda Islâm'ın gerçek ilke-leri doğrultusunda yönetmek ve işlerini düzene koymak anlammda siyaset.
Bu anlamdaki siyaset, Müslümanların işlerini Kur'-ân ve sünnet ışığında idare etmek olup asla dinden ayrı sayılamaz.

Günümüzde Bunun adı siyaset değil. "emr-i bi'l ma'ruf ve nehy-i anıl münker". Ayrıca yaşadığımız çağda devletlerin ve toplumların da yapısı değişti :S ulaşım hızı ve bilgi erişim hızı sınırları anlamsızlaştırıyor. İnsanların arasında ki tek engel artık lisan bilmek. Artık eskisi gibi değil hiç bir şey. Bizde bu konuları eskisi gibi düşünemeyiz.
Zaman ve koşullar korkunç bir hızla değişiyor :S
 
Peygamber sahabesi gibi düşünen müslümanlar olamdığımızdan kaynaklanıyor olacak ki admız müslüman kaldı ama faliyette neredeyse hiçbir amelimiz müslümanlıkla örtüşmüyor Haram helal kılınmış helal neredeyse haram fani ebedi imiş gbi alınılıyor ebedi ise faniymiş gibi itiliyor Nefsimize bu kadar uyduğumuzdan köleleştiğimizdn kaynaklanmıyor mu herşey
Hz.Huseynin bir sözü var "Allah kişi hür yaratmıştır" Allah bizi hür yarattı ama biz insanların kadınların dünya malının geçici heveslerin nefsimizin esiri olmak için birbirimiz eziyoruz
Yarın ruz-i mahşerde nasıl hesap vereceğimizi ne yazıkki düşünmez olduk
Rabbim bizleri ıslah eylesin
 
ACABA ŞİA'YA GÖRE CEBRAİL RİSALETİ ULAŞTIRMADA
HIYANET Mİ ETMİŞTİR VE KUR'ÂN'I ALİ B. EBÎTALİB YERİNE ALLAH RESULÜ'NE Mİ NAZİL BUYURMUŞTUR


Cevap: Bazı cahil veya garazlı kimselerin Şia'ya izafe ettiği bu çirkin ithamın temelsizliğini ispat etmeden once, bu sözün kökenini bulmaya çalışalım.
Bu İthamın Kökeni
Kur'ân-ı Kerim'in bazı ayetlerinden ve o ayetlerle ilgi-li nakledilen hadislerden, Yahudilerin Cebrail'in risale-ti tebliğde hıyanet ettiğine inandıkları anlaşılıyor. Yahu-dilere göre güya Allah, Cebrail'e, nübüvveti İsrail'in so-yunda karar kilmasim emretmiş, fakat o, Allah'in emri-nin aksine, onu Jsmail'in soyunda karar kılmıştır.
Bu düşünceyle Yahudiler, Cebrail'i düşman bilmiş-ler1 ve "Emin (Cebrail) hıyanet etti."(Fahr-ı Râzî, c.l, s.436 ve 437, Mısır basımı, H. 1308. 2-Şuarâ,194) demişlerdir. Kur'ân, onları eleştirmiş ve sözlerinin doğru olmadığını ispatla-mak için Cebrail'i emin ve güvenilir bir melek olarak ta-nıtmış ve şöyle buyurmuştur:
"Uyaranlardan olasın diye onu Emin Ruh (Cebrail), senin kalbine indirmiştir."2
Başka bir ayette ise şöyle buyurulmuştur:

"De ki: Cebrail'e düşman olanlar bilsinler ki o, o Kur'ân'ı Allah'm izniyle senin kal-bine indirmiş-tir Bakara, 97."
Zikredilen ayetlerden ve tefsirlerinden açıkça anla-şıldığı üzere Yahudiler, Cebrail'e bazı sebeplerden dolayı düşman kesilmiş, onu azap meleği olarak adlandırmış ve onu risalet tebliğde hiyanet etmekle itham etmişler-dir.
Buna göre, "Emin (Cebrail) hiyanet etti" sözü, Yahudi milletinin hurafelerinden kaynaklanmıştır. Şia'yı eski bir düşman olarak gören bazı yazarlar da, Yahudilerin bu sözünü tekrarlayarak onu namertçe Şia'ya isnat etmiş-lerdir.

Şia'ya Göre Nübüvvet

Şia, Kitap ve sünnete uyarak ve Hz. Peygamber'in Ehlibeyti'nin apaçık hadisler ışığında, Muhammed b. Ab-dullah'm (s.a.a) sadece hak üzere bir peygamber oldu-ğunu ve Allah'm emriyle evrensel bir risaletle gönderildi-ğini kabul etmekle kalmamakta, onun ilâhî elçilerin so-nuncusu ve en üstünü olduğuna inanmaktadır.
Şia'nın büyük önderi AM b. Ebî Talib (a.s), güzel söz-lerinin birinde bu gerçeğe şöyle tanıklık etmektedir:
"Şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yok-tur; tektir, ortağı yoktur. Ve şehadet ederim ki Muhammed, Allah'm kulu ve elçisidir; peygam-berlerin sonuncusu ve bütün âlemleri için Allah'm hüccetidir."(Nehc'üs-Saade, c.l, s.188, Beyrut basımı; el-Kâfi, c.8, s.67, ikinci baskı, H. 1387, Tahran)

İmam Cafer Sadık (a.s) da şöyle buyuruyor:
"Aziz ve Celil olan Allah, Araplardan sadece beş peygamber göndermiştir: Hud, Salih, Ismail,
Şuayb ve peygamberlerin sonuncusu olan Mu-hammed.Bihar'ul-Envar, c.ll, s.42, ikinci baskı, Beyrut, H. 1403"

Bu hadis-i şerif, açık bir şekilde Şia'ya isnat edilen bu çirkin iftirayı çürütmekte ve Muhammed b. Abdullah-'m (s.a.a), Allah'm elçilerinin sonuncusu olduğunu bil-dirmektedir.Şia açısından Hz. Peygamber'in risaletinin son risalet olduğunu beyan eden sayısız hadisler hakkmda daha fazla bilgi edinmek için Üstat Cafer Sübhanî'nin "Mefahim'ul-Kur'ân" adlı eserine müracaat ediniz.

Buna göre, dünyadaki bütün Şiîler, Cebrail'i risaleti tebliğde emin ve doğru kabul etmekte, Muhammed b. Abdullah'in (s.a.a) hak üzere bir peygamber ve Allah'm son elçisi olduğuna, AN b. Ebi Talib'in de onun vasisi ve halifesi olduğuna inanmaktadırlar.
Burada ŞİÎ ve Sünnî Müslümanların üzerinde ittifak edip, kendi muteber kitaplarında naklettikleri aşağıdaki hadisi gözden geçirmemizin uygun olacağını düşünüyo-ruz. "Menzilet Hadisi" diye meşhur olan bu hadiste Hz. Peygamber (s.a.a), risaletinin son risalet olduğunu be-yan ettikten sonra Ali'yi (a.s) kendi vasisi ve halifesi ola-raktanıtmaktadır.
Allah Resulü (s.a.a), AN b. Ebî Talib'e (a.s) şöyle bu-yurmuştur:
"Bana göre Musa'nin Harun'u yerinde olmak-tan (yani nasil ki Harun Musa'nin vasisi ve halifesi idiyse, sen de benim vasim ve halifem ol-maktan) hoşlanmaz mısın? Sadece benden sonra pey-gamberyoktur. Bu hadis, sayısız birçok kaynakta yer almıştır. Onlar-dan bazısına işaret edelim: (1) Sahih-i Buharî, c.6, s.3, Bab-u Gazve-i Tebuk, Mısır basimi. (2) Sahih-i Muslim, c.7, s.120, Bab-u Fezail-i AM (a.s), Mısır basimi. (3) Sünen-i İbn-i Mace, c.l, s.55, Bab-u Fezail-i Asha-b'in-Nebî, birinci baskı, Mısır. (4) Müstedrek-i Hâkim, c.3, s.109, Beyrut basimi. (5) Müsned-i

Şiîsiyle, Sünnîsiyle bütün büyük İslâm muhaddisle-rinin senet açısından itimat ettiği bu hadis, Şia'nın aşa-ğıdaki iki husustaki sözünün doğruluğunun apaçık bir kanıtıdır:

1- Muhammed b. Abdullah (s.a.a), ilâhî elçilerin en yücesi ve sonuncusudur. Allah'ın emriyle ebedî ve evren-sel bir risaletle gönderilmiştir ve ondan sonra peygam-ber gelmeyecektir.
2- Ali b. Ebî Talib (a.s), Allah Resulü'nün (s.a.a) vasisi ve kendisinden sonra Muslumanlarm halifesidir.
Ahmed, c.l, s.170, 177, 179, 182, 184, 185 ve c.3, s.32 (6) Sahih-i Tirmizî, c.5, s.21, Bab-u Meakib-i AM b. Ebî Talib (a.s), Beyrut basimi. (7) Menakıb-i İbn-i Meğazilî, s.27, Beyrut basi-mi, h: 1403. (8) Bihar'ul-Envar, c.37, s.254, ikinci baski, Beyrut, h: 1403. (9) Saduk, Mean'il-Ahbar, s.74, Beyrut basimi, h: 1399. (10) Kenz'ül-Fevaid, c.2, s.168, Beyrut basimi, h: 1405
 
ŞİA, KUR'ÂN'IN TAHRİF EDİLDİĞİNE İNANIYOR MU?


Cevap: Tanınmış Şia âlimleri, kutsal kitabımız Kur-ân-ı Kerim'in hiçbir tahrife uğramadığına ve bugün eli-mizde bulunan Kur'ân'ın Hz. Peygamber'e nazil olan se-mavî kitabın aynısı olduğuna ve onda hiçbir eksiklik ve fazlalığın bulunmadığına inanırlar. Bu sözün açıklığa ka-vuşması için bu konuda birkaç kanıta işaret etmek is-tiyoruz:
1- Âlemlerin Rabbi, Müslümanların semavî kitabını korumayı vadetmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Kar'ân'ı biz indirdik ve onu biz koruya-cağız."Hicr, 9
Açıktır ki Şiîler, düşünce ve davranışlarında Kur'ân'ı esas aldıklarına göre, bu ayet-i şerifeyi gözden kaçır-mamış ve onun Allah tarafından korunacağı yönündeki mesajına iman etmişlerdir.
2- Sürekli Hz. Peygamber (s.a.a) Me birlikte bulunan ve vahiy katiplerinden biri olan Şiîlerin büyük önderi İmam AN (a.s), çeşitli münasebetlerde insanları bu Kur-ân'a davet etmiştir. Aşağıda onun bu konudaki sözlerin-den bir bölümünü aktarıyoruz:
"Bilin ki bu Kur'ân, aldatmayan bir öğüt verici ve saptırmayan biryol göstericidir."Nehc'ül-Belâğa, Subhi Salih, 176. hutbe

"Yüce Allah, hiç kimseye Kur'ân gibisiyle öğüt vermemiştir. 0, Allah'ın sağlam ipi ve apaçık se-bebidir."1
"Sonra, ona (Peygamber'e) ışıkları sönmeyen bir nur, parıltısı tükenmeyen bir ışık olan Kur'-ân'ı indirdi. 0 (Kur'ân), izcisinin sapmayacağı bir yol. kanıtı sönmeyen bir furkan (hak ile batılı ayıran)dır."2
Şiîlerin büyük önderinin bu yüce sözlerinden anlaşıl-dığı üzere Kur'ân-ı Kerim, sonsuza kadar nur saçan bir meşale olarak takipçilerinin yolunu aydınlatmaya de-vam edecek, bu meşalenin sönmesine veya insanların sap-masına yol açacak hiçbir değişikliğe uğramayacak-tır.
3-Şia âlimlerî, Hz. Peygamber'in (s.a.a) şöyle buyur-duğu hakkında görüş birliği içindedirler:
"Ben, sizlerin arasında iki değerli emanet bı-rakıyorum. Birisi, Allah'ın kitabı Kur'ân; diğeri de, Ehlibeytim ve itretimdir. Bu ikisine sarıldığı-nız müddetçe asla sapmazsınız."Nehc'ül-Belâğa, Subhi
Bu hadis, hem Şia, hem de Ehlisünnet kanalıyla ak-tarılan mütevatir hadislerden biridir. Bu hadisin beya-nından da anlaşıldığı üzere, Şia'ya göre Allah'ın kitabı Kur'ân, asla değişikliğe uğramayacaktır. Çünkü Kur'ân-'ın tahrife uğramış olması durumunda, ona sarılmak, hi-dayetin gerçekleşmesine ve sapıklığın ortadan kalkma-sına sebep olmaz. Böyle bir sonuç ise, bu mütevatir hadisin açık ve net ifadesiyle bağdaşmaz.
4- Bütün fakihlerimizin ve bilginlerimizin naklettiği Şia İmamları'nın hadislerinde şu gerçek açık bir şekilde dile getirilmiştir ki Kur'ân, hak ve batılı ayırt ve teşhis etme ölçüsüdür. Şöyle ki her sözü, hatta hadis adı altın-da bize ulaşan sözleri de Kur'ân'a sunmalıyız. Eğer busözler, ayetler ile uyum içindelerse, hak ve doğrudurlar, aksi takdirde batıl ve yanlıştırlar.
Şia'nın fıkıh ve hadis kitaplarında bu konuda olduk-ça çok hadis vardır ki biz, onlardan sadece birine değini-yoruz:
İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur:
"Kur'ân ile uyumlu olmayan her söz, batıl ve yanlıştır."( Usul'ül-Kâfi, c.l, Kitab-u Fazli'l-İlim, Bab'ul-Ahzi Bi's-Sünneti ve Şevahid'il-Kitab, 4. hadis.)
Bu hadislerden de Kur'ân'ın en ufak bir değişime uğramamış olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Bu yüzden bu mukaddes kitap ilelebet hak ve batılı ayırt etme öl-çüsü olarak kalacaktır.
5- Bütün zamanlarda İslâm kültürünün öncüleri olan büyük Şia âlimleri, Kur'ân-ı Kerim'in asla değişikliğe uğ-ramadığı gerçeğini açıkça ifade etmişlerdir. Bu büyük şahsiyetlerin tümünü zikretmek zor olsa da, örnek olarak onlardan birkaçına değinmek istiyoruz:
1- "Saduk" diye meşhur olan Ebu Cafer Muhammed b. AM b. Hüseyin Babeveyh el-Kummî (Ö: H. 381) şöyle diyor:
"Bizim Kur'ân hakkındaki görüşümüz şudur: Kur'ân, Allah'ın sözü ve vahyidir. 0, batılın asla sızamadığı bir kitaptır. Hikmet ve ilim sahibi Allah tarafından nazil olmuştur. Allah, onun indiri-cisi ve koruyucusudur."(el-İtikadat, s.93)
2- "Alem'ul-Huda" diye meşhur olan Seyyid Murtaza AM b. Hüseyin el-Musevî el-Alevî (Ö: H. 436) şöyle yazıyor:
"Hz. Peygamber'in ashabından Abdullah b. Mes-'ud, Übey b. Kâ'b ve başkaları, defalarca bü-tün Kur'ân'ı baştan sona Hz. Peygamber'e oku-muşlardır. Bütün bunlar, Kur'ân'ın Peygamber'in za-mamnda eksiksiz olarak ve düzenli bir şekilde bir araya toplanmış olduğunu göstermekte-dir."(Mecmau'l-Beyan c.l, s.10, Seyyid Murtaza'nın "el-Mesail'it-Trablusiyyat" adlı eserindeki cevaptan naklen)

3- "Şeyh'ut-Taife" diye meşhur olan Ebu Cafer Mu-hammed b. Hasan et-Tusî (Ö: H. 460) şöyle diyor:
"Kur'ân'a eklemeler yapıldığı veya onda bazi eksiklikler olduğu iddiası ise, bu kit aba asla ya-kışmayan bir iddiadır. Zira bütün Müslümanlar, Kur'ân'da hiçbir fazlalık olmadığı hususunda gö-rüş birliği içindedirler. Kur'ân'ın eksikliği husu-suna gelince, Müslümanların ağır basan görüş-leri bunun tersidir. Kur'ân'da hiçbir eksiklik ol-madığı görüşü, bizim mezhebimize daha çok yakışmaktadır. Nitekim Seyyid Murtaza bu görü-şü ka-bul etmiş ve desteklemiştir. Hadislerimi-zin zahirinden de bu gerçek anlaşılmaktadır. Sadece insanların çok az bir grup, Şia ve Ehli-sünnet yoluyla nakledilen ve Kur'ân'da bazı eksiklikler olduğu veya bazı ayet ve surelerin yerle-rinin değiştirildiğini ifade eden bazı rivayetlere işaret etmişlerdir. Ne var ki, bu rivayetler, haber-i vahit türünden rivayetlerdir ki, ilim/yakin, ke-sin bilgi ifade etmezler ve böyle bir konuda on-lara göre amel etmek doğru değildir. Dolayısıyla da bu rivayetlerden yüz çevirmek daha iyidir."(et-Tibyan, c.l, s.3)

4- "Mecmau'l-Beyan" adlı tefsirin sahibi Ebu Ali Ta-bersî şöyle yazıyor:
"Kur'ân'ın fazlalığı hakkında bütün İslâm üm-meti, bu görüşün temelsizliği noktasında ortak görüşe sahiptir. Kur'ân'ın bazı ayetlerinin eksil-diği hususunda ise, ashabımızdan bir grup ve Ehlisünnet'in Haşviyye fırkasından bir grup, bazirivayetler nakletmişlerdir. Ama mezhebimizce kabul edilen doğru görüş, bunun tersidir."1Mecmau'l-Beyan, c.l, s.10

5- "Seyyid İbn-i Tavus" diye meşhur olan Ali b. Tavus el-Hillî(Ö:H.664)şöylediyor:
"Şia'nın görüşü, Kur'ân'da hiçbir değişimin ol-madığıdır."2 Sa'du's-Suud, s.144

6- Şeyh Zeynüddin Amilî (Ö: H. 877) "Kur'ân'ı biz in-dirdikve onu biz koruyacağız." ayetinin tefsirinde şöyle di-yor:

"Yani biz Kur'ân'ı her türlü değişiklikten ve fazlalıktan koruruz."3İzhar'ul-Hak, c.2, s.130

7- "İhkak'ul-Hak" adlı eserin sahibi Kadi Seyyid Nu-ruddin Tüsterî (Ö: H. 1019) şöyle yazıyor:
"İmamiyye Şiası'na atfen Kur'ân'ın değiştiği yö-nünde ileri sürülen görüş, bütün Şiîlerin kabul ettiği bir görüş değildir. Onlardan çok az bir grup bu görüşe sahiptirler ki, Şiîler arasında onlara i-tibar edilmez."4Âlâu'r-Rahman, s.25

8- "Bahauddin Amulî" diye meşhur olan Muhammed b. Hüseyin (Ö: H. 1030) şöyle diyor:
"Sahih olan görüş, Kur'ân-ı Azim'in her türlü fazlalıktan ve eksiklikten korunmuş olduğudur. Bazılarının, Müminlerin Emiri Hz. Ali'nin adının Kur'ân'dan çıkarıldığı yönündeki iddiaları, âlim-lertarafından kabul görmemiştir. Tarih ve hadis-leri araştıran kimseler, mütevatir hadisler gere-gin ce sahabeden binlerce insanın nakli esasın-ca, Kur'ân'ın sabit ve sağlam olduğunu ve Kur'-ân'ın tümünün Hz. Peygamber'in zamanında bir a ray a toplatıldığını bilirler."1 Âlâu'r-Rahman, s.25

9- "el-Vafî" adlı eserin sahibi Feyz-i Kaşanî (Ö: H. 1091), Kur'ân'ın değişikliğe uğramadığına delâlet eden, "Kur'ân'ı biz indirdik ve onu biz koruyacağız." gibi ayetleri zikrettikten sonra şöyle diyor:
"Bu durumda, Kur'ân'ın tahrif edilmesi veya değiştirilmesi nasıl mümkün olabilir?! Kaldı ki, Kur'ân'ın tahrif edildiğini bildiren rivayetler, Al-lah'ın Kitabı'na aykırıdır. 0 hâlde bu rivayetlerin temelsiz olduğunu kabul etmek gerekir."2Tefsir-i Safi, c.l, s.51

10- Şeyh Hürr-i Amilî (Ö: H. 1104) şöyle diyor:
"Tarihi ve hadisleri araştıran bir insan, Kur'-ân'ın, binlerce sahabînin mütevatir nakli ile sa-bit ve sağlam olduğunu ve Hz. Peygamber'in zamanında toplanıp düzene koyulduğunu çok iyi bilir."3Âlâu'r-Rahman, s.25

11- Değerli araştırmacı Kaşiful-Gıta, ünlü eseri "Keş-fu'l-Gıta'da" şöyle diyor:
"Hiç şüphesiz, Kur'ân, Allah'ın koruması sa-yesinde her türlü eksiklikten (ve değişiklikten) korunmuştur. Kur'ân'ın açık ayeti ve turn asır-lardaki âlimlerin ittifakı, buna tanıklık etmekte-dir. Az bir grubun muhalefetine ise itibar etme-mek gerekir."

12- Iran Islâm Inkılâbı'nın rehberi Hz. Ayetullah'il-Uzma İmam Humeynî de bu konuda şöyle diyor:
"Müslümanların Kur'ân'ın yazılması, kaydedil-mesi, bir a ray a toplanması, korunması ve tilâvet edilmesi hususundaki ihtimam ve titizliklerini bilen herkes, Kur'ân'ın tahrif edildiği zannının temelsizliğine kanaat getirerek böyle bir şeyinmümkün olmadığını teslim eder. Bu konuda nakledilen rivayetlere gelince; bu rivayetlerin bir kısmı, delil olarak sunulamayacak kadar zayıf; bir kısmı, uydurulmuş oldukları belli olan mec'ul (mevzu) hadisler; bir kısmı ise, Kur'ân'ın tevili ve tefsiriyle ilgili açıklamalardır. Bir kısmı da, açık-lamaları kapsamlı bir kitap yazmayı gerektiren türlerden hadislerdir. Eğer konudan uzaklaşaca-ğımız korkusu olmasaydı, Kur'ân'ın tarihini ve asırlar boyunca geçirdiği aşamaları açıklar, eli-mizde olan bu semavî kitabın, Allah'ın indirdiği Kur'ân-ı Kerim olduğunu ve Kur'ân karileri ara-sında ki görüş farklıklarının Cebrail-i Emin'in Hz. Peygamber'in temiz kalbine indirdiği ile uzaktan yakından ilgisi olmayan yeni bir olay olduğunu açıklığa kavuştururduk."1Üstat Cafer Subhanî, Tehzib'ul-Usul, Takrirat-u Durus'il-İmam el-Humeynî, c.2, s.96.

Sonuç
Şiîsiyle, Sünnîsiyle Müslümanların tamamına yakın büyük çoğunluğu, elimizdeki bu semavî kitabın Hz. Pey-gamber'e nazil olan Kur'ân'ın aynısı olduğu ve her türlü tahrif, değişiklik, ekleme ve azalmadan korunmuş oldu-ğu noktasında hemfikirdirler.
Bu açıklamalarla, Şia'nın Kur'ân'ın tahrif edildiğine inandığı yönündeki iddianın temelsiz bir iftira olduğu or-taya çıkmaktadır. Eğer bu konuda birtakım zayıf hadisle-rin nakledilmesinin bu ithama sebep olduğu söylenecek olursa, buna cevap olarak deriz ki: Bu tür riva-yetlerin nakledilmesi, Şia'dan az bir gruba mahsus değildir. Bi-lâkis, Ehlisünnet müfessirlerinden bir grup da bu tür za-yıf rivayetleri nakletmişlerdir. Örnek olarak onlardan bir kaçına işaret ediyoruz:

Übey b. Kâ'b'dan, (73 ayetlik) Ahzâb Suresi'nin Hz. Pey-gamber zamamnda (286 ayetlik) Bakara Suresi mikta-rında olduğunu ve recm ayetinin de bu surede yer aldi-ğını rivayet eder.1 (Şu anda Ahzâb Suresi'nde böyle bir ayet mevcut değildir.)Tefsir-i Kurtubî, c.14, s.113; Ahzâb Suresi'nin tefsirinin başlangıcında
Aynı kitapta Aişe'den şöyle dediği nakledilir:
"Ahzâb Suresi, Peygamber zamamnda 200 ayet idi, ama mushaf yazıldığı zaman, şu anda mevcut olandan başkası bulunmadı."2Tefsir-i Kurtubî, c.14, s.113, Ahzâb Suresi'nin tefsirinin başlangıcında

2- "el-ltkan" adlı kitabın sahibinin naklettiğine göre, Übeyy'in mushafında surelerin sayısı 116 tane imiş ve bu mushafta Hafd ve Hal' admda iki sure daha varmış. el-İtkan, c.l, s.67

Oysa hepimizin bildiği gibi Kur'an'm 114 suresi var-dir ve sözü edilen o iki sure Kur'ân'da yoktur.

3- Hibbetullah b. Selâme, "en-Nâsıh ve'l-Mensuh" adlı kitabında sahabî Enes b. Malik'ten şöyle dediğini nakleder:
"Peygamber zamamnda Tevbe Suresi kadar o-lan bir sure okuyorduk ve ben o surenin sade-ce bir ayetini ezberlemiştim, o da şudur: Eğer Âdemoğluna iki vadi dolusu a It in verilecek olsa, şüphesiz üçüncüsünü de ister. Eğer ona üçüncü-sü verilecek olsa, dördüncüsünü de ister. Âde-moğlunun karnını ancak toprak doldurur ve Allah tövbe eden kimsenin tövbesini kabul eder."
Oysa Kur'ân'da ne böyle bir ayet var, ne de bu söz, Kur'an'm üstün belâgatı ve üslûbuna uymaktadır.
miktarında olduğunu ve recm ayetinin de onda yer aldı-ğını rivayet eder.1 ed-Dürr'ül-Mensûr, c.5, s.180, Ahzâb Suresi'nin tefsiri-nin başlangıcında

Görüldüğü gibi, Şiîlerden olduğu gibi Sünnîlerden de az bir grup, Kur'ân'ın değiştiğine ilişkin birtakım zayıf ve temelsiz rivayetler nakletmişlerdir. Ancak bu zayıf riva-yetler, Şiîlerin de, Sünnîlerin de çoğunluğu tarafından kabul görmemiştir. Çünkü Kur'ân'ın açık ayetleri, çok sayıda sahih ve mütevatir hadisler, binlerce sahabî-nin icmaı ve dünya Müslümanlarının ittifakı, Kur'ân-ı Ke-rim'de hiçbir şekilde tahrif, değişiklik, fazlalık ve eksiklik meydana gelmediğini net ve açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
 

Abidin1

Well-known member
Selam Aleyküm;

-Mehdi meselesi akideye dahil değildir. Yani, bazı ehl-i iman Mehdiyi inkar etse dinden çıkmış olmaz, onun feyzinden mahrum kalır,
hizmetinden istifade edememiş olur. Sorularla slamiyet | Mehdi kimdir. Mehdiyi nasl bileceiz?
Zeydii inancında Mehdi Muntazar ve Ric'at inancıda yok. Mehdi düşüncesi ile ilgilenmiyor. Bu da imamların kabiliyetleri ve göreve gelmeleri ile ilgili düşüncesinden kaynaklanıyor.

Belki de Zeydiilikteki bu özgürlük, Mehdi muntazar inancının alıntıdaki gibi iman ve dini esaslar ile ilgili olmamasındandır.

Saygılar..
 
NEDEN ŞİA, HİLÂFETİN TAYİN İLE OLDUĞUNA İNANIR?


Cevap: Açıktır ki mukaddes İslâm dini, evrensel ve ebedî bir dindir. Hz. Peygamber hayatta olduğu müddet-çe halkı idare etme, toplumu yönetme makamı onun yetkilerinden idi. Hz. Peygamber vefat ettikten sonra ise bu makam, ümmetin en lâyıkferdine bırakılmalıdır.
Hz. Peygamber'den (s.a.a) sonra toplumun liderliği makamının tayin (Allah'ın emri ve Hz. Peygamber'in bil-dirmesi) ile mi, yoksa seçilme ile mi belirleneceği husu-sunda iki görüş vardır: Şiîler, önderlik makamının ilâhî tayin ile belirlenen bir makam olduğuna, dolayısıyla da Hz. Peygamber'in halifesinin bizzat Allah tarafından tayin edilmesi gerektiğine inanmaktadırlar. Ehlisünnet ise, bu makamda oturacak kişinin seçimle belirleneceğine, dolayısıyla da Hz. Peygamber'den sonra ümmetin ülke işlerini idare etmek için birini seçmesi gerektiğine inanmaktadır.

Sosyolojik Değerlendirmeler, Hilâfet Makamının Tayin lie Olduğuna Şahittir

Şia âlimleri, hilâfet makamının tayin ile olması ge-rektiği hakkında kendi itikadî kitaplarında birçok delil beyan etmişlerdir. Fakat biz burada, konuya bir de şu açıdan yaklaşmak istiyoruz: Bize göre, risalet asrında dünyaya hâkim olan şartların tahlili, Şia'nın inancının doğruluğunu ortaya koymaktadır. Risalet asrında İslâm-'ın izleyeceği iç ve dış siyasetin doğru bir analizi, Hz. Peygamber'in halifesinin Allah'ın emriyle Peygamber ta-rafından seçilmesini gerektiriyordu. Zira İslâm toplumu, sürekli olarak bir şer üçgeni (Roma Imparatorluğu, İran Şahlığı ve Münafıklar) tarafından tehdit edilmekteydi. Böyle bir durumda ümmetin maslahatı Hz. Peygamber'in siyasî bir önder tayin ederek bütün ümmeti dış düş-manlar karşısında bir safta toplamasını, düşmanın Islam toplumuna nüfuz edip sulta kurmasmm zeminini or-tadan kaldırmasını gerektiriyordu.

Bu Konunun Beyanı
Bu tehlikeli üçgenin bir kenanm Roma Imparatorlu-ğu teşkil ediyordu. Arap Yarimadasi'mn kuzeyinde yer alan bu büyük güç, sürekli Peygamber'in kafasını meş-gul etmişti ve Hz. Peygamber hayatimn son anma kadar Rumlardan yana büyük bir endişe içerisinde olmuştur.
Müslümanların Hıristiyan Rum ordusuyla ilk askerî karşılaşması, H. 8. yılda Filistin topraklarında gerçekleş-ti. Bu karşılaşma, Cafer-i Tayyar, Zeyd b. Harise ve Abdullah b. Revaha'nın öldürülmesi ve İslâm ordusunun acı yenilgisiyle son buldu.
İslâm ordusunun küfür ordusu karşısında geri çe-kilmesi, Kayser ordusunun küstahlaşmasına sebep ol-muş ve her an İslâm merkezine saldirmasi bekleniyordu. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.a), H. 9. yılda büyük bir orduyla Şam sinirlanna doğru hareket etti. Hz. Peygamber, Rum ordusuyla aralarmda çıkabilecek çatışmada Islam ordusuna bizzat komuta etmek istiyordu. Bu baştan sona zahmet ve sıkıntı dolu seferde Islam ordusu eski haysiyetini tekrar elde edebilmiş ve siyasî hayatını yeni-leyebilmişti. Bu nispî zafer, Hz. Peygamber'i ikna etme-mişti. Bu yüzden, hastalanmadan birkaç gün once Islam
ordusunu Üsame komutasında Şam sınırlarına ka-dar gidip Rumlara göz dağı vermekle görevlendirdi.
Bu üçgeninin ikinci kenarını ise, Iran Şahlığı oluştu-ruyordu. İran Şahı Hüsrev Perviz, Hz. Peygamber'in ken-disine mektup göndererek kendisini İslâm'a davet et-mesini içine sindirememiş ve kızgınlığının şiddetinden Hz. Peygamber'in mektubunu yırtmış, elçisini aşağılaya-rak dışarı attırmış ve Yemen valisine, Hz. Peygamber'i yakalamasını, karşı koyduğu takdirde ise öldürmesini yazmıştı.
İran Şahı Hüsrev Perviz, Allah Resulü'nün (s.a.a) zamanında öldü ise de, uzun bir süre Iran'ın sömürgesi olan Yemen bölgesinin İslâm sayesinde bağımsızlığına kavuşması, Iran şahlarımn kolaylıkla kabullenebilecek-leri bir şey değildi. Büyük bir güç olmanın getirdiği gurur ve tekebbür ruhu, İranlı siyasîlerin bu yeni ortaya çıkan güce (İslâm gücüne) tahammül etmelerine müsaade etmiyordu.
Üçüncü tehlike ise, münafıkların tehlikesiydi. Bun-la r, sürekli düşmanın beşinci kolu olarak Müslümanlar arasında bölücülük yapmak ve kötülük çıkarmakla meşgul idiler. Hatta Hz. Peygamber'in canına bile kas-tetmiş ve onu Tebûk'ten Medine'ye dönerken öldürmek istemişlerdi. Bunlar, Allah Resulü'nü öldürürlerse, İslâm hareketinin sona ereceğini düşünüyorlardı.1
Münafıkların yıkıcı gücü, Kur'ân'ın Âl-i Imran, Nisâ, Mâide, Enfâl, Tevbe, Ankebût, Ahzâb, Muhammed, Fetih, Mücâdele, Hadîd, Münâfıkûn ve Haşr surelerinde zikredi-lecek kadar büyüktü.2
Islâm'a pusu kuran böylesine güçlü bir düşman kar-şısında İslâm Peygamberi'nin bu yeni kurulmuş İslâm toplumu için dinî ve siyasî bir önder tanıtmaması doğru olur muydu?!

Sosyolojik değerlendirmeler, Hz. Peygamber'in Müs-lümanlar için bir önder ve lider tayin ederek kendisinden sonra her türlü ihtilâfı ortadan kaldırmasını, sağlam ve temelli bir savunma hattı oluşturarak Islâm toplumunu sigortalamasını gerektiriyordu. Çünkü ancak bu şekilde Hz. Peygamber'den sonra çıkabilecek her türlü kötü ve tatsız olaylara engel olunabilir, her grubun, "Emir bizden olmalıdır." demesinin önüne geçilebilirdi.

Bu sosyal realiteler, bize, Hz. Peygamber'den sonra önderlik makamının tayin yoluyla olması gerektiği görü-şünün daha gerçekçi ve doğru olduğunu göstermektedir.
 
Allah Resulü'nün Kendisinden Sonraki Lideri Tayin Ettiğinin Kanıtları
Bu toplumsal şartlar doğrultusunda ve başka açılar-dan Allah Resulü (s.a.a.), peygamberliğin ilk günlerinden ömrünün son günlerine kadar her firsatta hilâfet konu-sunu gündeme getirmiş ve kendisinden sonraki halifesi-ni, hem peygamberliğin başlangıcında -akrabalarına peygamberliğini ilân etme münasebetiyle düzenlediği merasimde-, hem de ömrünün son günlerinde -Veda Haccı'ndan dönerken Gadir-i Hum'da-ve hayatı boyunca çeşitli münasebetlerde tayin etmiş, tanıtmıştır. Biz,
İslâm güneşinin doğduğu yıllardaki toplumsal şart-lar göz önünde bulundurularak Hz. Peygamber'in Mü-minlerin Emiri Ali'yi kendi halifesi olarak tayin ettiğini bildiren sözlerine müracaat edildiğinde, hilâfet maka-mının ilâhî tayin ile olmasının zorunlu ve kaçınılmaz ol-duğu görülecektir.
 
NEDEN İMAMET MAKAMI, RİSALET MAKAMINDAN DAHA BÜYÜKTÜR?

Cevap: Bu soruya cevap verebilmek için önce, Kur-ân ve hadislerde yer alan "nübüvvet", "risalet" ve "ima-met" kavramlarının dakik anlamlarını açıklamak gerekir ki, bu sayede imamet makamının diğer iki makamdan üstün olduğu ortaya çıksın.

1- Nübüvvet Makamı
"Nebi" kelimesi, önemli haber anlamına gelen "nebe" kökünden türemiştir. Buna gore lügatteki anlamı itibariyle "nebi", "büyük bir haber taşıyan" veya "önemli bir haber veren" kimse demektir(Eğer "nebi" kelimesinin sözlükteki kökü, lâzım ise, bi-rinci, anlama; müteaddi ise, ikinci anlama gelir.)
Farsça'da (ve Türkçe'de) peygamber olarak tercüme edilen bu kelimenin, Kur'ân literatüründeki anlamı ise, yüce Allah'tan çeşitli şekillerde vahiy alan ve ortada başka bir insanın aracılığı olmaksızın Allah'tan haber ge-tiren haberci demektir. Âlimler bu kavramı şöyle tanım-lamışlardır:
"Nebi; bir insanın aracılığı olmaksızın Allah'tan vahiy alıp, onu insanlara bildiren kimsedir."2(Şeyh Tusî, er-Resail'ul-Aşr, s.lll)

Buna göre, "nebi"nin görevi, vahyi algılama ve ken-disine ilham edilen şeyleri insanlara bildirme çerçevesiy-le sinirhdir. Kur'ân-ı Kerim, bu konuda şöyle buyuruyor: "Allah, peygamberleri müjdecilerve uyarıcılar olarak gönderdi."(Bakara, 213)

2- Risalet Makami
"Resul" kelimesi, vahiy literatüründe, Allah'tan vahiy alma ve haber vermenin yamnda, Allah'm mesajmi insanlara ulaştırmakla görevlendirilen kimse anlamında-dir.

Kur'ân-ı Kerim, bu konuda şöyle buyuruyor:

"Eğer yüz çevirecek olursanız bilin ki, resu-lümüze (elçimize) düşen, sadece açıkça tebliğ etmektir."(Mâide, 92)
Buna göre, "risalet" makami, "nebi"ye bağışlanan baş-ka bir makamdır. Başka bir ifadeyle; "nubuwet" ve "ri-salet" kavramlanndan her biri, Allah'tan vahiy alan peygamberlerin bir özelliğine işaret etmektedir. Şöyle ki:
Peygamberler, vahyin algılayıcıları ve taşıyıcıları ol-malari hasebiyle "nebi", bu vahyi insanlara ulaştırmakla yükümlü olmaları hasebiyle de "resul" olarak adlandi-rılmaktadırlar.

Bu açıklamalardan şu sonucu alıyoruz:

Peygamberler, "nubuwet" ve "risalet" çerçevesinde kaldıkları müddetçe, sadece helâl ve haramları ilân eden, insanlara hayir ve saadet yollanni gösteren ve Allah tarafmdan haber getirmek veya iletmekle görevlen-dirildikleri mesajı ulaştırmaktan başka hiçbir sorumlu-lukları olmayan yol gösterici kimselerdir.

3- İmamet Makamı
"İlâhî imamet" makamı, Kur'ân-ı Kerim açısından adı geçen iki makamdan apayrı ve toplumu idare etme, yönetme ve doğru yola iletme dogrultusunda daha geniş yetkilerle donatılmış olmayi gerektiren bir makamdir.
Şimdi Kur'ân'ın nuranî ayetleri ışığında bu konudaki açık delilleri gözden geçirelim:
1- Kur'ân-ı Kerim, Halil Ibrahim Peygamber'e imamet makamının verilmesiyle ilgili olarak şöyle buyuru-yor:
"Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle sı-nayıp, o da onları tam olarak yerine getirince, 'Ben, seni insanlara imam kılıyorum.1 demişti. 0, 'Soyumdan da.' deyince."Bakara, 124
Kur'ân'ın bu ayeti ışığında iki gerçek açıkça ortaya çıkmaktadır:

a) Mezkur ayet, açık bir şekilde imamet kavramının nübüvvet ve risalet kavramlarmdan ayrı olduğuna tanık-lık etmektedir. Zira Ibrahim (a.s) ayette sözü edilen ilâhî imtihanlara -ki bu imtihanlardan biri de, oğlu Ismail'i kurban etmeye karar vermesi idi- tâbi tutulmadan yıllar önce nübüvvet makamına nail olmuştu. Bu konu aşağı-daki delille sabittir:
Hepimizin bildiği gibi yüce Allah, Ibrahim'e yaşlılık döneminde Ismail ve Ishak adında iki çocuk ihsan etti. Zira Kur'ân-ı Kerim, İbrahim'den naklen şöyle buyurmak-tadır:
"Kocamışken bana Ismail ve İshak'ı veren Al-lah'a hamd olsun."İbrâhîm, 39
Buradan şunu anlıyoruz: Allah'ın Ibrahim'e imamet makamını vermesine yol açan o zor imtihanlardan biri, yani İsmail'i kurban etme kararı, Hz. İbrahim'in ömrününson zamanlarında vuku bulmuştur ve İbrahim, ömrünün son yıllarında insanlara imamhk etme makamma nail olmuştur. Oysa ibrahim, bundan yıllar önce nübüvvet makamma sahipti. Zira zürriyet sahibi olmadan once de nübüvvetin nişanesi olan ilâhî vahiy kendisine iniyordu.(Bu konuda Sâffât, 99-102. ayetler ile Hicr, 53-54. ayet-ler ve Hud, 70-71. ayetlere müracaat ediniz.)

b) Bakara, 124 "Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle sınayıp." ayetinden, "ilâhî imamet", toplumun önderliği ve ümme-tin liderliği makammm nubuwet ve risalet makammdan daha üstün olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Zira Kur'ân'ın da tanıklık ettiği üzere İbrahim'in, nubuwet ve risalet makamma nail olmakla birlikte, imamet makamma nail olmak için çok zor ve dayanılmaz imti-hanlardan başa-rıyla çıkması gerekiyordu. Bu konunun hikmeti de çok açıktır. Zira ilâhî imamet makamı, vahyi algılama ve risaleti tebliğ görevinin yanı sıra toplumu yönetme, top-luma önderlik yapma, insanlan kemal ve saadete ulaş-tırma gibi çok önemli görevleri de içermektedir. Şüphe-siz, böyle bir makam, çok hassas ve büyük bir makam-dir. Bu makami elde etmek, ancak birçok da-yanilmaz imtihandan başarıyla çıkmakla mümkündür.

2- Yukarıdaki ayette, yüce Allah'ın, ibrahim'i büyük imtihanlardan geçirdikten sonra ona imamet ve toplumu idare etme makammi verdiği ve Hz. ibrahim'in bu makami zürriyetine ve çocuklarına da vermesini Allah'-tan dilediği ifade edilmektedir.
Bu ayeti Kur'ân'ın diğer ayetlerinin yanında mütalâa ettiğimizde, yüce Allah'ın ibrahim'in duasını kabul ettiği ve böylece nubuwet makammm yam sıra topluma on-derli etme ve ümmeti yönetme makammi da onun salih ve ehliyetli çocuklarına bağışladığı ortaya çıkmaktadır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim, bu konudaşöyle buyurmaktadır:

"Biz, İbrahim'in zürriyetine kitap ve hik-met verdik, ayrıca onlara büyük bir hükümranlık bahşettik." Nisâ, 54
Önceki ve bu ayetten şunu anlıyoruz: İmamet ve top-lumun önderliği makamı, nübüvvet makamından ayrı bir makamdır ve Allah-u Teala bu makamı, peygamberi İb-rahim'e birçok zor ilâhî imtihandan geçtikten sonra vermiştir. 0 da, Allah'tan bu makamı soyuna da verme-sini istemiş, Allah da bu yüce makamı, sadece ibrahim'in soyundan adil olan kimselere vereceğini bildirmiş ve onlara risalet ve nübüvvetin işareti olan kitap ve hikme-tin yanı sıra büyük bir hükümranlık (imamet ve önderlik) da vermiştir ve böylece İbrahim'in duası kabul olmuştur. Nitekim ibrahim'in soyundan bazılarının, örneğin Yusuf, Davud ve Süleyman'ın nübüvvet makamının yanı sıra, hükümet, liderlik ve toplum önderliği makamına da se-çildiğini görmekteyiz.
Bu açıklama ile, imamet makamının nübüvvet ve risalet makamından ayrı bir makam olduğu ve sorumlu-lukları ve yetkilerinin genişliği hasebiyle de oldukça de-ğerli ve yüce bir makam olduğu ortaya çıkmaktadır.

İmamet Makamının Yüceliği
Buraya kadar söylediğimiz sözlerden şu husus iyice açıklığa kavuşmuş oldu: Nebi ve resul, nübüvvet ve risaletin taşıyıcısı olmasi hasebiyle sadece hatirlatmada bulunmak ve yol göstermekle mükelleftir. Ancak nebi veya resul, eğer imamet makamına ulaşırsa, daha üstün bir sorumluluk üstlenerek ilâhî programları hayata ge-çirmek, örnek ve mutlu bir toplum yaratmak için mu-kaddes şeriatın emirlerini icra etmek ve ümmetini iki ci-hanlarının saadetini temin edecek bir yola sevk etmekle görevli kılınır.

Açıktır ki böyle önemli bir görevi üstlenip gereğini yerine getirmek, büyük bir manevîgücü, özel bir liyakati, dayanılmaz zorluklarla baş etmeyi, nefsanî eğilimlere boyun eğmemesi ve Allah yolunda büyük fedakârlıklar yapmayi ve sabretmeyi gerektirir ve ilâhî bir aşk olmak-sızın, ilâhî rızayı her şeyin üstünde tutmaksızın asla bu görev başarıyla yerine getirilemez. Bu yüzden yüce Allah, Ibrahim Peygamber'i pekçok dayanılmaz imtihandan geçirdikten sonra ömrünün son yıllarında imamet makamma getirmiştir. Yine bu yüzden Allah-u Tealâ, büyük İslâm Peygamberi gibi örnek ve seçkin bir şahsiyeti, ümmetin imameti ve önderliği makamına getirmiş, top-lumun önderliğini ve yönetimini ona ihsan etmiştir.

Nübüvvet ve İmamet Arasında BirGereklilikVar Mıdır?
Burada şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz: "Acaba nü-büvvet makamına ulaşan her peygamberin mutlaka imam olmasi gerekir mi veya imamet makamma ulaşan bir kimsenin mutlaka peygamber olmasi gerekir mi?
Her iki sorunun da cevabı olumsuzdur. Şimdi vahiy mantığı ışığında bu konuyu aydınlatmaya çalışalım.
Talut ve onun zalim Calut ile savaşması hakkında nazil olan ayetlerden anlaşıldığına göre, Hz. Musa'nm ve-fatmdan sonra yüce Allah, nubuwet makammi, isminin Şemuil olduğu söylenen bir peygambere; imamet, on-derlik ve hükümet işini de Talut'a vermiştir. Şimdi olayın detayına geçelim.
Hz. Musa (a.s) vefat ettikten sonra İsrailoğullan'n-dan bir grup, kendi dönemlerinin peygamberine şöyle dediler: "Bize bir hükümdar seç ki, onun komutasmda Allah yolunda savaşalım." Peygamberleri, onlara şöyle dedi:
"Allah, Talut'u size hükümdar olarak görev-lendirmiştir, dedi. Onlar, 'Biz hükümdarlığa on-dan lâyık iken ve ona bol bir mal verilmemişken, o, bize hükümdar olmaya nasıl lâyık olabi-lir?' dediler. Peygamberleri, 'Allah, onu size ter-cih etmiş, bilgice ve vücutça onun gücünü ar-tırmıştır. Allah, mülkünü (hükümdarlığı) diledi-ğine verir. Allah, herşeyi kaplar ve bilir.1 dedi."Bakara, 247

Yukarıdaki ayetten şu önemli hususular anlaşılmak-tadır:
1- Bazen birtakim sebepler, nübüvvet makamı ile i-mamet ve yöneticilik makamının birbirinden ayrilmasim ve nübüvvet makamının birine, hükümet ve yöneticilik makamının da başka birine verilmesini gerektirebilir; her biri, kendisine verilen makama lâyık görülebilir. Bu iki makamm birbirinden ayn olmasimn mümkün olduğu içindir ki İsrailoğulları, "Ey Peygamber! Sen ondan daha lâyıksın." diye itiraz etmemişler, "Biz ondan daha lâyı-ğız." diye itirazda bulunmuşlardır.

2- Talut'a verilen makam, Allah tarafmdan kendisine verilmiş bir makamdi. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmuştur:
"Allah, Talut'u size hükümdar olarak görev-lendirmiştir."
Yine şöyle buyurmuştur:
"Allah, onu size tercih etmiştir."

3- Talut'un ilâhî makam ve mevkii, ordu komutanh-ğında özetlenmiyordu. Bilâkis o, Israiloğullan'nın hü-kümdarı idi. Zira Allah-u Tealâ "hükümdar olarak" bu-yurmuştur. Yani, Allah onu devlet başkanı ve yöneticisi kılmıştı. Gerçi o gün bu yöneticilikten maksat, Allah yo-lunda cihatta Israiloğullan'na önderlik yapmak idi; ama o, bulunduğu makam itibariyle devleti ilgilendiren diğer işleri yapma yetkisine de sahiptir. Nitekim ayetin so-nunda şöyle buyurmuştur:

"Allah, mülkünü (hükümdarlığı) dilediğine ve-rir."

4- Toplumu yönetme ve ümmete imamet ve önder-lik yapma makamının en önemli şartı, geniş bir ilme sa-hip olmak ve gerekli bedensel ve ruhsal güce sahip ol-maktır. Özellikle bu şart, o zamanlarda ordusuyla birlikte hareket ve çaba içinde olması gereken yöneticiler için daha da gerekliydi.Üstat Cafer Sübhanî'nin "Menşur-i Cavid-i Kur'ân" adlı eserinden iktibas.

Bütün bu verilen bilgilerden, nübüvvet ve imamet makamları arasında bir ayrılmazlık ve gerekliliğin söz konusu olmadığı ortaya çıkmaktadır. Buna gore, nübüv-vet makamına ulaşan birisinin ümmetin yöneticilik gö-revini üstlenecek imamet makamına sahip olmamasi veya Allah tarafmdan toplumu idare ve yönetmekle go-revlendirilmiş olduğu hâlde peygamber olmamasi pekâ-lâ mümkündür. Elbette bazen yüce Allah, her iki maka-mı, her ikisine de liyakatı olan tek bir kişiye de verebilir. Nitekim Kur'ân-ı Mecid, şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın izniyle onları bozguna uğrattılar ve Davud, Calut'u öldürdü. Allah, ona hükümranlık ve hikmet verdi ve ona dilediğinden öğretti."Bakara, 251
 
ALİ B. EBÎTALİB'İN (A.S) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.A) VASİSİ VE HALİFESİ OLDUĞUNUN DELİLİ NEDİR?

Cevap: Önceden de belirttiğimiz gibi Şia, hilâfet ma-kaminin ilâhî tayin ile oluşu hususunda köklü bir inanca sahiptir. Bu bağlamda Şia, Hz. Peygamber'den sonra imamet makammm bazı açılardan nübüvvet makamma benzediğine inanmaktadır. Nasıl ki peygamberi Allah tanıtıyorsa, aynı şekilde peygamberin vasisi de aziz ve yüce Allah tarafmdan tayin edilmelidir.
Allah Resulü'nün (s.a.a) hayat tarihi de, bu ilkeye tamkhk etmektedir. Zira Hz. Peygamber çeşitli yerlerde Ali'yi (a.s) kendi halifesi olarak tayin etmiştir. Biz burada sadece üç örneğini vermekle yetineceğiz:

1- Bi'setin Başlangıcında
Hz. Peygamber (s.a.a), Allah tarafmdan, "En yakin akrabalanm uyar."Şuarâ,214 ayeti gereğince akrabalarını tevhid dinine davet etmekle görevlendirilince, akrabalanm top-ladi ve onlara hitaben şöyle buyurdu:
"Her kim bana bu yolda yardımcı olursa, o benim vasim, vezirim, yardimcim ve halifem olacaktir."
Hz. Peygamber'in (s.a.a) ifadesi şöyledir:

"Sizden kirn kardeşim, vezirim halifem ve içinizdeki vasim olmak üzere bana bu işte yar-dımcı olur?"
Bu melekutî çağrıya olumlu cevap veren tek kişi, Ebu Talib oğlu AN (a.s) oldu. Bunun üzerine Allah Resulü akrabalarına dönerekşöyle buyurdu:
"Şüphesiz bu benim kardeşim, vasim ve içi-nizdeki halifemdir, onu dinleyin ve ona itaat e-din." Tarih-i Taberî, c.2, s.62-63; Tarih-i Kâmil, c.2, s.40-41; Müs-ned-i Ahmed, c.l, s.lll; İbn-i Ebi'l-Hadid, Şerh-u Nehc'il-Belâğa, c. 13, s.212-215

2- Tebûk Savaş'ında
Hz. Peygamber (s.a.a) Ali'ye şöyle buyurdu:
"Harun Musa'ya göre ne idiyse, sen de bana göre o olmak istemez misin? Yalniz benden sonra peygamber yoktur."Siret-ü İbn-i Hişam, c.2, s.520; İbn-i Hacer, es-Savaik'ul-Muh-rika, 9. bab, 2. fasıl, s.121, Mısır, ikinci baskı.

Hz. Peygamber (s.a.a) bu sözüyle şunu söylemek is-tiyordu: Nasıl ki Harun, Musa'nm halifesi ve vasisi idiyse, sen de benim halifem ve vasimsin.

3- Hicret'in Onuncu Yilmda
Allah Resulü (s.a.a) Veda Haccı'ndan dönerken Ga-dir-i Hum denen yerde Ali'yi (a.s) kalabahk bir topluluk içinde Müslümanların ve müminlerin velisi olarak tamtti ve şöyle buyurdu:
"Ben kimin mevlâsı isem, bu AM de onun mev-lâsıdır."
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus, Hz. Pey-gamber'in (s.a.a) sözünün başlangıcında, "Ben size ken-di nefsinizden daha ev/â değil miyim?" diye buyurmasi ve Muslumanlarm da hep birlikte onu tasdik etmiş olma-larıdır. Buna göre şöyle demek gerekir ki Hz. Peygam-ber'in, bu hadiste "mevlâ" kelimesinden maksadı, mü-minlere evlâ olma, onlar üzerinde yetki sahibi olma, on-ların işlerini idare etme makamıdır. Yine şu netice ah-nabilir ki Hz. Peygamber (s.a.a), kendi sahip olduğu evlâ-lık makamını AN (a.s) için de sabit kılmıştır. Nitekim o gün Hasan b. Sabit tarihî Gadir olayını şiire dökmüş ve şöyle haykır-mıştı:

Gadir-i Hum gününde seslendi nebileri Kulak verip dinledi cümlesi o serveri "Mevlânız kimdir" dedi, "ve de size peygamber?"
Sessiz kalan olmadı, haykırdılar beraber: "İlâh'ın Mevlâmızdır, sen de bizim nebimiz Velâyet karşıtına rastlamazsın şüphesiz." Işte o an seslendi: "Kalk ayağa ya AN! Benden sonra imamsm, sensin hidâyet yolu Ben kime me via isem, velisi AN onun Ona sidk ile uyun, onu gönülden sevin." Sonra "Allâh'ım!" dedi, "Sev Ali'yi seveni Ona düşman olanın, düşmanı ol İlâhi!"1Harezmî el-Malikî, el-Menakıb, s.80; Sibt b. el-Cevzî el-Ha-nefî, s.20; Gencî eş-Şafiî, Kifayet'ut-Talib, s.17 ve diğer kaynaklar

Burada Hz. Peygamber şöyle dua etti:
"Allahim, Ali'nin dostuna dost ol! Ona düş-man olana da düşman ol."
Gadir hadisi, Şia âlimlerinin yam sıra üç yüz altmış Ehlisünnet âliminin de naklettigi mutevatir hadislerden biridir.
Bu hadis, çeşitli senetlerle yüz yirmi sahabîden nakledilir. Büyük Islam alimlerinden yirmi altı kişi de, bu hadisin senetleri ve kanalları hakkında müstakil kitap yazmıştır.
Müslümanların meşhur tarihçisi Ebu Cafer Taberî, bu hadisin senetlerini ve kanallarını iki büyük ciltte bir a ray a toplamıştır. Daha fazla bilgi için el-Gadir kitabına müracaat edebilirsiniz.
 

Abidin1

Well-known member

İlginç gerçekten, sn. ümmüebiha bu verdiğiniz linki sık kullanılanlara kaydettim. Uygun bir zaman da inceleyeceğim. Fakat nasıl bu kadar farklı olur. Sorularla İslamiyet sitesi de en bilindik sitelerdendir.

Ayrıca Mehdi inancı gerçek olsa İmam Zeyd'in bunu söylemesi gerekirdi. Çünkü onun ilk hocası İmam Zeynel abidindi. Onun da ilk Hocası İmam Hüseyindi. O ise direk ilim şehriyle ve kapısıyla ilişkideydi. Bu inanç imanın gerekliliği olsa bunu açıkça söylerlerdi. Aralarında görüş farkı olmazdı.
Fakat dediğiniz siteyi de ayrıntılı inceleyeceğim.
Saygılar..
 

Eclairs

Active member
kucuk bir eklemede biz yapalim kardes, saglam kaynaklardan,

Şia ve Hz. Ali'nin halifeliği konusundaki iddiaları...

Hz. Osmanın şehit edilmesinden sonra İslam aleminde büyük çalkantılar yaşanır. Şam valisi Hz. Muaviye, Hz. Osmanın katilleri bulunana kadar Hz. Aliye biat etmeyeceğini söyler. Gelişen olaylar zinciri sonucunda, müslümanlar arasında Cemel ve Sıffin savaşları olur. Bu savaşlarda binlerce müslüman hayatını kaybeder.

İşte bu çalkantılar, fitneler içinde Hz. Ali yanında yer alanlara, "taraftar" anlamında "şii" denilmiştir. Bu ilk şiilerin (şiay-ı ula) Hz. Ebubekir ve Hz. Ömeri reddetme gibi bir durumları yoktur. Fakat daha sonra şiilik yeni bir boyut kazanarak, ehl-i sünnet ve cemaatten ayrı müstakil bir fırka, hatta fırkalar görünümünü kazanmıştır. Bu fırkalardan bir kısmı Hz. Alinin nübüvvetine, hatta ilahlığına kadar işi götürmüşlerdir. Bunlara ğulat-ı şia denir.

İmamiye şiası "imamet nassla olur" görüşünü kabul eder. Onlara göre, Hz. Alinin ilk halife olması gerekirdi. Fakat bu hak kendisinden gasbedilmiştir. Günümüz şiileri ekseriya bu grupta yer alır.


Zeydiye, şii fırkalarının en mutedilidir. Bunlar Hz. Alinin ilk halife olması gerektiğini söylemekle beraber, diğer üç halifenin hilafetini reddetmezler. "Efdal varken mefdulün imameti caizdir" derler. Ehl-i sünnete en yakın şii fırkası olan Zeydiye, günümüzde Yemende devam etmektedir. (1)

Şiaya göre "imamet halka havale edilecek küçük bir maslahat meselesi olmayıp, bir usül meselesidir, dinin bir rüknüdür. Peygamberin böyle bir meseleden gaflet etmesi veya bunu ümmete havale etmesi caiz değildir. Dolayısıyla Hz. Peygamberden sonra yerine geçecek halife muayyendir ve bu nassla sabittir." (2)

İslam alimlerinin ekserisi ise, bu konuda nass olmadığını söylerler. Bazıları, Hz. Ebubekir hakkında hafi veya celi (gizli veya aşikar) nass olduğunu kabul eder ve Hz. Peygamberin vefatı öncesi namazda Hz. Ebubekiri imam yapmasını buna bir alamet olarak görürler. Şüphesiz bu büyük meselede açık bir nass olsa meşhur olurdu ve Hz. Peygamberin yakınında bulunan sahabelerce bilinirdi. O zaman bu meselede bir tereddütleri kalmaz, ihtilafa düşmezlerdi. (3)

Hz. Alinin ilk halife olması gerektiğini iddia eden şia, bazı nassları buna delil olarak kullanırlar. Mesela,

1-"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Şayet yapmazsan Onun risaletini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır." (4)

Ayetin ifadesinde Hz. Alinin hilafetiyle ilgili hiç bir şey yoktur. Şevkaninin de belirttiği gibi, ayet umum ifade etmektedir. (5) Yani, "rabbinden sana ne indirilmişse, hepsini tebliğ et" demektir. Nitekim Hz. Aişe, "her kim Muhammed kendisine indirilenlerden bir şey gizledi derse, yalan söylemiş olur" demiş ve üstteki ayeti okumuştur. (6)

Durum böyle iken, şia bazı zayıf ve uydurma rivayetlere dayanarak, (7) mezkur ayetin Hz. Alinin hilafetini bildirdiğini söyler. Halbuki bu iddialarıyla Hz. Peygamberi görevini tam yapmamakla itham etmektedirler. Zira ayet eğer onların anladığı gibiyse, Hz. Peygamber bunu tebliğ etmeden gitmiş demektir.

2-Hz. Peygamber bir sefere (Süyutinin rivayetinde Tebük seferine) giderken yerine Hz. Aliyi bırakır. Hz. Ali, "beni kadın ve çocuklarla mı bırakıyorsun?" deyince Hz. Peygamber şu cevabı verir: "Benimle Hz. Musa ve Harun misali olmak istemez misin? Ancak şu var ki, benden sonra peygamber yoktur." (8)

Hz. Peygamberin cevabında Hz. Musanın Tura gidiş olayına işaret vardır. Hz. Musa, yerine kardeşi Harunu bırakarak Tura gitmiştir. Hz. Harun da kardeşi Musa gibi bir peygamberdir.

Üstteki rivayetten Hz. Alinin faziletine istidlalde bulunmak son derece makuldür ve buna kimsenin bir itirazı da yoktur. Fakat bu rivayetten "ilk halife Hz. Ali olmalıydı" neticesine varmak tekellüflü bir tevildir. Zira Hz. Peygamber sefere giderken Hz. Aliden başkalarını da yerine bırakmıştır. Âmâ Abdullah b. Ümmi Mektum bunlardan biridir. (8)



3-"Bera b. Azib anlatıyor: "bir seferde ⁄adir-i Humda konakladık. Namaza nida olundu... Namazdan sonra Hz. Peygamber Hz. Alinin elini tuttu. "Ben kimin efendisiysem Ali de onun efendisidir. Allahım, ona dost olana dost, düşman olana düşman ol" dedi." (9)

Bu rivayet sahih olarak kabul edilse bile, buradan Hz. Alinin ilk halife olması lüzumunu anlamak mümkün değildir. (10) Çünkü Hz. Ali gerçekten müslümanlar içinde en seçkin kimselerden biridir. Cesaretiyle, Allahın Arslanı ünvanını taşır. Şah-ı velayet makamına sahiptir. Bunlar gibi seçkin özellikleri sebebiyle tarih boyunca bütün müslümanların efendisi olmuştur. Alusinin dediği gibi, şayet Hz. Peygamber yerine halife olarak Hz. Aliyi bırakmak istese, "ey insanlar! Bu, benden sonra idareciniz, emirinizdir. Dinleyin itaat edin" derdi. (11) Böyle bir emir ise, havada kalmaz, mutlaka yerine getirilirdi. "Anam babam sana feda olsun" diyen sahabilerin, böyle ciddi bir konuda Paygamberin sözünü dinlememeleri elbette düşünülemez. Nitekim, "benden sonra size Ömeri tavsiye ederim" diyen Hz. Ebubekirin isteği yerine getirilmiş, müslümanlar Hz. Ömere biat etmişlerdir. (12)

4-Şianın temessük ettiği rivayetlerden biri de şudur: "Hz. Peygamber, vefatı öncesi hastalığı ilerlediğinde "bana kalem kağıt getirin, size benden sonra sapmamanız için vasiyet yazdırayım" der. Hz. Ömer, "peygamberin rahatsızlığı şiddetlendi. Allahın Kitabı bize kafidir" deyince ileri geri konuşmalar olur. Hz. Peygamber, "kalkın yanımdan, der. Benim yanımda niza (çekişmek) yakışmaz." (13)

Şianın iddiasına göre Hz. Peygamber yerine Hz. Alinin geçmesini yazdırmak istemiş, Hz. Ömer ise buna engel olmuştur. (14) Halbuki, mezkur rivayette asla buna bir delalet yoktur. Rivayeti o tarzda değerlendirmek, tekellüftür, zorlamadır.

5-"De ki: Yaptığım tebliğe karşı ben sizden yakınlık sevgisi dışında bir ücret istemiyorum." (15)

Bir rivayette, ayet nazil olunca Hz. Peygambere "ya Rasulallah, sevmemiz vacip olan yakınların kimlerdir?" diye sorulmuş, Hz. Peygamber, "Ali, Fatıma ve oğulları" cevabını vermiş. (16)

Bu ayet şia tarafından Al-i Beyt sevgisine bir delil olarak zikredilir. Bunu işari bir mana olarak kabul etmek mümkün olmakla beraber, ayetin sarih manasında buna bir delalet yoktur.

İbn-i Abbasa bu ayetten sorulur. Daha cevap vermeden, orada bulunanlardan Said b. Cübeyr, "Al-i Muhammed" deyince, İbn-i Abbas "acele ettin, der. Çünkü Kureyşin hiçbir ailesi yoktur ki Hz. Peygamberin onlara akrabalık bağı olmasın. Ayetin manası "hiç olmazsa yakınlık hakkını gözetin" demektir." (17)

İbnu Kesir, ayetin yorumunda şu manaya dikkat çeker: "Bana yardım etmiyorsanız, hiç olmazsa aramızda olan akrabalık sebebiyle eziyet etmeyin." (18)

Kendisinin şu yorumu da gerçekten zikre şayan bir incelik arz eder: "Ayetten muradın "Hz. Ali, Fatıma ve oğullarıdır" şeklindeki rivayet senet olarak zayıftır. Ayrıca, sure Mekki surelerdendir. Mekkede ise Hz. Fatımanın çocukları yoktu. Hz. Ali ile evlilikleri hicretin ikinci yılında Bedir Savaşı sonrası olmuştur. Ancak bu rivayeti kabul etmemek, Al-i Muhammede sevgi beslememek anlamında değildir. Çünkü onlar temiz bir zürriyetten, fahr, hasep ve nesep noktasında yeryüzündeki en şerefli evden gelmişlerdir." (19)

Fahreddin Razi, "Ehl-i Beytim Nuhun gemisine benzer. Binen kurtulur" ve "Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uysanız hidayete erersiniz" (20) rivayetlerini nazara verip şu yorumu yapar:
"Şimdi biz mükellefiyet denizindeyiz. Şüphe ve şehvet dalgaları bize çarpmaktadır. Denizde yol alan iki şeye muhtaçtır:
1-Sağlam bir gemi.
2-Işık saçan yıldızlar.

İşte, böyle bir gemiye binen ve yıldızlara bakarak yol alanların kurtulma ümidi fazla olur. Ehl-i Sünnet, Ehl-i Beyte muhabbet gemisine binmiş, sahabe yıldızlarına bakarak yol almaktadır." (21)

Ehl-i Sünnetin Ehl-i Beyti sevmeme diye bir problemi yoktur. Her namazın teşehhüdünde onlara dua ederiz ve onları ciddi severiz. (22) Ehl-i Sünnet arasında "Ali, Hasan, Hüseyin, Fatıma..." gibi isimler son derece yaygındır.

İmam-ı Şafii bir beytinde şöyle der: "Al-i Muhammedi sevmek şayet rafizilikse, bütün ins ve cin şahit olsun ki, ben rafiziyim." (23)

Fakat Alusinin de dikkat çektiği gibi, insanların çoğu Ehl-i Beyt konusunda ya ifrat veya tefrittedir. Ortası ise, sırat-ı müstakimdir. (24)

Ehl- i Beyt Hz. Peygamberin aile efradıyla ilgili kullanılan bir ifade olup, hane halkı manası taşır. Bu kelime Kuranda iki ayette geçer: Bunlardan birisi Hz. İbrahimin hane halkıyla ilgilidir. (25) İkincisi ise, Hz. Peygamberin hanımlarına hitap eden ayetlerin devamında gelir ve şöyle der:
"Evlerinizde oturun ve evvelki cahiliyye tarzında açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekatı verin. Allaha ve Rasulüne itaat edin.

Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor." (26)

Hamdi Yazır, ayetin açıklamasında şianın ifrat bir durumuna şöyle dikkat çeker:

"Şia, ayetin mevzuunu teşkil eden ezvac- ı tahiratı (Hz. Peygamberin hanımlarını) dahi hesaba almayarak, Ehl-i Beytin Hz. Peygamberin kendisiyle, Hz. Ali, Hasan, Hüseyin ve Fatımadan ibaret olduğunda israr etmek istemişler ve bu yüzden İslam tarihinde çok büyük gürültüler çıkarmışlardır. "Selman Bendendir, ehl-i beytimdendir"(27) hadisiyle özel intisapla Selman-ı Farisi bile Ehl-i Beytten sayıldığı halde, Peygamberle beraber beytutet eden hanımlarının Ehl-i Beytten hariç sayılması ne garip bir taassuptur." (28)

Hz. Peygamber, Ehl-i Beytiyle ilgili bir sözünde şöyle der: "Size iki şey bıraktım. Onlara sarıldığınız müddetçe asla sapmazsınız: Allahın Kitabı ve Ehl-i Beytim." (29)

Said Nursi, risalet vazifesi noktasında Ehl-i Beytten muradın Hz. Peygamberin sünnet-i seniyyesi olduğunu söyler. "Çünkü sünnet-i seniyyeye ittibaı terkeden hakiki Al- Beytten olmadığı gibi, Al- Beyte hakiki dost da olamaz." (30)

Hz. Peygamberin, kızı Fatımaya "ey Fatıma! Amelinle kendini ateşten kurtar. Yoksa ben de seni ateşten kurtaramam" şeklindeki hatırlatması unutulmamalıdır. (31) Nitekim, Hz. Nuh ve Hz. Lutun hanımları iman etmedikleri için kurtulamamışlardır. (32) Keza, Nuhun oğullarından biri iman etmeyince, Tufanda boğulanlardan olmuştur. Cenab-ı Hak, Hz. Nuha "o senin ehlinden değildir" der. (33) Şüphesiz bu, nesep itibariyle değil, inanç yönündendir. Peygamber hanımı ve oğlu olmak kurtulmak için yeterli değilse, sadece Al-i Beytten olmakla insanların kurtulacağı elbette iddia edilemez.

Kaynaklar: 1-Bkz. Eşari, Ebul- Hasen, Makalatul- İslamiyyin, Mektebetul- Asriyye, Beyrut, 1990, I, 65-66, 88-89 ve 131; Abdülhamid, İrfan, İslamda İtikadi Mezhepler ve Akaid Esasları, Ter. M. Saim Yeprem, Marifet Yay. İst. 1981, s. 16-57; Kılavuz, Saim, İslam Akaidi ve Kelama Giriş, Ensar Neş. İst. 1993, s. 308-311
2-Şehristani, Muhammed b. Abdulkerim, El-Milel ven- Nihal, Tashih ve Talik: Ahmed Fehmi Muhammed, Darul- Kütübil- İlmiyye, Beyrut, 1992, s. 144-145
3-Taftezani, Saduddin, Şerhul-Makasıd, Alemül-Kütüb, Beyrut, 1989, V, 258-259
4-Maide, 67
5-Şevkani, Muhammed, Fethul- Kadir, Daru İhyait- Türasil- Arabi, Beyrut, ts. II, 59. Ayrıca bkz. Kurtubi, VI, 157
6-Buhari, Tefsir, 5/7; Şevkani, II, 59
7-Bkz. Şevkani, II, 59-60
8-Tirmizi, Menakıb, 20; Süyuti, Celaleddin, Tarihul Hulefa, Darul- Kütübil- İlmiyye, Beyrut, 1988, s. 133
9-Bkz. Hamidullah, Muhammed, İslamın Hukuk İlmine Yardımları, İst. 1962, s. 142-143
10-İbnu Hanbel, IV, 281; Süyuti, Tarihul- Hulefa, s. 134; Alûsî, VI, 192-193
11-Bkz. Onat, Hasan, Emeviler Devri Şii Hareketleri ve Günümüz Şiiliği, TDV. Yay. Ankara, 1993, s. 24
12-Alûsî, Ebul-Fadl, Ruhul-Meani, Daru İhyait-Türasil-Arabi, Beyrut, 1985, VI, 195
13-Süyuti, Tarihul - Hulefa, s. 62-64
14-Buhari, Merda, 17; Müslim, Vesaya, 22; İbnu Hanbel, I, 325
15-Naim, Ahmet, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Diyanet Yay. Ankara, 1982, I, 108. Ahmet Naim, ilgili rivayetleri burada ve devamında çok güzel bir şekilde tahlil etmektedir. Geniş bilgi için oraya bakılabilir.
16-Şura, 23
17-Beydâvî, Kadı, Envarut-Tenzil ve Esrarut-Tevil, Darul-Kütübil-İlmiyye, Beyrut, 1988, II, 362
18-Kurtubi, XVI, 15-16; İbnu Kesir, VII, 187; Süyuti, Dürrül- Mensur, Darul - Mektebil- İlmiyye, Beyrut, 1990, V, 699
19-İbnu Kesir, VII, 187
20-Age. VII, 189
21-Aclûnî, I, 132
22-Râzî, XXVII, 167
23-Râzî, XXVII, 166
24-Alûsî, XXV, 32
25- Hud, 73
26- Ahzab, 33
27- İbnu Hişam, Siretun-Nebeviyye, Daru İhyait-Türasil-Arabi, Beyrut, 1971, III, 224; Hakim, Ebu Abdullah ( Nisaburi) Müstedrek, Matbaatul-İslamiye, Beyrut, II, 416
28- Yazır, Hamdi, Hak Dini Kuran Dili, VI, 3892
29- Tirmizi, Menakıb, 31; İbnu Hanbel, III, 14, 17
30- Nursi, Lemalar, Sözler Yay. İst. 1990, s. 22
31- Müslim, İman, 348
32- Tahrim, 10
33- Hud, 45-46

sorularla islamiyet
 

Eclairs

Active member
2- Tebûk Savaş'ında
Hz. Peygamber (s.a.a) Ali'ye şöyle buyurdu:
"Harun Musa'ya göre ne idiyse, sen de bana göre o olmak istemez misin? Yalniz benden sonra peygamber yoktur."Siret-ü İbn-i Hişam, c.2, s.520; İbn-i Hacer, es-Savaik'ul-Muh-rika, 9. bab, 2. fasıl, s.121, Mısır, ikinci baskı.

Hz. Peygamber (s.a.a) bu sözüyle şunu söylemek is-tiyordu: Nasıl ki Harun, Musa'nm halifesi ve vasisi idiyse, sen de benim halifem ve vasimsin.
kardes niye yorumlama geregi hissediyorsunuzki, gayet acik zaten. Rivayette, Hz.Alinin faziletine dikkat çekilmis ama burda ilk Halife hz.Ali olmaliydi diye bir yazi yokki. Hem onun yapmadigi iktidar kavgasini yuzyillar sonra bizim yapmamiz elimize ne gecirecek , aramiza ihtilaf sokmaktan baska ?
 

Abidin1

Well-known member
Selamın Aleyküm sn. Eclairs

Hz. Osmanın şehit edilmesinden sonra İslam aleminde büyük çalkantılar yaşanır. Şam valisi Hz. Muaviye, Hz. Osmanın katilleri bulunana kadar Hz. Aliye biat etmeyeceğini söyler. Gelişen olaylar zinciri sonucunda, müslümanlar arasında Cemel ve Sıffin savaşları olur. Bu savaşlarda binlerce müslüman hayatını kaybeder.

Yaşananları anlamak için sayın Muaviye hazretlerinin kim olduğunu bilmek gerek. Muaviye Hz. Hamza'nın ciğerini dişleyen kadının ve ilk Müslümanlara türlü eziyet eden süfyanın oğludur. Süfyan ve Muaviye ailesi bütünüyle islama düşmandı. Bedir savaşında Hz. Ali, Muaviye'nin dedesi Utbe, dayısı Velid ve kardeşi Hanzele yi öldürmüştür. Oğlu Yezid Hz. Hüseyini şehit etmiştir. Torunu Hişam Hz. Zeynel Abidin'i ve İmam Zeyd'i şehit etti.

Cemel vakası Hz. Ayşe validemizin bu fitneye aldanarak sebep olduğu bir vakadır. Hz. Ali onu Medine ye geri yollamış bir daha da bu olaylara karışmamıştır.

Ayrıca iktidar kavgası demişsiniz. Yani bunun bir iktidar kavgası olduğunu kabul ediyorsunuz ? Yani dolaylı olarak Hz. ALinin sahabenin en üstünü olduğunu da. ? Çünkü İktidar kavgasına ancak dünya hırsına kapılmışlar girer. (Ki bence öyle değildir. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer toplum yararına seçilmiş yüksek niteliklere sahip, değerli Müslüman büyükleridir.) sn Eclairs sanırım artık günümüzde amaç itilaf sokmak deil haksızın yanında yer almamak..

Zeydiye, şii fırkalarının en mutedilidir. Bunlar Hz. Alinin ilk halife olması gerektiğini söylemekle beraber, diğer üç halifenin hilafetini reddetmezler. "Efdal varken mefdulün imameti caizdir" derler. Ehl-i sünnete en yakın şii fırkası olan Zeydiye, günümüzde Yemende devam etmektedir. (1)

Osman (r.a.)'nın halifeliği islam toplumu yararına olmamıştır. Nitelikli lider varken Niteliksizin yönetimi caiz kabul ediliyor. Fakat İslam toplumunun yararına olursa. Yoksa niteliksizi seçmek gibi bir amaç yok.

Sn. ümmüebiha size konuyu yanlış bölüme açtığınızı söylemiştim. =) Bu konu 1000 yıl boyunca bitmemiş gene bitmez uzar. =) Hepiniz Allaha emanet olun. Saygılar...
 

Huseyni

Müdavim
"Hazret-i Ali'ye (r.a) iki cihetle bakılmak gerektir. Bir ciheti; şahsî kemalât ve mertebesi noktasından. İkinci cihet: Âl-i Beytin şahs-ı manevîsini temsil ettiği noktasındandır. Âl-i Beytin şahs-ı manevîsi ise, Resul-i Ekrem (a.s.m) bir nevi mahiyetini gösteriyor. İşte birinci nokta itibariyle Hazret-i Ali (r.a) başta olarak bütün ehl-i hakikat, Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer'i (r.a) takdim ediyorlar. Hizmet-i İslâmiyet'te ve kurbiyet-i İlahiyede makamlarını daha yüksek görmüşler. İkinci nokta cihetinde Hazret-i Ali (r.a) Âl-i Beytin şahs-ı manevisinin mümessili ve Âl-i Beytin şahs-ı manevisi ise, Muhammed (a.s.m)'ın hakikatini temsil ettiği cihetle, muvazeneye gelmez. İşte Hazret-i Ali (r.a) hakkında söylenen fevkalâde methedici hadisler, bu ikinci noktaya bakıyorlar. Bu hakikati teyit eden sahih bir hadis var ki; Resul-i Ekrem (a.s.m) ferman etmiş: "Her Nebinin nesli kendindendir. Benim neslim, Ali'nin (r.a) neslidir."

“Hazret-i Ali'nin (r.a) şahsı hakkında sair halifelerden ziyade methedici hadislerin çoklukla yayılmasının sırrı şudur ki: Emevîler ile Haricîler, ona haksız hücum ve tenkit ettiklerine mukabil Ehl-i Sünnet Ve Cemaat olan ehl-i hak, onun hakkında rivayetleri çok neşrettiler. Diğer üç halife ise, öyle tenkit ve hücuma çok maruz kalmadıkları için, onlar hakkındaki hadislerin yayılmasına ihtiyaç görülmedi. Hem istikbalde Hazret-i Ali (r.a) elîm hadiselere ve dâhilî fitnelere maruz kalacağını nazar-ı nübüvvetle görmüş, Hazret-i Ali'yi (r.a) ümitsizlikten ve ümmetini onun hakkında sû'-i zandan kurtarmak için “ben kimin dostu isem Ali'de onun dostudur” gibi mühim hadîslerle Ali'yi (r.a) teselli ve ümmeti irşat etmiştir.”

“Ey Ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu manasız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan anlaşmazlığı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeden dinsizlik cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip ezmesinde istimal edecek.

Bunu mağlup ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz bir tek İlahı kabul ettiğinizden kardeşliği ve birliği emreden yüzer esaslı kudsi bağlar aranızda varken, ayrılığa sebebiyet veren ehemmiyetsiz meseleleri bırakmak elzemdir.”


Dördüncü Lem'a dan.
 
Sn. ümmüebiha size konuyu yanlış bölüme açtığınızı söylemiştim. =) Bu konu 1000 yıl boyunca bitmemiş gene bitmez uzar. =) Hepiniz Allaha emanet olun. Saygılar...


Sn Abidin konun bitmeyeceğini biliyorum bin yıl önce olduğu gibi belkide bin yıl sonra bu konuyu çarpıtmak isteyen şiilerin itikatıdını olduğu gibi değilde kendi inandıklareı gibi aktarmak isteyenler ocaktır
Bizim gayemiz ne Hz. Aliyi savunmak ne hilafeti tartışmak nede tefrika çıkarmak bizim amacımız doğruyu açıklamak ve safımızı beyan etmek kişinin neyi savunduğu çok önemli çünkü bunlarla hesaba çelilecek
 
kardes niye yorumlama geregi hissediyorsunuzki, gayet acik zaten. Rivayette, Hz.Alinin faziletine dikkat çekilmis ama burda ilk Halife hz.Ali olmaliydi diye bir yazi yokki. Hem onun yapmadigi iktidar kavgasini yuzyillar sonra bizim yapmamiz elimize ne gecirecek , aramiza ihtilaf sokmaktan baska ?


Nice aşikar şeyler vardır ama insanlar o aşikaları görmez başka anlamlar yükler işte bu yüzden görüneni açıklamak zorunda kalırsın Ben burda iktidar kavgası falan da yapmıyorum öyle bir iddiam mı oldu bu hükme vardınız?
Bu konuların konuşulmasında elbetteki büyük yarar var
Bizler biliyoruz ki 0Peygambr s.a.a den sonra binlerce uydurma hadisler günümüze sahih hadisler miş gibi ulaşmış ve ne yazıkki biz her duyduğuna her gördüğüne neredeyse sorgusuz inandığımız için gerçekleri göremiyoruz
 
İmamet Rasul tarafından olan Halifeliktir

İnzar günü
"Yakın akrabalarını korkut" ayeti nazil olduğunda Rasul şöyle buyurdu

Ey Ebumuttalib ğulları Allaha and olsun ki araplar içersinde benim size getirdiğimden daha hayırlısını getiren olmamıştır. Allah beni sizi davet etmem için gönderdi Kim bu işte bana yardımcı olursa o benim kardeşim ve benden sonra sizin içinizde vasim ve halifem olcaktır

Yalnızca Hz.Ali Rasul s.a.a in taklifini kabul etti

Burda açıkça beyan edilen Rasulün halifesinin Hz.Ali olduğudur diğer dikkat edilecek husu ise Rİsaletten sonra emirliğin hilafetin imametin beyan edilmesidir

Bakınız
tarihi taberi c.2 s.319
Kamil fit tarih ibni esir şafii c.2 s.62
kenzul ummal c.5 s.41
kenzul ummal c.15s.115
tarihi dimaşk ibni asakir şafii c.1 s.85
musnedi ahamed b. hanbel c.2s.165
sahihi buhari kitabul iim babı



Rasul s.a.a buyumuştur ki
"Ey Allahım ali yi ehlimden bana vezir olarak tayin et.."

"Her peygamberin bir vasisi vardır benim vasim ve varisim Ali b. Ebutalip tir"

"Ey Ali sen benden sonra tüm muminlerin velisisin"

"Ali benden ve bende ondanım benden sonra Ali sizin velinizdir"

"Ali benden sonra bu üğmmetin en üstünüdür"

"Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır"

Bana itaat eden Allaha itaat etmiştir bna isyan eden Allaha isyan etmiştir.Aliye itaat bana itaatir Aliye isyan bana isyandır"

"Ya Ali benden ayrılan Allahtan ayrılmıştır ve senden ayrılan benden ayrılmıştır"

"Herkim benim gibi yaşamak benim gibi ölmek ve cennete girmek istiyorsa Alinin velaytini kabul etsin"

"Benden ve Aliden başka hiç kimsenin bu mescitte cünüplü giremez"

............................vs.


el müsterek hakim c.3 s.121
sahihi tirmizi c.5 s.360
usdul gabe c.3 s.11 ve c.5 s.523
yenabiul mevedde s.53 81 114 329
şerhi nehcül belaga c.3 s.261
tarihi dimeşk c.1 s.89
kifayetul talib s.261

......vs

geniş bilgi ve kaynak için El Muracat mektep ve imamet hakkındaki mektuplar - Huseyin Şerefuddin kitabının Araştıma bölümine başvurabilirsiniz
 

Müekked

Well-known member
konuşulmasında sakınca yok... Ancak başta tefrit demiştim. düzeltiyorum sizler ifrat yapmaktasınız...Konuyu detaylı işleyelim. SAygı ve iftira olmadan olacaksa. sizin verdiğiniz ayetlerin yorumlanış şeklini düzenleyerek başlayacağım(boş vakit ve zemin bulduğumda inş..)..Sizde enstürümanlarınızı ortaya koyun hakikati görebilme basireti Allah ın ihsanı olur inşallah...Anlaştık mı?
 
Üst