Günün Risale-i Nur Dersi

harp

Well-known member
Dünya bir saniye dengesini bozsa...
28 Mart 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
İşte, gel, Güneş ile muhtelif on iki seyyarenin muvazenelerine bak. Acaba bu muvazene, güneş gibi, Adl ve Kadîr olan Zât-ı Zülcelâli göstermiyor mu?
Ve bilhassa, seyyarattan olan gemimiz, yani küre-i arz, bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede gezer, seyahat eder. Ve o harika sür'atiyle beraber, zeminin yüzünde dizilmiş, istif edilmiş eşyayı dağıtmıyor, sarsmıyor, fezaya fırlatmıyor.
Eğer sür'ati bir parça tezyid veya tenkis edilseydi, sekenesini havaya fırlatıp fezada dağıtacaktı. Ve bir dakika, belki bir saniye muvazenesini bozsa, dünyamızı bozacak, belki başkasıyla çarpışacak, bir kıyameti koparacak.
Ve bilhassa zeminin yüzünde, nebâtî ve hayvânî dört yüz bin taifenin tevellüdat ve vefiyatça ve iaşe ve yaşayışça rahîmâne muvazeneleri, ziya güneşi gösterdiği gibi, birtek Zât-ı Adl ve Rahîmi gösteriyor.
Ve bilhassa o hadsiz milletlerin hadsiz efradından birtek ferdin âzâsı, cihazatı, duyguları o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebettar ve muvazenettedir ki, o tenasüp, o muvazene, bedâhet derecesinde bir Sâni-i Adl ve Hakîmi gösteriyor.
Ve bilhassa her ferd-i hayvânînin bedenindeki hüceyrâtın ve kan mecrâlarının ve kandaki küreyvâtın ve o küreyvattaki zerrelerin o derece ince ve hassas ve harika muvazeneleri var; bilbedâhe ispat eder ki, her şeyin dizgini elinde ve her şeyin anahtarı yanında ve bir şey birşeye mâni olmuyor, umum eşyayı birtek şey gibi kolayca idare eden birtek Hâlık-ı Adl ve Hakîmin mizanıyla, kanunuyla, nizamıyla terbiye ve idare oluyor.
Haşrin Mahkeme-i Kübrâsında, mizan-ı âzam-ı adaletinde cin ve insin muvazene-i a'mâllerini istib'âd edip inanmayan, bu dünyada gözüyle gördüğü bu muvazene-i ekbere dikkat etse, elbette istib'âdı kalmaz.
Ey israflı, iktisatsız, ey zulümlü, adaletsiz, ey kirli, nezafetsiz, bedbaht insan! Bütün kâinatın ve bütün mevcudatın düstur-u hareketi olan iktisat ve nezafet ve adaleti yapmadığından, umum mevcudata muhalefetinle, mânen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar oluyorsun.
Neye dayanıyorsun ki, umum mevcudatı zulmünle, mizansızlığınla, israfınla, nezafetsizliğinle kızdırıyorsun?
Evet, ism-i Hakîmin cilve-i âzamından olan hikmet-i âmme-i kâinat, iktisat ve israfsızlık üzerinde hareket ediyor, iktisadı emrediyor.
Ve ism-i Adlin cilve-i âzamından gelen kâinattaki adalet-i tâmme, umum eşyanın muvazenelerini idare ediyor. Ve beşere de adaleti emrediyor. Sûre-i Rahmân'da,
“Göğü yükseltip aleme nizam ve ölçü verdi.” (Rahman Sûresi: 55:7)
“Ta ki adaletten ve dinin emirlerinden ayrılarak ölçüde sınırı aşmayın” (Rahman Sûresi: 55:8)
âyetindeki, dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden, dört defa mizan zikretmesi, kâinatta mizanın derece-i azametini ve fevkalâde, pek büyük ehemmiyetini gösteriyor. Evet, hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakikî zulüm ve mizansızlık yoktur. (Lemalar)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
MUHTELİF : Çeşitli. Farklı.
MUVÂZENE : Ölçülülük, dengeli olma; tartma, ölçme, düşünme, karşılaştırma.
ADL : Adâletli; Allah'ın isimlerinden.
KADÎR : Her şeye gücü yeten sonsuz kudret sahibi Allah.
ZÂT-I ZÜLCELÂL : Celâl ve büyüklük sâhibi Cenab-ı Hak.
SEYYÂRÂT : Gezegenler. Bir yerde durmayıp yer değiştiren şeyler.
TEZYİD : Arttırma, çoğaltma.
TENKİS : Başaşağı etme. Noksan eksik
SEKENE : Sâkinler, kalanlar, oturanlar, meksûn olanlar.
NEBÂTÎ : Bitki cinsinden, bitkiye âit, yerden biten cinsten olan.
TÂİFE : Kavim, kabîle, takım, hususî bir sınıf meydana getiren insanlar.
TEVELLÜDÂT : Doğumlar.
VEFİYAT : Vefâtlar, ölümler.
İÂŞE : Geçindirmek, beslemek, yaşatmak.
ÂZÂ : Üye; organ, bedenin her bir uzvu.
MİZÂN : Terâzi, tartı, ölçü, denge.
TENÂSÜB : Uygunluk, uyma, tutma; yakınlaşma.
MUVÂZENE : Ölçülülük, dengeli olma; tartma, ölçme, düşünme, karşılaştırma.
BEDÂHET : Açıklık. Belli, açık.
SÂNİ : Herşeyi sanatla yaratan Allah.
HAKÎM : Herşeyi gaye ve faydalarla yaratan Allah.
MECRÂ : Suyun aktığı yol, kanal.
KÜREYVÂT : Mikroskobik hayvanlar, hücreler.
HAŞR : Yeniden dirilip toplanmak. ikinci diriliş.
MAHKEME-İ KÜBRÂ : En büyük mahkeme; âhirette kurulacak olan büyük mahkeme.
MUVÂZENE-İ A'MÂL : Amellerin tartılması.
İSTİB'ÂD : Uzaklaşma, uzak görme, ihtimal vermeme, olmayacak sanma
İSRAF : Boşyere harcama.
İKTİSAT : Tutum, biriktirme. Lüzumundan fazla veya noksan sarfiyattan kaçınma.
NEZÂFET : Temizlik.
BEDBAHT : Bahtsız, mutsuz, kötü, fenâ
CİLVE-İ ÂZAM : En büyük tecellî, görüntü.
 

harp

Well-known member
Bahar mevsiminde bitkiler ne diyor, dinle
29 Mart 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
On Dokuzuncu Pencere
Yedi gökle yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp, Onu tesbih etmesin. (İsrâ Sûresi: 44.)
sırrınca, Sâni-i Zülcelâl, semâvâtın ecrâmına o kadar hikmetler, mânâlar takmış ki, güyâ celâl ve cemâlini ifade etmek için semâvâtı güneşler, aylar, yıldızlar kelimeleriyle süslendirdiği gibi, cevv-i semâda dahi olan mevcudâta öyle hikmetler ve mânâlar ve maksadlar takmış ki, güyâ o cevv-i semâyı berkler, şimşekler, ra'dlar, katreler kelimeleriyle intak ediyor ve kemâl-i hikmet ve cemâl-i rahmetini ders veriyor.
Ve nasıl zemin kafasını hayvanât ve nebâtât denilen mânidar kelimeleriyle söyleştirip kemâlât-ı san'atını kâinata gösteriyor. Öyle de, o kafanın birer kelimesi olan nebatları ve ağaçları dahi yapraklar, çiçekler, meyveler kelimeleriyle intak edip, yine kemâl-i san'atını ve cemâl-i rahmetini ilân ediyor; ve birer kelime olan çiçekleri ve meyveleri dahi, tohumcuklar kelimeleriyle konuşturup, dekâik-ı san'atını ve kemâl-i rubûbiyetini ehl-i şuura tâlim ediyor.
İşte, bu hadsiz kelimât-ı tesbihiye içinde, yalnız tek bir sümbül ve tek bir çiçeğin tarz-ı ifadesine kulak verip dinleyeceğiz; nasıl şehâdet eder, bileceğiz.
Evet, herbir nebat, herbir ağaç pekçok lisân ile Sâni'lerini öyle gösteriyorlar ki, ehl-i dikkati hayretlerde bırakır ve bakanlara "Sübhânallah! Ne kadar güzel şehâdet ediyor" dedirtirler.
Evet, herbir nebatın çiçek açması zamanında ve sümbül vermesi ânında tebessümkârâne mânevî tekellümleri hengâmındaki tesbihleri, kendileri gibi güzel ve zâhirdir.
Çünkü, herbir çiçeğin güzel ağzı ile ve muntazam sümbülün lisâniyle ve mevzun tohumların ve muntazam habbelerin kelimâtıyla hikmeti gösteren o nizam, bilmüşâhede, ilmi gösteren bir mîzan içindedir.
Ve o mîzan ise, maharet-i san'atı gösteren bir nakş-ı san'at içindedir. Ve o nakş-ı san'at, lûtuf ve keremi gösteren bir zînet içindedir.
Ve o zînet dahi, rahmet ve ihsanı gösteren latîf kokular içindedir. Ve birbiri içinde bulunan şu mânidar keyfiyetler, öyle bir lisân-ı şehâdettir ki, hem Sâni-i Zülcemâlini esmâsıyla tarif eder, hem evsafıyla tavsif eder, hem cilve-i esmâsını tefsir eder, hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.
İşte, birtek çiçekten böyle bir şehâdet işitsen; acaba zemin yüzündeki Rabbânî bağlarda umum çiçekleri dinleyebilsen, ne derece yüksek bir kuvvetle Sâni-i Zülcelâlin vücûb-u vücudunu ve vahdetini ilân ettiklerini işitsen, hiç şüphen ve vesvesen ve gafletin kalabilir mi? Eğer kalsa, sana insan ve zîşuur denilebilir mi?
Gel, şimdi bir ağaca dikkatle bak.
İşte, bahar mevsiminde yaprakların muntazaman çıkması, çiçeklerin mevzunen açılması, meyvelerin hikmetle, rahmetle büyümesi ve dalların ellerinde, mâsum çocuklar gibi, nesîmin esmesiyle oynaması içindeki latîf ağzını gör.
Nasıl bir dest-i keremle yeşillenen yaprakların dili ile ve bir neş'e-yi lûtufla tebessüm eden çiçeklerin lisâniyle ve bir cilve-i rahmetle gülen meyvelerin kelimâtı ile ifade edilen hikmetli nizam içindeki adilli mîzan;
ve adli gösteren mîzan içinde bulunan dikkatli san'atlar, nakışlar;
ve maharetli nakışlar ve zînetler içinde rahmet ve ihsanı gösteren ayrı ayrı tatlı tatmaklar;
ve ayrı ayrı güzel kokular ve hoş tatmaklar içinde birer mu'cize-i kudret olan tohumlar ve çekirdekler, gayet zâhir bir sûrette, bir Sâni-i Hakîm, Kerîm, Rahîm, Muhsîn, Mün'im, Mücemmil, Mufaddıl'ın vücûb-u vücudunu ve vahdetini ve cemâl-i rahmetini ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir.

İşte, eğer bütün rûy-i zemindeki ağaçların lisân-ı hallerini birden dinleyebilsen, Göklerde ne var, yerde ne varsa, Allah'ı tesbih eder. (Cumâ Sûresi: 1.) hazînesinde ne kadar güzel cevherler bulunduğunu göreceksin, anlayacaksın.
İşte ey nankörlük içinde kendini başıboş zanneden bedbaht gâfil!
Bu derece hadsiz lisânlarla kendini sana tanıttıran ve bildiren ve sevdiren bir Kerîm-i Zülcemâl tanımak istenilmezse, bu lisânları susturmalı. Mâdem ki, susturulmaz; dinlemeli. Gafletle kulağını kapasan, kurtulamazsın. Çünkü, sen kulağını kapamakla, kâinat sükût etmez, mevcudât susmaz, vahdâniyet şâhidleri seslerini kesmezler; elbette seni mahkûm ederler. (Sözler, 33. Söz, 19. Pencere)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ÂDİL : Adâletli.
BEDBAHT : Bahtsız, mutsuz, kötü, fenâ.
BERK : Şimşek çakması.
BİLMÜŞÂHEDE : Bizzat şâhit olarak, görerek, görür şekilde, görme derecesinde.
CELÂL : Sonsuz büyüklük, haşmet, ululuk, yücelik ve haşmet sahibi olan Allah.
CEMÂL : Güzellik, yüz; Cenâb-ı Hakkın lütuf ve ihsânı ile tecellisi; hak ile söylenen güzel söz; hüsün.
CEMÂL-İ RAHMET : Rahmet güzelliği, İlâhî rahmetteki güzellik.
CEVV-İ SEMÂ : Hava âlemi, atmosfer, uzay boşluğu.
CİLVE-İ ESMÂ : Allah'ın isimlerinin tecellî etmesi, cilvesinin görünmesi.
DEKAİK-I SAN'AT : Sanat incelikleri, derinlikler.
DEST-İ KEREM : Kerem eli, karşılıksız verenin eli.
ECRÂM : Cansız maddeler, yıldızlar.
EVSÂF : Vasıflar, sıfatlar.
GÂFİL : Dikkatsiz, iyi düşünmeyen, uyanık olmayan.
HABBE : Dâne, tohum, parça.
HENGÂM : An, zaman, vakit, sıra, çağ.
İNTAK : Konuşturma.
KEMÂLÂT-I SANAT : Sanat mükemmellikleri.
KEMÂL-İ HİKMET : Tam ve eksiksiz hikmet, şaşmaz bir hikmet ve gaye.
KEMÂL-İ RUBÛBİYET : Cenâb-ı Hakk'ın yarattıklarını terbiye ve idâre etme sıfatının mükemmelliği.
KEREM : Cömertlik, lütuf, ihsan, inâyet, izzet, şeref.
KERÎM-İ ZÜLCEMÂL : Bol bol ihsan edip güzelleştiren Cenab-ı Hak.
LATÎF : Güzel, hoş. Cenâb-ı Hakk'ın bir ismi.
LÛTUF : ihsan-ikram
MAHARET : Ustalık, hünerlilik, beceriklilik.
MEVCUDÂT : Yaratılmış olan, mevcut olan şeyler; varlıklar.
MEVZUN : Ölçülü, vezinli, tartılı, düzgün.
MEVZUNEN : Vezinli olarak. Ölçülü olarak.
MİZÂN : Terâzi, tartı, ölçü, denge.
MUNTAZAM : Düzene girmiş, intizamlı.
NAKŞ-I SANAT : Sanat nakşı, sanat süsü.
NEBAT : Bitki.
NESÎM : Esinti, temiz hava.
RA'D : Gök gürültüsü.
RABBÂNÎ : Terbiye ve idâre eden Cenâb-ı Hakka ait.
SÂNİ-İ ZÜLCELÂL : Sonsuz büyüklük sahibi ve herşeyi sanatla yaratan Allah..
SEMÂVÂT : Gökler.
SÜBHÂNALLAH : Allah her türlü eksiklikten uzak ve bütün üstün sıfatlara sahiptir demek; tesbih etmek.
ŞAHADET : (Şehâdet) Şâhidlik. * Bir şeyin doğruluğuna inanmak.
TAARRÜF : Karşılıklı tanışma. Kendini hünerleriyle tanıtma.
TAVSİF : Vasıflandırma, birşeyin içyüzü ve özelliklerini anlatma.
TEBESSÜMKÂRÂNE : Gülerek, gülümseyerek, tebessüm ederek.
TEKELLÜM : Konuşma.
TEVEDDÜD : Peyderpey sevdirmek; dostluk etmek.
VAHDÂNİYET : Allah'ın tek ve benzersiz olup, kusur ve noksanlardan uzak olması.
VAHDET : Birlik.
VÜCÛB-U VÜCUD : Varlığı gerekli olmak, olmaması imkânsız olmak, varlığı zarurî ve vacib olmak, vazgeçilmez olmak.
ZÂHİR : Görünen, açık, dış yüz.
ZÎNET : Değerli Süs.
 

harp

Well-known member
İslam'ın bahtını açacak hürriyettir
30 Mart 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Asya'nın bahtını, İslâmiyetin taliini açacak yalnız meşrûtiyet ve hürriyettir. Fakat, Şeriat-ı Garranın terbiyesinde kalmak şartıyla.
Tenbih : Mehasin-i medeniyet denilen emirler, Şeriatın başka şekle çevrilmiş birer meselesidir. (Muhakemat)
Sual: Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur'ân'da nehiy vardır. "Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin." (Mâide Sûresi: 5:51.) Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?
Cevap: Evvelâ: Delil kat'iyyü'l-metîn olduğu gibi, kat'iyyü'd-delâlet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur'ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir.
Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir.
Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!
Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhânı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır.
Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte bu dostluk, kat'iyen nehy-i Kur'ânîde dahil değildir. (Münazarat)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ADÂVET : Düşmanlık, kin.
ÂMM : Genel, umumî.
BAHT : kader, kısmet.
BİNÂENALEYH : Bunun üzerine, bundan dolayı.
CÂİZ : Geçerli,kabul edilir.
EZHÂN : Zihinler.
HAREM : Âile, eş.
İKTİBAS : İstifâde sûretiyle alma. Alıntı.
İLLET-İ HÜKÜM : Hükmün sebebi.
İNKILÂB-I ACİBİ MEDENİYET : Medeniyetin acip ve garip değişimi.
İNKILÂB-I AZÎM-İ İSLÂMÎ : İslâmın büyük inkılâbı; meydana getirdiği değişiklik.
İSTİHSAN : Beğenme, güzel bulma.
İŞTİKAK : Türeme.
İZHÂR : Ortaya koymak, açığa çıkarmak, göstermek.
KAT'İYYÜ'D-DELÂLET : Bir ibârenin, ifâde ettiği mânâya ve hükme işaretinin kesin olması.
KAT'İYYÜ'L-METİN : Metnin, ibârenin kesin, şüphesiz oluşu.
KAYD : Bağlamak. Sınırlamak.
MECALÎ : (Meclâ. C.) Aynalar.
MEHÂSİN-İ MEDENİYET : Medeniyetin nîmetleri, güzellikleri.
ME'HAZ : Menba'. Bir şeyin alındığı, çıkarıldığı yer.
MEŞRÛTİYET : Bir hükümdarın başkanlığı altındaki millet meclisi ile idâre edilen devlet sistemi.
MUHABBET : Sevgi, sevmek.
MUHABBET : Sevgi, sevmek.
MUKAYYED : Bağlı, kayıtlı, sınırlı.
MUTLAK : Salıverilmiş, serbest bırakılmış. Katî, şüphesiz, asla bir şarta bağlı olmayan, yalnız, tek, sınırı ve sonu olmayan.
MÜFESSİR : Tefsir eden, izâh eden, anlayabildiği mânâyı söyleyen
MÜŞTAK : Arzulu, fazla istekli, iştiyak gösteren.
NASARÂ : Hıristiyanlar. Hz. İsâ'ya (a.s.) inananlar.
NASRÂNİYET : Hıristiyanlık. İsevîlik.
NEHİY : Yasak etmek. Menetmek.
NEHY-İ KUR’ANİ :Kur’an'ın yasaklaması.
NİFAK : Dıştan Müslüman göründüğü halde inanmamak, ikiyüzlülük, dinde riyâ.
ŞERİAT : Doğru yol, hak din yolu; İslâm dini, İslâm'ın bütün hükümleri.
ŞERİAT-I GARRÂ : Parlak din; İslâmiyet.
TAKYİD : Kayıt ve şarta bağlama.
TÂLİ' : Baht, kısmet, kader.
TENBİH : İkaz. Nasihat.
TERAKKÎ : Yükselme, ilerleme.
TEVİL : Bir fikir veya sözden bir başka mânâ çıkarmak; anlaşılması zor olan âyet ve hadîslerde ne kast edildiğini ve ince mânâları bildirme.
UKÛL : Akıllar.
ZAMAN-I SAADET : Asr-ı Saadet; Hz. Peygamber (a.s.m.) ve Sahabî devri.
ZAPT : Tutma.
 

harp

Well-known member
Senin Rububiyetin her şeye yetişir
31 Mart 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Ey Fâtır-ı Kadîr! Ey Fettâh-ı Allâm! Ey Fa'âl-i Hallâk!
Nasıl arz, bütün sekenesiyle Hâlıkının Vâcibü'l-Vücud olduğuna şehâdet eder, öyle de, Senin-Ey Vâhid-i Ehad! Ey Hannân-ı Mennân! Ey Vehhâb-ı Rezzâk! vahdetine ve ehadiyetine, yüzündeki sikkesiyle ve sekenesinin yüzlerindeki sikkeleriyle ve birlik ve beraberlik ve birbiri içine girmek ve birbirine yardım etmek ve onlara bakan rubûbiyet isimlerinin ve fiillerinin bir olmak cihetinde, bedâhet derecesinde Senin vahdetine ve ehadetiyetine şehâdet, belki mevcudât adedince şehâdetler eder.
Hem nasıl zemin, bir ordugâh, bir meşher, bir tâlimgâh vaziyetiyle ve nebâtât ve hayvanât fırkalarında bulunan dört yüz bin muhtelif milletlerin ayrı ayrı cihazâtları muntazaman verilmesiyle, Senin rubûbiyetinin haşmetine ve kudretinin her şeye yetişmesine delâlet eder.
Öyle de, hadsiz bütün zîhayatın ayrı ayrı rızıkları, vakti vaktine, kuru ve basit bir topraktan, rahîmâne, kerîmâne verilmesiyle ve hadsiz o efrâdın kemâl-i musahhariyetle evâmir-i Rabbâniyeye itaatleri, rahmetinin her şeye şümûlünü ve hâkimiyetinin her şeye ihâtasını gösteriyor.
Hem, zeminde değişmekte bulunan mahlûkât kâfilelerinin sevk ve idâreleri, mevt ve hayat münâvebeleri ve hayvan ve nebâtâtın idâre ve tedbîrleri dahi, her şeye taallûk eden bir ilimle ve herşeyde hükmeden nihayetsiz bir hikmetle olabilmesi, Senin ihâta-i ilmine ve hikmetine delâlet eder.
Hem, zeminde kısa bir zamanda hadsiz vazifeler gören ve hadsiz bir zaman yaşayacak gibi istidat ve mânevî cihazât ile teçhiz edilen ve zemin mevcudâtına tasarruf eden insan için, bu tâlimgâh-ı dünyada ve bu muvakkat ordugâh-ı zeminde ve bu muvakkat meşherde, bu kadar ehemmiyet, bu hadsiz masraf, bu nihayetsiz tecelliyât-ı Rubûbiyet, bu hadsiz hitâbât-ı Sübhâniye ve bu gâyetsiz ihsanât-ı İlâhiye, elbette ve herhalde, bu kısacık ve hüzünlü ömre ve bu karışık kederli hayata, bu belâlı ve fânî dünyaya sığışmaz. Belki, ancak, başka ve ebedî bir ömür ve bâkî bir dâr-ı saadet için olabildiği cihetinden, âlem-i bekâda bulunan ihsanât-ı uhreviyeye işaret, belki şehâdet eder.
Ey Hâlık-ı Küll-i Şey!
Zeminin bütün mahlûkâtı, Senin mülkünde, Senin arzında, Senin havl ve kuvvetin ile ve Senin kudretin ve irâdetin ile ve ilmin ve hikmetin ile idâre olunuyorlar ve musahhardırlar.
Ve zemin yüzünde faaliyeti müşâhede edilen bir Rubûbiyet, öyle ihâta ve şümûl gösteriyor ve Onun idâresi ve tedbîri ve terbiyesi öyle mükemmel ve öyle hassastır ve her taraftaki icraatı öyle birlik ve beraberlik ve benzemeklik içindedir ki, tecezzî kabul etmeyen bir küll ve inkısâmı imkânsız bulunan bir küllî hükmünde bir tasarruf, bir Rubûbiyet olduğunu bildiriyor.
Hem zemin, bütün sekenesiyle beraber, lisân-ı kâlden daha zâhir hadsiz lisânlarla Hâlıkını takdîs ve tesbih ve nihayetsiz nîmetlerinin lisân-ı halleriyle Rezzâk-ı Zülcelâlinin hamd ve medh ü senâsını ediyorlar.
Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyâsından istitâr etmiş olan Zât-ı Akdes! Zeminin bütün takdîsât ve tesbihâtıyla, Seni kusurdan, aczden, şerikten takdîs ve bütün tahmîdât ve senâlarıyla Sana hamd ve şükrederim. (Lemalar, Münacat)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ÂLEM-İ BÂKÎ : sonsuz olan âlem.
ARZ : Yer, dünya; sunma, takdim etme.
AZAMET-İ KİBRİYÂ : Kibirliliğin büyüklüğü.
BEDÂHET : Açıklık. Belli, açık.
CİHÂZÂT : Cihazlar, maddî-mânevî âletler, lüzumlu edevât.
DELÂLET : Delil olmak, yol göstermek, doğru yolu bulmakta insanlara yardım etmek.
EFRÂD : Fertler, şahıslar.
EHADİYET : Allah'ın yarattığı herşeyin yanında Zâtıyla, sıfatlarıyla ve isimleriyle bulunarak birliğini göstermesi.
EVÂMİR-İ RABBÂNÎ : Allah'ın terbiye ve idare eden kanunları.
FA'ÂL-İ HALLAK : Herşeyi en güzel bir şekilde yaratan, her zaman farklı bir işte olan Allah.
FÂTIR-I KADÎR : Herşeye gücü yeten ve herşeyi benzersiz bir şekilde yaratan Cenab-ı Hak..
FETTÂH-I ALLÂM : Herşeyi en ince ayrıntılarına varıncaya kadar bilen ve herşeye ayrı ayrı sûretler veren.
FIRKA : Grup, parti, topluluk, tümen.
HADSİZ : Sınırsız, sonsuz.
HÁLIK : Yaratıcı, herşeyi yoktan yaratan Allah.
HÁLIK-I KÜLL-İ ŞEY : Her şeyin yaratıcısı olan Allah.
HAMD : Allah'a hamd etme; Onu övme,medhetme, şükür.
HANNÂN-I MENNÂN : Merhamet ve ihsanı bol olan Allah.
HAVL : Güç, kuvvet
HİTÂBÂT-I SÜBHÂNİYE : Allah'ın, kusursuz ve noksansız konuşması.
İHÂTA : İçine alma; tam kavrama; kuşatmak.
İHÂTA-İ İLM : İlmin kuşatması.
İHSANÂT-I UHREVİYE : Âhiretteki iyilikler, bağışlar.
İNKISAM : Kısımlara ayrılma, bölümler.
İRÂDE : İsteme, arzu etme, bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç.
İSTİDÂT : Kabiliyet, yetenek.
İSTİTAR : Gizlenme, setredilme.
İTAAT : Söz dinleme.
KEMÂL : Olgunluk, mükemmellik, eksiksizlik, tamlık.
LİSÂN-I KAL : Konuşma, anlatma dili.
MAHLÛKÁT : Yaratılmışlar. Varlıklar.
MEŞHER : Sergi, fuar.
MEVT : Ölüm; hayatın sona ermesi.
MUHTELİF : Çeşitli. Farklı.
MUNTAZAMAN : Düzenli olarak.
MUSAHHARİYET : Musahhar oluş, emre boyun eğdirme.
MUVAKKAT : Geçici; kısa bir zaman, vakitli, fâni.
MÜNÂVEBE : Nöbetle iş görmek, nöbetleşmek.
MÜŞÂHEDE : Görme, seyretme, şâhit olma.
NEBÂTÂT : Bitkiler.
REZZÂK-I ZÜLCELÂL : Herbirvarlığın rızkını veren büyüklük sâhibi Cenâb-ı Hak.
RUBÛBİYET : Cenâb-ı Hakkın her zaman, her yerde ve her mahlûka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onu terbiye etmesi ve idâresi altında bulundurması vasfı.
SEKENE : Sâkinler, kalanlar, oturanlar, meksûn olanlar.
SİKKE : Damga; nereye ve kime âit olduğunun bilinmesi için konulan mühür.
ŞERİK : Ortak, rakip.
ŞİDDET-İ ZUHUR : Şiddetli görünme.
ŞÜMÛL : Kaplamak, içine almak.
TAALLÛK : münâsebet; alâkalı oluş; âit olma.
TAHMÎDÂT : Tahmidler, Allah'ı övüp hamdetmeler, #Elhamdülillâh# demeler.
TAKDÎS : Mukaddes bilme. Allah'ı noksan ve kusurlardan pâk ve yüce kabul etmek.
TÂLİMGÂH : Eğitim yeri.
TASARRUF : Birşeyin sahibi olup, idâre etme, mülkünü istediği gibi kullanma.
TECEZZÎ : Bölünme, parçalanma.
TEÇHİZ : Donatma. Cihazlandırma.
VÂCİBÜ'L-VÜCUD : Varlığı zarurî ve şart olan, varlığı gerekli olan ve yokluğu düşünülemeyen, varlığı zâtî, ezelî, ebedî olan; varlığı, vücud tabakalarının en sağlamı, en kuvvvetlisi, en esaslısı ve en mükemmeli olan.
VAHDET : Birlik.
VÂHİD-İ EHAD : Bir olan ve birliği her bir şeyde tecellî eden Allah.
VEHHÂB-I REZZÂK : Bol bol rızık veren ve çok ihsanda bulunan Allah.
ZÎHAYAT : Hayat sahibi, canlılar.
 

harp

Well-known member
Kardeşlerimizin şerefleriyle iftihar etmeliyiz
01 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim

Bu Lem'a lâakal her on beş günde bir defa okunmalı.

-1-
-1-
-2-
-3-
-4-
EY ÂHİRET KARDEŞLERİM ve ey hizmet-i Kur'âniyede arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz:
Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas,

en büyük bir kuvvet,

en makbul bir şefaatçi,

en metin bir nokta-i istinad,

en kısa bir tarik-i hakikat,

en makbul bir duâ-i mânevî,

en kerametli bir vesile-i makasıd,

en yüksek bir haslet,

en sâfi bir ubudiyet, ihlâstır.

Madem ihlâsta mezkûr hassalar gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var. Ve madem bu müthiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid'alar, dalâletler içerisinde bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur'âniye omuzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş. Elbette, herkesten ziyade, bütün kuvvetimizle ihlâsı kazanmaya mecbur ve mükellefiz. Ve ihlâsın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa, hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi olur, devam etmez; hem şiddetli mesul oluruz.

(Benim ayetlerimi az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin. (Bakara Sûresi: 41) âyetindeki şiddetli tehditkârâne nehy-i İlâhîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına, mânâsız, lüzumsuz, zararlı, kederli, hodfuruşâne, sakîl, riyâkârâne bazı hissiyat-ı süfliye ve menâfi-i cüz'iyenin hatırı için ihlâsı kırmakla, hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur'âniyenin hürmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.

Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir. İhlâsı kıracak esbabdan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz.

Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm (Şüphesiz nefis daima kötülüğe sevk eder-ancak Rabbim rahmet ederse o başka.(Yusuf Sûresi: 12:53.) demesiyle, nefs-i emmâreye itimad edilmez. Enâniyet ve nefs-i emmâre sizi aldatmasın.

İhlâsı kazanmak ve muhafaza etmek ve mânileri def etmek için, gelecek düsturlar rehberiniz olsun.

BİRİNCİ DÜSTURUNUZ
Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı.

Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.

İKİNCİ DÜSTURUNUZ
Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir.

Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.

Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa'ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm karışsa, o fabrikayı karıştıracak, neticesiz, akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.

İşte, ey Risale-i nur şakirtleri ve Kur'ân'ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz. Elbette, dört fertten bin yüz on bir kuvvet-i mâneviyeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz.

Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile, on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor.

Bu sırrın sırrı şudur ki:
Hakikî, samimî bir ittifakta herbir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır. Haşiye (Evet, sırr-ı ihlâs ile samimî tesanüd ve ittihad, hadsiz menfaate medar olduğu gibi, korkulara, hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinaddır. Çünkü ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile, rıza-yı İlâhî yolunda, âhirete müteallik işlerde kardeşleri adedince ruhları olduğundan, biri ölse, "Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla mânevî bir hayatı idame ettiklerinden, ben ölmüyorum" diyerek, ölümü gülerek karşılar. Ve "O ruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum" der, rahatla yatar.)

ÜÇÜNCÜ DÜSTURUNUZ
Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz.

Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır. Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.
Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâvâyı ispat eder ve kendi kendine delil olur.

Çünkü yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul'da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada, yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki, kendi memleketimde ve İstanbul'da, burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmî; insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında, yedi sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine katiyen şüphem kalmadı.

Hem itiraf ediyorum ki, samimî ihlâsınızla, şan ve şeref perdesi altında nefsimi okşayan riyâdan beni bir derece kurtardınız. İnşaallah tam ihlâsa muvaffak olursunuz, beni de tam ihlâsa sokarsınız.
Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (r.a.), o mu'cizevâri kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) o harika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar. Ve himayetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz. Onuncu Lem'adaki şefkat tokatlarını tahattur ediniz.
Böyle mânevî kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz, ("Onları kendi nefislerine tercih ederler." (Haşir Sûresi: 59:9.) sırrıyla ihlâs-ı tâmmı kazanınız. Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hattâ, en lâtif ve güzel bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü'mine bildirmek ki, en mâsumâne, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer "Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim" arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur; fakat mâbeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir.

DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ
Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir.

Ehl-i tasavvufun mâbeyninde fenâ fi'ş-şeyh, fenâ fi'r-resul ıstılahatı var. Ben sufî değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fenâ fi'l-ihvân suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna tefânî denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani, kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.
Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üssü'l-esası, samimî ihlâstır.

Samimî ihlâsı kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var; ortada tutunacak yer bulamaz.

Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i kübrâ-i Kur'âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var. İnşaallah, Risale-i Nur yoluyla Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın daire-i kudsiyesine girenler, daima nura, ihlâsa, imana kuvvet verecekler ve öyle çukurlara sukut etmeyeceklerdir.

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:
BİD'A : Dinin aslına uymayan âdet ve uygulamalar.
Binaen: -den dolayı, -den ötürü, -için, -dayanarak, yapılarak, bu sebepten.
CADDE-İ KÜBRÂ-İ KUR'ÂNİYE : Kur'ân'ın büyük, geniş ve sağlam caddesi. Kur'ân yolu.
CİVANMERT : İyiliksever. Cömert. Fedâkâr.
Çendan: Gerçi, o kadar, her ne kadar, pek o kadar.
DALÂLET : Hak ve hakîkatten, dinden sapma, ayrılma; azma.
DUÂ-I MÂNEVÎ : Mânevî duâ. Sözle yapılan mânâ yüklü duâ.
ENÂNİYET : Benlik, gurur.
ESAS : Temel. Kök. Rükün. şart. Hakikat ve mahiyetler.
ESBÂB : Sebepler.
FÂZÎLET : Değer; meziyet, ilim, îmân ve irfan itibâriyle olan yüksek derece.
FENÂFİ'L-İHVAN : Kardeşlerinde fâni olmak. Kardeşlerinin sevinçleriyle sevinip acılarıyla üzülmek derecesinde onlarla bütünleşmek.
FENÂFİ'Ş-ŞEYH : Bütün mânevî kemâlatını şeyhin mânevî şahsiyetinden almak mânâsındaki tâbir.
FENAFİRRESUL : (Fenâ fir-resul) Tas: Bütün varlığını Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) manevî şahsiyetinde yok etmek mânasına gelir.
Gavs-ı âzam: 1-Tarikat kurucusu. 2-En büyük gavs, Abdülkadir-i Geylânî Hazretlerinin nâmı.
Gaybi: Gayba ait, göze görünmeyenlere ait, gaybla ilgili, hazırda olmayan.
HÂDİM : Hizmet eden, hizmetkâr.
HAKAİK-I ÎMÂNİYE : Îmân hakîkatleri.
Hakk:1-Doğru, gerçek, hakikat. 2-Doğruluk.
HALÎLİYE : Samimî dostluk ve kardeşlik.
HASLET : Huy, tabiat, karakter, meziyet.
HÂSSA : Birşeye mahsus özellik, tesir, his, duygu.
Hazret: Saygı, ululama, yüceltme, övme maksadıyla kullanılan tabir.
HILLET : Samimî dost.
Himaye, himâyet: 1-Koruma, esirgeme, muhafaza etme. 2-Kayırma, elinden tutma.
HİSSİYÂT-I NEFSÂNİYE : Nefse âit duygular.
HİSSİYÂT-I SÜFLİYE : Alçaltıcı ve nefsin aşağılık istekleri, arzuları.
HODFURUŞ : f. Kendini beğendirmeğe çalışan. Övünen.
Hod-gâm, hod-kâm: Kendi keyfini düşünen, bencil.
HUSUSAN : Bilhassa, özellikle.
ISTILAHÂT : Terimler. Belli bir ilim veya mesleğe ait özel anlamlı kelimeler.
İ’tirâf: Başkalarının bilmediği gizli bir kusurunu söyleme, kendisi için iyi sayılmayacak bir hali gizlemeyip söyleme.
İdâme: Devam ettirme, sürdürme. Devamlı ve daimî kılma.
İFTİHÂR : Övünme; başkasının iyi bir hâli ile sevinme.
İHLÂS : Yapılan ibâdet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfaati, hakîki ve esas gaye etmeyerek, yalnız ve yalnız Allah rızâsını esas maksat edinmek.
İhlâs:Hâlis, içten, samimi, riyasız, karşılıksız sevgi ve bağlılık
İHSANÂT-I İLÂHİ : Allah'ın iyilikleri, bağışları.
İKTİZÂ : Gerekme, gerektirme, lazım gelme, işe yarama, icab etme.
İltifât: Güzel sözler söyleyerek birini samimi olarak okşama.
İttihâd: Birleşme, birlik oluşturma, bir olma, birlik oluşturup ikiliği ortadan kaldırma, birlik.
KEDER : Üzüntü, tasa, kaygı.
KERÂMET : Allah'ın ihsanıyla velîlerin gösterdikleri adet dışı, olağanüstü haller.
Kerâmet: 1-Kerem, lutuf, ihsan, bağış. 2-İkram, ağırlama. 3-Allah'ın velî kullarında görülen olağanüstü haller veya tabiatüstü hadiseler. 4-Ermişçesine yapılan iş, hareket veya söylenen söz, fikir.
KUDSÎ : Mukaddes, yüce, temiz. Kusursuz ve noksansız.
LÂAKAL : En az, hiç değilse, en azından.
Lâtîf: 1-Allah'ın güzel isimlerinden. 2-Yumuşak, hoş, güzel, nazik, narin. 3-Cismani olmayan, ruhla ilgili, ruhanî. 4-Tatlı, şirin.
MÂBEYN : Ara; iki şey arası.
Mâbeyn: Ara, aralık, iki şeyin arası.
MAKBUL : Kabul edilmiş olan, geçerli.
Mânen: İç varlık bakımından, duyguca, gönülce, yürekçe, ruhça, mâna itibarıyle, mânaca.
MÂNİ : Engel.
Ma'sûm-âne:Masumca, masum olana yakışacak surette, suçsuz, günahsız bir şekilde.
MENÂFİ-İ CÜZ'İYE : Cüz'i, küçük menfaatler. Az bir fayda.
Menfaat: Fayda, kâr, gelir, ihtiyaç karşılığı olan şey.
MES'UL : Sorumlu.
MEŞREB : Âdet, huy, yaratılış, ahlâk; takip edilen usûl, yol.
MEZİYET : İyi ve doğru hareket; üstünlük vasıfları.
MEZKÛR : Sözü edilen, zikredilen, bahsedilen.
Mu'cize-vârî: Mucize gibi.
MUKABİL : Karşı, karşılık olarak, bedel.
Mukâbil: Karşı, karşılık, muâdil.
Muvaffakiyet: Allah’ın yardımıyla başarılı olma, muvaffak olma, başarma.
MUZIR : Ziyan veren, zararlı, zarara sokan.
MÜKELLEF : Yükümlü, vazifeli. Bir şeyi yapmaya mecbur olan.
MÜRİD : Tarîkat öğrencisi, bir şeyhe bağlı kişi.
Müteallikât: İlgili, alakalı.
NEFS-İ EMMÂRE : Kötülüğü teşvik eden, emreden nefis.
NEHY-İ İLÂHÎ : Allah'ın yasaklaması.
NOKTA-İ İSTİNAD : Dayanak noktası, dayanma yeri.
Nokta-i istinâd: Dayanak noktası, güvenme ve itimat noktası.
Rızâ-yı İlâhi: Allah’ın rızası, hoşnutluğu.
Riyâ:1-İki yüzlülük, yalandan gösteriş, samimiyetsizlik. 2-İnsanlardan sağlayacağı maddî veya manevî çıkar düşüncesiyle iyilik yapma veya iyi olma temayülü, eğilimi.
RİYÂKÂRÂNE : Gösteriş yaparcasına. İki yüzlüce.
SÂFÎ : Temiz, pâk, duru
SAKÎL : Ağır, can sıkıcı, çirkin.
Samîmiyet:1-Samimîlik, içtenlik. 2-Teklifsizlik.
SAVLET : Saldırı.
SIRR : Gizli hakikat. Gizli iş. Herkese söylenmeyen şey.
Sırr: Gizli tutulan, kimseye söylenmeyen şey, gizli iş veya söz.
SUFİ : (C.: Sufiyyun) Tasavvuf ehli. Sofu.
SUKÛT : Değerden düşme, düşüş, alçalış.
ŞÂKİRÂNE : Şükrederek.
ŞEFAATÇİ : Af için sebep ve vesîle olması ümit edilen.
ŞEREF : Yükseklik, yücelik. Büyüklük.
TAARRUZ : Sataşmak, ilişmek, saldırmak.
Tahattur:1-Hatırlama, hatıra getirme. 2-Unutulduktan sonra hatırlanan şey.
Tarassudât: Gözlemeler, gözetmeler
TARÎK-I HAKİKAT : Hak ve hakikat yolu.
TASAVVUF : Kalbi, dünyanın fâni işlerinden ayırıp, Allah sevgisi ile bağlamak.
TASAVVUR : Birşeyi zihinde şekillendirme; düşünce, tasarı; tasarlama.
TAZYİKAT : Baskılar, zorlamalar, sıkıştırmalar.
Tazyîkât: Tazyikler, baskılar, zorlamalar, sıkıştırmalar.
TECÂVÜZ : Haddini aşma; söz veya hareketle ileri gitme, saldırma.
TEFÂNÎ : Fikrî ve ahlâkî kaynaşmak, birbirine fani olmak kardeşinin meziyet ve hissiyatını fikren yaşamak.
Tercîh: Bir şeyi diğerlerinden üstün tutma, öne alma, seçme, daha çok beğenme.
Tesânüd: Dayanışma, birbirine dayanma, birbirinden destek alma, omuzdaşlık.
Tesellî: Avutma, acısını dindirme, güzel sözler söyleyerek rahatlatma.
Teveccüh: 1-Yüzünü bir yöne çevirme, yönelme, yöneliş. 2-Hoşlanma, güler yüz gösterme, iltifat etme.
Teveccüh: 1-Yüzünü bir yöne çevirme, yönelme, yöneliş. 2-Hoşlanma, güler yüz gösterme, iltifat etme.
UBÛDİYET : Kulluk, kölelik, kul olduğunu bilip Allah'a itaat etme.
UHREVÎ : Ahirete dâir, öteki dünyaya âit.
Uhuvvet-i hakîkiye: Hakikî, gerçek kardeşlik.
UMÛR-U HAYRİYE : Hayırlı işler.
Ümmî: Okuma yazması olmayan, okumamış.
ÜSSÜ'L-ESAS : Esasların esâsı, en büyük temel, hakiki ve sağlam temel.
Üstâd: Bir ilim veya sanatta üstün olan kimse. 2-Öğretici; muallim, öğretmen, usta, san'atkâr. 3-Maharetli, tecrübeli, usta.
Vâsıta: İki şeyi birbirine bitiştiren üçüncü. Aracı.
VAZİFE-İ ÎMÂNİYE : İmânla ilgili vazife.
VESÎLE-İ MAKASID : Asıl maksada götüren vesîle, vasıta.
Zâhir: Görünen, görünücü. Açık, belli, meydanda…
ZİYÂDE : Fazla, çok.
 

harp

Well-known member
Hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır
02 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim

İ’lem eyyühe’l-aziz!

Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor.

Sen de yolcusun.

Bak, ihtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulû etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır.

Maahaza, ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan! (Mesnevi-i Nuriye, Habbe)

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:
İ'LEM EYYÜHE'L-AZİZ : “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir söz
MAAHAZA : Bununla beraber.
MESRUR : Sevinçli, sürurlu.
ÖMR-Ü BÂKİ : Devamlı ömür.
SA'Y : Gayret, çalışma, emek.
SEKERÂT : Ölüm ânı, can çekiştirme, ölmek üzere olan bir kimsenin kendinden geçmesi.
TAVATTUN : Vatan tutmak; yer edinmek, kalmak.
TULÛ : Doğma, doğuş, birden zuhur etme; bir şeye vâkıf olup bilme.
 

harp

Well-known member
Acaba Allah bizden ne fiyat istiyor?
03 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim

SUAL: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah ne fiyat istiyor?

ELCEVAP: Evet, o Mün’im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir:
Biri zikir,
biri şükür,
biri fikirdir.

Başta “Bismillâh” zikirdir.
Âhirde “Elhamdülillâh” şükürdür.
Ortada, bu kıymettar harika-i san’at olan nimetler Ehad, Samed’in mucize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir.

Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de, zahirî mün’imleri medih ve muhabbet edip Mün’im-i Hakikîyi unutmak, ondan bin derece daha belâhettir.

Ey nefis! Böyle ebleh olmamak istersen, Allah namına ver, Allah namına al, Allah namına başla, Allah namına işle, vesselâm. (Sözler, Birinci Söz)

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:
Belâhet : aptallık, ahmaklık
Derk etmek : algılamak, anlamak
Ebleh : ahmak, aptal, akılsız
Ehad : bir olan Allah
Miskin : zavallı
Mucize-i kudret : Allah’ın kudret mucizesi
Mün’im : nimet veren
Mün’im-i Hakikî : gerçek nimet verici olan Allah
Samed : hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Ona muhtaç olan Allah
Tablacı : tezgâhtar, sunucu
 

harp

Well-known member
Nurculuk siyasi bir teşkilat mıdır?
04 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim

Beni istintak eden zatın ve heyet-i hakimenin nazar-ı dikkatlerine,

Evvelki ifademe üç maddeyi ilâve ediyorum.

Birinci madde:

Bizi hayrette bırakan ve gayet şaşırtan ve bir garazı ihsas eden ve bil’iltizam hiçten bir sebeb-i itham icat etmek nev’inden, musırrane, bir cemiyet ve teşkilât varmış gibi soruyorlar “Bu teşkilâtı yapmak için nereden para alıyorsunuz?” diyorlar.

Elcevap: Evvelâ, ben dahi soranlardan soruyorum: Böyle bir cemiyet-i siyasiyenin, bizim tarafımızdan vücuduna dair hangi vesika, hangi emareler var ve parayla teşkilât yaptığımıza hangi delil ve hangi hüccet bulmuşlar ki, bu kadar musırrane soruyorlar?
Ben, on senedir Isparta vilâyetinde şiddetli tarassut altında bulunmuşum. Bir-iki hizmetkâr ve on günde bir-iki yolcudan başka adamları görmeyen garip, kimsesiz, dünyadan usanmış, siyasetten gayet şiddetle nefret etmiş ve kuvvetli siyasî muhalif cemiyetlerin ne kadar aksülâmeller ile zararlı ve akîm kaldığını mükerrer müşahedatla görmüş ve kendi kavim ve binler dostları içinde, en mühim fırsatta, siyasî cemiyet ve cereyanları reddetmiş ve karışmamış ve iman-ı tahkikînin gayet kudsî ve hiçbir şeyle zedelenmesi caiz olmayan hizmeti bozmak ve ağraz-ı siyasî ile çürütmeyi en büyük bir cinayet telâkki ederek şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçan ve on seneden beri

اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ (Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.) kendine düstur eden; ve hileyi hilesizlikte bulan, asabî ve bilâ-perva esrarını fâşeden; on sene koca Isparta vilâyetinin hassas ve cessas memurlarına böyle teşkilât sezdirmeyen bu adamdan, “Böyle bir teşkilât var ve siyasî bir dolabı çeviriyorsunuz” diyenlere karşı, yalnız ben değil, belki Isparta vilâyeti ve bütün beni tanıyanlar, belki bütün ehl-i akıl ve vicdan, onların iftiralarını nefretle karşılar ve “Garazkâr plânlanlar ile onu itham ediyorsunuz” diyecekler.

Saniyen: Meselemiz imandır. İman uhuvvetiyle bu memlekette ve Isparta’nın yüzde doksan dokuz adamlarıyla uhuvvetimiz var. Halbuki cemiyet ise, ekser içinde ekalliyetin ittifakıdır. Bir adama karşı, doksan dokuz adam cemiyet olmaz. Meğer, gayet insafsız bir dinsiz, herkesi–hâşâ–kendi gibi tevehhüm edip, bu mübarek ve dindar milleti tahkir etmek niyetiyle böyle işaa eder...

Salisen: Benim gibi pek ciddî bir muhabbetle Türk milletini seven; ve Kur’ân’ın senâsına mazhariyetleri cihetiyle Türk milletini pek çok takdir eden; ve altı yüz seneden beri bütün dünyaya karşı koyan ve Kur’ân’ın bayraktarı olan bu millete karşı gayet şiddetli taraftar bulunan; ve bin Türkün şehadetiyle, bin milliyetçi Türkçüler kadar Türk milletine bilfiil hizmet eden; ve kıymettar otuz-kırk Türk gençleri, namazsız otuz bin hemşehrilerine tercih etmekle bu gurbeti ihtiyar eden; ve hocalık haysiyetiyle izzet-i ilmiyeyi muhafaza eden ve hakaik-i imaniyeyi pek vâzıh bir surette ders veren bir insanın, on sene ve belki yirmi-otuz sene zarfında, yirmi-otuz değil, belki yüz ve binler talebesi, sırf iman ve hakikat ve âhiret noktasında onunla fedakârane bağlansa ve âhiret kardeşi olsalar çok mudur ve zararı mı var? Hiç ehl-i vicdan ve insaf bunları tenkide cevaz verir mi? Ve bunlara cemiyet-i siyasiye nazarıyla bakabilir mi?

Rabian: On sene zarfında yüz banknot ile idare eden ve günde, bazan kırk para ile geçinen ve yetmiş yamalı bir abayı yedi sene giyen bir adam hakkında; “Nereden para alıp yaşıyorsun ve teşkilât yapıyorsun?” diyenler, ne kadar insaftan uzak düştüklerini ehl-i insaf anlar. (Tarihçe-i Hayat, Eskişehir Hayatı, Eskişehir Müdafaası)

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:
Aba : yünden dokunmuş bir tür kumaştan dikilen hırka veya elbise
Âhiret : öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayat
Akîm : neticesiz, sonuçsuz
Banknot : lira mânâsındaki kâğıt para
Bilfiil : fiilî olarak
Cebren : zorla, baskıyla
Celb : çekme,
Cemiyet : topluluk, dernek
Cemiyet-i siyasiye : siyasî cemiyet, topluluk
Cevaz : izin, müsaade
Cihet : yön, taraf
Desise : hile, aldatma
Ehl-i insaf : insaf sahipleri
Ehl-i vicdan ve insaf : vicdan ve insaf sahibi insanlar
Ekalliyet : azınlık
Ekser : çoğunluk
Entrika : dalavere, dolap çevirme
Fedakârane : fedakârca
Fitne : ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk
Gurbet : doğup büyüdüğü beldeden uzak diyarlarda bulunma
Hakaik-i imaniye : iman hakikatleri, esasları
Hakikat : gerçek, doğru
Hâşâ : asla, kesinlikle öyle değil
Haysiyet : özellik
Hemşehri : aynı şehir veya bölgeden olan
Hükûmet : idare, yönetim, devletin icra mekanizması
İğfal : gaflete düşürerek kandırma, aldatma
İhtiyar : seçim, istek, tercih
İşaa etme : bir haberi yayma, duyurma
İttifak : birleşme
İzzet-i ilmiye : ilmin izzet ve yüceliği
Kıymettar : kıymetli, değerli
Mazhariyet : erişme, kavuşma, nail olma
Muhabbet : sevgi
Muhafaza : koruma
Mübarek : hayırlı, uğurlu
Nazar : bakış, görüş
Rabian : dördüncü olarak
Salisen : üçüncü olarak
Saniyen : ikinci olarak
Senâ : övgü, medih
Serbestî : özgürlük
Suret : biçim, şekil
Şehadet : şahitlik, tanıklık
Tahkir : aşağılama, hakaret etme
Tatbik : uygulama
Tenkit : eleştiri
Teşkilât : kuruluş, örgüt
Tevehhüm : kuruntuya kapılma, olmayan şeyi var zannetme
Uhuvvet : kardeşlik
Vâzıh : açık, âşikâr
Zarfında : içinde
Ağraz-ı siyasî : siyasî gayeler, siyasî tarafgirliğin doğurduğu kin ve düşmanlıklar
Akîm : neticesiz, sonuçsuz
Aksülâmel : ters tepki
Asabî : sinirli
Bil’iltizam : bile bile, özellikle
Bilâ-perva : pervasız, korkusuz
Caiz : sakıncasız, doğru
Cemiyet : topluluk, dernek
Cemiyet-i siyasiye : siyasî amaçlarla kurulmuş cemiyet, örgüt
Cereyan : hareket, akım
Cessas : casusluk yapan
Düstur : prensip
Ehl-i akıl ve vicdan : akıl ve vicdan sahibi kimseler
Emare : belirti, işaret
Esrar : sırlar, gizemler
Fâşeden : açığa vuran
Garaz : kötü kasıt
Garazkârâne : art niyetli bir şekilde
Heyet-i hakime : hakimler kurulu
Hizmetkâr : hizmetçi
Hüccet : delil
İcat : meydana getirme
İhsas : hissettirme, hatırlatma
İman-ı tahkîki : inandığı şeylerin aslını, esâsını bilerek inanma; sarsılmaz iman
İstintak : sorgulama
İttiham : itham, suçlama
Kavim : millet, uyruk
Kudsî : her türlü kusur ve noksandan uzak, kutsal
Muhalif : aykırı, karşıt
Musırrâne : ısrarlı bir şekilde
Müdafaat : mahkemede sunulan savunmalar
Mükerrer : tekrar tekrar
Müşahedat : yapılan gözlemler
Nazar-ı dikkat : dikkat içeren bakış
Nev’ : tür
Sebeb-i itham : suçlama sebebi
Tarassut : gözaltında tutma, gözetim
Telâkki : anlama, kabul etme
Teşkilât : kuruluş, örgüt
Tetimme : ek, tamamlayıcı not
Vesika : belge
Vilâyet : il
Vücud : meydana getirme
 

harp

Well-known member
Misyonerler ve Nurcular çok dikkat etmeli
05 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim

Hem Salâhaddin’in, Asâ-yı Mûsâ’yı Amerikalıya vermesi münasebetiyle deriz:

Misyonerler ve Hıristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü, herhalde şimal cereyanı, İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avâma müsaadekâr ve vücub-u zekât ve hurmet-i riba ile, burjuvaları avâmın yardımına dâvet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde Müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir.

Her neyse, bu defa sizin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım. (Tarihçe-i Hayat)

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:

burjuva : servet ve mal birikimi yapanlar; zenginler sınıfı
hurmet-i riba : faizin haram olması
şimal : kuzey
tabaka-i avâm : halk tabakası
vücub-u zekât : zekâtın farz oluşu
 

harp

Well-known member
Ben (asm) şu kâinat Hâlıkının meb'usuyum
06 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm iddia-yı nübüvvet etmiş, Kur’ân-ı Azîmüşşan gibi bir fermanı göstermiş ve ehl-i tahkikin yanında bine kadar mu’cizât-ı bâhireyi göstermiştir.1 O mu’cizat, heyet-i mecmuasıyla, dâvâ-yı nübüvvetin vukuu kadar vücutları kat’îdir. Kur’ân-ı Hakîmin çok yerlerinde en muannid kâfirlerden naklettiği sihir isnad etmeleri gösteriyor ki, o muannid kâfirler dahi mu’cizâtın vücutlarını ve vukularını inkâr edemiyorlar. Yalnız, kendilerini aldatmak veya etbâlarını kandırmak için hâşâ sihir demişler.

Evet, mu’cizât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) yüz tevatür kuvvetinde bir kat’iyeti vardır. Mu’cize ise, Hâlık-ı Kâinat tarafından, onun dâvâsına bir tasdiktir, sadakte hükmüne geçer. Nasıl ki, sen bir padişahın meclisinde ve daire-i nazarında desen ki, “Padişah beni filân işe memur etmiş.” Senden o dâvâya bir delil istenilse, padişah “Evet” dese, nasıl seni tasdik eder. Öyle de, âdetini ve vaziyetini senin iltimasınla değiştirirse, “Evet” sözünden daha kat’î, daha sağlam, senin dâvânı tasdik eder.

Öyle de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dâvâ etmiş ki:

“Ben, şu kâinat Hâlıkının meb’usuyum. Delilim de şudur ki: Müstemir âdetini, benim dua ve iltimasımla değiştirecek. İşte, parmaklarıma bakınız, beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamere bakınız, bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız, beni tasdik için yanıma geliyor, şehadet ediyor. Şu bir parça taama bakınız, iki üç adama ancak kâfi geldiği halde, işte, iki yüz, üç yüz adamı tok ediyor.”

Ve hâkezâ, yüzer mu’cizâtı böyle göstermiştir.

Şimdi, şu zâtın delâil-i sıdkı ve berâhin-i nübüvveti, yalnız mu’cizâtına münhasır değildir. Belki, ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef’âli, ahval ve akvâli, ahlâk ve etvârı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini ispat eder. Hattâ, meşhur ulema-i Benî İsrailiyeden Abdullah ibni Selâm gibi pek çok zâtlar, yalnız o Zât-ı Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın simasını görmekle,“Şu simada yalan yok;şu yüzde hile olamaz”diyerek imana gelmişler.1

Çendan muhakkıkîn-i ulema, delâil-i nübüvveti ve mu’cizâtı bin kadar demişler; fakat binler, belki yüz binler delâil-i nübüvvet vardır. Ve yüz binler yolla yüz binler muhtelif fikirli adamlar, o zâtın nübüvvetini tasdik etmişler. Yalnız Kur’ân-ı Hakîmde kırk vech-i i’câzdan başka, nübüvvet-i Ahmediyenin (a.s.m.) bin burhanını gösteriyor.

Hem madem nev-i beşerde nübüvvet vardır. Ve yüz binler zât, nübüvvet dâvâ edip mu’cize gösterenler gelip geçmişler.2 Elbette, umumun fevkinde bir kat’iyetle, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) sabittir. Çünkü, İsâ Aleyhisselâm ve Mûsâ Aleyhisselâm gibi umum resullere nebî dedirten ve risaletlerine medar olan delâil ve evsaf ve vaziyetler ve ümmetlerine karşı muameleler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmda daha ekmel, daha câmi bir surette mevcuttur.

Madem hükm-ü nübüvvetin illeti ve sebebi, zât-ı Ahmedîde (a.s.m.) daha mükemmel mevcuttur. Elbette, hükm-ü nübüvvet, umum enbiyadan daha vâzıh bir kat’iyetle ona sabittir. (Mektubat, On Dokuzuncu Mektup)


1 : Tirmizî, Kıyâme: 42; İbni Mâce, İkame: 174, Et’ıme: 1; Dârîmî, Salât: 156; İsti’zân: 4; Müsned, 5:451.
2 : Müsned, 5:266; Hatib-i Tebrizî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, 3:122; İbnü’l-Kayyım el-Cevzî, Zâdü’l-Meâd (tahkik: el-Arnavud), 1:43-44.

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:

ahval : haller, davranışlar
akvâl : sözler
Aleyhissalatü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun
berâhin-i nübüvvet : peygamberlik delilleri
burhan : güçlü delil, kanıt
çendan : gerçi, her ne kadar
daire-i nazar : görüş dairesi
dâvâ : iddia
delâil-i nübüvvet : peygamberlik delilleri
delâil-i sıdk : doğrulayıcı deliller
ef’’âl : fiiller, hareketler
ehl-i dikkat : dikkat sahipleri
etvâr : tavırlar, haller
hâkezâ : bunun gibi
Hâlık : yaratıcı, herşeyi yoktan yaratan Allah
harekât : hareketler
hile : aldatma
iltimas : istirham, rica
kâfi : yeterli
kâinat : evren, bütün yaratılmışlar
kamer : ay
kat’i : şüphesiz, kesin
Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
meb’us : gönderilen, peygamber
memur etme : görevlendirme
mu’cizât : mu’cizeler; Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü hal ve hareketler
muhakkıkîn-i ulema : gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler
muhtelif : çeşitli, değişik
münhasır : mahsus, ait
müstemir : sürekli, devamlı
nübüvvet : peygamberlik
nübüvvet-i Ahmediye : Hz. Muhammed’in peygamberliği
Resul-i Ekrem : Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed
sadakte : “doğru söyledin”
sıdk : doğruluk
sima : yüz, çehre
sîret : ahlâk, karakter
suret : biçim, dış görünüş
şehadet : şahitlik, tanıklık
taam : gıda, yiyecek
tasdik : doğrulama, onaylama
ulema-i Benî İsrailiye : İsrailoğullarının (Yahudilerin) âlimleri
umum : bütün, genel
vech-i i’câz : mu’cizelik yönü
Zât-ı Ekrem : çok şeref ve itibar sahibi bir zât olan Hz.Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun
delâil : deliller
ekmel : en mükemmel
envâ-ı kâinat : varlıkların çeşitleri
envâr-ı hakikat : hakikat nurları
evsaf : vasıflar
hakaik : gerçekler, doğrular
Hâlık : yaratıcı, herşeyi yaratan Allah
hedâyâ-yı mâneviye : mânevî hediyeler
hoşâmedî : hoş geldin deme
hükm-ü nübüvvet : peygamberlik hükmü
illet : esas sebep, maksat
kâinat : evren, bütün yaratılmışlar
kat’iyet : kesinlik, şüphesizlik
mazhar : ayna, görünme yeri
meb’us : gönderilmiş, peygamber
mecma : toplanma yeri
mu’cize : Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü hal ve hareket
mümessil : temsilci
mütenevvi : çeşitli
nebî : peygamber
nübüvvet-i Ahmediye : Hz. Muhammed’in peygamberliği
nükte : ince ve anlamlı söz
padişah-ı zîşân : şanlı padişah
Resul-i Ekrem : Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed
risalet : peygamberlik, elçilik
Sultan-ı Ezel ve Ebed : başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan, Allah
vâzıh : açık, âşikar
yaver-i ekrem : çok değerli, yüksek rütbeli memur
zât-ı Ahmedî : Peygamberimiz Hz. Muhammed’in zâtı, kişiliği
 

harp

Well-known member
İhtiyarlık bana ihtar etti ki...
07 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...



Bismillahirrahmanirrahim
ALTINCI RİCA
Bir zaman, elîm bir esaretimde, insanlardan tevahhuş edip Barla Yaylasında, Çam dağının tepesinde yalnız kaldım. Yalnızlıkta bir nur arıyordum. Bir gece, o yüksek tepenin başındaki yüksek bir çam ağacının üstündeki üstü açık odacıkta idim. Üç dört gurbeti birbiri içinde ihtiyarlık bana ihtar etti. Altıncı Mektupta izah edildiği gibi, o gece, ıssız, sessiz, yalnız, ağaçların hışırtılarından ve hemhemelerinden gelen hazîn bir sadâ, bir ses, rikkatime, ihtiyarlığıma, gurbetime ziyade dokundu. İhtiyarlık bana ihtar etti ki: Gündüz nasıl şu siyah bir kabre tebeddül etti, dünya siyah kefenini giydi; öyle de, senin ömrünün gündüzü de geceye ve dünya gündüzü de berzah gecesine ve hayatın yazı dahi ölümün kış gecesine inkılâp edeceğini kalbimin kulağına söyledi. Nefsim bilmecburiye dedi:
Evet, ben vatanımdan garip olduğum gibi, bu elli sene zarfındaki ömrümde zeval bulan sevdiklerimden ayrı düştüğümden ve arkalarında onlara ağlayarak kaldığımdan, bu vatan gurbetinden daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbettir. Ve bu gece ve dağın garibâne vaziyetindeki hazîn gurbetten daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbete yakınlaşıyorum ki, bütün dünyadan birden mufarakat zamanı yakınlaştığını ihtiyarlık bana haber veriyor. Bu gurbet gurbet içinde ve bu hüzün hüzün içindeki vaziyetten bir rica, bir nur aradım. Birden, iman-ı billâh imdada yetişti. Öyle bir ünsiyet verdi ki, bulunduğum muzaaf vahşet bin defa tezâuf etseydi, yine o teselli kâfi gelirdi.
Evet, ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem Rahîm bir Hâlıkımız var; bizim için gurbet olamaz. Madem O var; bizim için herşey var. Madem O var; melâikeleri de var. Öyleyse bu dünya boş değil; hâli dağlar, boş sahrâlar Cenâb-ı Hakkın ibâdıyla doludur. Zîşuur ibâdından başka, Onun nuruyla, Onun hesabıyla taşı da, ağacı da birer mûnis arkadaş hükmüne geçer, lisan-ı halle bizimle konuşabilirler ve eğlendirirler.
Evet, bu kâinatın mevcudatı adedince ve bu büyük kitab-ı âlemin harfleri sayısınca, vücuduna şehadet eden; ve zîruhların medar-ı şefkat ve rahmet ve inâyet olabilen cihazatı ve mat’ûmâtı ve nimetleri adedince rahmetini gösteren deliller, şahitler, bize Rahîm, Kerîm, Enîs, Vedûd olan Hâlıkımızın, Sâniimizin, Hâmîmizin dergâhını gösteriyorlar. O dergâhta en makbul bir şefaatçi, acz ve zaaftır. Ve acz ve zaafın tam zamanı da ihtiyarlıktır. Böyle bir dergâha makbul bir şefaatçi olan ihtiyarlıktan küsmek değil, sevmek lâzımdır. (Lemalar 26. Lema 6.rica)
Bediüzzaman Said Nursi
LÜGAT:
Acz : Güçsüzlük
Berzah : Kabir Âlemi
Bilmecburiye : Zorunlu Olarak
Cenâb-I Hak : Hakkın Tâ Kendisi Olan Şeref Ve Yücelik Sahibi Allah
Cihazat : Cihazlar, Donanım
Dergâh : Allah’ın Yüce Katı
Elîm : Acı Ve Sıkıntı Veren
Enîs : Yarattığı Varlıklara Karşı Çok Yakın, Dost Olan Allah
Eski Said :
Garibâne : Garip Olarak
Garip : Yalnız, Kimsesiz
Gurbet : Gariplik, Yabancılık
Hâlık : Her Şeyi Yaratan Allah
Hâli : Boş, Issız
Hâmî : Koruyan, Sahip Çıkan Allah
Hazîn : Hüzün Veren, Acıklı
Hüzün : Üzüntü
İbâd : İbadet Edenler, Kullar
İhtiyare : Yaşlı Kadın
İman-I Billâh : Allah’a İman
İnâyet : Allah’tan Gelen Yardım, İhsan, İyilik
İnkılâp Etmek : Dönüşmek
Kâfi : Yeterli
Kâinat : Evren
Kerîm : Sonsuz Cömertlik Ve İkram Sahibi Allah
Kitab-I Âlem : Âlem Kitabı, Kâinat
Lisan-I Hâl : Hâl Ve Beden Dili
Makbul : Kabul Edilen
Mat’ûmât : Yiyecekler
Medar-I Şefkat : Şefkat Sebebi
Melâike : Melekler
Mevcudat : Varlıklar
Mufarakat : Ayrılık
Mûnis : Cana Yakın, Dost
Muzaaf : Katmerli, Kat Kat
Nimet : Maddî Ve Manevî İhtiyaç Duyulan Şeyler; Yenilip İçilecek Şeyler
Rahîm : Rahmeti Herşeyi Kuşatan Her Bir Varlığa Ayrı Ayrı Şefkatini Gösteren Allah
Rahmet : İlâhî Şefkat, Merhamet
Rica : Ümit
Sâni : Herşeyi Mükemmel Ve San’atlı Bir Şekilde Yaratan Allah
Şefaatçi : Af İçin Aracılık Eden
Şehadet Eden : Şahitlik, Tanıklık Eden
Tezâuf Etmek : Katlanarak Artmak
Ünsiyet : Dostluk, Alışkanlık
Vahşet : Ürküntü
Vaziyet : Durum
Vedûd : Kullarını Çok Seven Ve Şefkat Eden, Kendisine Çok Sevgi Beslenen Allah
Vücud : Varlık
Yeni Said :
Zeval Bulan : Gelip Geçen, Yok Olan
Zîruh : Ruh Sahibi
Zîşuur : Şuur Sahibi
Ziyade : Çok, Fazla
 

harp

Well-known member
İslam kardeşliğinin uyanışıyla...
09 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü'z-zünub değil, kessâretü'z-zünub oldu.
Haccın bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.
İşte Hint, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor.
İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçare valideleri olduğunu, "ba'de harabi'l-Basra" anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.
İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.
İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor.
İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor.
Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlar ettirildi. (İbret alınız)
(Zaruret yasakları mübah kıldığı gibi zorlukları da kolaylaştır.) korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-i cinsiyesiyle câmusa saldırır. İşte dehşetli bir cesaret...
Hem darb-ı mesel olmuş, keçi, kurttan havfı, ıztırar vaktinde mukavemete inkılâp eder; boynuzuyla kurdun karnını deldiği vâkidir. İşte harika bir şecaat...
Fıtrî meyelan, mukavemet-sûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir gülle içine atılsa, kışta soğuğa mâruz bırakılsa, meyl-i inbisat demiri parçalar.
Evet, şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ıztırarî şecaati gibi fıtrî bir heyecan, demir güllede su gibi zulmün burudetli husumet-i kâfiranesine maruz kaldıkça herşeyi parçalar. Rus mojikleri buna şahittir.
Bununla beraber imanın mahiyetindeki hârikulâde şehamet, izzet-i İslâmiyenin tabiatındaki âlempesent şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mucizeleri gösterebilir.
Birgün olur elbette doğar şems-i hakikat
Hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem? (Sünuhat, Rü’yanın Zeyli)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ÂH Ü FÎZAR : Ah edip ağlama.
ÂLEMPESEND : f. Bütün herkesin hoşuna gidip beğendiği şey.
ÂLİYE : Yüksek, yüce.
BA'DE HARAB-İL BASRA : Basra harab olduktan sonra. * Mc: İş işten geçtikten sonra.
BÎÇARE : Çaresiz, zavallı.
BURÛDET : Soğukluk.
CÂMUS : Su sığırı. Manda.
DARB-I MESEL : Atasözü.
FITRÎ : Doğuştan, yaratılıştan, fıtrata âit ve yaratılışla ilgili.
GAZAP : Hiddet, öfke, kızgınlık.
HÂRİKULÂDE : Muhteşem, şaşırtıcı derecede
HAVF : Korku, korkma.
HAYR-I MAHZ : Hayrın tâ kendisi; mutlak hayır; tam hayır.
HİKMET : Felsefe, ilim; gayeli olma, faydalılık.
HUSÛMET : Düşmanlık. Kin beslemek.
IZTIRAR : Mecburiyet, çâresizlik, zor durumda olmak.
İHMAL : Ehemmiyet vermemek, yapılması gereken bir işi sonraya bırakmak.
İHZAR : Hazırlamak.
İNKILÂP : Bir halden diğer bir hâle geçme; değişme, köklü değişim.
İNTİBÂH : Uyanıklık, hassasiyet.
İSTİHDÂM : Bir işte kullanmak için alıkoyma, çalıştırma, kullanma, hizmet ettirme.
KÂFİRÂNE : Kâfirce, kâfire yakışır şekilde.
KAHR : Zorlama, cebr, ezme, mahvetme; Allah'ın şiddetli ve azap verici vasıflarının tecellisi, lütfun zıddı.
KEFFÂRETÜ'Z-ZÜNÛB : Günahların keffâreti, mü'minlere, işledikleri günahların affı için Allah tarafından verilen hastalık ve musîbetler.
KESSARE : Çoğaltan. Artıran.
MÂRUZ : Birşeyin karşısında ve tesiri altında bulunan, uğrama.
MASLAHAT-I UMÛMİYE : Umûmun kabulü, hoşgörüsü, faydalı bulması.
MEYELÂN : Bir tarafa eğilmiş, ziyâde meyil gösterme, yönelme.
MEYL-İ İMBİSAT : Genişleme meyli arzusu.
MOJİK : Rus köylüleri emperyalizme karşı büyük mücadele vermişler.
MUKAVEMET : Dayanma, karşı koyma, direnme, direnç.
MUKAVEMET-SUZ : f. Dayanmayı te'sirsiz hâle koyan. Tahammülsüzlük veren. Mukavemeti kıran.
MUSÎBET : Belâ, felâket, hastalık, dert, sıkıntı, ezâ, başa gelen acı durumlar.
MÜEBBED : Ebedi, sonsuz.
SİYASET : Memleket idare etme san'atı. Devlet idare tarzı.
SÜKÛT : Suskunluk, sessizlik.
ŞECAAT : Hak ve hakîkat yolunda hiçbirşeyden korkmama. Cesâret, öfke duygusunun orta derecesi.
ŞEDD-İ RAHL : Yolculuğa çıkma.
ŞEFKAT-İ CİNSİYE : Kendi cinsine duyulan şefkat, muhabbet.
ŞEHÂMET : Cesaretlilik.
ŞEMS-İ HAKİKAT : Hakikat güneşi. Gerçeğin tâ kendisi.
ŞERR-İ MAHZ : Her yönüyle kötü olan.
TAARRÜF : Karşılıklı tanışma. Kendini hünerleriyle tanıtma.
TAZAMMUN : İçinde bulundurma, içine alma, ihtivâ etme, muhît olma.
TEÂVÜN : Yardım etme, yardımlaşma.
TEŞRİKÜ'L-MESÂİ : Ortak beraber çalışma. Birlikte çalışmak.
TEVHİD-İ EFKAR : Fikir birliği, ortak akıl.
UHUVVET-İ İSLÂMİYE : İslâm kardeşliği.
VÂLİDE : Anne.
VÂSİA : Genişçe, büyükçe.
VÂVEYLÂ : Çığlık, feryat, yaygara, bağırma.
ZEYL : Ek, ilâve, bir şeyin altı, devamı.
ZULMET-İ ALEM: Alemin karanlığı.
ZÜNUB : (Zenb. C.) Günahlar. Kabahatlar, suçlar. * (Zeneb. C.) Kuyruklar.
 

harp

Well-known member
Fırtınalarda birlikteliğinizi bozmayın
12 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bu şiddetli maddî ve manevi kıştaki ğalâ ve varlık içinde kaht ve derd-i maişet fukaralara ağır basması cihetinde, ekseri fakirü'l-hal olan Risale-i Nur şakirtlerinin bu dehşetli hale karşı sarsılmaları ve tesanütleri bozulması ihtimaliyle ziyade endişe ediyordum.
Sizler her zamandan ziyade bu fırtınada
tesanüdünüzü
ve ittihatınızı
ve birbirinin kusuruna bakmaması,
birbirini tenkit etmemesi,
Risale-i Nur'un vazife-i kudsiye-i imaniyesi hesabına mükellef ve muhtaçsınız.
Sakın birbirinizden gücenmeyiniz ve tenkit etmeyiniz. Yoksa az bir zaaf gösterseniz, ehl-i nifak istifade edip sizlere büyük zarar verebilirler. Derd-i maişet zaruretine karşı, iktisat ve kanaatle mukabele etmeye zaruret var. Menfaat-i dünyeviye, çok ehl-i hakikati, ehl-i tarikatı dahi bir nevi rekabete sevk ettiği için endişe ederim.
Risale-i Nur şakirtleri içinde şimdiye kadar bu cihet onları zedelememiş. İnşaallah yine zedelemez. Fakat herkes bir ahlâkta olamaz. Bazıları meşru dairede rahatını istese de, itiraz edilmemeli. Zarurete düşen bir şakirt zekâtı kabul edebilir. Risale-i Nur'un hizmetine hasr-ı vakit eden rükünlere ve çalışanlara zekâtla yardım etmek de Risale-i Nur'a bir nevi hizmettir.
Hem yardım edilmeli. Fakat hırs ve tamah ve lisan-ı hal ile istemek olmamalı. Yoksa, ehl-i dalâlet ki, hırs ve tamah yolunda dinini feda etmiş; onlar nazarında kıyas-ı binnefs cihetiyle, "Risale-i Nur'un bir kısım şakirtleri dahi, dinini dünyaya âlet ediyorlar" diye çirkin bir ithamla taarruzlarına meydan açar.
Sizler, ara sıra, İhlâs ve İktisat Lem'alarını ve bazan Hücumat-ı Sitte risalesini mâbeyninizde beraber okumalısınız. Sizin şimdiye kadar fevkalade sebat ve metanet ve tesanüt ve ittifakınız, bu memlekete medâr-ı iftihar olacak ve istikbalini kurtaracak derecededir. Dikkat ediniz, bu yeni fırtına sizin tesanüdünüzü bozmasın. (Kastamonu Lahikası)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
AZÎZ : İzzetli, çok izzetli, mânevî kuvvet ve kudret sahibi mağlûp edilmesi mümkün olmayan ve dâima galip olan mânâsında Allah'ın bir ismi.
DERD-İ MAÎŞET : Geçim sıkıntısı.
EHL-İ NİFAK : Münafık (içi dışı bir olmayan) kimseler.
EKSERÎ : Genellikle, çoğunlukla.
ENDİŞE : f. Korku. Düşünce. Merak, keder, kuruntu.
FAKİRÜ'L-HÂL : Muhtaç ve fakirlik içinde olmak.
FEVKALÂDE : Olağanüstü.
GALÂ : Pahalılık; bir şeyin haddini aşması.
HASR-I VAKİT : Vaktini tamamen vermek.
HÜCUMÂT-I SİTTE : Altı hücum; şeytanın altı hücûm ve desisesini alt üst eden bir Nur Risâlesi.
İKTİSAT : Tutum, biriktirme. Lüzumundan fazla veya noksan sarfiyattan kaçınma.
İSTİKBÂLÎ : Geleceğe âit.
İTHAM : Suçlama.
İTTİHAD : Birleşmek, birlik, aynı fikirde olmak.
KAHT : Kıtlık, kuraklık.
KANAAT : Aç gözlü olmayıp hırs göstermemek, kısmetine râzı olmak; inanç.
KIYÂS-I BİNNEFS : Kendini, nefsini kıyaslayarak.
LİSÂN-I HÂL : Birşeyin duruşu ve görünüşü ile bir mânâ ifâde etmesi. Vücut dili
MÂBEYN : Ara; iki şey arası. Sekreterlik. Özel kalem.
MEDÂR-I İTTİFAK : Birlik ve beraberliğin sebebi.
MENFAAT : Fayda.
MEŞRÛ : Helâl, İslâma uygun, haram ve yanlış olmayan.
METÂNET : Kararlılık, dayanıklılık, sağlamlık.
MÜKELLEF : Yükümlü, vazifeli. Bir şeyi yapmaya mecbur olan.
RÜKÜN : Temel, esas.
SEBAT : Dayanmak, kararlı olmak.
SIDDIK : Doğru, hakikatli, sadakatlı, dürüst.
ŞÂKİRT : Talebe, yardımcı.
TAARRUZ : Sataşmak, ilişmek, saldırmak.
TAMAH : (Tımah - Tumuh) Bir şeye göz dikip bakma.
TESÂNÜD : Dayanışma, birbirini destekleme.
VAZİFE-İ KUDSİYE-İ ÎMÂNİYE : İmânın kıymetli ve temiz pak ve yüce vazifesi.
ZAAF : Zayıflık, iktidarsızlık, kudretsizlik.
ZARÛRET : İster istemez, çaresiz olarak, ihtiyaç
ZEKÂT : Malın belli bir miktarını her sene fakirlere dağıtmak.
 

harp

Well-known member
Kainatın lambası güneş, Rabb'in varlığına şahit
11 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Yirmi Birinci Pencere
“Güneş de onlar içinde bir delildir ki, kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider. Bu, kudreti her şeye galip ve ilmi herşeyi kuşatan Allah'ın taktiridir.” (Yasin Sûresi: 38.)
Şu kâinatın lâmbası olan güneş, kâinat Sâniinin vücuduna ve vahdâniyetine güneş gibi parlak ve nurânî bir penceredir.
Evet, Manzume-i Şemsiye denilen küremizle beraber on iki seyyâre,
cirmleri küçüklük büyüklük itibâriyle pekçok muhtelif
ve mevkîleri uzaklık-yakınlık noktasında pekçok mütefâvit
ve sürat-i hareketleri çok mütenevvi' olduğu halde,
kemâl-i intizam ve hikmet ile ve kemâl-i mîzan ile ve bir sâniye kadar şaşırmayarak, hareketleri ve deveranları ve güneşle câzibe kanunu tâbir edilen bir kanun-u İlâhî ile bağlanmaları, yani onlar imamlarına iktidâları, büyük bir mikyasta, bir azamet-i kudret-i İlâhiyeyi ve vahdâniyet-i Rabbâniyeyi gösterir.
Çünkü, o câmid cirmleri, o şuursuz büyük kütleleri nihayet derecede intizam ve mîzan-ı hikmet içinde muhtelif şekillerde ve muhtelif mesafelerde, muhtelif hareketlerde döndürmek, istihdam etmek, ne derece bir kudreti ve bir hikmeti ispat ettiğini kıyas et.
Bu büyük ve ağır işe zerre miktar tesadüf karışsa, öyle bir patlayış verecek ki, kâinatı dağıtacak. Çünkü, bir dakika tesadüf, birisini tevkif etse, mihverinden çıkmasına sebebiyet verir, başkaları ile müsâdeme etmesine yol açar.
Küre-i arzdan bin defa büyük cirmlerle müsâdemenin ne derece dehşetli olduğunu kıyas edebilirsin.
Manzume-i Şemsiyenin, yani şemsin, me'mûmları ve meyveleri olan on iki seyyârenin acâibini ilm-i muhît-i İlâhîye havale edip, yalnız gözümüzün önünde seyyâremiz bulunan arza bakıyoruz, görüyoruz ki;
bu seyyâremiz bir azamet-i şevket-i Rubûbiyeti ve haşmet-i saltanat-ı Ulûhiyeti ve kemâl-i rahmeti ve hikmeti gösterir bir sûrette, güneşin etrafında emr-i Rabbânî ile, Üçüncü Mektubda beyân edildiği gibi, pek büyük bir hizmet için, bir uzun seyr ü seyahat ona ettiriliyor. Bir sefine-i Rabbâniye olarak, acâib-i masnuât-ı İlâhiye ile doldurulmuş ve zîşuur ibâdullaha seyrangâh gibi bir mesken-i seyyar vaziyeti verilmiş. Ve evkât ve hesâbı bildirecek saat akrebi gibi, kamer dahi dakîk hesablarla azîm hikmetlerle ona takılmış; ve o kamere, başka menzillerde, ayrı seyr ü seyahat verilmiş.
İşte bu mübârek seyyâremizin şu halleri, küre-i arz kuvvetinde bir şehâdetle, bir Kadîr-i Mutlakın vücûb-u vücudunu ve vahdetini ispat eder. Mâdem şu seyyâremiz böyledir; Manzume-i Şemsiyeyi ona kıyas edebilirsin.
Hem şemse, kendi mihveri üstünde, câzibe denilen mânevî ipleri yumak yaptırmak için, dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi bir Kadîr-i Zülcelâlin emriyle döndürüp, o seyyârâtı o mânevî iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyârâtı ile, saniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir süratle, bir tahmine göre Herkül Burcu tarafına veya Şemsü'ş-Şümûs cânibine sevk etmek, elbette Ezel ve Ebed Sultanı olan Zât-ı Zülcelâlin kudretiyle ve emriyledir.
Güyâ, haşmet-i rubûbiyetini göstermek için, bu emirber neferleri hükmünde olan Manzume-i Şemsiye ordusu ile bir manevra yaptırır.
Ey kozmoğrafyacı efendi! Hangi tesadüf bu işlere karışabilir?
Hangi esbâbın eli buna ulaşabilir?
Hangi kuvvet buna yanaşabilir?
Haydi sen söyle! Hiç böyle bir Sultan-ı Zülcelâl, aczini gösterip mülküne başkasını karıştırır mı?
Bâhusus kâinatın meyvesi, neticesi, gâyesi, hulâsası olan zîhayatları başka ellere verir mi? Başkasını müdâhale ettirir mi'?
Bâhusus o meyvelerin en câmii ve o neticelerin en mükemmeli ve zeminin halîfesi ve o sultanın âyinedar bir misafiri olan insanları başıboş bırakır mı?
Ve onları tabiata ve tesadüfe havale edip, haşmet-i saltanatını hiçe indirir mi, kemâl-i hikmetini sukut ettirir mi? (Sözler, 33. Söz, 21. Pencere)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ACAİB : (Acib. C.) Şaşırtacak ve hayret verici şeyler.
AZAMET : Büyüklük.
BEYÂN : Açıklama; izah; anlatma.
CÂNİB : Yan, yön, cihet, taraf.
CÂZİBE : Çekme kuvveti, çekicilik.Gravitasyon kuvveti.
CİRM : Hacim, vücut, kütle, yıldız, gök cismi.
DEVERAN : Dönmek, dolaşmak, devretmek.
DOLAP : (C.: Devâlib) Kuyudan su çıkarıp bahçeleri sulamaya mahsus döner makine.
ESBÂB : Sebepler.
EVKAT : Vakitler.
HAŞMET-İ SALTANAT-I İLÂHİYE : İlâhî saltanatın ihtişâmı, büyüklüğü.
İBÂDULLAH : Allah'a ibâdet edenler.
İLM-İ MUHİT : Geniş ve her tarafı kuşatıcı ilim.
İSTİHDÂM : Bir işte kullanmak için alıkoyma, çalıştırma, kullanma, hizmet ettirme.
KAMER : Ay.
KEMÂL-İ İNTİZAM : Tam düzen, mükemmel intizam.
KÜRE : Yuvarlak cisim. Dünya
MANEVRA : Tatbikat, gösteri.
MANZÛME-İ ŞEMSİYE : Güneş Sistemi.
MASNUÂT-I İLÂHİYE : Allah'ın sanatlı olarak yarattığı varlıklar.
ME'MUM : İmama uyan kimse. İlerdekine uyan.
MENZİL : Ev, oda, yer, mekân, durak.
MESKEN : Konut, kalınan, oturulan yer.
MİHVER : Yörünge. Eksen. Arzın dönmesiyle çizdiği hayâli hat.
MİZÂN-I HİKMET : Hikmet terâzisi, faydalılık ölçüsü.
MUHTELİF : Çeşitli. Farklı.
MÜSÂDEME : Çarpışma, vuruşma, birbirine çarpma.
MÜTEFÂVİT : Çeşitli, farklı.
MÜTENEVVİ' : Çeşit çeşit, muhtelif, çeşitli, değişik, türlü türlü.
RUBÛBİYET : Cenâb-ı Hakkın her zaman, her yerde ve her mahlûka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onu terbiye etmesi ve idâresi altında bulundurması vasfı.
SÂNİ : Herşeyi sanatla yaratan Allah.
SEFİNE-İ RABBÂNİYE : Bütün varlıkları terbiye ve idâre eden Cenâb-ı Hakk'ın gemisi.
SEYR Ü SEYAHAT : Gezip dolaşmak ve ibret alarak bakmak.
SEYRANGÂH : Gezinti yeri, gezilecek yer seyredilecek yerler, muhteşem manzaralı yerler.
SEYYAR : Bir yerde durmayıp yer değiştiren; sâbit ve devamlı olmayan.
SEYYARE : Gezegen. Bir yerde durmayıp yer değiştiren; sâbit ve devamlı olmayan.
ŞEMS : Güneş.
ŞEMSÜ'Ş-ŞÜMÛS : Güneşlerin güneşi. Pekçok seyyarenin etrafında döndüğü veya ona doğru gittiği en büyük yıldız.
ŞEVKET : Kudret ve kuvvetten gelen büyüklük, padişaha mahsus heybet ve saltanat.
TEVKİF : Hapsetmek, durdurmak.
VAHDÂNİYET : Allah'ın tek ve benzersiz olup, kusur ve noksanlardan uzak olması.
VÜCÛB-U VÜCUD : Varlığı gerekli olmak, olmaması imkânsız olmak, varlığı zarurî ve vacib olmak, vazgeçilmez olmak.
ZÎŞUUR : Akıl, şuur sâhibi.
 

harp

Well-known member
Neden dünyanın küçük meselelerini takip ediyoruz?
13 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Azîz kardeşlerim, siz katî biliniz ki, Risâle-i Nur ve şâkirtlerinin meşgul olduklan vazife rûy-i zemindeki bütün muazzam mesâilden daha büyüktür.
Onun için, dünyevî merakâver meselelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyve'nin Dördüncü Meselesini çok defa okuyunuz, kuvve-i mâneviyeniz kırılmasın.
Evet, ehl-i dünyanın bütün muazzam meseleleri, fânî hayatta zâlimâne olan düstur-u cidâl dairesinde gaddarâne, merhametsiz ve mukaddesât-ı dîniyeyi dünyaya fedâ etmek cihetiyle, kader-i İlâhî, onların o cinâyetleri içinde, onlara bir mânevî cehennem veriyor.
Risâle-i Nur ve şâkirtlerinin çalıştıkları ve vazifedar olduklan fânî hayata bedel, bâkî hayata perde olan ölümü ve hayat-ı dünyeviyenin perestişkârlarına gâyet dehşetli ecel celladının hayat-ı ebediyeye birer perde ve ehl-i îmânın saadet-i ebediyelerine birer vesîle olduğunu iki kere iki dört eder derecesinde katî ispat etmektedir; şimdiye kadar o hakîkati göstermişiz.
Elhâsıl, ehl-i dalâlet, muvakkat hayata karşı mücâdele ediyorlar.
Bizler, ölüme karşı nûr-u Kur'ân ile cidâlde onların en büyük meselesi (muvakkat olduğu için) bizim meselemizin en küçüğüne (bekâya baktığı için) mukâbil gelmiyor. Mâdem onlar dîvânelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenezzül edip karışmıyorlar;
biz, neden, kudsî vazifemizin zararına, onların küçük meselelerini merakla takip ediyoruz?
Bu âyet “Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar veremez.” (Mâide Sûresi: 105.) ve usûl-ü İslâmiyetin ehemmiyetli bir düsturu olan "Başkasının dalâleti sizin hidâyetinize zarar etmez. Sizler, lüzumsuz onların dalâletleriyle meşgul olmayasınız..." düsturun mânâsı, "Zarara kendi râzı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz."
Mâdem bu âyet ve bu düstur, bizi zarara bilerek râzı olanlara acımaktan menediyor, biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri mâlâyânî bilip, vaktimizi zâyi etmemeliyiz. (Emirdağ Lâhikası-I)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
BÂKÎ : Ebedî, dâimî, sonu gelmez, ölmez, sonsuz.
CELLÂD : İdâma mahkûm olanları îdam etmekle vazifeli şahıs.
CİDÂL : Sözle mücâdele, ateşli konuşma; muhârebe; cenk; kavga, mücadele, çarpışma, çekişme.
DÜSTUR-U CİDAL : Çarpışma kaidesi. Sürekli çarpışma.Hayat bir mücadeledir kuralı.
ECEL : Her mahlûkun ve canlının Allah tarafından takdir edilen ölüm vakti.
EHL-İ DALÂLET : Doğru ve hak yoldan sapanlar, îmân ve İslâmdan çıkmış olanlar.
ELHÂSIL : Kısacası, netice olarak, özetle.
FÂNÎ : Geçiçi, sonu olan, son bulan
FÜTUR : Yeis. Ümidsizlik. Usanç. * Zaaf. * Keder, gam. * Gevşeklik.
GADDARÂNE : Zâlimcesine, hiddet ederek.
HASRETMEK : Bir şeyi içine almak. Yalnız birşeye mahsus kılmak.
HİDÂYET : Doğru inanç ve yaşayış üzere olmak.
KATÎ : Kesin.
KUVVE-İ MÂNEVÎ : Mânevî kuvvet. Moral gücü.
MÂLÂYÂNÎ : Mânâsız, faydasız, boş şey.
MERAKÂVER : Merak verici, düşündürücü.
MESÂİL : Meseleler.
MEŞGUL : (Şugl. den) Bir işle uğraşan. * Dalgın. * Doldurulmuş, tutulmuş, işgal olunmuş.
MUAZZAM : Büyük, iri, kos koca.
MUKABİL : Karşı, karşılık olarak, bedel.
MUKADDESÂT-I DİNİYE : Dînen kudsî ve kusursuz sayılan şeyler.
MUVAKKAT : Geçici; kısa bir zaman, vakitli, fâni.
PERESTİŞKÂR : İbâdet edercesine seven, çok ileri sevgi ve hürmet besleyen.
RÛY-İ ZEMİN : Yeryüzü.
ŞÂKİRT : Talebe, yardımcı.
USÛL-Ü İSLÂMİYET : İslâmiyetin prensipleri, usûlleri.
VAZİFE-İ BÂKİYE : Daimi vazifeler.
ZÂYİ : Elden çıkan, kaybolan, zarar, ziyan, kayıp.
 

harp

Well-known member
İnsanın kabiliyetleri, baki aleme bakıyor
14 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Ey Rahmânürrahîm, ey Sâdıku'l-Va'di'l-Emîn, Ey Mâlik-i Yevmiddîn,
Senin Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmının tâlimiyle ve Kur'ân-ı Hakîminin irşadıyla anladım ki:
Madem kâinatın en müntehap neticesi hayattır. Ve hayatın en müntehap hülâsası ruhtur. Ve zîruhun en müntehap kısmı zîşuurdur. Ve zîşuurun en camii insandır. Ve bütün kâinat ise hayata musahhardır ve onun için çalışıyor.
Ve zîhayatlar zîruhlara musahhardır; onlar için dünyaya gönderiliyorlar. Ve zîruhlar insanlara musahhardır; onlara yardım ediyorlar.
Ve insanlar fıtraten Hâlıkını pek ciddî severler ve Hâlıkları onları hem sever, hem kendini onlara her vesile ile sevdirir. Ve insanın istidadı ve cihazat-ı mâneviyesi, başka bir bâki âleme ve ebedî bir hayata bakıyor.
Ve insanın kalbi ve şuuru, bütün kuvvetiyle beka istiyor ve lisanı, hadsiz dualarıyla beka için Hâlıkına yalvarıyor.
Elbette ve herhalde, o çok seven ve sevilen ve mahbub ve muhib olan insanları dirilmemek üzere öldürmekle, ebedî bir muhabbet için yaratmış iken, ebedî bir adâvetle gücendirmek olamaz ve kâbil değildir. Belki, başka bir ebedî âlemde mes'udâne yaşaması hikmetiyle, bu dünyada çalışmak ve onu kazanmak için gönderilmiştir.
Ve insana tecellî eden isimlerin, bu fâni ve kısa hayattaki cilveleriyle âlem-i bekada onların aynası olan insanların, ebedî cilvelerine mazhar olacaklarına işaret ederler.
Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir.
Hayvanların ruhları bâki kalacağını ve hüdhüd-ü Süleymanî (a.s.) ve Neml'i ve Nâka-i Salih (a.s.) ve kelb-i Ashâb-ı Kehf gibi bazı efrad-ı mahsusa hem ruhu, hem cesediyle bâki âleme gideceği ve her bir nevin, arasıra istimâl için cesedi bulunacağı, rivâyet-i sahihadan anlaşılmakla beraber; hikmet ve hakikat, hem rahmet ve rubûbiyet öyle iktiza ederler. (Şualar)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ADÂVET : Düşmanlık, kin.
ÂLEM : Dünya, kâinat,evren.
ÂLEM-İ BEKA : Sonsuzluk âlemi.
ÂYİNE-İ ZÎŞUUR : Şuurluca âyinedarlık, şuurlu bir âyine.
BÂKÎ : Ebedî, dâimî, sonu gelmez, ölmez, sonsuz.
CÂMÎ : Kapsayıcı;birçok şeyle alâkalı olan; toplayan ve ihtivâ eden.
CİHÂZÂT-I MÂNEVİYE : Mânevî organlar; hisler ve duygular.
CİLVE : Görünme, akis, yansıma; Allah'ın isimlerinin varlıklar üzerinde aksederek görünmesi.
EBEDÎ : Sonsuz, sonsuzla ilgili, bitmeyen.
EFRÂD-I MAHSUSA : Seçilmiş fertler, ayrı bir özelliğe sahip olanlar, peygamberler.
FITRATEN : Yaratılış olarak, yaratılış bakımından.
HÁLIK : Yaratıcı, herşeyi yoktan yaratan Allah.
HİKMET : Felsefe, ilim; gayeli olma, faydalılık.
HULÂSA : Birşeyin, bir bâhsin özü; kısaca esâsı.
HÜDHÜD-Ü SÜLEYMÂNÎ : Hz. Süleyman (a.s.) zamanında, Hicaz ile Yemen arasında bulunan ve Sabâ denilen ülkede kraliçe olan ve güneşe tapan Belkıs ile Süleyman (a.s.) arasında haberleşmeye vesile olan kuşun ismi.
İRŞAD : Doğru yolu gösterme; gafletten uyandırıp hidâyet yolunu gösterme.
İSTİDÂT : Kabiliyet, yetenek.
İSTİMÂL : Kullanma.
KÂİNAT : Allah'ın dışında var olan herşey, bütün varlıklar, EVREN
KELB-İ ASHÂB-I KEHF : Ashab-ı Kehf'in Kıtmir isimli köpeği.
MAHBÛB : Sevgili, sevilen, muhabbet edilen.
MÂLİK-İ YEVMİDDÎN : Âhiret gününün sahibi.
MAZHAR : Nâil olma, şereflenme, kavuşma, ortaya çıkma ve görünme yeri.
MES'UDÂNE : Mutlu bir şekilde, saadet içerisinde.
MUHİB : Seven, hayrı isteyen, muhabbet eden.
MUSAHHAR : Emre verilmiş, itaatkâr, fethedilmiş, birine bağlanmış.
MÜNTEHAP : Seçilmiş.
NÂKA-İ SÂLİH : Hz. Salih'in (a.s.) devesi.
NEML : Karınca.
RAHMÂNÜ'R-RAHÎM : Cenâb-ı Hakk'ın yarattıklarını şefkatiyle beslemesi, koruması ve merhamet etmesi vasfı.
RİVÂYET-İ SAHÎHA : Senet ve delillerle sabit, şüphesiz, doğru rivâyet.
RUBÛBİYET : Cenâb-ı Hakkın her zaman, her yerde ve her mahlûka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onu terbiye etmesi ve idâresi altında bulundurması vasfı.
SÂDIKU'L-VA'Dİ'L-KERÎM : Verdiği sözü yerine getiren ve çok cömertlik olan Cenâb-ı Hak.
TÂLİM : Öğretme, yetiştirme, eğitme.
TECELLÎ : Görünme, bilinme; Allah'ın herbir isminin mânâsını icrâ etmesi; Allah'ın Rezzak ismiyle rızık vermesi, Muhyî ismiyle diriltmesi, Şâfi ismiyle hastalara şifâ vermesi gibi.
VESÎLE : Sebep, vasıta, fırsat, bahane.
ZÎRUH : Ruh sahibi, canlı.
ZÎŞUUR : Akıl, şuur sâhibi.
 

harp

Well-known member
İhlas Risalesi 15 günde bir okunmalı
15 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Bu Lem'a lâakal her on beş günde bir defa okunmalı.
b424.gif
-1-
b700.gif
-1-
b701.gif
-2-
b702.gif
-3-
b703.gif
-4-
EY ÂHİRET KARDEŞLERİM ve ey hizmet-i Kur'âniyede arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz:
Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas,
en büyük bir kuvvet,
en makbul bir şefaatçi,
en metin bir nokta-i istinad,
en kısa bir tarik-i hakikat,
en makbul bir duâ-i mânevî,
en kerametli bir vesile-i makasıd,
en yüksek bir haslet,
en sâfi bir ubudiyet, ihlâstır.
Madem ihlâsta mezkûr hassalar gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var. Ve madem bu müthiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid'alar, dalâletler içerisinde bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur'âniye omuzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş. Elbette, herkesten ziyade, bütün kuvvetimizle ihlâsı kazanmaya mecbur ve mükellefiz. Ve ihlâsın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa, hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi olur, devam etmez; hem şiddetli mesul oluruz.
b704.gif
(Benim ayetlerimi az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin. (Bakara Sûresi: 41) âyetindeki şiddetli tehditkârâne nehy-i İlâhîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına, mânâsız, lüzumsuz, zararlı, kederli, hodfuruşâne, sakîl, riyâkârâne bazı hissiyat-ı süfliye ve menâfi-i cüz'iyenin hatırı için ihlâsı kırmakla, hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur'âniyenin hürmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.
Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir. İhlâsı kıracak esbabdan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz.
Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm
b705.gif
(Şüphesiz nefis daima kötülüğe sevk eder-ancak Rabbim rahmet ederse o başka.(Yusuf Sûresi: 12:53.) demesiyle, nefs-i emmâreye itimad edilmez. Enâniyet ve nefs-i emmâre sizi aldatmasın.
İhlâsı kazanmak ve muhafaza etmek ve mânileri def etmek için, gelecek düsturlar rehberiniz olsun.
BİRİNCİ DÜSTURUNUZ
Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı.
Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.
İKİNCİ DÜSTURUNUZ
Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir.
Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.
Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa'ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm karışsa, o fabrikayı karıştıracak, neticesiz, akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.
İşte, ey Risale-i nur şakirtleri ve Kur'ân'ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz. Elbette, dört fertten bin yüz on bir kuvvet-i mâneviyeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz.
Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile, on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor.
Bu sırrın sırrı şudur ki:
Hakikî, samimî bir ittifakta herbir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır. Haşiye (Evet, sırr-ı ihlâs ile samimî tesanüd ve ittihad, hadsiz menfaate medar olduğu gibi, korkulara, hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinaddır. Çünkü ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile, rıza-yı İlâhî yolunda, âhirete müteallik işlerde kardeşleri adedince ruhları olduğundan, biri ölse, "Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla mânevî bir hayatı idame ettiklerinden, ben ölmüyorum" diyerek, ölümü gülerek karşılar. Ve "O ruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum" der, rahatla yatar.)
ÜÇÜNCÜ DÜSTURUNUZ
Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz.
Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır. Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.
Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâvâyı ispat eder ve kendi kendine delil olur.
Çünkü yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul'da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada, yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki, kendi memleketimde ve İstanbul'da, burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmî; insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında, yedi sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine katiyen şüphem kalmadı.
Hem itiraf ediyorum ki, samimî ihlâsınızla, şan ve şeref perdesi altında nefsimi okşayan riyâdan beni bir derece kurtardınız. İnşaallah tam ihlâsa muvaffak olursunuz, beni de tam ihlâsa sokarsınız.
Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (r.a.), o mu'cizevâri kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) o harika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar. Ve himayetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz. Onuncu Lem'adaki şefkat tokatlarını tahattur ediniz.
Böyle mânevî kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz,
b706.gif
("Onları kendi nefislerine tercih ederler." (Haşir Sûresi: 59:9.) sırrıyla ihlâs-ı tâmmı kazanınız. Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hattâ, en lâtif ve güzel bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü'mine bildirmek ki, en mâsumâne, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer "Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim" arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur; fakat mâbeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir.
DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ
Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir.
Ehl-i tasavvufun mâbeyninde fenâ fi'ş-şeyh, fenâ fi'r-resul ıstılahatı var. Ben sufî değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fenâ fi'l-ihvân suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna tefânî denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani, kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.
Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üssü'l-esası, samimî ihlâstır.
Samimî ihlâsı kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var; ortada tutunacak yer bulamaz.
Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i kübrâ-i Kur'âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var. İnşaallah, Risale-i Nur yoluyla Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın daire-i kudsiyesine girenler, daima nura, ihlâsa, imana kuvvet verecekler ve öyle çukurlara sukut etmeyeceklerdir.
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
BİD'A : Dinin aslına uymayan âdet ve uygulamalar.
Binaen: -den dolayı, -den ötürü, -için, -dayanarak, yapılarak, bu sebepten.
CADDE-İ KÜBRÂ-İ KUR'ÂNİYE : Kur'ân'ın büyük, geniş ve sağlam caddesi. Kur'ân yolu.
CİVANMERT : İyiliksever. Cömert. Fedâkâr.
Çendan: Gerçi, o kadar, her ne kadar, pek o kadar.
DALÂLET : Hak ve hakîkatten, dinden sapma, ayrılma; azma.
DUÂ-I MÂNEVÎ : Mânevî duâ. Sözle yapılan mânâ yüklü duâ.
ENÂNİYET : Benlik, gurur.
ESAS : Temel. Kök. Rükün. şart. Hakikat ve mahiyetler.
ESBÂB : Sebepler.
FÂZÎLET : Değer; meziyet, ilim, îmân ve irfan itibâriyle olan yüksek derece.
FENÂFİ'L-İHVAN : Kardeşlerinde fâni olmak. Kardeşlerinin sevinçleriyle sevinip acılarıyla üzülmek derecesinde onlarla bütünleşmek.
FENÂFİ'Ş-ŞEYH : Bütün mânevî kemâlatını şeyhin mânevî şahsiyetinden almak mânâsındaki tâbir.
FENAFİRRESUL : (Fenâ fir-resul) Tas: Bütün varlığını Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) manevî şahsiyetinde yok etmek mânasına gelir.
Gavs-ı âzam: 1-Tarikat kurucusu. 2-En büyük gavs, Abdülkadir-i Geylânî Hazretlerinin nâmı.
Gaybi: Gayba ait, göze görünmeyenlere ait, gaybla ilgili, hazırda olmayan.
HÂDİM : Hizmet eden, hizmetkâr.
HAKAİK-I ÎMÂNİYE : Îmân hakîkatleri.
Hakk:1-Doğru, gerçek, hakikat. 2-Doğruluk.
HALÎLİYE : Samimî dostluk ve kardeşlik.
HASLET : Huy, tabiat, karakter, meziyet.
HÂSSA : Birşeye mahsus özellik, tesir, his, duygu.
Hazret: Saygı, ululama, yüceltme, övme maksadıyla kullanılan tabir.
HILLET : Samimî dost.
Himaye, himâyet: 1-Koruma, esirgeme, muhafaza etme. 2-Kayırma, elinden tutma.
HİSSİYÂT-I NEFSÂNİYE : Nefse âit duygular.
HİSSİYÂT-I SÜFLİYE : Alçaltıcı ve nefsin aşağılık istekleri, arzuları.
HODFURUŞ : f. Kendini beğendirmeğe çalışan. Övünen.
Hod-gâm, hod-kâm: Kendi keyfini düşünen, bencil.
HUSUSAN : Bilhassa, özellikle.
ISTILAHÂT : Terimler. Belli bir ilim veya mesleğe ait özel anlamlı kelimeler.
İ’tirâf: Başkalarının bilmediği gizli bir kusurunu söyleme, kendisi için iyi sayılmayacak bir hali gizlemeyip söyleme.
İdâme: Devam ettirme, sürdürme. Devamlı ve daimî kılma.
İFTİHÂR : Övünme; başkasının iyi bir hâli ile sevinme.
İHLÂS : Yapılan ibâdet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfaati, hakîki ve esas gaye etmeyerek, yalnız ve yalnız Allah rızâsını esas maksat edinmek.
İhlâs:Hâlis, içten, samimi, riyasız, karşılıksız sevgi ve bağlılık
İHSANÂT-I İLÂHİ : Allah'ın iyilikleri, bağışları.
İKTİZÂ : Gerekme, gerektirme, lazım gelme, işe yarama, icab etme.
İltifât: Güzel sözler söyleyerek birini samimi olarak okşama.
İttihâd: Birleşme, birlik oluşturma, bir olma, birlik oluşturup ikiliği ortadan kaldırma, birlik.
KEDER : Üzüntü, tasa, kaygı.
KERÂMET : Allah'ın ihsanıyla velîlerin gösterdikleri adet dışı, olağanüstü haller.
Kerâmet: 1-Kerem, lutuf, ihsan, bağış. 2-İkram, ağırlama. 3-Allah'ın velî kullarında görülen olağanüstü haller veya tabiatüstü hadiseler. 4-Ermişçesine yapılan iş, hareket veya söylenen söz, fikir.
KUDSÎ : Mukaddes, yüce, temiz. Kusursuz ve noksansız.
LÂAKAL : En az, hiç değilse, en azından.
Lâtîf: 1-Allah'ın güzel isimlerinden. 2-Yumuşak, hoş, güzel, nazik, narin. 3-Cismani olmayan, ruhla ilgili, ruhanî. 4-Tatlı, şirin.
MÂBEYN : Ara; iki şey arası.
Mâbeyn: Ara, aralık, iki şeyin arası.
MAKBUL : Kabul edilmiş olan, geçerli.
Mânen: İç varlık bakımından, duyguca, gönülce, yürekçe, ruhça, mâna itibarıyle, mânaca.
MÂNİ : Engel.
Ma'sûm-âne:Masumca, masum olana yakışacak surette, suçsuz, günahsız bir şekilde.
MENÂFİ-İ CÜZ'İYE : Cüz'i, küçük menfaatler. Az bir fayda.
Menfaat: Fayda, kâr, gelir, ihtiyaç karşılığı olan şey.
MES'UL : Sorumlu.
MEŞREB : Âdet, huy, yaratılış, ahlâk; takip edilen usûl, yol.
MEZİYET : İyi ve doğru hareket; üstünlük vasıfları.
MEZKÛR : Sözü edilen, zikredilen, bahsedilen.
Mu'cize-vârî: Mucize gibi.
MUKABİL : Karşı, karşılık olarak, bedel.
Mukâbil: Karşı, karşılık, muâdil.
Muvaffakiyet: Allah’ın yardımıyla başarılı olma, muvaffak olma, başarma.
MUZIR : Ziyan veren, zararlı, zarara sokan.
MÜKELLEF : Yükümlü, vazifeli. Bir şeyi yapmaya mecbur olan.
MÜRİD : Tarîkat öğrencisi, bir şeyhe bağlı kişi.
Müteallikât: İlgili, alakalı.
NEFS-İ EMMÂRE : Kötülüğü teşvik eden, emreden nefis.
NEHY-İ İLÂHÎ : Allah'ın yasaklaması.
NOKTA-İ İSTİNAD : Dayanak noktası, dayanma yeri.
Nokta-i istinâd: Dayanak noktası, güvenme ve itimat noktası.
Rızâ-yı İlâhi: Allah’ın rızası, hoşnutluğu.
Riyâ:1-İki yüzlülük, yalandan gösteriş, samimiyetsizlik. 2-İnsanlardan sağlayacağı maddî veya manevî çıkar düşüncesiyle iyilik yapma veya iyi olma temayülü, eğilimi.
RİYÂKÂRÂNE : Gösteriş yaparcasına. İki yüzlüce.
SÂFÎ : Temiz, pâk, duru
SAKÎL : Ağır, can sıkıcı, çirkin.
Samîmiyet:1-Samimîlik, içtenlik. 2-Teklifsizlik.
SAVLET : Saldırı.
SIRR : Gizli hakikat. Gizli iş. Herkese söylenmeyen şey.
Sırr: Gizli tutulan, kimseye söylenmeyen şey, gizli iş veya söz.
SUFİ : (C.: Sufiyyun) Tasavvuf ehli. Sofu.
SUKÛT : Değerden düşme, düşüş, alçalış.
ŞÂKİRÂNE : Şükrederek.
ŞEFAATÇİ : Af için sebep ve vesîle olması ümit edilen.
ŞEREF : Yükseklik, yücelik. Büyüklük.
TAARRUZ : Sataşmak, ilişmek, saldırmak.
Tahattur:1-Hatırlama, hatıra getirme. 2-Unutulduktan sonra hatırlanan şey.
Tarassudât: Gözlemeler, gözetmeler
TARÎK-I HAKİKAT : Hak ve hakikat yolu.
TASAVVUF : Kalbi, dünyanın fâni işlerinden ayırıp, Allah sevgisi ile bağlamak.
TASAVVUR : Birşeyi zihinde şekillendirme; düşünce, tasarı; tasarlama.
TAZYİKAT : Baskılar, zorlamalar, sıkıştırmalar.
Tazyîkât: Tazyikler, baskılar, zorlamalar, sıkıştırmalar.
TECÂVÜZ : Haddini aşma; söz veya hareketle ileri gitme, saldırma.
TEFÂNÎ : Fikrî ve ahlâkî kaynaşmak, birbirine fani olmak kardeşinin meziyet ve hissiyatını fikren yaşamak.
Tercîh: Bir şeyi diğerlerinden üstün tutma, öne alma, seçme, daha çok beğenme.
Tesânüd: Dayanışma, birbirine dayanma, birbirinden destek alma, omuzdaşlık.
Tesellî: Avutma, acısını dindirme, güzel sözler söyleyerek rahatlatma.
Teveccüh: 1-Yüzünü bir yöne çevirme, yönelme, yöneliş. 2-Hoşlanma, güler yüz gösterme, iltifat etme.
Teveccüh: 1-Yüzünü bir yöne çevirme, yönelme, yöneliş. 2-Hoşlanma, güler yüz gösterme, iltifat etme.
UBÛDİYET : Kulluk, kölelik, kul olduğunu bilip Allah'a itaat etme.
UHREVÎ : Ahirete dâir, öteki dünyaya âit.
Uhuvvet-i hakîkiye: Hakikî, gerçek kardeşlik.
UMÛR-U HAYRİYE : Hayırlı işler.
Ümmî: Okuma yazması olmayan, okumamış.
ÜSSÜ'L-ESAS : Esasların esâsı, en büyük temel, hakiki ve sağlam temel.
Üstâd: Bir ilim veya sanatta üstün olan kimse. 2-Öğretici; muallim, öğretmen, usta, san'atkâr. 3-Maharetli, tecrübeli, usta.
Vâsıta: İki şeyi birbirine bitiştiren üçüncü. Aracı.
VAZİFE-İ ÎMÂNİYE : İmânla ilgili vazife.
VESÎLE-İ MAKASID : Asıl maksada götüren vesîle, vasıta.
Zâhir: Görünen, görünücü. Açık, belli, meydanda…
ZİYÂDE : Fazla, çok.
 

harp

Well-known member
Gıybet, mesut bir ailenin hayatını mahveder
16 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
“Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” (Hucurât Sûresi, 49:12)
Gıybet şu âyetin kat’î hükmüyle nazar-ı Kur’ân’da gayet menfur ve ehl-i gıybet, gayet fena ve alçaktırlar. Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev’idir. Yani, gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zinâ isnat etmek, en şenî bir günah-ı kebâir ve en zâlimâne bir cinayettir, hayat-ı içtimâiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mesut bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir.
Evet, Sûre-i Nur bu hakikati o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor.
“Onu işittiğinizde, ‘Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftiradır’ demeniz gerekmez miydi?” (Nur Sûresi, 24:16)
şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen, merdûdü’ş-şehadettir; ebedî şehadetlerini kabul etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar. Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir? Kur’ân-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, “Böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız demektir.”
“İman edenler arasında çirkin söz ve hareketlerin yayılmasından hoşlananlar...” (Nur Sûresi, 24:19.) tehdidiyle, öyleleri münafık gibi ehl-i imanın hayat-ı içtimâiyelerini böyle işâalarla ifsad ediyorlar, ifade ediyor.
Ve bilhassa böyle gıybet ehl-i namus ve ehl-i haysiyet hakkında olsa ve bilhassa ehl-i ilim hakkında olsa ve bilhassa akıldan hariç bir tarzda olsa...
Meselâ, namuslu bir zât, kendi gayet yakışıklı, bir cihetle mükemmel ve ailesine kemâl-i itimadı olduğu halde, hiçbir cihetle ona mukabil gelemeyen ve onun hizmetkârı hükmünde ve ona nispeten çirkince bir insan ve dünyada onların içtimâını hiçbir fıtrat ve vicdan kabul etmediği bir surette, o biçare ailesini o suretle gıybet etmek, bu nevi gıybetin en şenîidir.
Böyle eşne’ gıybetin sebebi, olsa olsa, insanın dest-i ihtiyarında olmayan bir muhabbet vasıtasıyla, yine kadınların kıskançlığından ve habbeyi kubbe görüp ve kendi iffetini göstermekle başkasını ittiham etmek nev’inden bu nevi şayialar meydan alıyorlar. Bu işâadan tevbe etsinler; yoksa kahr-ı İlâhî gelmesi kaviyen memuldür. Öyle iftira edenler, böyle iftiraya maruz kalacakları, cezâ-yı amelleri olmak ihtimalini düşünsünler! (Barla Lahikası)
Bediüzzaman Said Nursî
SÖZLÜK:
Bahis : Konu
Cihet : Şekil, Yön
Ebedî : Sonsuza Dek, Hiçbir Zaman
Ehl-İ Gıybet : Gıybet Eden, Arkadan Çekiştiren Kimseler
Ehl-İ Haysiyet : Haysiyet, İtibar Ve Şeref Sahipleri
Ehl-İ İlim : İlim Ehli, Âlimler
Ehl-İ İman : Allah’a İnanan
Ehl-İ Namus : Namus Sahibi
Ferman Etme : Buyurma, Emretme
Gadir : Zulüm, Acımasızlık
Gayet : Çok
Gıybet : Bir Kimsenin Arkasından Hoşlanmayacağı Şekilde Konuşma, Çekiştirme
Günah-I Kebâir : Büyük Günahlar
Hâtime : Sonuç, Son Bölüm
Hayat-I İçtimâiye : Sosyal Hayat
Hayat-I İçtimâiye-İ Ehl-İ İman : Mü’minlerin Toplumsal Hayatı
Hıyanet : Hainlik, İhanet
İfsad Etme : Bozma
İsnat : Dayandırma
İşâa Etme : Yayma, Duyurma
Kat’î : Kesin
Kazf : İftira
Kazf-İ Muhsanât : Temiz Ve Namuslu Birisini Zina İle Suçlama, İftira Etme
Kur’ân-I Hakîm : Her Âyet Ve Sûresinde Sayısız Hikmet Ve Faydalar Bulunan Kur’ân
Mahveden : Yok Eden, Harap Eden
Menfur : Nefret Edilen
Merdûdü’ş-Şehadet : Şahitliği Kabul Edilmeyen
Münafık : İki Yüzlü, İnanmadığı Halde İnanmış Görünen
Nazar-I Kur’ân : Kur’ân’ın Nazarı, Bakış Tarzı
Nev’i : Çeşit, Tür
Sûre-İ Nur : Kur’ân’ın 24. Sûresi Olan Nur Sûresi
Şakk-I Şefe : Ağzını Açıp Konuşma
Şehadet : Şahidlik, Tanıklık
Şenî : Kötü, Çirkin, Alçakça
Zâlimâne : Zâlimce
Zeyl : İlâve, Ek
 

harp

Well-known member
Habibullah'ın Sünnet-i Seniyyesine uymak...
18 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
BEŞİNCİ NÜKTE
De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin. (Al-i İmrân Sûresi: 31.)
Ayet-i azîmesi, ittibâ-ı sünnet ne kadar mühim ve lâzım olduğunu pek kat'î bir surette ilân ediyor. Evet, şu âyet-i kerime, kıyâsât-ı mantıkıye içinde, kıyas-ı istisnâî kısmının en kuvvetli ve kat'î bir kıyasıdır. Şöyle ki:
Nasıl mantıkça kıyas-ı istisnâî misali olarak deniliyor: "Eğer güneş çıksa gündüz olacak." Müsbet netice için denilir: "Güneş çıktı. Öyleyse netice veriyor ki, şimdi gündüzdür." Menfi netice için deniliyor: "Gündüz yok. Öyleyse netice veriyor ki, güneş çıkmamış." Mantıkça, bu müsbet ve menfi iki netice katîdirler.
Aynen böyle de, şu âyet-i kerime der ki: Eğer Allah'a muhabbetiniz varsa, Habibullaha ittibâ edilecek. İttibâ edilmezse, netice veriyor ki, Allah'a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa, netice verir ki, Habibullahın Sünnet-i Seniyyesine ittibâı intaç eder.
Evet, Cenâb-ı Hakka İmân eden, elbette Ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâşüphe, Habibullahın gösterdiği ve takip ettiği yoldur.
Evet, bu kâinatı bu derece in'âmât ile dolduran Zât-ı Kerîm-i Zülcelâl, zîşuurlardan o nimetlere karşı şükür istemesi, zarurî ve bedihîdir. Hem bu kâinatı bu kadar mucizât-ı san'atla tezyin eden o Zât-ı Hakîm-i Zülcelâl, elbette, bilbedâhe, zîşuurlar içinde en mümtaz birisini Kendine muhatap ve tercüman ve ibâdına mübelliğ ve imam yapacaktır.
Hem bu kâinatı had ve hesaba gelmez tecelliyât-ı cemal ve kemâlâtına mazhar eden o Zât-ı Cemîl-i Zülkemal, elbette, bilbedâhe, sevdiği ve izharını istediği cemal ve kemal ve esmâ ve san'atının en câmi ve en mükemmel mikyas ve medarı olan bir zâta, herhalde en ekmel bir vaziyet-i ubudiyeti verecek ve onun vaziyetini sairlerine numune-i imtisal edip herkesi onun ittibâına sevk edecek. Tâ ki o güzel vaziyeti başkalarında da görünsün.
Elhasıl: Muhabbetullah, Sünnet-i Seniyyenin ittibâını istilzam edip intaç ediyor. Ne mutlu o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeye ittibâından hissesi ziyade ola. Veyl o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeyi takdir etmeyip bid'alara giriyor. (Lemalar, 11. Lema)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
BEDİHÎ : Ap açık, belli.
BİD'A : Dinin aslına uymayan âdet ve uygulamalar.
BİLÂŞÜPHE : Şüphesiz.
BİLBEDÂHE : Açıklıkla, açıktan, meydanda olarak, besbelli, ap açık bir şekilde.
CÂMÎ : Kapsayıcı;birçok şeyle alâkalı olan; toplayan ve ihtivâ eden.
CENÂB-I HAK : Allah.
EKMEL : Kusursuz, en mükemmel, olgun, tam.
ESMÂ : Adlar, nâmlar, isimler.
HABÎBULLAH : Allah'ın en sevdiği Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.).
İBÂD : Kullar.
İN'AMÂT : Nîmetlendirmeler, yiyecek, içecek ve rızık vermeler.
İNTÂC : Netice verme, doğurma.
İSTİLZAM : Gerektirmek, lüzumlu kılmak.
İTTİBÂ : Uyma, tâbî olma, arkasından gitme.
İTTİBÂ-I SÜNNET : Peygamberimizin (a.s.m.) sünnetine uyma.
İZHÂR : Ortaya koymak, açığa çıkarmak, göstermek.
KIYÂSAT-I MANTIKIYE : Mantık ölçüleri, kıyaslamaları.
KIYÂS-I İSTİSNAÎ : Neticesi veya zıddı bizzat kendisinde zikredilen kıyas. Mesela, # Eğer bu cisim ise, yer kaplar.# gibi.
MAKBUL : Kabul edilmiş olan, geçerli
MEDÂR : Sebep, vâsıta, vesîle. Yörünge.
MENFÎ : Nefyedilmiş, noksan, negatif, müsbetin zıddı, olumsuz.
MİKYAS : Ölçek, kıyas edecek âlet, ölçü âleti, ölçü.
MU'CİZÂT-I SANAT : Sanat mu'cizeleri.
MUHABBET : Sevgi, sevmek.
MUHATAP : Söyleyeni dinleyen, kendisine hitap edilen.
MÜBELLİĞ : Tebliğ eden, bildiren.
MÜMTAZ : Seçkin, üstün.
MÜSBET : Olumlu, uygun, yapılması memnuniyet veren, pozitif.
MÜSTAKÎM : İstikamette giden, doğru yolda olan.
NÜMÛNE-İ İMTİSÂL : Örnek alınacak model.
SÂİR : Başkası, diğeri, birşeyden geri kalan, maadâ.
SÜNNET-İ SENİYYE : Peygamberimizin (a.s.m.) sözlerine, emirlerine ve hareketlerine dâir en yüksek ve kıymetli haller, tavırlar, hareket düsturları.
TECELLİYÂT : Tecellîler, görüntüler.
TERCÜMAN : Tercüme eden, çeviren.
TEZYİN : Süslemek, donatmak, bezemek.
VAZİYET-İ UBÛDİYET : Kulluk, ibâdet vaziyeti, tarz ve hareketi.
VEYL : Yazıklar olsun
ZARÛRÎ : Mecburî, vazgeçilmez, karşılanması zorunlu ihtiyaç.
ZÂT-I CELÎL-İ ZÜLCEMÂL : Sonsuz güzellik sahibi ve sonsuz büyük olan Allah.
ZÂT-I HAKÎM : Hikmetle iş gören zât.
ZÂT-I KERÎM : Kerîm ve cömert olan Zât; Allah.
ZÎŞUUR : Akıl, şuur sâhibi. Bilinçli.
ZÜLCELAL : Sonsuz büyüklük, haşmet, ululuk, yücelik ve haşmet sahibi olan Allah.
 


Bu alana bir cevap yazın...
Üst