Günün Risale-i Nur Dersi

harp

Well-known member
İşte, ey arkadaş! Madem şu memlekette, yani şu saray-ı muhteşemde bir birlik alâmeti vardır, bir vahdet sikkesi var. Çünkü bir kısım şeyler, bir iken, ihâtası var. Bir kısım müteaddit ise, fakat birbirine benzediği ve her tarafta bulunduğu için, bir vahdet-i nev’iye gösteriyor. Vahdet ise bir vâhidi gösterir. Demek, ustası da, mâliki de, sahibi de, sânii de bir olmak lâzım gelir.

Bununla beraber, sen buna dikkat et ki, bir perde-i gaybdan kalınca bir ip çıkıyor.HAŞİYE-1 Bak, sonra binler ipler ondan uzanmış. Herbir ipin başına bak: Birer elmas, birer nişan, birer ihsan, birer hediye takılmış. Herkese göre birer hediye veriyor. Acaba bilir misin ki, böyle garip bir gayb perdesinden böyle acip ihsânâtı, hedâyâyı şu mahlûklara uzatan zâtı tanımamak, ona teşekkür etmemek ne kadar divanece bir harekettir? Çünkü, onu tanımazsan, bilmecburiye diyeceksin ki, “Bu ipler, uçlarındaki elmasları, sair hediyeleri kendileri yapıyorlar, veriyorlar.” O vakit her ipe bir padişahlık mânâsını vermek lâzım gelir. Halbuki, gözümüzün önünde bir dest-i gaybî o ipleri dahi yapıp o hedâyâyı onlara takıyor. Demek, bütün bu sarayda herşey, kendi nefsinden ziyade, o mu’ciznümâ zâtı gösteriyor. Onu tanımazsan, bütün bu şeyleri inkâr etmekle, hayvandan yüz derece aşağı düşeceksin.

DOKUZUNCU BURHAN

Gel, ey muhakemesiz arkadaş! Sen şu sarayın sahibini tanımıyorsun ve tanımak da istemiyorsun. Çünkü istib’âd ediyorsun. Onun acip san’atlarını ve hâlâtını akla sığıştıramadığından, inkâra sapıyorsun. Halbuki, asıl istib’âd, asıl müşkülât ve hakikî suûbetler ve dehşetli külfetler, onu tanımamaktadır. Çünkü onu tanısak, bütün bu saray, bu âlem, birtek şey gibi kolay gelir, rahat olur, bu ortadaki ucuzluk ve mebzûliyete medar olur. Eğer tanımazsak ve o olmazsa, o vakit herbir şey, bütün bu saray kadar müşkülâtlı olur. Çünkü herşey bu saray kadar san’atlıdır. O vakit ne ucuzluk ve ne de mebzûliyet kalır. Belki bu gördüğümüz şeylerin birisi, değil elimize, hiç kimsenin eline geçmezdi.

Sen yalnız şu ipe takılan tatlı konserve kutusuna bak.HAŞİYE-2 Eğer onun gizli matbaha-i mu’ciznümâsından çıkmasaydı, şimdi kırk parayla aldığımız halde, yüz liraya alamazdık. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

HAŞİYE-1 : Kalınca bir ip, meyvedar ağaca; binler ipler ise, dallarına; ve ipler başındaki elmas, nişan, ihsan, hediyeler ise, çiçeklerin aksâmına ve meyvelerin envâına işarettir.
HAŞİYE-2 : Konserve kutusu, kudret konserveleri olan kavun, karpuz, nar, süt kutusu hindistan cevizi gibi rahmet hediyelerine işarettir.
 

harp

Well-known member
Evet, bütün istib’âd, müşkülât, suûbet, helâket, belki muhâliyet, onu tanımamaktadır. Çünkü, nasıl bir ağaca, bir kökte, bir kanunla, bir merkezde hayat veriliyor; binler meyvelerin teşekkülü, bir meyve gibi suhulet peydâ eder. Eğer o ağacın meyveleri ayrı ayrı merkeze ve köke, ayrı ayrı kanunla raptedilse, herbir meyve bütün ağaç kadar müşkülâtlı olur. Hem nasıl bütün ordunun teçhizatı bir merkezde, bir kanunla, bir fabrikadan çıksa, kemiyetçe bir neferin teçhizatı kadar kolaylaşır. Eğer herbir neferin ayrı ayrı yerlerde teçhizatı yapılsa, alınsa, herbir neferin teçhizatı için, bütün ordunun teçhizatına lâzım fabrikalar bulunması lâzımdır.

Aynen bu iki misal gibi, şu muntazam sarayda, şu mükemmel şehirde, şu müterakkî memlekette, şu muhteşem âlemde bütün bu şeylerin icadı birtek zâta verildiği vakit, o kadar kolay olur, o kadar hiffet peydâ eder ki, gördüğümüz nihayetsiz ucuzluğa ve mebzûliyete ve sehâvete sebebiyet verir. Yoksa herşey o kadar pahalı, o kadar müşkülâtlı olacak ki, dünya verilse birisi elde edilemez.

ONUNCU BURHAN

Gel, ey bir parça insafa gelmiş arkadaş! On beş gündür HAŞİYE-1 biz buradayız. Eğer şu âlemin nizamlarını bilmezsek, padişahını tanımazsak, cezaya müstehak oluruz. Özrümüz kalmadı. Zira, on beş gün, güya bize mühlet verilmiş gibi, bize ilişmiyorlar. Elbette biz başıboş değiliz. Bu derece nazik san’atlı, mizanlı, letâfetli, ibretli masnular içinde hayvan gibi gezip bozamayız. Bize bozdurmazlar. Şu memleketin haşmetli mâlikinin elbette cezası da dehşetlidir.

O zat ne kadar kudretli, haşmetli bir zat olduğunu şununla anlayınız ki, şu koca âlemi bir saray gibi tanzim ediyor, bir dolap gibi çeviriyor. Şu büyük memleketi, bir hane gibi, hiçbir şey noksan bırakmayarak idare ediyor. İşte, bak: Vakit be vakit, bir kabı doldurup boşaltmak gibi, şu sarayı, şu memleketi, şu şehri, kemâl-i intizamla doldurup kemâl-i hikmetle boşalttırıyor. Bir sofrayı da kaldırıp indirmek gibi, koca memleketi baştan başa çeşit çeşit sofralar, HAŞİYE-2 bir dest-i gaybî tarafından kaldırır, indirir tarzında, mütenevvi yemekleri sırayla getirip yedirir; onu kaldırıp başkasını getirir. Sen de görüyorsun ve aklın varsa anlarsın ki, o dehşetli haşmet içinde, hadsiz sehâvetli bir kerem var. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

HAŞİYE-1 : On beş gün, sinn-i teklif olan on beş seneye işarettir.
HAŞİYE-2 : Sofralar ise, yazda zeminin yüzüne işarettir ki, yüzer taze taze ve ayrı ayrı olarak matbaha-i rahmetten çıkan Rahmânî sofralar serilir, değişirler. Herbir bostan bir kazan, herbir ağaç bir tablacıdır.
 

harp

Well-known member
Hem de bak ki, o gaybî zâtın saltanatına, birliğine bütün bu şeyler şehadet ettiği gibi; öyle de, kafile kafile arkasından gelip geçen, o hakikî perde perde arkasından açılıp kapanan bu inkılâplar, bu tahavvülâtlar, o zâtın devamına, bekàsına şehadet eder. Çünkü zevâl bulan eşya ile beraber, esbabları dahi kayboluyor. Halbuki, onların arkasından, onlara isnad ettiğimiz şeyler tekrar oluyor. Demek o eserler onların değilmiş, belki zevâlsiz birinin eserleriymiş. Nasıl ki bir ırmağın kabarcıkları gidiyor; arkasından gelen kabarcıklar, gidenler gibi parladığından anlaşılıyor ki, onları parlattıran, daimî ve yüksek bir ışık sahibidir. Öyle de, bu işlerin sür’atle değişmesi, arkalarından gelenlerin aynı renk alması gösteriyor ki, zevâlsiz, daimî birtek zâtın cilveleridir, nakışlarıdır, âyineleridir, san’atlarıdır.

ON BİRİNCİ BURHAN

Gel, ey arkadaş! Şimdi sana, geçmiş olan on burhan kuvvetinde kat’î bir burhan daha göstereceğim. Gel, bir gemiye bineceğiz;HAŞİYE-1 şu uzakta bir cezire var, oraya gideceğiz. Çünkü bu tılsımlı âlemin anahtarları orada olacak. Hem herkes o cezireye bakıyor, oradan birşeyler bekliyor, oradan emir alıyorlar.

İşte, bak, gidiyoruz. Şimdi şu cezireye çıktık. Bak, pek büyük bir içtima var. Şu memleketin bütün büyükleri buraya toplanmış gibi, mühim ihtifal görünüyor. İyi dikkat et. Bu cemiyet-i azîmenin bir reisi var. Gel, daha yakın gideceğiz. O reisi tanımalıyız.

İşte, bak, ne kadar parlak ve bindenHAŞİYE-2 ziyade nişanları var. Ne kadar kuvvetli söylüyor, ne kadar tatlı bir sohbet ediyor! Şu on beş gün zarfında bunların dediklerini ben bir parça öğrendim; sen de benden öğren. Bak, o zat, şu memleketin mu’ciznümâ sultanından bahsediyor. “O sultan-ı zîşan beni sizlere gönderdiğini” söylüyor. Bak, öyle hârikalar gösteriyor; şüphe bırakmıyor ki, bu zat o padişahın bir memur-u mahsusudur. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

HAŞİYE-1 : Gemi tarihe ve cezire ise Asr-ı Saadete işarettir. Şu asrın zulümatlı sahilinde mimsiz medeniyetin giydirdiği libastan soyunup, zamanın denizine girip, tarih ve siyer sefinesine binip, Asr-ı Saadet ceziresine ve Ceziretü’l-Arab meydanına çıkıp, Fahr-i Âlemi (a.s.m.) iş başında ziyaret etmekle biliriz ki, o zat o kadar parlak bir burhan-ı tevhiddir ki, zeminin baştan başa yüzünü ve zamanın geçmiş ve gelecek iki yüzünü ışıklandırmış, küfür ve dalâlet zulümâtını dağıtmıştır.
HAŞİYE-2 : Bin nişan ise, ehl-i tahkik yanında bine bâliğ olan mu’cizât-ı Ahmediyedir(a.s.m.).
 

harp

Well-known member
Sen dikkat et ki, bu zâtın söylediği sözü, değil yalnız şu ceziredeki mahlûklar dinliyorlar; belki harikulâde suretinde bütün memlekete işittiriyor. Çünkü, uzaktan uzağa herkes, buradaki nutkunu işitmeye çalışıyor. Değil yalnız insanlar dinliyor; belki hayvanlar da, hattâ bak, dağlar da onun getirdiği emirlerini dinliyorlar ki, yerlerinden kımıldanıyorlar. Şu ağaçlar, işaret ettiği yere gidiyorlar. Nerede istese su çıkarıyor. Hattâ parmağını da bir âb-ı kevser memesi gibi yapar; ondan âb-ı hayat içiriyor. Bak, şu sarayın kubbe-i âlisinde mühim lâmba, HAŞİYE-1 onun işaretiyle, bir iken ikileşiyor. Demek, bu memleket bütün mevcudatıyla onun memuriyetini tanıyor. Onu “gaybî bir zât-ı mu’ciznümânın en has ve doğru bir tercümanıdır,” bir dellâl-ı saltanatı ve tılsımının keşşafı ve evâmirinin tebliğine emin bir elçisi olduğunu biliyor gibi, onu dinleyip itaat ediyorlar.

İşte, bu zâtın her söylediği sözü, etrafındaki bütün aklı başında olanlar, “Evet, evet, doğrudur” derler, tasdik ederler. Belki şu memlekette dağlar, ağaçlar, bütün memleketleri ışıklandıran büyük nur lâmbası, HAŞİYE-2 o zâtın işaret ve emirlerine baş eğmesiyle “Evet, evet, her dediğin doğrudur” derler.

İşte, ey sersem arkadaş! Şu padişahın hazine-i hassasına mahsus bin nişan taşıyan şu nuranî ve muhteşem ve pek ciddî zâtın bütün kuvvetiyle, bütün memleketin ileri gelenlerinin taht-ı tasdikinde bahsettiği bir zât-ı mu’ciznümâdan ve zikrettiği evsâfından ve tebliğ ettiği evâmirinde hiçbir vech ile hilâf ve hile bulunabilir mi? Bunda hilâf-ı hakikat kabilse, şu sarayı, şu lâmbaları, şu cemaati, hem vücutlarını, hem hakikatlerini tekzip etmek lâzım gelir. Eğer haddin varsa, buna karşı itiraz parmağını uzat, gör: Nasıl parmağın burhan kuvvetiyle kırılıp senin gözüne sokulacak! Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

HAŞİYE-1 : Mühim lâmba, kamerdir ki, onun işaretiyle iki parça olmuş. Yani, Mevlânâ Câmî‘nin dediği gibi, “Hiç yazı yazmayan o ümmî zat, parmak kalemiyle sahife-i semâvîde bir elif yazmış; bir kırkı iki elli yapmış.” Yani, şaktan evvel, kırk olan mim’e benzer; şaktan sonra iki hilâl oldu, elliden ibaret olan iki nun’a benzedi.
HAŞİYE-2 : Büyük bir nur lâmbası, güneştir ki, arzın şarktan geri dönmesiyle yeniden güneşin görünmesi, kucağında Peygamberin (a.s.m.) yatmasıyla ikindi namazını kılmayan İmam-ı Ali (r.a.) o mu’cizeye binaen ikindi namazını edâen kılmış.
 

harp

Well-known member
ON İKİNCİ BURHAN

Gel, ey bir parça aklı başına gelen birader! Bütün on bir burhan kuvvetinde bir burhan daha göstereceğim. İşte, bak: Yukarıdan inen ve herkes ona hayretinden veya hürmetinden kemâl-i dikkatle bakan, şu nuranî fermanaHAŞİYE bak. O bin nişanlı zat, onun yanına durmuş, o fermanın meâlini umuma beyan ediyor.

İşte, şu fermanın üslûpları öyle bir tarzda parlıyor ki, herkesin nazar-ı istihsanını celb ediyor. Ve öyle ciddî, ehemmiyetli meseleleri zikrediyor ki, herkes kulak vermeye mecbur oluyor. Çünkü bütün bu memleketi idare eden ve bu sarayı yapan ve bu acaibi izhar eden zâtın şuûnâtını, ef’âlini, evâmirini, evsâfını birer birer beyan ediyor.

O fermanın heyet-i umumiyesinde bir turra-i âzam olduğu gibi, bak, herbir satırında, herbir cümlesinde taklit edilmez bir turra olduğu misillü, ifade ettiği mânâlar, hakikatler, emirler, hikmetler üstünde dahi o zâta mahsus birer mânevî hâtem hükmünde ona has bir tarz görünüyor. Elhasıl, o ferman-ı âzam, güneş gibi o zât-ı âzamı gösterir; kör olmayan görür.

İşte, ey arkadaş! Aklın başına gelmişse, bu kadar kâfi... Eğer bir sözün varsa şimdi söyle.

O inatçı adam cevaben dedi ki: “Ben senin bu burhanlarına karşı yalnız derim: Elhamdülillâh, inandım. Hem güneş gibi parlak ve gündüz gibi aydın bir tarzda inandım ki, şu memleketin tek bir mâlik-i zülkemâli, şu âlemin tek bir sahib-i zülcelâli, şu sarayın tek bir sâni-i zülcemâli bulunduğunu kabul ettim. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

HAŞİYE : Nuranî ferman Kur’ân’a ve üstündeki turra ise i’câzına işarettir.
 

harp

Well-known member
Allah senden razı olsun ki, beni eski inadımdan ve divaneliğimden kurtardın. Getirdiğin burhanların herbirisi tek başıyla bu hakikati göstermeye kâfi idi. Fakat herbir burhan geldikçe, daha revnaktar, daha şirin, daha hoş, daha nuranî, daha güzel marifet tabakaları, tanımak perdeleri, muhabbet pencereleri açıldığı için bekledim, dinledim.”

Tevhidin hakikat-i uzmâsına ve Âmentü billâh imanına işaret eden hikâye-i temsiliye tamam oldu. Fazl-ı Rahmân, feyz-i Kur’ân, nur-u iman sayesinde, tevhid-i hakikînin güneşinden, hikâye-i temsiliyedeki On İki Burhana mukabil, On İki Lem’a ile bir Mukaddimeyi göstereceğiz.

وَمِنَ اللهِ التَّوْفِيقُ وَالْهِدَايَةُ 1 Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

1 : Tevfik ve hidayet ancak Allah’tandır.
 

harp

Well-known member
Yirmi Üçüncü Söz
Şu Sözün iki Mebhası vardır.
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
لَقَدْ خَلَقْناَ اْلاِنْسَانَ فِىۤ اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ - ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ - اِلاَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
1
Birinci Mebhas
İmanın binler mehâsininden yalnız beşini, Beş Nokta içinde beyan ederiz.

BİRİNCİ NOKTA

İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar, Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer, Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü, iman, insanı Sâni-i Zülcelâline nisbet ediyor. İman bir intisaptır. Öyle ise, insan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür o nisbeti kat’ eder. O kat’dan, san’at-ı Rabbâniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

1 : “And olsun ki, Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık. Sonra da onu en aşağı seviyeye indirdik-ancak iman eden ve güzel işler yapanlar müstesna.” Tîn Sûresi, 95:4-6.


Bu sırrı bir temsille beyan edeceğiz. Meselâ, insanların san’atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san’atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san’at bulunuyor. Belki, bazan, antika olan bir san’at antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski, hünerver san’atkârına nisbet ederek, o san’atkârı yad etmekle ve o san’atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir.

İşte, insan, Cenâb-ı Hakkın böyle antika bir san’atıdır. Ve en nazik ve nazenin bir mu’cize-i kudretidir ki, insanı bütün esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musağğar suretinde yaratmıştır.

Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü’min, şuurla okur ve o intisapla okutur. Yani, “Sâni-i Zülcelâlin masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım” gibi mânâlarla, insandaki san’at-ı Rabbâniye tezahür eder. Demek, Sâniine intisaptan ibaret olan iman, insandaki bütün âsâr-ı san’atı izhar eder. İnsanın kıymeti, o san’at-ı Rabbâniyeye göre olur; ve âyine-i Samedâniye itibarıyladır. O halde, şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlûkat üstünde bir muhatab-ı İlâhî ve Cennete lâyık bir misafir-i Rabbânî olur.

Eğer kat’-ı intisaptan ibaret olan küfür, insanın içine girse, o vakit bütün o mânidar nukuş-u esmâ-i İlâhiye karanlığa düşer, okunmaz. Zira, Sâni unutulsa, Sânie müteveccih mânevî cihetler de anlaşılmaz, adeta başaşağı düşer. O mânidar âli san’atların ve mânevî âli nakışların çoğu gizlenir. Bâki kalan ve gözle görülen bir kısmı ise, süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise, dediğimiz gibi, kısacık bir ömürde, hayvânâtın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde, yalnız cüz’î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder, gider. İşte, küfür böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalb eder.
 

harp

Well-known member
İKİNCİ NOKTA

İman nasıl ki bir nurdur; insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubât-ı Samedâniyeyi okutturuyor. Öyle de, kâinatı dahi ışıklandırıyor. Zaman-ı mazi ve müstakbeli, zulümattan kurtarıyor. Şu sırrı, bir vakıada اَللهُ وَلِىُّ الَّذِينَ اٰمَنوُا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ 1 âyet-i kerimesinin bir sırrına dair gördüğüm bir temsille beyan ederiz. Şöyle ki:

Bir vakıa-i hayaliyede gördüm ki: İki yüksek dağ var, birbirine mukabil. Üstünde dehşetli bir köprü kurulmuş. Köprünün altında pek derin bir dere. Ben o köprünün üstünde bulunuyorum. Dünyayı da, her tarafı, karanlık, kesif bir zulümat istilâ etmişti.

Ben sağ tarafıma baktım, nihayetsiz bir zulümat içinde bir mezar-ı ekber gördüm, yani tahayyül ettim. Sol tarafıma baktım; müthiş zulümat dalgaları içinde azîm fırtınalar, dağdağalar, dâhiyeler hazırlandığını görüyor gibi oldum. Köprünün altına baktım; gayet derin bir uçurum görüyorum zannettim. Bu müthiş zulümâta karşı, sönük bir cep fenerim vardı, onu istimal ettim. Yarım yamalak ışığıyla baktım; pek müthiş bir vaziyet bana göründü. Hattâ önümdeki köprünün başında ve etrafında öyle müthiş ejderhalar, arslanlar, canavarlar göründü ki, “Keşke bu cep fenerim olmasaydı, bu dehşetleri görmeseydim!” dedim. O feneri hangi tarafa çevirdimse, öyle dehşetler aldım. “Eyvah, şu fener başıma belâdır” dedim.

Ondan kızdım, o cep fenerini yere çarptım, kırdım. Güya onun kırılması, dünyayı ışıklandıran büyük elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gibi, birden o zulümat boşandı. Her taraf o lâmbanın nuruyla doldu, herşeyin hakikatini gösterdi. Baktım ki, o gördüğüm köprü, gayet muntazam yerde, ova içinde bir caddedir. Ve sağ tarafımda gördüğüm mezar-ı ekber, baştan başa güzel, yeşil bahçelerle nuranî insanların taht-ı riyasetinde ibadet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu fark ettim. Ve sol tarafımda, fırtınalı, dağdağalı zannettiğim uçurumlar, şahikalar ise, süslü, sevimli, cazibedar olan dağların arkalarında azîm bir ziyafetgâh, güzel bir seyrangâh, yüksek bir nüzhetgâh bulunduğunu hayal meyal gördüm. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

1 : “Allah, iman edenlerin dostu ve yardımcısıdır; onları inkâr karanlıklarından kurtarıp hidayet nuruna kavuşturur.” Bakara Sûresi, 2:257.






Birinci Mebhas


 

harp

Well-known member
Ve o müthiş canavarlar, ejderhalar zannettiğim mahlûklar ise, mûnis deve, öküz, koyun, keçi gibi hayvânât-ı ehliye olduğunu gördüm. “Elhamdü lillâhi alâ nûri’l-îmân” diyerek,
اَللهُ وَلِىُّ الَّذِينَ اٰمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ 1
âyet-i kerimesini okudum, o vakıadan ayıldım.

İşte, o iki dağ mebde-i hayat, âhir-i hayat, yani âlem-i arz ve âlem-i berzahtır. O köprü ise hayat yoludur. O sağ taraf ise geçmiş zamandır. Sol taraf ise istikbaldir. O cep feneri ise, hodbin ve bildiğine itimad eden ve vahy-i semâvîyi dinlemeyen enâniyet-i insaniyedir. O canavarlar zannolunan şeyler ise, âlemin hâdisâtı ve acip mahlûkatıdır. İşte, enâniyetine itimad eden, zulümât-ı gaflete düşen, dalâlet karanlığına müptelâ olan adam, o vakıada evvelki halime benzer ki, o cep feneri hükmünde nâkıs ve dalâlet-âlûd malûmatla, zaman-ı maziyi bir mezar-ı ekber suretinde ve adem-âlûd bir zulümat içinde görüyor. İstikbali, gayet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir. Hem, herbirisi bir Hakîm-i Rahîmin birer memur-u musahharı olan hâdisat ve mevcudatı, muzır birer canavar hükmünde bildirir,
وَالَّذِينَ كَفَرُوۤا اَوْلِيَاۤئُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى الظُّلُمَاتِ 2 hükmüne mazhar eder.

Eğer hidayet-i İlâhiye yetişse, iman kalbine girse, nefsin firavuniyeti kırılsa, kitabullahı dinlese, o vakıada ikinci halime benzeyecek. O vakit, birden kâinat bir gündüz rengini alır, nur-u İlâhî ile dolar.

Âlem اَللهُ نوُرُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 3 âyetini okur. O vakit, zaman-ı mazi, bir mezar-ı ekber değil, belki herbir asrı bir nebînin veya evliyanın taht-ı riyasetinde vazife-i ubûdiyeti ifa eden ervâh-ı sâfiye cemaatlerinin, vazife-i hayatlarını bitirmekle Allahu ekber diyerek makamât-ı âliyeye uçmalarını ve müstakbel tarafına geçmelerini kalb gözüyle görür. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

1 : “Allah, iman edenlerin dostu ve yardımcısıdır; onları inkâr karanlıklarından kurtarıp hidayet nuruna kavuşturur.” Bakara Sûresi, 2:257.
2 : “İnkâr edenlerin dostu ise tâğutlarıdır; onları iman nurundan mahrum bırakıp inkâr karanlıklarına sürüklerler.” Bakara Sûresi, 2:257.
3 : “Allah göklerin ve yerin nurudur.” Nur Sûresi, 24:35.
 

harp

Well-known member
Sol tarafına bakar ki, dağlar misal bazı inkılâbât-ı berzahiye ve uhreviye arkalarında, Cennetin bağlarındaki saadet saraylarında kurulmuş bir ziyafet-i Rahmâniyeyi, o nur-u imanla uzaktan uzağa fark eder. Ve fırtına ve zelzele, tâun gibi hadiseleri, birer musahhar memur bilir. Bahar fırtınası ve yağmur gibi hâdisâtı, sureten haşin, mânen çok lâtif hikmetlere medar görüyor. Hattâ, mevti, hayat-ı ebediyenin mukaddimesi ve kabri, saadet-i ebediyenin kapısı görüyor. Daha sair cihetleri sen kıyas eyle; hakikati, temsile tatbik et.

ÜÇÜNCÜ NOKTA

İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir. “Tevekkeltü alâllah” der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle, hâdisâtın dağlarvâri dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra, saadet-i ebediyeye girmek için Cennete uçabilir. Yoksa, tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları, uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne çeker.

Demek, iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder. Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir.

Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer: Vaktiyle iki adam, hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye birer bilet alıp girdiler. Birisi, girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup nezaret eder.
 

harp

Well-known member
Diğeri, hem ahmak, hem mağrur olduğundan, yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi:

“Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.”

O dedi: “Yok, ben bırakmayacağım. Belki zayi olur. Ben kuvvetliyim; malımı belimde ve başımda muhafaza edeceğim.”

Yine ona denildi: “Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükünle beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın, gittikçe ağırlaşan şu yüklere takat getiremeyecek. Kaptan dahi, eğer seni bu halde görse, ya divanedir diye seni tard edecek; ya “Haindir, gemimizi itham ediyor, bizimle istihzâ ediyor. Hapsedilsin” diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında zaafı gösteren tekebbürünle, aczi gösteren gururunla, riyayı ve zilleti gösteren tasannuunla kendini halka müdhike yaptın. Herkes sana gülüyor” denildikten sonra o biçarenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. “Oh, Allah senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum” dedi.

İşte, ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisenin karşısında titremekten ve hodfuruşluktan ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın.

DÖRDÜNCÜ NOKTA

İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.

Şu meselenin binler delillerinden, yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farkları, o meseleye vâzıh bir delildir ve bir burhan-ı kàtıdır. Evet, insaniyet, iman ile insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünkü, hayvan, dünyaya geldiği vakit, adeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir, yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda bütün şerâit-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavânîn-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur.
 

harp

Well-known member
İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur.

Demek, hayvanın vazife-i asliyesi, taallümle tekemmül etmek değildir; ve marifet kesbetmekle terakki etmek değildir; ve aczini göstermekle medet istemek, dua etmek değildir. Belki vazifesi, istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir.

İnsan ise, dünyaya gelişinde, herşeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil; hattâ yirmi senede tamamen şerâit-i hayatı öğrenemiyor. Belki âhir ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderilip, bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder; hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlerini celp ve zararlardan sakınabilir. Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi, taallümle tekemmüldür, dua ile ubûdiyettir. Yani, “Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?” bilmektir; ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dair Kàdıu’l-Hâcâta lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-yı ubûdiyete uçmaktır.

Demek, insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır ve onun üssü’l-esası da iman-ı billâhtır.

Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta maruz ve hadsiz âdânın hücumuna müptelâ; ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra, duadır. Dua ise, esas-ı ubûdiyettir.
 

harp

Well-known member
Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar, ya ister. Yani, ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder, maksuduna muvaffak olur.

Öyle de, insan, bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânü’r-Rahîmin dergâhında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir. Tâ ki, makàsıdı ona musahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin.

Yoksa, bir sinekten vâveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, “Ben kuvvetimle, bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acip şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum” deyip küfran-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıt olduğu gibi, şiddetli bir azâba kendini müstehak eder.

BEŞİNCİ NOKTA

İman, duayı bir vesile-i kat’iye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insaniye onu şiddetle istediği gibi, Cenâb-ı Hak dahi, “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” meâlinde, قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَاۤؤُكُمْ 1 ferman ediyor. Hem اُدْعُونِىۤ اَسْتَجِبْ لَكُم 2 ْ emrediyor.

Eğer desen: Birçok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki âyet umumîdir; ‘Her duaya cevap var’ ifade ediyor.”

Elcevap: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevap vermek var. Fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlubu vermek, Cenâb-ı Hakkın hikmetine tâbidir. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

1 : Furkan Sûresi, 25:77.
2 : “Bana dua edin, size cevap vereyim.” Mü’min Sûresi, 40:60.







Birinci Mebhas


 

harp

Well-known member
Demek, dua bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhar edip, dua ile Ona iltica etmeli, rububiyetine karışmamalı. Tedbiri Ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini itham etmemeli.

Evet, hakikat-i halde, âyât-ı beyyinâtın beyanıyla sabit olan: Bütün mevcudat, herbirisi birer mahsus tesbih ve birer hususî ibadet, birer has secde ettikleri gibi, bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye giden, bir duadır:

Ya istidat lisanıyladır bütün nebâtatın duaları gibi ki, herbiri lisan-ı istidadıyla Feyyâz-ı Mutlaktan bir suret talep ediyorlar ve esmâsına bir mazhariyet-i münkeşife istiyorlar.

Veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyladır bütün zîhayatların, iktidarları dahilinde olmayan hâcât-ı zaruriyeleri için dualarıdır ki, herbirisi o ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla Cevâd-ı Mutlaktan idame-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde bazı metâlibi istiyorlar.

Veya lisan-ı ıztırariyle bir duadır ki, muztar kalan herbir zîruh, kat’î bir iltica ile dua eder, bir hâmî-i meçhulüne iltica eder, belki Rabb-i Rahîmine teveccüh eder.

Bu üç nevi dua, bir mâni olmazsa, daima makbuldür.

Dördüncü nevi ki, en meşhurudur, bizim duamızdır. Bu da iki kısımdır: Biri fiilî ve hâlî, diğeri kalbî ve kàlîdir.

Meselâ, esbaba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir. Esbabın içtimaı, müsebbebi icad etmek için değil, belki lisan-ı hâl ile müsebbebi Cenâb-ı Haktan istemek için bir vaziyet-i marziye almaktır. Hattâ çift sürmek, hazine-i rahmet kapısını çalmaktır. Bu nevi dua-yı fiilî, Cevâd-ı Mutlakın isim ve ünvanına müteveccih olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır.
 

harp

Well-known member
İkinci kısım, lisanla, kalble dua etmektir. Eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder.

İşte, ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medârı olan bir vesileyi elden bırakma. Ona yapış, âlâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık, bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını kendi duan içine al, bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 1 de, kâinatın güzel bir takvimi ol.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

1 : “Ancak Senden yardım dileriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.
 

harp

Well-known member
Yirmi Dördüncü Söz
Şu Söz Beş Daldır. Dördüncü Dala dikkat et. Beşinci Dala yapış, çık, meyvelerini kopar, al.
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
اَللهُ لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَاۤءُ الْحُسْنٰى
1
ŞU ÂYET-İ CELÎLENİN şecere-i nuraniyesinin çok hakikatlerinden bir hakikatinin Beş Dalına işaret ederiz. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

1 : “O Allah ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler Onundur.” Tâhâ Sûresi, 20:8.

BİRİNCİ DAL
Nasıl ki bir sultanın kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı ünvanları ve raiyetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır. Meselâ, adliye dairesinde hâkim-i âdil; ve mülkiyede sultan; ve askeriyede kumandan-ı âzam; ve ilmiyede halife daha buna kıyasen sair isim ve ünvanlarını bilsen anlarsın ki, birtek padişah, saltanatının dairelerinde ve tabaka-i hükûmet mertebelerinde bin isim ve ünvana sahip olabilir. Güya o hâkim, herbir dairede şahsiyet-i mâneviye haysiyetiyle ve telefonuyla mevcut ve hazırdır; bulunur ve bilir. Ve her tabakada kanunuyla, nizamıyla, mümessiliyle meşhud ve nâzırdır; görünür, görür. Ve herbir mertebede, perde arkasında hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle mutasarrıf ve basîrdir; idare eder, bakar.

Öyle de, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü’l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe’n ve namları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhurâtı var. Ve ef’âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufâtı var. Ve rengârenk san’atında ve mütenevvi masnuâtında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyâtı vardır.
 

harp

Well-known member
Bununla beraber, kâinatın herbir âleminde, herbir taifesinde Esmâ-i Hüsnâdan bir ismin ünvanı tecellî eder. O isim o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tâbidirler, belki onun zımnında bulunurlar.

Hem mahlûkatın herbir tabakasında, az ve çok, küçük ve büyük, has ve âmm, herbirisinde has bir tecellî, has bir rububiyet, has bir isimle cilvesi vardır. Yani, o isim herşeye muhit ve âmm olduğu halde, öyle bir kast ve ehemmiyetle birşeye teveccüh eder; güya o isim yalnız o şeye hastır.

Hem, bununla beraber, Hâlık-ı Zülcelâl herşeye yakın olduğu halde, yetmiş bine yakın nuranî perdeleri vardır. Meselâ, sana tecellî eden Hâlık isminin, mahlûkıyetindeki cüz’î mertebesinden tut, tâ bütün kâinatın Hâlıkı olan mertebe-i kübrâ ve ünvan-ı âzama kadar ne kadar perdeler bulunduğunu kıyas edebilirsin. Demek, bütün kâinatı arkada bırakmak şartıyla mahlûkıyetin kapısından Hâlık isminin müntehâsına yetişirsin, daire-i sıfâta yanaşırsın.

Madem perdelerin birbirine temâşâ eder pencereleri var. Ve isimler birbiri içinde görünüyor. Ve şuûnât birbirine bakar. Ve temessülât birbiri içine girer. Ve ünvanlar birbirini ihsas eder. Ve zuhurat birbirine benzer. Ve tasarrufat birbirine yardım edip itmam eder. Ve rububiyetin mütenevvi terbiyeleri birbirine imdat edip muavenet eder.
 

harp

Well-known member
İhlasta çok nurlar ve kuvvetler var
01 Mayıs 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Bu Lem'a lâakal her on beş günde bir defa okunmalı.
b424.gif
-1-
b700.gif
-1-
b701.gif
-2-
b702.gif
-3-
b703.gif
-4-
EY ÂHİRET KARDEŞLERİM ve ey hizmet-i Kur'âniyede arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz:
Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas,
en büyük bir kuvvet,
en makbul bir şefaatçi,
en metin bir nokta-i istinad,
en kısa bir tarik-i hakikat,
en makbul bir duâ-i mânevî,
en kerametli bir vesile-i makasıd,
en yüksek bir haslet,
en sâfi bir ubudiyet, ihlâstır.
Madem ihlâsta mezkûr hassalar gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var. Ve madem bu müthiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid'alar, dalâletler içerisinde bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur'âniye omuzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş. Elbette, herkesten ziyade, bütün kuvvetimizle ihlâsı kazanmaya mecbur ve mükellefiz. Ve ihlâsın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa, hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi olur, devam etmez; hem şiddetli mesul oluruz.
b704.gif
(Benim ayetlerimi az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin. (Bakara Sûresi: 41) âyetindeki şiddetli tehditkârâne nehy-i İlâhîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına, mânâsız, lüzumsuz, zararlı, kederli, hodfuruşâne, sakîl, riyâkârâne bazı hissiyat-ı süfliye ve menâfi-i cüz'iyenin hatırı için ihlâsı kırmakla, hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur'âniyenin hürmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.
Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir. İhlâsı kıracak esbabdan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz.
Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm
b705.gif
(Şüphesiz nefis daima kötülüğe sevk eder-ancak Rabbim rahmet ederse o başka.(Yusuf Sûresi: 12:53.) demesiyle, nefs-i emmâreye itimad edilmez. Enâniyet ve nefs-i emmâre sizi aldatmasın.
İhlâsı kazanmak ve muhafaza etmek ve mânileri def etmek için, gelecek düsturlar rehberiniz olsun.
BİRİNCİ DÜSTURUNUZ
Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı.
Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.
İKİNCİ DÜSTURUNUZ
Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir.
Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.
Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa'ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm karışsa, o fabrikayı karıştıracak, neticesiz, akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.
İşte, ey Risale-i nur şakirtleri ve Kur'ân'ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz. Elbette, dört fertten bin yüz on bir kuvvet-i mâneviyeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz.
Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile, on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor.
Bu sırrın sırrı şudur ki:
Hakikî, samimî bir ittifakta herbir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır. Haşiye (Evet, sırr-ı ihlâs ile samimî tesanüd ve ittihad, hadsiz menfaate medar olduğu gibi, korkulara, hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinaddır. Çünkü ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile, rıza-yı İlâhî yolunda, âhirete müteallik işlerde kardeşleri adedince ruhları olduğundan, biri ölse, "Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla mânevî bir hayatı idame ettiklerinden, ben ölmüyorum" diyerek, ölümü gülerek karşılar. Ve "O ruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum" der, rahatla yatar.)
ÜÇÜNCÜ DÜSTURUNUZ
Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz.
Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır. Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.
Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâvâyı ispat eder ve kendi kendine delil olur.
Çünkü yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul'da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada, yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki, kendi memleketimde ve İstanbul'da, burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmî; insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında, yedi sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine katiyen şüphem kalmadı.
Hem itiraf ediyorum ki, samimî ihlâsınızla, şan ve şeref perdesi altında nefsimi okşayan riyâdan beni bir derece kurtardınız. İnşaallah tam ihlâsa muvaffak olursunuz, beni de tam ihlâsa sokarsınız.
Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (r.a.), o mu'cizevâri kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) o harika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar. Ve himayetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz. Onuncu Lem'adaki şefkat tokatlarını tahattur ediniz.
Böyle mânevî kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz,
b706.gif
("Onları kendi nefislerine tercih ederler." (Haşir Sûresi: 59:9.) sırrıyla ihlâs-ı tâmmı kazanınız. Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hattâ, en lâtif ve güzel bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü'mine bildirmek ki, en mâsumâne, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer "Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim" arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur; fakat mâbeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir.
DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ
Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir.
Ehl-i tasavvufun mâbeyninde fenâ fi'ş-şeyh, fenâ fi'r-resul ıstılahatı var. Ben sufî değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fenâ fi'l-ihvân suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna tefânî denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani, kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.
Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üssü'l-esası, samimî ihlâstır.
Samimî ihlâsı kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var; ortada tutunacak yer bulamaz.
Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i kübrâ-i Kur'âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var. İnşaallah, Risale-i Nur yoluyla Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın daire-i kudsiyesine girenler, daima nura, ihlâsa, imana kuvvet verecekler ve öyle çukurlara sukut etmeyeceklerdir.
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
BİD'A : Dinin aslına uymayan âdet ve uygulamalar.
Binaen: -den dolayı, -den ötürü, -için, -dayanarak, yapılarak, bu sebepten.
CADDE-İ KÜBRÂ-İ KUR'ÂNİYE : Kur'ân'ın büyük, geniş ve sağlam caddesi. Kur'ân yolu.
CİVANMERT : İyiliksever. Cömert. Fedâkâr.
Çendan: Gerçi, o kadar, her ne kadar, pek o kadar.
DALÂLET : Hak ve hakîkatten, dinden sapma, ayrılma; azma.
DUÂ-I MÂNEVÎ : Mânevî duâ. Sözle yapılan mânâ yüklü duâ.
ENÂNİYET : Benlik, gurur.
ESAS : Temel. Kök. Rükün. şart. Hakikat ve mahiyetler.
ESBÂB : Sebepler.
FÂZÎLET : Değer; meziyet, ilim, îmân ve irfan itibâriyle olan yüksek derece.
FENÂFİ'L-İHVAN : Kardeşlerinde fâni olmak. Kardeşlerinin sevinçleriyle sevinip acılarıyla üzülmek derecesinde onlarla bütünleşmek.
FENÂFİ'Ş-ŞEYH : Bütün mânevî kemâlatını şeyhin mânevî şahsiyetinden almak mânâsındaki tâbir.
FENAFİRRESUL : (Fenâ fir-resul) Tas: Bütün varlığını Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) manevî şahsiyetinde yok etmek mânasına gelir.
Gavs-ı âzam: 1-Tarikat kurucusu. 2-En büyük gavs, Abdülkadir-i Geylânî Hazretlerinin nâmı.
Gaybi: Gayba ait, göze görünmeyenlere ait, gaybla ilgili, hazırda olmayan.
HÂDİM : Hizmet eden, hizmetkâr.
HAKAİK-I ÎMÂNİYE : Îmân hakîkatleri.
Hakk:1-Doğru, gerçek, hakikat. 2-Doğruluk.
HALÎLİYE : Samimî dostluk ve kardeşlik.
HASLET : Huy, tabiat, karakter, meziyet.
HÂSSA : Birşeye mahsus özellik, tesir, his, duygu.
Hazret: Saygı, ululama, yüceltme, övme maksadıyla kullanılan tabir.
HILLET : Samimî dost.
Himaye, himâyet: 1-Koruma, esirgeme, muhafaza etme. 2-Kayırma, elinden tutma.
HİSSİYÂT-I NEFSÂNİYE : Nefse âit duygular.
HİSSİYÂT-I SÜFLİYE : Alçaltıcı ve nefsin aşağılık istekleri, arzuları.
HODFURUŞ : f. Kendini beğendirmeğe çalışan. Övünen.
Hod-gâm, hod-kâm: Kendi keyfini düşünen, bencil.
HUSUSAN : Bilhassa, özellikle.
ISTILAHÂT : Terimler. Belli bir ilim veya mesleğe ait özel anlamlı kelimeler.
İ’tirâf: Başkalarının bilmediği gizli bir kusurunu söyleme, kendisi için iyi sayılmayacak bir hali gizlemeyip söyleme.
İdâme: Devam ettirme, sürdürme. Devamlı ve daimî kılma.
İFTİHÂR : Övünme; başkasının iyi bir hâli ile sevinme.
İHLÂS : Yapılan ibâdet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfaati, hakîki ve esas gaye etmeyerek, yalnız ve yalnız Allah rızâsını esas maksat edinmek.
İhlâs:Hâlis, içten, samimi, riyasız, karşılıksız sevgi ve bağlılık
İHSANÂT-I İLÂHİ : Allah'ın iyilikleri, bağışları.
İKTİZÂ : Gerekme, gerektirme, lazım gelme, işe yarama, icab etme.
İltifât: Güzel sözler söyleyerek birini samimi olarak okşama.
İttihâd: Birleşme, birlik oluşturma, bir olma, birlik oluşturup ikiliği ortadan kaldırma, birlik.
KEDER : Üzüntü, tasa, kaygı.
KERÂMET : Allah'ın ihsanıyla velîlerin gösterdikleri adet dışı, olağanüstü haller.
Kerâmet: 1-Kerem, lutuf, ihsan, bağış. 2-İkram, ağırlama. 3-Allah'ın velî kullarında görülen olağanüstü haller veya tabiatüstü hadiseler. 4-Ermişçesine yapılan iş, hareket veya söylenen söz, fikir.
KUDSÎ : Mukaddes, yüce, temiz. Kusursuz ve noksansız.
LÂAKAL : En az, hiç değilse, en azından.
Lâtîf: 1-Allah'ın güzel isimlerinden. 2-Yumuşak, hoş, güzel, nazik, narin. 3-Cismani olmayan, ruhla ilgili, ruhanî. 4-Tatlı, şirin.
MÂBEYN : Ara; iki şey arası.
Mâbeyn: Ara, aralık, iki şeyin arası.
MAKBUL : Kabul edilmiş olan, geçerli.
Mânen: İç varlık bakımından, duyguca, gönülce, yürekçe, ruhça, mâna itibarıyle, mânaca.
MÂNİ : Engel.
Ma'sûm-âne:Masumca, masum olana yakışacak surette, suçsuz, günahsız bir şekilde.
MENÂFİ-İ CÜZ'İYE : Cüz'i, küçük menfaatler. Az bir fayda.
Menfaat: Fayda, kâr, gelir, ihtiyaç karşılığı olan şey.
MES'UL : Sorumlu.
MEŞREB : Âdet, huy, yaratılış, ahlâk; takip edilen usûl, yol.
MEZİYET : İyi ve doğru hareket; üstünlük vasıfları.
MEZKÛR : Sözü edilen, zikredilen, bahsedilen.
Mu'cize-vârî: Mucize gibi.
MUKABİL : Karşı, karşılık olarak, bedel.
Mukâbil: Karşı, karşılık, muâdil.
Muvaffakiyet: Allah’ın yardımıyla başarılı olma, muvaffak olma, başarma.
MUZIR : Ziyan veren, zararlı, zarara sokan.
MÜKELLEF : Yükümlü, vazifeli. Bir şeyi yapmaya mecbur olan.
MÜRİD : Tarîkat öğrencisi, bir şeyhe bağlı kişi.
Müteallikât: İlgili, alakalı.
NEFS-İ EMMÂRE : Kötülüğü teşvik eden, emreden nefis.
NEHY-İ İLÂHÎ : Allah'ın yasaklaması.
NOKTA-İ İSTİNAD : Dayanak noktası, dayanma yeri.
Nokta-i istinâd: Dayanak noktası, güvenme ve itimat noktası.
Rızâ-yı İlâhi: Allah’ın rızası, hoşnutluğu.
Riyâ:1-İki yüzlülük, yalandan gösteriş, samimiyetsizlik. 2-İnsanlardan sağlayacağı maddî veya manevî çıkar düşüncesiyle iyilik yapma veya iyi olma temayülü, eğilimi.
RİYÂKÂRÂNE : Gösteriş yaparcasına. İki yüzlüce.
SÂFÎ : Temiz, pâk, duru
SAKÎL : Ağır, can sıkıcı, çirkin.
Samîmiyet:1-Samimîlik, içtenlik. 2-Teklifsizlik.
SAVLET : Saldırı.
SIRR : Gizli hakikat. Gizli iş. Herkese söylenmeyen şey.
Sırr: Gizli tutulan, kimseye söylenmeyen şey, gizli iş veya söz.
SUFİ : (C.: Sufiyyun) Tasavvuf ehli. Sofu.
SUKÛT : Değerden düşme, düşüş, alçalış.
ŞÂKİRÂNE : Şükrederek.
ŞEFAATÇİ : Af için sebep ve vesîle olması ümit edilen.
ŞEREF : Yükseklik, yücelik. Büyüklük.
TAARRUZ : Sataşmak, ilişmek, saldırmak.
Tahattur:1-Hatırlama, hatıra getirme. 2-Unutulduktan sonra hatırlanan şey.
Tarassudât: Gözlemeler, gözetmeler
TARÎK-I HAKİKAT : Hak ve hakikat yolu.
TASAVVUF : Kalbi, dünyanın fâni işlerinden ayırıp, Allah sevgisi ile bağlamak.
TASAVVUR : Birşeyi zihinde şekillendirme; düşünce, tasarı; tasarlama.
TAZYİKAT : Baskılar, zorlamalar, sıkıştırmalar.
Tazyîkât: Tazyikler, baskılar, zorlamalar, sıkıştırmalar.
TECÂVÜZ : Haddini aşma; söz veya hareketle ileri gitme, saldırma.
TEFÂNÎ : Fikrî ve ahlâkî kaynaşmak, birbirine fani olmak kardeşinin meziyet ve hissiyatını fikren yaşamak.
Tercîh: Bir şeyi diğerlerinden üstün tutma, öne alma, seçme, daha çok beğenme.
Tesânüd: Dayanışma, birbirine dayanma, birbirinden destek alma, omuzdaşlık.
Tesellî: Avutma, acısını dindirme, güzel sözler söyleyerek rahatlatma.
Teveccüh: 1-Yüzünü bir yöne çevirme, yönelme, yöneliş. 2-Hoşlanma, güler yüz gösterme, iltifat etme.
Teveccüh: 1-Yüzünü bir yöne çevirme, yönelme, yöneliş. 2-Hoşlanma, güler yüz gösterme, iltifat etme.
UBÛDİYET : Kulluk, kölelik, kul olduğunu bilip Allah'a itaat etme.
UHREVÎ : Ahirete dâir, öteki dünyaya âit.
Uhuvvet-i hakîkiye: Hakikî, gerçek kardeşlik.
UMÛR-U HAYRİYE : Hayırlı işler.
Ümmî: Okuma yazması olmayan, okumamış.
ÜSSÜ'L-ESAS : Esasların esâsı, en büyük temel, hakiki ve sağlam temel.
Üstâd: Bir ilim veya sanatta üstün olan kimse. 2-Öğretici; muallim, öğretmen, usta, san'atkâr. 3-Maharetli, tecrübeli, usta.
Vâsıta: İki şeyi birbirine bitiştiren üçüncü. Aracı.
VAZİFE-İ ÎMÂNİYE : İmânla ilgili vazife.
VESÎLE-İ MAKASID : Asıl maksada götüren vesîle, vasıta.
Zâhir: Görünen, görünücü. Açık, belli, meydanda…
ZİYÂDE : Fazla, çok.
 

harp

Well-known member
Hastalıkların üç faydası...
30 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Size, hastalığın dokuz fâidesinden bâki kalan üçünü yazıyorum ki, o hastalığın bir meyvesi sâbık Arabî fıkradır.
Yedinci fâidesi: Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir şakirdinin ehemmiyetli bir hatâsını tamir etmesidir. Şimdilik bu ehemmiyetli fâideyi izah etmek münasip değil.
Sekizinci fâidesi: Gayet incedir, izah edilmez; yalnız kısa bir işaret ederiz. Nasıl ki Hüsrev, yazdığı Kur’ân’ı, fotoğrafla tab’ını kabul etmeyerek binler câzibedar Kur’ân’lar kendi hattıyla âlem-i İslâmda intişarıyla, kutbiyet derecesinde bir mertebe-i ulviyeyi ve yüksek bir şeref-i imtiyazı bırakıp, Risale-i Nur dairesindeki sırr-ı ihlâsı muhafaza ve hazz-ı nefisten teberrî etmiştir. Aynen öyle de, bu hastalık ruhumda öyle bir inkılâp yaptı ki, Risale-i Nur’un parlak fütuhatını müteşekkirâne temâşâ etmek ve sevapdârâne, mücâhidâne, bir nevi kumandan hizmetinde bulunmaktan gelen uhrevî zevki ve şerefi ve dünyada uhrevî meyvesini gösteren hizmet-i imaniyenin şahsıma ait lezzeti ve imtiyazı, o sırr-ı ihlâs için bırakmak ve kardeşlerime havale etmek ve onların şeref ve zevkleriyle iktifa etmeye nefs-i emmârem dahi muvafakat ederek, dünyanın bu uhrevî ve güzel yüzünde gözünü kapamak ve eceli ve mevti ferahla karşılamaya tam kabul etmesidir.
Dokuzuncu fâidesi: Çoktan beri benim hususî bir virdim ve hiç kaleme alınmayan ve mesleğimizin dört esasından en büyük esası olan şükrün en geniş ve en yüksek mertebesini ihata eden ve bende çok defa maddî ve mânevî hastalıkların bir nevi şifası olan ve İsm-i Âzam ve Besmeleyle dokuz âyât-ı uzmâyı içine alan ve on dokuz defa şükür ve hamdi âzami bir tarzda ifadeyle, tahmidâtın adetleriyle o eşyanın lisan-ı haliyle ettikleri hamd ü senâyı niyet ederek, o hadsiz hamdlerin yekûnunu kendi hamdleri içine alarak azametli ve geniş bir tahmidnâme ve teşekkürnâme bulunan ve Sekine’deki esmâ-i sittenin muazzam yeni bir dersini izhar etmeye sebep olmasıdır.
Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ve beraatlerini tebrik ederiz. (Kastamonu Lahikası)
Bediüzzaman Said Nursi
LÜGAT:
Âlem-İ İslâm : İslâm Âlemi
Arabî : Arapça
Âyât-I Uzmâ : En Büyük Âyet, En Büyük Delil
Âzamî : En Fazla, En Büyük
Aziz : Çok Değerli, İzzetli, Saygın
Bâki : Geriye Kalan
Besmele : Bismillâhirrahmânirrahîm
Câzibedar : Çekici
Ecel : Ölüm Vakti
Ehemmiyetli : Önemli
Fâide : Fayda
Fıkra : Bölüm, Kısım
Fütuhat : Fetihler, Zaferler
Hamd : Övgü, Şükür Ve Minnet Duyma
Hazz-I Nefis : Nefsin Aldığı Lezzet
Hizmet-İ İmaniye : İman Hizmeti
Hususî : Özel
İhata Eden : İçine Alan
İktifa : Yetinme
İmtiyaz : Farklılık, Ayrıcalık
İnkılâp : Değişim, Dönüşüm
İntişar : Yayılma
İsm-İ Âzam : Cenâb-I Hakkın Binbir İsminden En Büyük Ve Mânâca Diğer İsimleri Kuşatmış Olanı
İzah Etmek : Açıklamak
Kutbiyet : Kutup Mertebesine Erme Hali
Mertebe-İ Ulviye : Yüksek, Yüce Mertebe
Mevt : Ölüm
Muhafaza : Koruma
Muvafakat : Uygunluk
Mücâhidâne : Mücahid Olana Yakışır Şekilde
Münasip : Uygun
Müteşekkirâne : Verdiği Nimetlerden Dolayı Allah’a Şükrederek
Nefs-İ Emmâre : İnsanı Daima Kötülüğe, Yasak Zevk Ve İsteklere Sevk Eden Duygu
Nevi : Çeşit, Tür
Sabık : Geçen, Önceki
Sevapdârâne : Sevap Kazandırarak
Sıddık : Çok Doğru Ve Bağlı
Sırr-I İhlâs : Samimiyet, İbadet Ve Davranışlarda Sadece Allah Rızasını Gözetme Sırrı
Şakirt : Talebe, Öğrenci
Şeref-İ İmtiyaz : Ayrıcalıklı, Yüksek Şeref
Şükür : Nimetlere Karşı Memnunluk Gösterme, Allah’a Teşekkür Etme
Tab : Basma
Tahmidât : Şükür Ve Övgüler
Teberrî : Uzak Olma, Uzaklaşma
Temâşâ : Seyir, Hoşlanarak Bakma
Uhrevî : Âhirete Dair, Yönelik
Vird : Devamlı Yapılan Zikir
 

harp

Well-known member
Aleviler Risale-i Nur'u Sünnilerden çok dinlemeli
02 Mayıs 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Alevîler, Risale-i Nur’un derslerini Sünnîlerden ziyade dinlemeseler, Âl-i Beyte muhabbet dâvâları yanlış olur.
Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ali köyünde Risale-i Nur şakirtlerinden Ali Efendi, münafıklar hakkında bir âyet-i kerimeyi soruyor. Şimdi zamanım izaha müsait olmadığı için, kısaca bir iki cümle beyan ediyorum.

“Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz” meâlindeki âyet, o zamandaki ihbar-ı İlâhî ile bilinen kat’î münafıklar demektir. Yoksa zan ile, şüphe ile münafık deyip namaz kılmamak olmaz.

Madem Lâ ilâhe illâllah der, ehl-i kıbledir.
Sarih küfür söylemese veyahut tevbe etse, namazı kılınabilir.
O Aliköyde Alevîler çok olduğunu ve bir kısmı Râfizîliğe kadar gidebilmesi nazarıyla, onların en fenası da, münafık hakikatine dahil olmamak lâzım gelir.
Çünkü münafık itikatsızdır, kalbsizdir ve vicdansızdır, Peygamber (a.s.m.) aleyhindedir. (Şimdiki bazı zındıklar gibi.)
Alevî ve Şiîlerin müfritleri ise, değil Peygamber (a.s.m.) aleyhinde, belki Âl-i Beytin muhabbetinden, ifratkârane muhabbet besliyorlar. Münafıkların tefritlerine mukabil, bunlar ifrat ediyorlar. Hadd-i şeriattan çıktıkları vakit, münafık değil, ehl-i bid’a oluyorlar, fâsık oluyorlar; zındıkaya girmiyorlar.
Hazret-i Ali (Radıyallahu Anh), yirmi sene hürmet ettiği ve onlara Şeyhülislâm mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği, Ebu Bekir, Ömer, Osman’a (Radıyallahu Anhüm) ilişmeseler, Hazret-i Ali (Radıyallahu Anh) o üç halifeye hürmet ettiği gibi, onlar da hürmet etseler, farz namazını kılsalar, yeter.

Hem, madem Risale-i Nur şakirtlerinin en büyük üstadı, Peygamberden (a.s.m.) sonra Celcelutiye’nin şehadetiyle İmam-ı Ali Radıyallahu Anhtır;

onun muhabbetini dâvâ eden Şiîler, Alevîler, Risale-i Nur’un derslerini Sünnîlerden ziyade dinlemeseler, Âl-i Beyte muhabbet dâvâları yanlış olur.
Zaten kaç sene evvel, o Alevî köyünde üç Ali’nin himmetiyle mâsumlar Risale-i Nur’u şevkle yazmalarını işittim. Hattâ o zamanda, o köyü de duama dahil etmiştim. İnşaallah, yine orada imam olmak istenilen kardeşimiz Ali’nin himmetiyle ve Hafız Ali’nin (r.h.) vârisi Küçük Ali gibi kardeşlerimizin gayretiyle, onların hakkındaki dualarım boş gitmeyecek; o köydeki iki kısım Sünnî, Alevî ittifak edecek. (Emirdağ Lahikası 2. Cilt)

Bediüzzaman Said Nursi
LÜGAT:
Akîm : Neticesiz, Sonuçsuz
Dâvâ : İddia
Ehl-İ Bid'a : Dinin Aslında Olmadığı Halde, Sonradan Dine Zarar Verecek Şekilde Çıkarılan Yeni Âdet Ve Uygulamaları Dine Mâl Etmeye Çalışanlar
Fâsık : Günahkâr
Hadd-İ Şeriat : Şeriatın Sınır
Hâdise-İ İhanet : İhanet Olayı, Haksız Yere Hakaret Etme, Aşağılama Olayı
Hakikat : Esas, Mahiyet
Halife : Peygamberimizin Vekili Olarak Müslümanların Din Ve Dünya İşlerini Gören Genel Başkan
Himmet : Ciddî Gayret
İfrat : Normalin Üzerinde Olan, Aşırılık; Tefritin Zıddı
İfratkârane : Aşırıya Kaçacak Şekilde
İnşaallah : Allah Dilerse, İzin Verirse
İtikatsız : İnançsız
İttifak Etme : Birleşme, Birlik Kurma
Küfür :Allah’a Ve Allah’tan Gelen Herhangi Bir Şeye İnanmama
Mâsum : Günahsız, Suçsuz; Çocuk Veya Yaşlı Kişi
Mertebe : Derece
Muhabbet : Sevgi
Mukabil : Karşılık
Müfrit : İfrat Eden, Aşırıya Kaçan
Münafık : İki Yüzlü, İnanmadığı Halde İnanmış Görünen
Nazar : Bakış, Düşünce
Nefret-İ Umumî : Herkesin Nefreti
Radıyallahu Anh : “Allah Ondan Razı Olsun”
Radıyallahu Anhüm : “Allah Onlardan Razı Olsun”
Sarih : Açık
Şakirt : Talebe, Öğrenci
Şehadet : Şahitlik, Tanıklık
Şeyhülislâm : İslâm Hâkimi, Kadı, Müftü
Tefrit : Normalin Altında Olan; İfratın Zıddı
Tevbe : Pişmanlık Duyarak Günahtan Dönüş
Vâris : Mirasçı
Zındık : Dinsiz
Zındıka : Dinsizlik
 


Bu alana bir cevap yazın...
Üst