Günün Risale-i Nur Dersi

harp

Well-known member
Günün Risale-i Nur dersi...
Bismillahirrahmanirrahim
MERAKLI SUAL





Bu iki ay zarfında heyecanlı bir vaziyet-i siyasiye karşısında bana, hem alâkadar olduğum çok kardeşlerime kavî bir ihtimalle ferec verecek bir teşebbüs etmek lâzımken, o vaziyete hiç ehemmiyet vermeyerek, bilâkis, beni tazyik eden ehl-i dünyanın lehinde olarak bir fikirde bulundum.




Bazı zatlar hayret içinde hayrette kaldılar. Dediler ki: “Sana işkence eden bu mübtedi’ ve kısmen münafık baştaki insanların takip ettikleri siyaseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?” Verdiğim cevabın muhtasarı şudur ki:




Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner.



Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder. Hem nur, hem topuz-ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için, bütün kuvvetimle nura sarılmaya mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor.



Amma maddî cihadın muktezası ise, o vazife şimdilik bizde değildir. Evet,
ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır.


Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok. (Lemalar, 16. Lema)



Bediüzzaman Said Nursi
LÜGAT:
Âciz : Güçsüz, Elinden Bir Şey Gelmeyen
Âsâyiş : Düzen
Bid’a : Dinde Olmayıp Sonradan Dine Zarar Verecek Şekilde Ortaya Çıkan Şey
Çare-İ Yegâne : Tek Çare
Dalâlet : Hak Yoldan Ayrılma, Sapkınlık
Def’ : Ortadan Kaldırma, Yok Etme
Ecnebî : Yabancı
Ehl-İ Dünya : Dünyaya Dalıp, Âhireti Düşünmeyenler
Ehl-İ İslâm : Müslümanlar
Fena : Kötü, Çirkin
Ferec : Tasa Ve Sıkıntıdan Kurtulma, Ferahlık
Fütuhat : Fetihler, Zaferler
Galebe Çalmak : Üstün Gelmek
Hakikî : Asıl, Gerçek
Hamiyet-İ İslâmiye : İslâmiyetin Temel Değerlerini Koruma Duygusu Ve Gayreti
Islah Olmak : Düzelme, İyileşme
İhyâ : Canlandırma, Kuvvetlendirme
İman : İnanç
İngiliz :
İnkılâp : Dönüşme
İtalya :
Kâfi Gelmek : Yeterli Olmak
Kâfir : Allah'ı Veya Allah’ın Bildirdiği Kesin Olan Bir Şeyi İnkâr Eden Kimse
Kuvve-İ Mâneviye : Mânevî Güç, Moral
Küfür : İnkâr
Lehinde : Tarafında
Maddî Cihad : Din Uğrunda Mal Ve Canla Mücadele
Medar : Dayanak Noktası
Menba : Kaynak
Muhtasar : Kısa, Özet
Mukteza : Bir Şeyin Gereği
Mübtedi’ : Bid’at Ortaya Atanlar, Bid’alara Taraftar Olanlar
Mühim : Önemli
Münafık : İki Yüzlü, İnanmadığı Halde İnanmış Görünen
Mürted : Dinden Dönen
Nifak : Münafıklık, İkiyüzlülük
Nokta-İ İstinad : Dayanak Noktası
Sed Çekmek : Engel Olunmak
Suret : Biçim, Şekil
Sürur : Mutluluk
Şeâir-İ İslâmiye : İslâmiyete Sembol Olmuş İş Ve İbâdetler
Tarafgirlik : Taraftarlık
Tecavüzat : Tecavüzler, Saldırılar
Tehyiç Etmek : Harekete Geçirmek
 

harp

Well-known member
Sünnet-i Seniyye'nin mertebeleri vardır



19 Nisan 2011 / 00:01


Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim




ALTINCI NÜKTE


Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: "Her bid'at dalâlettir ve her dalâlet Cehennem ateşindedir." (Müslim)

Yani, "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim." (Mâide Sûresi: 5:3.)

Sırrıyla, kavaid-i Şeriat-ı Garrâ ve desâtir-i Sünnet-i Seniyye tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut-hâşâ ve kellâ-nâkıs görmek hissini veren bid'aları icad etmek dalâlettir, ateştir.

Sünnet-i Seniyyenin merâtibi var.



Bir kısmı vâciptir, terk edilmez. O kısım, Şeriat-ı Garrâda tafsilâtıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemattır, hiçbir cihette tebeddül etmez.


Bir kısmı da nevâfil nevindendir. Nevâfil kısmı da iki kısımdır:


Bir kısmı, ibadete tâbi Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi şeriat kitaplarında beyan edilmiş; onların tağyiri bid'attır.


Diğer kısmı, "âdâb" tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniyye kitaplarında zikredilmiş. Onlara muhalefete bid'a denilmez; fakat âdâb-ı Nebevîye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakikî edepten istifade etmemektir.


Bu kısım ise, örf ve âdât, muamelât-ı fıtriyede Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tevatürle malûm olan harekâtına ittibâ etmektir. Meselâ, söylemek âdâbını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlâtın âdâbının düsturlarını beyan eden ve muaşerete taallûk eden çok sünnet-i seniyyeler var. Bu nevi sünnetlere "âdâb" tabir edilir. Fakat o âdâba ittibâ eden, âdâtını ibadete çevirir. O âdâbdan mühim bir feyiz alır. En küçük bir âdâbın mürââtı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı tahattur ettiriyor, kalbe bir nur veriyor.




Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taallûk eden sünnetlerdir. Şeâir, adeta hukuk-u umumiye nev'inden, cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes'ul olur. Bu nevi şeâire riyâ giremez ve ilân edilir. Nafile nev'inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir. (Lemalar, 11. Lema)





Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:
FERMÂN : Emir, buyruk, tebliğ.
KAVÂİD-İ ŞERİAT-I GARRÂ : Büyük İslâm Şeriatının kaideleri, prensipleri.
DESÂTİR-İ SÜNNET-İ SENİYE : Hz. Peygamberin (a.s.m.) sünnetinin kaideleri, prensipleri.
KEMÂL : Olgunluk, mükemmellik, eksiksizlik, tamlık.
İCAD : İslami olmayan yenilikler ve kurallar koymak.
HÂŞÂ VE KELLÂ : Asla ve katiyen olmaz. Asla öyle değil.
NÂKIS : Noksan, eksik, tamam olmayan.
BİD'A : Dinin aslına uymayan âdet ve uygulamalar.
DALÂLET : Hak ve hakîkatten, dinden sapma, ayrılma; azma.
SÜNNET-İ SENİYYE : Peygamberimizin (a.s.m.) sözlerine, emirlerine ve hareketlerine dâir en yüksek ve kıymetli haller, tavırlar, hareket düsturları.
MERÂTİB : Mertebeler, dereceler.
VÂCİP : Yerine getirilmesi Müslüman için gerekli ve borç olup, yapılmadığı takdirde büyük günah olan İlâhî emir.
ŞERİAT-I GARRÂ : Parlak din; İslâmiyet.
TAFSİLÂT : Açıklamalar, etraflı bilgiler, izahlar.
BEYÂN : Açıklama; izah; anlatma.
MUHKEMÂT : Sağlam ve kuvvetli hükümlerdir.
TEBEDDÜL : Yenilenme, değişme.
NEVÂFİL : Nâfile ibâdetler.
TAĞYİR : Bozarak değiştirme, başkalaştırma.
BİD'AT : (Bid'a) Sonradan çıkarılan âdetler. * Fık: Dinin aslında olmadığı hâlde, din namına sonradan çıkmış olan adetler.
ÂDÂB : Usûl, görgü kuralları, davranış kaideleri.
ÂDÂB-I NEBEVÎYE : Hz. Peygamberimizin (a.s.m.) edebi, hal ve davranışları, Sünnet-i Seniyyesi.
MUÂMELÂT-I FITRİYE : doğuştan gelen, fıtrî olan muâmeleler.
TEVÂTÜR : İçinde yalan ihtimâli bulunmayan ve birbirlerine kuvvet veren haberlerden oluşan büyük bir topluluğa ait haber.
MÂLÛM : Bilinen.
İTTİBÂ : Uyma, tâbî olma, arkasından gitme.
HÂLÂT : Hâller, durumlar, keyfiyetler.
MUÂŞERET : İnsanlarla sünnet dâiresinde münâsebet.
TAALLÛK : Bağlılık, münâsebet; alâkalı oluş; âit olma.
FEYİZ : Bolluk, bereket; ilim, irfan; mânevî gıdâ; şan, şöhret; ihsan, fazîletli.
MÜRÂÂT : Uymak, tatbik etmek, uyum.
TAHATTUR : Akla gelmek, hatırlamak.
ŞEÂİR : Alâmet; İslâmın alâmeti olan şeyler. (Dînî kıyâfet, ezan, kurban gibi.)
HUKÛK-U UMUMİYE : Genel hukûk.
NEV'Î : Nev'e ait, çeşit ile alâkalı.
CEMİYET : Topluluk, birlik, heyet.
RİYÂ : Özü sözü bir olmamak, inandığı gibi hareket etmeyiş, gösteriş, iki yüzlülük.
 

harp

Well-known member
O Zat (sav) saadet-i ebediyenin sebebidir
21 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
ON İKİNCİ REŞHA
İşte şu zât, şu mevcudât Hâlıkının vahdâniyetinin hakkâniyeti derecesinde hak bir bürhan-ı nâtık, bir delil-i sâdık olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhan-ı kâtıı, bir delil-i sâtııdır. Belki, nasıl ki o zât, hidâyetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husûlü ve vesîle-i vüsûlüdür. Öyle de; duâsıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesîle-i icadıdır. Haşir meselesinde geçen şu sırrı, makam münâsebetiyle tekrar ederiz.


İşte, bak: O zât öyle bir salât-ı kübrâda duâ ediyor ki, güyâ şu cezîre, belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmâda niyaz ediyor ki, güyâ benîâdem'in zaman-ı Adem'den asrımıza, Kıyâmete kadar bütün nurânî kâmil insanlar, ona ittibâ ile iktidâ edip duâsına âmin diyorlar.


Hem bak, öyle bir hâcet-i âmme için duâ ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcudât, niyazına, "Evet, yâ Rabbenâ, ver, biz dahi istiyoruz" deyip iştirak ediyorlar.


Hem öyle fakirâne, öyle hazinâne, öyle mahbubâne, öyle müştâkâne, öyle tazarrûkârâne niyaz ediyor ki, bütün kâinatı ağlattırıyor, duâsına iştirak ettiriyor.


Bak, hem öyle bir maksad, öyle bir gâye için duâ ediyor ki, insanı ve âlemi, belki bütün mahlûkatı esfel-i sâfilînden, sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan âlâ-yı illiyyîne, yani kıymete, bekâya, ulvî vazifeye çıkarıyor.


Bak, hem öyle yüksek bir fîzâr-ı istimdâdkârâne ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne ile istiyor, yalvarıyor ki, güyâ bütün mevcudâta ve semâvâta ve Arşa işittirip, vecde getirip, duâsına "Âmin, Allahümme âmin" dedirtiyor.


Bak, hem öyle Semî, Kerîm bir Kadîr'den, öyle Basîr, Rahîm bir Alîm'den hâcetini istiyor ki, bilmüşâhede en hafî bir zîhayatın en hafî bir hâcetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünkü, istediğini-velev lisân-ı hal ile olsun-verir ve öyle bir sûret-i Hakîmâne, Basîrâne, Rahîmânede verir ki, şüphe bırakmaz, bu terbiye ve tedbîr, öyle bir Semî ve Basîr ve öyle bir Kerîm ve Rahîm'e hastır. (Sözler, 19. Söz)



Bediüzzaman Said Nursi





SÖZLÜK:

A'LÂ-YI İLLİYYÎN : Cennette en yüksek derece. Cenâb-ı Hakkın indinde en iyilerin ve kâmillerin derecesi.
ARŞ : Kürsü, taht, yüce makam; en yüksek gök; Allah'ın kudret ve saltanatının tecellî yeri.
ARZ : Yer, dünya; sunma, takdim etme.
BENÎÂDEM : İnsanoğlu, âdemoğlu; insanlık âlemi.
BÜRHAN-I KATI' : Kat'î, en sağlam ve şeksiz delil.
BÜRHÂN-I NÂTIK : Konuşan delil.
CEMAAT-İ UZMÂ : Büyük topluluk, cemaat.
CEZÎRE : Yarımada.
DELİL-İ SÂDIK : Doğru delil.
DELİL-İ SÂTI : Parlak delil.
ESFEL-İ SÂFİLÎN : Aşağıların en aşağısı; Cehennemin en aşağı tabakası.
FAKİRÂNE : Fakir ve muhtaç bir şekilde.
FÎZÂR-I İSTİMDATKÂRANE : Yardım isteyerek inleyip ağlamak.
GÜYÂ : Sanki.
HÂCET : İhtiyaç.
HÂCET-İ ÂMME : Umumî ihtiyaç, herkesin ihtiyacı.
HAKKANİYET : Haktan ve doğruluktan ayrılmama, gerçeklik, doğruluk.
HÁLIK : Yaratıcı, herşeyi yoktan yaratan Allah.
HAŞR : Yeniden dirilip toplanmak. ikinci diriliş.
İKTİDÂ : Tâbi olmak, uymak.
İTTİBÂ : Uyma, tâbî olma, arkasından gitme.
KÂMİL : Olgun, kemâl sâhibi.
MAHBÛBÂNE : Sevilerek.
MAKAM : Durulacak yer, rütbeli yer.
MEVCUDÂT : Yaratılmış olan, mevcut olan şeyler; varlıklar.
MÜNÂSEBET : İki şey arasındaki uygunluk, yakınlık, bağlılık, yakışmak, vesile, alâka.
MÜŞTAKÁNE : Şevkle, çok isteyerek.
NİYAZ : Yalvarma, yakarma, duâ.
NİYAZ-I İSTİRHAMKÂRÂNE : Merhamet isteyerek duâ etmek, yalvarmak
NÛRÂNÎ : Nûrlu, ışıklı, aydınlık.
SAADET-İ EBEDİYE : Dâimî saadet; Cennet hayatı, ebedî mutluluk.
SALÂT-I KÜBRÂ : En büyük namaz.
SEBEB-İ HUSÛL : Meydana gelme sebebi.
SEBEB-İ VÜCUD : Varlık sebebi.
SUKÛT : Değerden düşme, düşüş, alçalış.
SÛRET-İ HAKÎMÂNE : Hikmetli bir sûret.
TAZARRÛKÂRÂNE : Yalvarıp yakararak.
VAHDÂNİYET : Allah'ın tek ve benzersiz olup, kusur ve noksanlardan uzak olması.
VECD : Aşk, muhabbet; kendinden geçecek ve kendini unutacak kadar İlâhî bir aşk hâli; yüksek heyecan, iştiyâkın galebesi.
VESÎLE-İ İCÂD : İcad vesilesi. Yaratma nedeni.
VESÎLE-İ VÜSÛL : Kavuşmanın vesilesi.
 

harp

Well-known member
Her şey O'ndan uzak, O ise her şeye yakındır
22 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Evet, meselâ her baharda, nebatattan ve hayvanattan dört yüz bin nev'in hadsiz efradlarını, beraber ve birbiri içinde, bir anda ve bir tarzda, yanlışsız, hatasız kemâl-i hikmet ve hüsn-ü san'atla icad etmek ve idare ve iaşe etmek;
hem kuşların misal-i musağğarları olan sineklerden tâ numune-i ekberleri olan kartallara kadar hadsiz efratlarını yaratmak ve hava âleminde, seyahat ve yaşamalarına yardım eden cihazatı verip gezdirmek ve havayı şenlendirmekle beraber, yüzlerinde mu’cizâne birer sikke-i san'at ve cisimlerinde müdebbirâne birer hâtem-i hikmet ve mahiyetlerinde mürebbiyâne birer turra-i ehadiyet koymak;
hem zerrât-ı taamiyeyi hüceyrat-ı bedeniyenin imdadına ve nebatatı hayvanatın imdadına ve hayvanatı insanların yardımına ve umum valideleri iktidarsız yavruların muavenetine hakîmâne, rahîmâne koşturmak, göndermek;
hem dâire-i kehkeşandan ve manzume-i şemsiyeden ve anâsır-ı arziyeden, tâ göz hadekasının perdelerine ve gül goncasının yapraklarına ve mısır sümbülünün gömleklerine ve kavunun çekirdeklerine kadar mütedâhil dâireler gibi cüz'î ve küllî hükmünde aynı intizam ve hüsn-ü san'at ve aynı fiil ve kemâl-i hikmetle tasarruf etmek, elbette bedahet derecesinde ispat eder ki:
Bu işleri yapan hem vâhiddir, birdir; her şeyde sikkesi var.
Hem de hiçbir mekânda olmadığı gibi her mekânda hazırdır.
Hem, güneş gibi, her şey Ondan uzak, O ise her şeye yakındır.
Hem daire-i Kehkeşan ve Manzume-i Şemsiye gibi en büyük şeyler Ona ağır gelmediği gibi, kandaki küreyvat, kalbdeki hatırat ondan gizlenmez, tasarrufundan hariç kalmaz.
Hem her şey, ne kadar büyük ve çok olursa olsun, en küçük, en az bir şey gibi ona kolaydır ki, sineği kartal sisteminde ve çekirdeği ağacın mahiyetinde ve bir ağacı bir bahçe suretinde ve bir bahçeyi bir bahar san'atında ve bir baharı bir haşir vaziyetinde suhuletle icad eder. Ve san'atça çok kıymettar şeyleri bize çok ucuz verir, ihsan eder.
İstediği fiyat ise bir Bismillah ve bir Elhamdülillâhtır. Yani, o çok kıymettar nimetlerin makbul fiyatları, başta Bismillâhirrahmanirrahim ve âhirinde Elhamdülillâh demektir. (Şualar 7. Şua)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ANÂSIR-I ARZİYE : Yeryüzündeki unsurlar, elementler.
BEDÂHET : Açıklık. Belli, apaçık.
CİHÂZÂT : Cihazlar, maddî-mânevî âletler, lüzumlu edevât.
EFRÂD : Fertler, şahıslar.
HADEKA : Gözbebeği.
HAKÎMÂNE : Her şeyi belli bir gaye ve fayda gözeterek yaparak.
HÂTEM : Mühür, tescil. En son.
HİKMET : Felsefe, ilim; gayeli olma, faydalılık.
HÜCEYRAT-I BEDENİYE : Bedene ait hücreler.
HÜSN-Ü SANAT : Sanat güzelliği.
İÂŞE : Geçindirmek, beslemek, yaşatmak.
İCAD : Yoktan yaratmak.
KEHKEŞAN : Samanyolu.
KEMÂL-İ HİKMET : Tam ve eksiksiz faydalılık, şaşmaz bir hikmet ve gaye.
MÂHİYET : Birşeyin aslı, içyüzü, esâsı.
MANZÛME-İ ŞEMSİYE : Güneş Sistemi.
MİSÂL-İ MUSAĞĞAR : Küçültülmüş örnek, nümûne; birşeyin bütün özelliklerini taşıyan, ondan daha küçük olan örneği.
MU'CİZÂNE : Mu'cizeli bir şekilde.
MUÂVENET : Yardımlaşma, yardım.
MÜDEBBİRÂNE : Müdebbir olana yakışır şekilde, tedbirlice, her işi önceden ayarlayarak, dikkatlice geleceği düşünerek.
MÜREBBİYÂNE : Terbiye edene yakışır şekilde, terbiye ederek, yetiştirerek.
MÜTEDÂHİL : İç içe, birbiri içinde.
NEBÂTÂT : Bitkiler.
NEV'Î : Nev'e ait, çeşit ile alâkalı.
NÜMÛNE-İ EKBER : En büyük örnek.
RAHÎMÂNE : Şefkat ve merhametli bir şekilde.
SİKKE : Damga; nereye ve kime âit olduğunun bilinmesi için konulan mühür.
SUHULET : Kolaylık.
TURRA-İ EHADİYET : Allah'ın birliğini ilân eden mühür.
VÂHİD : Zâtında, sıfatlarında tek ve yegâne olan.
VÂLİDE : Anne.
ZERRÂT-I TAÂMİYE : Yiyecek zerreleri, yemek tanecikleri.
 

harp

Well-known member
Benimle Risalelerde sohbet edebilirsiniz
24 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Allah'ın adıyla.
O Zat ki, "yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar Onu tesbih ederler. Ve hiçbirşey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin." (Îsra Sûresi: 44)
Yazılan, okunan ve kıyamet gününe kadar havada temessül eden Risale-i Nur'ların harfleri adedince Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi sizin üzerinize olsun.
Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim ve hizmet-i Kur'aniye ve imaniyede ihlaslı ve kuvvetli ve şanlı arkadaşlarım,
Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ve hamd ederim ki, İhtiyarlar Risalesindeki ümidimi ve Müdafaat Risalesindeki iddiamı sizinle tasdik ettirdi.
Evet, (Ezelden ebede kadar bütün zerreler sayısınca Allah'a hamd olsun.) sizinle otuz bine mukabil gelen otuz Abdurrahman'ı, belki yüz otuz, belki bin yüz otuz Abdurrahman'ı Risaletü'n-Nur'a ihsan etti.
Hem unutulmayan, her vakit yanımda bulunan kardeşlerim, Risale-i Nur'a sizin gibi pek ciddi sahip ve muhafız ve vâris ve hakikatbin ve kıymetşinas zatların benim yerimde benden daha kuvvetli, ihlaslı olarak vazife-i Kur'aniye ve imaniyede çalıştıklarını gördüğümden, kemal-i ferah ve sürur ve itminan ve istirahat-i kalble ecelimi ve mevtimi ve kabrimi karşılıyorum, bekliyorum.
Ben, sizi yazılarınızda ve hatırımdan çıkmayan hidematınızda günde müteaddit defalar görüyorum. Ve size olan iştiyakımı tatmin ediyorum. Siz de bu biçare kardeşinizi risalelerde görüp sohbet edebilirsiniz.
Ehl-i hakikatin sohbetine zaman, mekân mâni olmaz; manevi radyo hükmünde biri şarkta, biri garpta, biri dünyada, biri berzahta olsa da rabıta-i Kur'aniye ve imaniye onları birbiriyle konuşturur.
Mâşaallah, barekallah!.. "Kerâmât-ı Aleviye"nin Risaletü'n-Nur'a imzasını bu zamanda tam tasdik ettiren kerâmât-ı kalem-i Alevî (Ali). Ve Kur'an'a çok kıymettar hizmeti ve Mucizat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) harika bir kerametini gözlere gösteren ve Kur'an'ın altın bir anahtarı olan kalem-i Hüsrevî değil yalnız bizleri, belki ruhânîleri ve melekleri de sevindiriyorlar.
Bu defa elmas kalemli mübarekler tarafından bir sual var. Şimdilik cevap elimde değil. Eğer elime verilse, size gelir. Hergün hatırımda bulunan Rüştü, Refet, Süleyman, B. M. ve H. K. ve Abdullah ve sair isimlerini beyan etmediğim kıymettar kardeşlerimle hususi konuşmadığımdan gücenmesinler.
Çünkü hizmetinizin azameti ve ehemmiyeti ve muârızların kuvveti ve şeytaneti nispetinde ihtiyata ve dikkate mecburuz.
Hafız Ali ile Hüsrev'in birbirleriyle ciddi bir mahviyet içinde kardeşlik irtibatları, Risale-i İhlâsın tam sırrına mazhar olduğunuzu bana ihsas etti, ümitlerimi fevkalade kuvvetlendirdi.
Ben daha ziyade yazacaktım, fakat şimdi birisi postaneye gitmek üzere olduğu için acele ettiğinden kısa kestim. (Kastamonu Lâhikası)
Duanıza muhtaç
Bediüzzaman Said Nursî
SÖZLÜK:
BÂREKÂLLAH : Allah ne mübârek yaratmış; Allah hayırlı ve bereketli kılsın.
HAKİKATBÎN : Hakîkati gören, hakîkati anlayan ve hakîkate inanan.
HAMD : Allah'a hamd etme; Onu övme,medhetme, şükür.
HİDEMÂT : Hizmetler, vazifeler, hizmetliler.
İSTİRAHAT-İ KALB : Kalbin rahatlaması.
İŞTİYAK : Aşırı istek, ihtiyaç duymak.
İTMİNÂN : İnanma, tam olarak bilme, kararlılık, tatmin olmuşluk.
KABR : (Kabir) Mezar. Merkad. Ölünün toprağa gömüldüğü yer.
KEMÂL-İ FERAH : Mükemmel bir sevinç, neşe
KERÂMÂT-I ALEVÎYE : Hz. Ali'nin (r.a.) kerâmetleri.
KIYMETŞİNAS : Kadir kıymet bilen.
MAHVİYET : Tevâzu, alçak gönüllülük.
MÂŞAALLAH : Allah'ın istediği gibi.
MAZHAR : Nâil olma, şereflenme, kavuşma, ortaya çıkma ve görünme yeri.
MEVT : Ölüm; hayatın sona ermesi.
MUÂRIZ : Karşı, zıd, ters.
MUHÂFIZ : Koruyan.
MUKABİL : Karşı, karşılık olarak, bedel.
MÜBÂREK : Bereketlenmiş, uğurlu, hayırlı.
MÜTEADDİD : Pekçok. Türlü türlü, çeşitli.
RÂBITA-İ KUR'ÂNİYE : Kur'ân'ın bağı.
RÛHÂNÎ : Cisim olmayıp gözle görülmeyen cin ve melâike gibi bir mahlûk; ruhâ âit; ruhtan meydana gelmiş melek.
SIDDIK : Dürüst
SÜRUR : Neşe, sevinç.
VÂRİS : Mirasçı, kendisine miras düşen, vefât eden birisinin mal ve mülkünü kullanmaya yetkili olan.
VAZİFE-İ KURANİYE : Kur’anın emrettiği vazifesi.
 

harp

Well-known member
Neden kibirlenmek küçüklük alametidir?
25 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
Sual: Neden tekebbür küçüklük alâmetidir?
Cevap: Zira, her bir insan için, içinde görünecek ve onunla nâsı temâşâ edecek bir mertebe-i haysiyet ve şöhret vardır.
İşte, o mertebe eğer kamet-i istidadından daha yüksek ise; o, o seviyede görünmek için tekebbür ile ona uzanıp tetavül ve tekebbür edecektir.
Şayet kıymet ve istihkakı daha bülend ise, tevazu ile tekavvüs edip ona eğilecektir. (Münâzarat, Sualler ve cevaplar)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
bülend : yüksek, yüce
istihkak : lâyık olma, hak etme
kamet-i istidad : yetenek seviyesi, endamı
mertebe-i haysiyet : saygınlık, itibar ve şeref derecesi
nâs : insanlar
tekavvüs etme : yay gibi eğilip bükülme
tekebbür : kibirlenme, böbürlenme, büyüklenme
temâşâ etme : seyretme
tetavül ve tekebbür etme : kendini uzun ve büyük gösterme
 

harp

Well-known member
Bediüzzaman'dan nefsine hitap
26 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Bu sıkıntılı zamanda nefsim sabırsızlıkla beni tâciz ederken, bu fıkra onu tam susturdu, şükrettirdi. Size de fâidesi olur diye leffen takdim edilen bu fıkra, başımın yanında asılı duruyor.
1. Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.
2. Sen, âni ve fâni zevklerin bekasını arıyorsun. Onun için, onun zevaliyle ağlamaya başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışının tam tokadını yersin. Bir dakika gülmeye bedel on saat ağlıyorsun.
3. Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulmediyorlar. Fakat kader, senin gizli hatâlarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye, hem hatâna kefaret ediyor.
4. Hem yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim, kat’î kanaatin gelmiş ki, zahirî musibetler altında ve neticesinde inayet-i İlâhiyenin çok tatlı neticeleri var.
“Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır.” (Bakara Sûresi, 2:216.) çok kat’î bir hakikatı ders veriyor. O dersi daima hatıra getir.
Hem, feleğin çarkını çeviren kanun-u İlâhî, senin hatırın için o pek geniş kanun-u kaderî değiştirilmez.
5. “Kadere iman eden, kederden emin olur.” kudsî düsturunu kendine rehber et. Hevesli akılsız çocuklar gibi, muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma. Düşün ki, fâni zevkler, sana mânevî elemler, teessüfler bırakıyor. Sıkıntılar, elemler ise, bilâkis, mânevî lezzetler ve uhrevî sevaplar veriyor. Sen divane olmazsan, muvakkat lezzeti yalnız şükür için arayabilirsin. Zaten lezzetler şükür için verilmiş. (Emirdağ Lahikası)
Bediüzzaman Said Nursî
LÜGAT:
Âciz : Güçsüz, Zavallı
Bahtiyar : Talihli, Mutlu
Bedel : Karşılık
Beka : Devamlılık Ve Kalıcılık, Sonsuzluk
Binaen : Dayanarak, Dolayı
Derya-İ Rahmet : Rahmet Denizi
Düstur : Kural, Prensip
Eltâf : Lütûf Ve İhsanlar
Fâni : Gelip Geçici
Fazl : İlâhî Lütif, İhsan
Felek : Âlem Yörünge, Gök
Fıkra : Bölüm; Kısa Yazı
Hakikat : Gerçek
Hissiyat : Duygular, Hisler
İhsan : İlâhî Bağış, İkram
İn’âm : Nimet Verme
İnayet : İlâhî Yardım
İnayet-İ İlâhiye : Allah’ın İnâyeti, Yardımı
Kanaati Gelmek : Tatmin Olmak, Bir Hükme Varmak
Kanun-U İlâhî : Allah’ın Koyduğu Kanun
Kanun-U Kaderî : Allah’ın Takdiri İle Tespit Edilmiş Kader Kanunu
Kat’î : Kesin Olarak
Kefaret : Günahın Bağışlanmasına Vesile Olan Şey
Kudsî : Kutsal, Mukaddes, Yüce
Leffen : Ekli, Bitişik
Muammer : Uzun Ömürlü
Musibet : Belâ, Dert, Felâket
Nefis : Bir Kimsenin Kendisi; İnsanı Daima Kötülüğe, Maddî Zevk Ve İsteklere Sevk Eden Dugu
Niyaz Eylemek : Dua Etmek, Yalvarıp Yakarmak
Rahmetullahi Aleyhi Ve Alâ Hasan Feyzi : Allah’ın Rahmeti Onun (Halil İbrahim’in) Ve Hasan Feyzi’nin Üzerine Olsun
Şükrettirme : Allah’a Karşı Minnet Duyurma, Teşekkür Ettirme
Tâciz Etmek : Rahatsız Etmek
Takdim Edilen : Sunulan
Tazarru : Dua, Yakarış
Zahirî : Görünürde Olan
Zeval : Geçip Gitme, Sona Erme
 

harp

Well-known member
Gel, Asr-ı Saadete hayalen gidelim
27 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
BİRİNCİ REŞHASI:
Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var. Birisi şu kitâb-ı kâinattır ki, bir nebze, şehâdetini on üç lem'a ile, Arabî Nur Risâlesinden On Üçüncü Dersten işittik; birisi şu kitâb-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır; biri de Kur'ân-ı Azîmüşşandır. Şimdi, şu ikinci bürhan-ı nâtıkı olan Hâtemü'l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz.
Evet, o bürhanın şahs-ı mânevîsine bak:
Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medîne bir minber; o bürhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imâna imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyâya reis, bütün evliyâya seyyid, bütün enbiyâ ve evliyâdan mürekkeb bir halka-i zikrin serzakiri; bütün enbiyâ hayattar kökleri, bütün evliyâ tarâvettar semereleri bir şecere-i nurâniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizâtlarına istinad eden bütün enbiyâ ve kerâmetlerine itimad eden bütün evliyâ tasdik edip imza ediyorlar. Zîrâ, o "La İlahe İllâlah" (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur.) (Saffât Sûresi: 35) der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mâzi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nurânî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile mânen "Sadakte ve bil hakkı Netakte" (Doğru dedin ve söylediğin haktır.) derler.
Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeâya parmak karıştırsın.

İKİNCİ REŞHA:
O nurânî bürhan-ı tevhid, nasıl ki iki cenâhın icmâ ve tevâtürüyle teyid ediliyor; öyle de, Tevrat ve İncil gibi kütüb-ü semâviyenin yüzler işârâtı ve irhâsâtın binler rumuzâtı ve hâtiflerin meşhur beşârâtı ve kâhinlerin mütevâtir şehâdâtı ve Şakk-ı Kamer gibi binler mu'cizâtının delâlâtı ve Şeriatın hakkâniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zâtında gayet kemâldeki ahlâk-ı hamîdesi ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secâyâ-i gâliyesi ve kemâl-i emniyeti ve kuvvet-i imânını ve gayet itminânını ve nihayet vüsûkunu gösteren fevkalâde takvâsı, fevkalâde ubûdiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metâneti; dâvâsında nihayet derecede sâdık olduğunu güneş gibi âşikâre gösteriyor.
ÜÇÜNCÜ REŞHA:
Eğer istersen gel, Asr-ı Saadete, Cezîretü'l-Araba gideriz. Hayalen olsun onu vazife başında görüp ziyâret ederiz. İşte bak:
Hüsn-ü sîret ve cemâl-i sûret ile mümtaz bir zâtı görüyoruz ki, elinde mu'ciznümâ bir kitap, lisânında hakâikâşinâ bir hitâb, bütün benîâdem'e, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudâta karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-i âlem olan muammâ-i acîbânesini hall ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlâkını feth ve keşfederek, bütün mevcudâttan sorulan, bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş suâl-i azîm olan "Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?" suâllerine muknî, makbul cevap verir. (Sözler, 19. Söz)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
AHLÂK-I HAMÎDE : Beğenilen ve övülen ahlâk.
ALEYHİSSALATÜ VESSELAM : Salât ve Selâm onun üzerine olsun, meâlinde Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) ismini duyunca söylenmesi sünnet olan bir duâdır.
ASR-I SAADET : Mutluluk çağı, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) peygamber olarak dünyada bulunduğu devir.
ÂYET-İ KÜBRÂ : Büyük âyet, delil.
BENÎÂDEM : İnsanoğlu, âdemoğlu; insanlık âlemi.
BEŞÂRÂT : Beşâretler, müjdeler, hayırlı ve sevinçli haberler.
BÜRHAN : Birşeyi ispatlamak için kullanılan kesin delil, ispat vâsıtası.
BÜRHÂN-I BÂHİR : Açık delil.
BÜRHÂN-I NÂTIK : Anlayan ve konuşan delil.
BÜRHÂN-I TEVHİD : Allah'ın birliğini gösteren delil.
CEMÂL-İ SÛRET : Görünüş güzelliği, şekil güzelliği.
CENÂH : Kanat, taraf, kısım,yön.
DELÂLÂT : Delâletler, delil olmalar
ENBİYÂ : Peygamberler.
FETH : Açma şekil verme
HAKAİK-ÂŞİNA : Gerçekleri bilen.
HALKA-İ ZİKİR : Tasavvufta, zikir esnasında daire şeklini almak.
HÂTEMÜ'L-ENBİYA (A.S.M.) : Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (a.s.m.).
HATÎB : Mânalı ve fâideli, güzel söz söyleyen. Güzel, düzgün konuşan.
HÂTİF : Sesi işitilen, kendisi görülmeyen ve gaybdan doğru haber veren cinler.
HUTBE-İ EZELÎ : Ezelî hutbe. Kur'ân- ı Kerim.
HÜSN-Ü SÎRET : Hâl, gidiş, hareket ve ahlâk güzelliği, iç güzellik.
İCMÂ : Fikir birliği. Bir meselede âlimlerin ittifak etmesi.
İRHASÂT : Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliğinden önce meydana gelen hârikulâde hallerdir ki, bunlar peygamberliğine delil olan hâdiselerdendir.
İSTİNAD : Dayanma, güvenme.
İTMİNÂN : İnanma, tam olarak bilme, kararlılık, tatmin olmuşluk.
KÂHİN : Karışık ve tahminî sözlerle gelecekten haber verdiği söylenen kimse, falcı, haberci.
KEMÂL : Olgunluk, mükemmellik, eksiksizlik, tamlık.
KEMÂL-İ EMNİYET : Tam emniyet.
KERÂMET : Allah'ın ihsanıyla velîlerin gösterdikleri adet dışı, olağanüstü haller.
KİTÂB-I KÂİNAT : Kâinat kitabı, yani bütün kâinatın, Allah'ın isim ve sıfatlarını bildiren mânâlı bir kitap gibi olduğunu ifâde eder.
KİTÂB-I KEBÎR : Büyük kitap. Kâinat Kitabı.Evren kitabı
KÜLLÎ : Bütüne mensup parçalardan ve fertlerden meydana gelen, umumî, bütün.
MAKBUL : Kabul edilmiş olan, geçerli.
MÂZİ : Geçmiş zaman; geçen, geçmiş olan.
MİHRÂB : Câmide cemaatle namaz kılarken imamın bulunduğu yer.
MİNBER : Câmide hatibin hutbe okuduğu kürsü.
MU'CİZÂT : Mu'cizeler. İnsanı aciz bırakan olaylar, hâdiseler.
MUAMMÂ-İ ACÎBÂNE : Hayret verici, anlaşılmaz ve bilinmeyen iş.
MUARRİF : Târif eden, açıklayan.
MUKNÎ : İknâ eden, inandıran, kâfi derecede izah ve ispat eden.
MÜDDEÂ : İddiâ edilen şey.
MÜMTAZ : Seçkin, üstün.
MÜREKKEB : Birkaç maddeden, elemandan yapılmış.
MÜSTAKBEL : İlerideki, gelecek; gelecek zaman.
NEBZE : Az miktar, cüz'î, bir şeyin artığı.
RAB : Besleyen, yetiştiren, terbiye eden Allah.
RUMUZÂT : Remizler, işâretler, ince nükteler.
SATH-I ARZ : Yeryüzü.
SECÂYÂ-İ GALİYE : Çok kıymetli ve yüksek seciyeler, huylar.
SEMERE : Netice, kâr, meyve.
SERZÂKİR : Zikredenlerin başı.
SEYYİD : Efendi, büyük, önder.
SIRR-I HİLKAT-İ ÂLEM : Alemin yaratılış sırrı.
ŞAHS-I MÂNEVÎ : Bir şahıs olmayıp, kendisine bir şahıs gibi muâmele edilen şirket, cemaat, cemiyet gibi ortaklıklar; belli bir kişi olmayıp bir cematten meydana gelen mânevî şahıs. Tüzel kişilik.
ŞAKK-I KAMER : Peygamberimizin (a.s.m.) bir işâretiyle ay'ın ikiye bölünmesi mu'cizesi
ŞECERE-İ NURANİYE : Parlak ve şeffaf ağaç, Tûba ağacı gibi.
ŞEHÂDET : Şâhitlik
ŞERH : Açıklama, izah etme.
TAKVÂ : Bütün günahlardan kendini korumak; dinin yasak ettiği şeylerden kaçınmak.
TARÂVETTAR : Taze, eskimemiş, tazece.
TEVÂTÜR : İçinde yalan ihtimâli bulunmayan ve birbirlerine kuvvet veren haberlerden oluşan büyük bir topluluğa ait haber.
TEYİD : Kuvvetlendirmek, desteklemek, sağlamlaştırmak, pekiştirme.
TILSIM-I MUĞLAK : Anlaşılması zor, kapalı gizli şey.
UKÛL : Akıllar.
VEHM : (Vehim) Mübhem ve mânasız korku. * Belirsiz fikir ve düşünce.
VÜSÛK : Sağlam inanma, itimâd etme, güvenme, sağlamlık.
 

harp

Well-known member
Dünya 'beni de oku' diyor...
28 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Sonra, o seyahat-i fikriyeye alışan o mütefekkir misafire, küre-i arz lisan-ı hâliyle diyor ki: “Gökte, fezada, havada ne geziyorsun? Gel, ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm vazifelerime bak ve sahifelerimi oku.” O da bakar, görür ki:
Arz, meczup bir Mevlevî gibi iki hareketiyle günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne medar olan bir daireyi, haşr-i âzamın meydanı etrafında çiziyor. Ve zîhayatın yüz bin envâını bütün erzak ve levazımatlarıyla içine alıp feza denizinde kemâl-i muvazene ve nizamla gezdiren ve güneş etrafında seyahat eden muhteşem ve musahhar bir sefine-i Rabbâniyedir.
Sonra sahifelerine bakar, görür ki: Bablarındaki herbir sahifesi, binler âyâtıyla arzın Rabbini tanıttırıyor. Umumunu okumak için vakit bulamadığından, yalnız birtek sahife olan zîhayatın bahar faslında icad ve idaresine bakar, müşahede eder ki:
Yüz bin envaın hadsiz efradlarının suretleri, basit bir maddeden gayet muntazam açılıyor ve gayet rahîmâne terbiye ediliyor ve gayet mu’cizâne bir kısmının tohumlarına kanatçıklar verip, onları uçurmak suretiyle neşrettiriliyor.
Ve gayet müdebbirâne idare olunuyor ve gayet müşfikâne iaşe ve it’am ediliyor ve gayet rahîmâne ve rezzâkâne hadsiz ve çeşit çeşit ve lezzetli ve tatlı rızıkları, hiçten ve kuru topraktan ve birbirinin misli ve farkları pek az ve kemik gibi köklerden, çekirdeklerden, su katrelerinden yetiştiriliyor.
Her bahara, bir vagon gibi, hazine-i gaybdan yüz bin nevi et’ime ve levazımat, kemâl-i intizamla yüklenip zîhayata gönderiliyor.
Ve bilhassa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen süt konserveleri ve validelerinin şefkatli sinelerinde asılan şekerli süt tulumbacıklarını göndermek, o kadar şefkat ve merhamet ve hikmet içinde görünüyor ki, bilbedahe bir Rahmân-ı Rahîmin gayet müşfikane ve mürebbiyâne bir cilve-i rahmeti ve ihsanı olduğunu ispat eder. (Şualar, Ayet-ül Kübra)
Bediüzzaman Said Nursi
LÜGAT:
Arz : Dünya
Âyât : Âyetler, Deliller
Bab : Kitabın Bölümü
Beyan Etmek : Açıklamak
Burhan : Güçlü Delil, Sarsılmaz Kanıt
Cevv : Hava, Gök Boşluğu
Cihet : Şekil, Yön
Efrad : Fertler, Bireyler
Envâ : Neviler, Türler
Erzak : Rızıklar
Fasl : Mevsim
Feza : Uzay
Fıkra : Parça, Kısım
Gayet : Son Derece
Hadsiz : Sınırsız
Haşr-İ Âzam : Öldükten Sonra Âhirette Tekrar Diriltilip Allah’ın Huzurunda Toplanma
Havale Edilmek : Gönderilmek, Bırakılmak
Husul : Meydana Gelme, Ortaya Çıkma
İaşe : Besleme, Yedirip İçirme
İcad : Var Etme, Yaratma
İhtar : Hatırlatma
İktifa : Yetinme
İt’am Etmek : Yedirmek
İzah Etmek : Açıklamak
Kemâl-İ Muvazene : Tam Ve Kusursuz Ölçü, Denge
Küre-İ Arz : Yerküre, Dünya
Levâzımât : Gerekli Olan Şeyler
Lisan-I Hâl : Hâl Ve Durumun İfade Edişi
Meczup : Cezbeye Kapılmış, Kendinden Geçmiş
Medar : Sebep, Vesile, Eksen, Yörünge
Mertebe-İ Tevhid : Allah’ın Bir Olduğunu Gösteren Mertebe
Mezkûr : Adı Geçen
Misl : Benzer
Mu’cizane : Mu’cizeli Bir Şekilde
Muhtasar : Kısa, Özet
Muntazam : Düzenli, İntizamlı
Musahhar : Boyun Eğdirilmiş, Emre Verilmiş
Müdebbirâne : Tedbirli Bir Şekilde, Herşeyi Önceden Düşünerek
Müşahedat : Gözlemler
Müşahede Etmek : Seyretmek, Gözlemlemek
Müşfikane : Şefkatli Bir Şekilde
Mütefekkir : Düşünen, Tefekkür Eden
Neşrettirmek : Yaymak, Yaydırmak
Nizam : Düzen
Rab : Herbir Varlığa Yaratılış Gayelerine Ulaşmaları İçin Muhtaç Olduğu Şeyleri Veren, Onları Terbiye Edip İdaresi Ve Egemenliği Altında Bulunduran Allah
Rahîmâne : Merhametli Bir Şekilde
Rezzâkane : Muhtaç Olanlara Rızıklarını Vererek
Risale : Mektup, Küçük Çaplı Kitap; Risale-İ Nur Külliyatından Her Bir Bölüm
Sefine-İ Rabbâniye : Herşeyi Terbiye Ve İdare Eden Allah’ın Bir Gemi Gibi Yaratarak Uzayda Gezdirdiği Dünya
Seyahat-İ Fikriye : Düşünceye Yapılan Yolculuk
Suret : Biçim, Şekil
Tafsil : Ayrıntı, Detaylı Açıklama
Umum : Bütün, Genel
Zîhayat : Canlı, Hayat Sahibi
 

harp

Well-known member
Tüm hayat sahiplerinin rızıklarını O (c.c) veriyor
29 Nisan 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Ey Fâtır-ı Kàdir, Ey Fettâh-ı Allâm, ey Fa’âl-i Hallâk,
Nasıl arz bütün sekenesiyle Hâlıkının Vâcibü’l-Vücud olduğuna şehadet eder.
Öyle de, Senin-ey Vâhid-i Ehad, ey Hannân-ı Mennân, ey Vehhâb-ı Rezzâk-vahdetine ve ehadiyetine, yüzündeki sikkesiyle ve sekenesinin yüzlerindeki sikkeleriyle ve birlik ve beraberlik ve birbiri içine girmek ve birbirine yardım etmek ve onlara bakan rububiyet isimlerinin ve fiillerinin bir olmak cihetinde, bedahet derecesinde, Senin vahdetine ve ehadiyetine şehadet, belki mevcudat adedince şehadetler eder.
Hem nasıl, zemin bir ordugâh, bir meşher, bir talimgâh vaziyetiyle ve nebatat ve hayvanât fırkalarında bulunan dört yüz bin muhtelif milletlerin ayrı ayrı cihazatları muntazaman verilmesiyle, Senin rububiyetinin haşmetine ve kudretinin herşeye yetişmesine delâlet eder. Öyle de, hadsiz bütün zîhayatın ayrı ayrı rızıkları, vakti vaktine, kuru ve basit bir topraktan, rahîmâne, kerîmâne verilmesi ile hadsiz o efradın kemâl-i musahhariyetle evâmir-i Rabbâniyeye itaatleri, rahmetinin herşeye şümulünü ve hâkimiyetinin herşeye ihatasını gösteriyor.
Hem zeminde değişmekte bulunan mahlûkat kafilelerinin sevk ve idareleri, mevt ve hayat münavebeleri ve hayvan ve nebatatın idare ve tedbirleri dahi, herşeye taallûk eden bir ilimle ve herşeyde hükmeden nihayetsiz bir hikmetle olabilmesi, senin ihata-i ilmine ve hikmetine delâlet eder.
Hem zeminde kısa bir zamanda hadsiz vazifeler gören ve hadsiz bir zaman yaşayacak gibi istidat ve mânevî cihazatla techiz edilen ve zemin mevcudatına tasarruf eden insan için, bu talimgâh-ı dünyada ve bu muvakkat ordugâh-ı zeminde ve bu muvakkat meşherde bu kadar ehemmiyet, bu hadsiz masraf, bu nihayetsiz tecelliyat-ı rububiyet, bu hadsiz hitabât-ı Sübhâniye ve bu gayetsiz ihsanat-ı İlâhiye, elbette ve herhalde, bu kısacık ve hüzünlü ömre ve bu karışık kederli hayata, bu belâlı ve fâni dünyaya sığışmaz. Belki, ancak başka ve ebedî bir ömür ve bâki bir dâr-ı saadet için olabildiği cihetinden, âlem-i bekada bulunan ihsânat-ı uhreviyeye işaret, belki şehadet eder. (Lemalar, Münacat)
Bediüzzaman Said Nursi
LÜGAT:
Bedahet : Açıklık
Cihazat : Cihazlar, Donanımlar
Cihet : Şekil, Yön
Delâlet Etmek : Delil Olmak, İşaret Etmek
Ebedî : Sonu Olmayan, Sonsuz
Efrad : Fertler, Bireyler
Ehadiyet : Allah’ın Birliğinin Herbir Varlıkta Ayrı Ayrı Tecellî Etmesi
Ehemmiyet : Önem
Evâmir-İ Rabbâniye : Allah’ın Terbiyeye Yönelik Emirleri (R-B-B)
Fâni : Geçici, Yok Olucu
Fırka : Grup, Taife
Gayetsiz : Sonsuz
Hadsiz : Sayısız
Hâkimiyet : Egemenlik, Hükümranlık
Haşmet : Büyüklük, Görkem
Hayvanât : Hayvanlar
Hikmet : Fayda, Gaye; İlim, Yüksek Bilgi
Hitâbât-I Sübhâniye : Her Türlü Kusur Ve Noksanlıktan Uzak Olan Allah’ın Kendine Has Hitap Ve Konuşmaları
İhata : İçine Alma, Kapsama
İhata-İ İlim : İlminin Kuşatıcılığı Ve Genişliği
İhsanat-I İlâhiye : Allah’ın Lütuf Ve Bağışları
İstidat : Kabiliyet, Yetenek
Kemâl-İ Musahhariyet : Tam Bir Boyun Eğmişlik
Kerîmâne : Lütufkâr Ve Cömert Bir Şekilde
Kudret : Allah’ın Güç, Kuvvet Ve İktidarı
Mahlukât : Yaratılmışlar
Meşher : Sergi Yeri
Mevcudat : Varlıklar
Mevt : Ölüm
Muhtelif : Çeşit Çeşit
Muntazaman : Düzenli Olarak
Muvakkat : Gelip Geçici
Münavebe : Nöbetleşe İş Görme
Nebatat : Bitkiler
Nihayetsiz : Sınırsız, Sonsuz
Ordugâh : Ordunun Barınıp Konakladığı Yer
Ordugâh-I Zemin : Ordunun Barınıp Konakladığı Yer; Dünya
Rahîmâne : Merhametli Bir Şekilde
Rahmet : İlâhî Şefkat, Merhamet
Rızık : Allah’ın İhsan Ettiği Nimetler, Yiyecekler
Rububiyet : Allah’ın Bütün Varlık Âlemini Egemenliği, Yaratıcılığı, İdaresi Ve Terbiyesi
Sekene : Sakinler, Oturanlar
Sikke : Damga, Mühür
Şehadet Etmek : Şahitlik Etmek
Şümûl : Kapsamlılık, Kuşatıcılık
Taallûk Eden : Alâkalı Olan, İlgilendiren
Talimgâh : Öğrenim Yeri
Talimgâh-I Dünya : Öğrenim Yeri Olan Dünya
Tasarruf Eden : Kullanan
Tecelliyat-I Rububiyet : Allah’ın Bütün Varlık Âlemini Kuşatan Egemenliği, Yaratıcılığı, İdaresi Ve Terbiye Edişinin Tecellileri, Yansımaları
Teçhiz Etmek : Donatmak
Vahdet : Allah’ın Birliği
Zemin : Yeryüzü
Zîhayat : Canlı, Hayat Sahibi
 

harp

Well-known member
BEŞİNCİ İKAZ

Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşâgıl-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun?

Sen istidat cihetiyle bütün hayvânâtın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levâzımâtını tedarikte iktidar cihetiyle bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil, belki hakikî bir insan gibi hakikî bir hayat-ı daime için sa’y etmektir?

Bununla beraber, meşâgıl-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzulî bir surette karıştığın ve karıştırdığın mâlâyâni meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi, en lüzumsuz malûmatla vakit geçiriyorsun. Meselâ “Zuhal’in etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır?” ve “Amerika tavukları ne kadardır?” gibi kıymetsiz şeylerle, kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güya kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemâl alıyorsun!

Eğer desen, “Beni namazdan ve ibadetten alıkoyan ve fütur veren öyle lüzumsuz şeyler değil, belki derd-i maişetin zarurî işleridir.” Öyle ise, ben de sana derim ki:

Eğer yüz kuruş bir gündelikle çalışsan, sonra biri gelse, dese ki: “Gel, on dakika kadar şurayı kaz; yüz lira kıymetinde bir pırlanta ve bir zümrüt bulacaksın.” Sen ona “Yok, gelmem. Çünkü on kuruş gündeliğimden kesilecek, nafakam azalacak” desen, ne kadar divanece bir bahane olduğunu elbette bilirsin.

Aynen onun gibi, sen şu bağında nafakan için işliyorsun. Eğer farz namazı terk etsen, bütün sa’yin semeresi, yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır kalır. Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medar olan namaza sarf etsen, o vakit, bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı âhiretine ehemmiyetli bir menba olan iki maden-i mânevî bulursun.
 

harp

Well-known member
Birinci maden: Bütün bağındakiHAŞİYE yetiştirdiğin, çiçekli olsun, meyveli olsun, her nebatın, her ağacın tesbihatından, güzel bir niyetle, bir hisse alıyorsun.

İkinci maden: Hem bu bağdan çıkan mahsulâttan kim yese-hayvan olsun, insan olsun, inek olsun, sinek olsun, müşteri olsun, hırsız olsun-sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o şartla ki, sen Rezzâk-ı Hakikî namına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve Onun malını Onun mahlûkatına veren bir tevziat memuru nazarıyla kendine baksan...

İşte, bak, namazı terk eden ne kadar büyük bir hasâret eder. Ne kadar ehemmiyetli bir serveti kaybeder. Ve sa’ye pek büyük bir şevk veren ve amelde büyük bir kuvve-i mânevî temin eden o iki neticeden ve o iki madenden mahrum kalır, iflâs eder. Hattâ ihtiyarlandıkça bahçecilikten usanır, fütur gelir. “Neme lâzım,” der. “Ben zaten dünyadan gidiyorum. Bu kadar zahmeti niçin çekeceğim?” diyecek, kendini tembelliğe atacak. Fakat evvelki adam der: “Daha ziyade ibadetle beraber sa’y-i helâle çalışacağım. Tâ kabrime daha ziyade ışık göndereceğim, âhiretime daha ziyade zahîre tedarik edeceğim.”

Elhasıl: Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı. Yarın ise, senin elinde senet yok ki ona mâliksin. Öyle ise, hakikî ömrünü, bulunduğun gün bil; lâakal günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, hakikî istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccadeye at.

Hem bil ki, her yeni gün, sana, hem herkese bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde âlem-i misalde şehadet eder. Zira herkesin, her günde, şu âlemden bir mahsus âlemi var.

Hem o âlemin keyfiyeti, o adamın kalbine ve ameline tâbidir. Nasıl ki, âyinende görünen muhteşem bir saray, âyinenin rengine bakar. Siyah ise siyah görünür; kırmızı ise kırmızı görünür. Hem onun keyfiyetine bakar. O âyine şişesi düzgünse, sarayı güzel gösterir. Düzgün değilse çirkin gösterir. En nazik şeyleri kaba gösterdiği misillü, sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle, kendi âleminin şeklini değiştirirsin. Ya aleyhinde, ya lehinde şehadet ettirebilirsin. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

HAŞİYE : Bu Makam, bir bağda, bir zâta bir derstir ki, bu tarzla beyan edilmiş.
 

harp

Well-known member
Eğer namazı kılsan, o namazınla o âlemin Sâni-i Zülcelâline müteveccih olsan, birden, sana bakan âlemin tenevvür eder. Adeta namazın bir elektrik lâmbası ve namaza niyetin onun düğmesine dokunması gibi, o âlemin zulümâtını dağıtır ve o hercümerc-i dünyeviyedeki karma karışık perişaniyet içindeki tebeddülât ve harekât, hikmetli bir intizam ve mânidar bir kitabet-i kudret olduğunu gösterir.

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 1 âyet-i pür-envârından bir nuru senin kalbine serper. Senin o günkü âlemini, o nurun in’ikâsıyla ışıklandırır, senin lehinde nuraniyetle şehadet ettirir.

Sakın deme, “Benim namazım nerede, şu hakikat-i namaz nerede?” Zira, bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder. Fark yalnız icmal ve tafsil ile olduğu gibi; senin ve benim gibi bir âmînin velev hissetmezse namazı, büyük bir velînin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var, şu hakikatten bir sırrı vardır velev şuurun taallûk etmezse. Fakat derecâta göre inkişaf ve tenevvürü ayrı ayrıdır. Nasıl bir hurma çekirdeğinden tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar, ne kadar merâtip bulunur. Öyle de, namazın derecatında da daha fazla meratip bulunabilir. Fakat bütün o merâtipte, o hakikat-i nuraniyenin esası bulunur.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ قَالَ (اَلصَّلٰوةُ عِمَادُ الدِّينِ) وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِۤ اَجْمَعِينَ 2 Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

1 : “Allah göklerin ve yerin nurudur.” Nur Sûresi, 24:35.
2 : Allahım! “Namaz dinin direğidir”(Tirmizî, İmân: 8; İbni Mâce, Fiten: 12; Müsned, 5:231, 237; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:76.) buyuran zâta ve bütün âl ve ashâbına salât ve selâm et.
 

harp

Well-known member
Yirmi İkinci Söz
İki Makamdır
Birinci Makam
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَيَضْرِبُ اللهُ اْلاَمْثاَلَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ 1
وَتِلْكَ اْلاَمْثاَلُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ 2
BİR ZAMAN iki adam bir havuzda yıkandılar. Fevkalâde bir tesir altında kendilerinden geçtiler. Gözlerini açtıkları vakit gördüler ki, acip bir âleme götürülmüşler. Öyle bir âlem ki, kemâl-i intizamından bir memleket hükmünde, belki bir şehir hükmünde, belki bir saray hükmündedir.

Kemâl-i hayretlerinden etraflarına baktılar. Gördüler ki, bir cihette bakılsa azîm bir âlem görünüyor; bir cihette bakılsa muntazam bir memleket, bir cihette bakılsa mükemmel bir şehir, diğer bir cihette bakılsa gayet muhteşem bir âlemi içine almış bir saraydır.

Şu acaip âlemde gezerek seyran ettiler. Gördüler ki, bir kısım mahlûklar var; bir tarz ile konuşuyorlar, fakat bunlar onların dillerini bilmiyorlar. Yalnız, işaretlerinden anlaşılıyor ki, mühim işler görüyorlar ve ehemmiyetli vazifeler yapıyorlar.

O iki adamdan birisi, arkadaşına dedi ki: “Şu acip âlemin elbette bir müdebbiri ve şu muntazam memleketin bir mâliki, şu mükemmel şehrin bir sahibi, şu musannâ sarayın bir ustası vardır. Biz çalışmalıyız, onu tanımalıyız. Çünkü, anlaşılıyor ki, bizi buraya getiren odur. Onu tanımazsak kim bize medet verecek? Dillerini bilmediğimiz ve onlar bizi dinlemedikleri şu âciz mahlûklardan ne bekleyebiliriz? Hem koca bir âlemi bir memleket suretinde, bir şehir tarzında, bir saray şeklinde yapan ve baştan başa hârika şeylerle dolduran ve müzeyyenâtın envâıyla tezyin eden ve ibretnümâ mu’cizatlarla donatan bir zat, elbette bizden ve buraya gelenlerden bir istediği vardır. Onu tanımalıyız. Hem ne istediğini bilmekliğimiz lâzımdır.”

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

1 : “Allah insanlara misaller verir ki, düşünüp öğüt alsınlar.” İbrahim Sûresi, 14:25.
2 : “Düşünsünler diye, insanlara Biz böyle misaller veriyoruz.” Haşir Sûresi, 59:21.

Öteki adam dedi: “İnanmam, böyle bahsettiğin gibi bir zat bulunsun ve bütün bu âlemi tek başıyla idare etsin.”

Arkadaşı cevaben dedi ki: “Bunu tanımazsak, lâkayt kalsak, menfaati hiç yok. Zararı olsa pek azîmdir. Eğer tanımasına çalışsak, meşakkati pek hafiftir; menfaati olursa pek azîmdir. Onun için, ona karşı lâkayt kalmak hiç kâr-ı akıl değildir.”

O serseri adam dedi: “Ben bütün rahatımı, keyfimi, onu düşünmemekte görüyorum. Hem böyle aklıma sığışmayan şeylerle uğraşmayacağım. Bütün bu işler, tesadüfî ve karma karışık işlerdir; kendi kendine dönüyor. Benim neme lâzım?”

Akıllı arkadaşı ona dedi: “Senin bu temerrüdün beni de, belki çokları da belâya atacaktır. Bir edepsizin yüzünden, bazan olur ki, bir memleket harap olur.”

Yine o serseri dönüp dedi ki: “Ya kat’iyen bana ispat et ki, bu koca memleketin tek bir mâliki, tek bir sânii vardır. Yahut bana ilişme.”

Cevaben, arkadaşı dedi: “Madem inadın divanelik derecesine çıkmış; o inadınla bizi ve belki memleketi bir kahra giriftar edeceksin. Ben de sana On İki Burhan ile göstereceğim ki, bir saray gibi şu âlemin, bir şehir gibi şu memleketin tek bir ustası vardır. Ve o usta, herşeyi idare eden yalnız odur. Hiçbir cihetle noksaniyeti yoktur. Bize görünmeyen o usta, bizi ve herşeyi görür ve sözlerini işitir. Bütün işleri mu’cize ve hârikadır. Bütün bu gördüğümüz ve dillerini bilmediğimiz şu mahlûklar onun memurlarıdır.”

BİRİNCİ BURHAN

Gel, her tarafa bak, herşeye dikkat et. Bütün bu işler içinde gizli bir el işliyor. Çünkü, bak, bir dirhemHAŞİYE-1 kadar kuvveti olmayan, bir çekirdek küçüklüğünde birşey, binler batman yükü kaldırıyor. Zerre kadar şuuruHAŞİYE-2 olmayan, gayet hakîmâne işler görüyor.

Demek bunlar kendi kendilerine işlemiyorlar. Onları işlettiren gizli bir kudret sahibi vardır. Eğer kendi başına olsa, bütün baştan başa bu gördüğümüz memlekette her iş mu’cize, herşey mu’cizekâr bir hârika olmak lâzım gelir. Bu ise bir safsatadır. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

HAŞİYE-1 : Ağaçları başlarında taşıyan çekirdeklere işarettir.
HAŞİYE-2 : Kendi kendine yükselmeyen ve meyvelerin sıkletine dayanmayan üzüm çubukları gibi nâzenin nebâtâtın, başka ağaçlara lâtif eller atıp sarmalarına ve onlara yüklenmelerine işarettir.
 

harp

Well-known member
İKİNCİ BURHAN

Gel, bütün bu ovaları, bu meydanları, bu menzilleri süslendiren şeyler üstünde dikkat et. Herbirisinde o gizli zattan haber veren işler var. Adeta herbiri birer turra, birer sikke gibi, o gaybî zattan haber veriyorlar. İşte, gözünün önünde, bak, bir dirhem pamuktanHAŞİYE-1 ne yapıyor:

Bak, kaç top çuha ve patiska ve çiçekli kumaş çıktı. Bak, ondan ne kadar şekerlemeler, yuvarlak tatlı köfteler yapılıyor ki, bizim gibi binler adam giyse ve yese kâfi gelir.

Hem de bak, bu demiri, toprağı, suyu, kömürü, bakırı, gümüşü, altını gaybî avucuna aldı, bir et parçasıHAŞİYE-2 yaptı. Bak, gör!

İşte, ey akılsız adam, bu işler öyle bir zâta mahsustur ki, bütün bu memleket, bütün eczasıyla onun mu’cize-i kuvveti altında duruyor, her arzusuna râm oluyor.

ÜÇÜNCÜ BURHAN

Gel, bu müteharrik antikaHAŞİYE-3 san’atlarına bak. Herbirisi öyle bir tarzda yapılmış; adeta bu koca sarayın bir küçük nüshasıdır. Bütün bu sarayda ne varsa, o küçücük müteharrik makinelerde bulunuyor.

Hiç mümkün müdür ki, bu sarayın ustasından başka birisi gelip, bu acip sarayı küçük bir makinede derc etsin? Hem hiç mümkün müdür ki, bir kutu kadar bir makine, bütün bir âlemi içine aldığı halde, tesadüfî veyahut abes bir iş, içinde bulunsun?

Demek, bütün gözün gördüğü ne kadar antika makineler var, o gizli zâtın birer sikkesi hükmündedirler. Belki birer dellâl, birer ilânnâme hükmündedirler. Lisan-ı hâlleriyle derler ki: “Biz öyle bir zâtın san’atıyız ki, bütün bu âlemimizi, bizi yaptığı ve suhuletle icad ettiği gibi kolaylıkla yapabilir bir zattır.” Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

HAŞİYE-1 : Tohuma işarettir. Meselâ, zerre gibi bir afyon büzrü, bir dirhem gibi bir zerdali nüvatı, bir kavun çekirdeği, nasıl çuhadan daha güzel dokunmuş yapraklar, patiskadan daha beyaz ve sarı çiçekler, şekerlemeden daha tatlı ve köftelerden ve konserve kutularından daha lâtif, daha leziz, daha şirin meyveleri hazine-i rahmetten getiriyorlar, bize takdim ediyorlar.
HAŞİYE-2 : Unsurlardan cism-i hayvanîyi halk ve nutfeden zîhayatı icad etmeye işarettir.
HAŞİYE-3 : Hayvanlara ve insanlara işarettir. Zira hayvan, şu âlemin küçük bir fihristesi; ve mahiyet-i insaniye, şu kâinatın bir misal-i musağğarı olduğundan, adeta âlemde ne varsa insanda nümunesi vardır.
 

harp

Well-known member
DÖRDÜNCÜ BURHAN

Ey muannid arkadaş! Gel, sana daha acibini göstereceğim. Bak, bu memlekette bütün bu işler, bu şeyler değişti, değişiyor. Bir halette durmuyor. Dikkat et ki, bu gördüğümüz câmid cisimler, hissiz kutular, birer hâkim-i mutlak suretini aldılar. Adeta herbir şey bütün eşyaya hükmediyor.

İşte, bu yanımızdaki bu makineye bak.HAŞİYE-1 Güya emrediyor; işte, onun tezyinatına ve işlemesine lâzım levazımat ve maddeler, uzak yerlerden koşup geliyorlar. İşte, oraya bak: O şuursuz cisimHAŞİYE-2 güya bir işaret ediyor; en büyük bir cismi kendine hizmetkâr ediyor, kendi işlerinde çalıştırıyor.

Daha başka şeyleri bunlara kıyas et. Adeta herbir şey, bütün bu âlemdeki hilkatleri musahhar ediyor. Eğer o gizli zâtı kabul etmezsen, bütün bu memleketteki taşında, toprağında, hayvanında, insana benzer mahlûklarda, o zâtın bütün hünerlerini, san’atlarını, kemâlâtlarını, birer birer o şeylere vereceksin. İşte, aklın uzak gördüğü birtek mu’ciznümâ zâtın bedeline, milyarlar onun gibi mu’ciznümâ, hem birbirine zıt, hem birbirine misil, hem birbiri içinde bulunsun, bu intizam bozulmasın, ortalığı karıştırmasınlar. Halbuki bu koca memlekette iki parmak karışsa, karıştırır. Çünkü bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vali, bir memlekette iki padişah bulunsa, karıştırır. Nerede kaldı, hadsiz hâkim-i mutlak beraber bulunsun! Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

HAŞİYE-1 : Makine, meyvedar ağaçlara işarettir. Çünkü yüzer tezgâhları, fabrikaları incecik dallarında taşıyor gibi, hayretnümâ yaprakları, çiçekleri, meyveleri dokuyor, süslendiriyor, pişiriyor, bizlere uzatıyor. Halbuki çam ve katran gibi muhteşem ağaçlar kuru bir taşta tezgâhını atmış, çalışıp duruyorlar.
HAŞİYE-2 : Hububata, tohumlara, sineklerin tohumcuklarına işarettir. Meselâ, bir sinek, bir karaağacın yaprağında yumurtasını bırakır. Birden, o koca karaağaç, yapraklarını o yumurtalara bir rahm-ı mâder, bir beşik, bal gibi bir gıda ile dolu bir mahzene çeviriyor. Adeta o meyvesiz ağaç, o surette zîruh meyveler veriyor.
 

harp

Well-known member
BEŞİNCİ BURHAN

Ey vesveseli arkadaş! Gel, bu azîm sarayın nakışlarına dikkat et. Ve bütün bu şehrin ziynetlerine bak. Ve bütün bu memleketin tanzimatını gör. Ve bütün bu âlemin san’atlarını tefekkür et.

İşte, bak: Eğer nihayetsiz mu’cizeleri ve hünerleri olan gizli bir zâtın kalemi işlemezse, bu nakışları sair şuursuz sebeplere, kör tesadüfe, sağır tabiata verilse, o vakit, ya bu memleketin herbir taşı, herbir otu öyle mu’ciznümâ nakkaş, öyle bir harikulâde kâtip olması lâzım gelir ki, bir harfte bin kitabı yazabilsin, bir nakışta milyonlar san’atı derc edebilsin. Çünkü, bak bu taşlardaki nakşa:HAŞİYE-1 Herbirisinde bütün sarayın nakışları var, bütün şehrin tanzimat kanunları var, bütün memleketin teşkilât programları var. Demek bu nakışları yapmak, bütün memleketi yapmak kadar hârikadır. Öyle ise, herbir nakış, herbir san’at, o gizli zâtın bir ilânnâmesidir, bir hâtemidir.

Madem bir harf, kâtibini göstermeksizin olmaz. San’atlı bir nakış, nakkaşını bildirmemek olmaz. Nasıl olur ki, bir harfte koca bir kitabı yazan, bir nakışta bin nakşı nakşeden nakkaş, kendi kitabıyla ve nakşıyla bilinmesin?

ALTINCI BURHAN

Gel, bu geniş ovaya çıkacağız.HAŞİYE-2 İşte, o ova içinde yüksek bir dağ var. Üstüne çıkacağız, tâ bütün etrafı görülsün. Hem herşeyi yakınlaştıracak güzel dürbünleri de beraber alacağız. Çünkü bu acip memlekette acip işler oluyor. Her saatte, hiç aklımıza gelmeyen işler oluyor.

İşte, bak: Bu dağlar ve ovalar ve şehirler, birden değişiyor. Hem nasıl değişiyor! Öyle bir tarzda ki, milyonlarla birbiri içinde işler, gayet muntazam surette değişiyor. Adeta milyonlar mütenevvi kumaşlar birbiri içinde beraber dokunuyor gibi, pek acip tahavvülât oluyor.

Bak, o kadar ünsiyet ettiğimiz ve tanıdığımız çiçekli miçekli şeyler kayboldular. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

HAŞİYE-1 : Şecere-i hilkatin meyvesi olan insana ve kendi ağacının programını ve fihristesini taşıyan meyveye işarettir. Zira, kalem-i kudret, âlemin kitab-ı kebirinde ne yazmışsa, icmâlini mahiyet-i insaniyede yazmıştır. Kalem-i kader, dağ gibi bir ağaçta ne yazmışsa, tırnak gibi meyvesinde dahi derc etmiştir.
HAŞİYE-2 : Bahar ve yaz mevsiminde zeminin yüzüne işarettir. Zira yüz binler muhtelif mahlûkatın taifeleri birbiri içinde beraber icad edilir, rû-yi zeminde yazılır. Galatsız, kusursuz, kemâl-i intizamla değiştirilir. Binler sofra-i Rahmân açılır, kaldırılır, taze taze gelir. Herbir ağaç birer tablacı, herbir bostan birer kazan hükmüne geçer.
 

harp

Well-known member
Muntazaman yerlerine ve mahiyetçe onlara benzer, fakat suretçe ayrı, başkaları geldiler. Adeta şu ova, dağlar birer sahife; yüz binlerle ayrı ayrı kitaplar içinde yazılıyor. Hem hatasız, noksansız olarak yazılıyor.

İşte, bu işler yüz derece muhaldir ki kendi kendine olsun. Evet, nihayet derecede san’atlı, dikkatli şu işler, kendi kendine olmak bin derece muhaldir ki, kendilerinden ziyade, san’atkârlarını gösteriyorlar.

Hem bunları işleyici, öyle mu’ciznümâ bir zattır ki, hiçbir iş ona ağır gelmez. Bin kitap yazmak, bir harf kadar ona kolay gelir.

Bununla beraber, her tarafa bak ki, hem öyle bir hikmetle herşeyi yerli yerine koyuyor; ve öyle mükrimâne, herkese lâyık oldukları lütufları yapıyor; hem öyle ihsanperverâne umumî perdeler ve kapılar açıyor ki, herkesin arzularını tatmin ediyor. Hem öyle sehâvetperverâne sofralar kuruyor ki, bütün bu memleketin halklarına, hayvanlarına, herbir taifesine has ve lâyık, belki herbir ferdine mahsus ismiyle ve resmiyle bir tabla-i nimet veriliyor.

İşte, dünyada bundan muhal birşey var mı ki, bu gördüğümüz işler içinde tesadüfî işler bulunsun; veya abes ve faidesiz olsun; veya müteaddit eller karışsın; veya ustası herşeye muktedir olmasın; veya herşey ona musahhar olmasın? İşte, ey arkadaş, haddin varsa buna karşı bir bahane bul!

YEDİNCİ BURHAN

Ey arkadaş, gel. Şimdi bu cüz’iyâtı bırakıp, saray şeklindeki bu acip âlemin eczalarının birbirine karşı olan vaziyetlerine dikkat edeceğiz.

İşte, bak: Bu âlemde o derece intizamla küllî işler yapılıyor ve umumî inkılaplar oluyor ki, adeta bütün bu saraydaki mevcut taşlar, topraklar, ağaçlar, herbir şey, birer fâil-i muhtar gibi bütün bu âlemin nizâmât-ı külliyesini gözetip ona göre tevfik-i hareket ediyor. Birbirinden en uzak şeyler birbirinin imdadına koşuyor.

İşte, bak: Gaipten acip bir kafileHAŞİYE çıkıp geliyor. Merkepleri ağaçlara, nebatlara, dağlara benzerler. Başlarında birer tabla-i erzak taşıyorlar. İşte, bak, bu tarafta bekleyen muhtelif hayvanatın erzaklarını getiriyorlar. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

HAŞİYE : Umum hayvanatın erzakını taşıyan nebatat ve eşcar kafileleridir.
 

harp

Well-known member
Hem de bak, bu kubbede o azîm elektrik lâmbası,HAŞİYE-1 onlara ışık verdiği gibi, bütün taamlarını öyle güzel pişiriyor! Yalnız, pişirilecek taamlar, bir dest-i gaybî tarafından birer ipe takılıpHAŞİYE-2 ona karşı tutuluyor.

Bu tarafa da bak: Bu biçare, zayıf, nahif, kuvvetsiz hayvancıklar nasıl onların başı önünde, lâtif gıda ile dolu iki tulumbacıkHAŞİYE-3 takılmış. İki çeşme gibi, yalnız o kuvvetsiz mahlûk, onu ağzına yapıştırması kâfidir.

Elhasıl: Bütün bu âlemin bütün eşyası, birbirine bakar gibi, birbirine yardım eder. Birbirini görür gibi, birbirine el ele verir. Birbirinin işini tekmil için, birbirine omuz omuza veriyor, bel bele verip beraber çalışıyorlar. Herşeyi buna kıyas et; tâdât ile bitmez.

İşte, bütün bu haller, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î gösterir ki, şu saray-ı acibin ustasına, yani şu garip âlemin sahibine herşey musahhardır. Herşey onun hesabına çalışır. Herşey ona bir emirber nefer hükmündedir. Herşey Onun kuvvetiyle döner. Herşey Onun emriyle hareket eder. Herşey onun hikmetiyle tanzim olunur. Herşey onun keremiyle muavenet eder. Herşey onun merhametiyle başkasının imdadına koşar, yani koşturulur. Ey arkadaş, haddin varsa buna karşı bir söz söyle!

SEKİZİNCİ BURHAN

Gel, ey nefsim gibi kendini âkıl zanneden akılsız arkadaş! Şu saray-ı muhteşemin sahibini tanımak istemiyorsun. Halbuki herşey onu gösteriyor, ona işaret ediyor, ona şehadet ediyor. Bütün bu şeylerin şehadetini nasıl tekzip ediyorsun? Öyle ise bu sarayı da inkâr et ve “Âlem yok, memleket yok” de ve kendini de inkâr et, ortadan çık. Yahut aklını başına al, beni dinle.

İşte, bak: Şu saray içinde bulunan ve memleketi ihata eden yeknesak unsurlar, madenler var.HAŞİYE-4 Âdeta, memleketten çıkan herşey o maddelerden yapılıyor. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

HAŞİYE-1 : O azîm elektrik lâmbası, güneşe işarettir.
HAŞİYE-2 : İp ve ipe takılan taam ise, ağacın ince dalları ve leziz meyveleridir.
HAŞİYE-3 : İki tulumbacık ise, validelerin memelerine işarettir.
HAŞİYE-4 : Unsurlar, madenler ise, pek çok muntazam vazifeleri bulunan ve izn-i Rabbânî ile her muhtacın imdadına koşan ve emr-i İlâhî ile herbir yere giren, medet veren ve hayatın levazımatını yetiştiren ve zîhayatı emziren ve masnuât-ı İlâhiyenin nescine, nakşına menşe ve müvellid ve beşik olan hava, su, ziya, toprak unsurlarına işarettir.
 

harp

Well-known member
Demek o maddeler kimin mülkü ise, bütün ondan yapılan şeyler de onundur. Tarla kimin ise, mahsulât da onundur. Deniz kimin ise, içindekiler de onundur.

Hem bak: Bu dokunan şeyler, bu nescolunan münakkaş kumaşlar, birtek maddeden yapılıyor. O maddeyi getiren, ihzar eden ve ip haline getiren, elbette, bilbedâhe, birdir. Çünkü o iş iştirak kabul etmez. Öyle ise, bütün nescolunan san’atlı şeyler ona mahsustur.

Hem de bak: Bu dokunan, yapılan şeylerin herbir cinsi bütün memleketin her tarafında bulunuyor, bütün ebna-yi cinsleriyle öyle intişar etmiş, beraber olarak, birbiri içinde, bir tarzda, bir anda yapılıyor, nescediliyor. Demek birtek zâtın işidir; birtek emirle hareket ediyor. Yoksa, böyle bir anda, bir tarzda, bir keyfiyette, bir heyette ittifak ve muvafakat muhaldir.

Öyle ise, bu san’atlı şeylerin herbirisi, o gizli zâtın bir ilânnâmesi hükmünde, onu gösteriyor. Güya herbir çiçekli kumaş, herbir san’atlı makine, herbir tatlı lokma, o mu’ciznümâ zâtın birer sikkesi, birer hâtemi, birer nişanı, birer turrası hükmünde, lisan-ı hâl ile herbirisi der: “Ben kimin san’atıyım; bulunduğum sandıklar ve dükkânlar da onun mülküdür.” Ve herbir nakış der: “Beni kim dokuduysa, bulunduğum top da onun dokumasıdır.” Herbir tatlı lokma der: “Beni kim yapıyor, pişiriyorsa, bulunduğum kazan dahi onundur.” Herbir makine der: “Beni kim yapmışsa, memlekette intişar eden bütün emsalimi de o yapıyor. Ve bütün memleketin her tarafında bizi yetiştiren odur. Demek memleketin mâliki de odur. Öyle ise, bütün bu memlekete, bu saraya mâlik kimse, o bize mâlik olabilir.” Meselâ, nasıl mîrîye mahsus tek bir palaska veyahut birtek düğmeye mâlik olmak için, onları yapan bütün fabrikalara mâlik olmak lâzımdır ki, onlara hakikî mâlik olsun. Yoksa, o boşboğaz başıbozuktan, “Mîrî malıdır” diye elinden alınıp tecziye edilir.

Elhasıl: Nasıl bu memleketin anâsırı, memlekete muhit birer maddedir. Onların mâliki de bütün memlekete mâlik birtek zat olabilir. Öyle de, bütün memlekette intişar eden san’atlar, birbirine benzediği ve birtek sikke izhar ettikleri için, bütün memleket yüzünde intişar eden masnular, herbir şeye hükmeden tek bir zâtın san’atları olduğunu gösteriyorlar.
 


Bu alana bir cevap yazın...
Üst