Günün Risale-i Nur Dersi

harp

Well-known member
Hapishaneleri Nur medresesi yapacağız
03 Mayıs 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvelâ: Bütün ruh u canımla geçmiş Mevlid-i Nebeviyenizi tebrik ediyoruz.
Saniyen: Sizin Nurun neşrindeki muvaffakiyetinizi âlem-i İslâm tebrik edip alkışlayacak. Şimdi de emareleri görünüyor ki: Ezcümle bir nümunesi, Pakistan Maarif Vekili Nurlar için benim yanıma geldi, Risale-i Nur’un bir kısmını aldı. “Doksan milyon Müslümanlar içinde neşrine çalışacağım” dedi. Aldı, gitti.
Hem bu kadar aleyhimizde münafıklar çalıştıkları halde, hem Avrupa’da, hem Asya’da uzak yerlere Risale-i Nur’u götürmüşler.
Hem Berlin’de Almanlar Zülfikar’ı aldıkları vakit, bir gazetelerinde alkışlayarak ilân etmişler.
Hem dahilde ehl-i iman, en ziyade muarızlar olan eski başbakan ve dahiliye vekili yasak ettikleri Asâ-yı Mûsâ ve Zülfikar’ı yasaklarına ehemmiyet vermeyerek kemal-i şevkle okuyorlar. Okuyanlar Ankara’da pek ziyadedir.
Hem birkaç yerde hapishane müdürleri iki üç vilâyette karar vermişler ki: “Biz hapishaneleri medrese-i Nuriye yapacağız ki, bizim mahpuslar da Denizli, Afyon hapisleri gibi Nurlarla ıslah olsunlar.”
Salisen: Merhum Burhan, Nurun ümmî ve gizli kahramanı idi. Hem onun akrabasını, hem Isparta’yı, hem Medresetü’z-Zehra şakirtlerini tâziye ediyorum. Beş-altı gün evvel haber almıştım. Şimdiye kadar beş altı gün zarfında belki bin defa ona dua etmişim. Çünkü altı günde virdimde dört yüze yakın
(Bizi azap ateşinden ve Cehennemden kurtar.) dediğimde onu da niyet ediyorum. Bütün okuduklarımı Burhan’a hediye ediyorum.
Rabian: Nurlar, mektepleri tam nurlandırmaya başladı.
Mektep şakirtlerini medrese talebelerinden ziyade Nurlara sahip ve nâşir ve şakirt eyledi.
İnşaallah, medrese ehli yavaş yavaş hakikî malları ve medrese mahsulü olan Nurlara sahip çıkacaklar. Şimdi de çok müftülerden ve çok ulemalardan Nurlara karşı çok iştiyak görülüyor ve istiyorlar.
Şimdi en mühim tekkeler ehli, ehl-i tarikattır. Bütün kuvvetleriyle Nur Risalelerini nurlandırmaları ve sahip çıkmaları lâzım ve elzemdir. (HAŞİYE)
Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatini düşünüp “Tarikat zamanı değil, bid’alar mâni oluyor” dedim. Fakat şimdi, sünnet-i Peygamberî dairesinde, bütün on iki büyük tarikatın hulâsası olan ve tariklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi.
Hem ehl-i tarikatın en günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor; kalbi mağlûp olamıyor. Onun için onlar tam sarsılmaz, hakikî Nurcu olabilirler. Yalnız mümkün olduğu kadar bid’atlara ve takvâyı kıran büyük günahlara girmemek gerektir.
Hâmisen: Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zındıka ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyunluğa karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var. O da Kur’ân’ın hakikatlerine sarılmaktır. Yoksa koca Çin’i az bir zamanda komünistliğe çeviren musibet-i beşeriye, siyasî, maddî kuvvetlerle susmaz. Yalnız onu susturan hakikat-i Kur’âniyedir.
Rehber Risalesindeki Leyle-i Kadir meselesi, şimdi hem Amerika, hem Avrupa’da eseri görülüyor. Onun için, şimdiki bu hükûmetimizin hakikî kuvveti, hakaik-i Kur’âniyeye dayanmak ve hizmet etmektir. Bununla, ihtiyat kuvveti olan üç yüz elli milyon uhuvvet-i İslâmiye ile ittihad-ı İslâm dairesinde kardeşleri kazanır. Eskiden Hıristiyan devletleri bu ittihad-ı İslâma taraftar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için, hem Amerika, hem Avrupa devletleri Kur’ân’a ve ittihad-ı İslâma taraftar olmaya mecburdurlar.
Sâdisen: Yanıma Nur talebesi bir meb’us geldi, dedi ki:
“Ben Adliye Bakanlığına gittim. Afyon’da Nurların müsadere kararını söyledim.” Adliye Vekili Özyörük dedi ki: “Ben Afyon Mahkemesine Nur’ların tamamen verilmesine emir verdim. Hattâ bendeki Asâ-yı Mûsâ’yı da müellifine iade edeceğim diye bana söyledi. Halil Özyörük’ün bu sözü Demokratlara ve Nurlara taraftarlığını gösteriyor.” (Emirdağ Lahikası)
HAŞİYE:İşte mühim bir nümunesi: Seydişehirli Hacı Abdullah’ın bütün mensupları, hem Kastamonu’da, hem Isparta’da, hem Eskişehir’de Risale-i Nur dairesini kendi tarikat daireleri telâkki etmişler ki, onlardan Nurlara rastlayanlar, takdirkârâne sahip çıkıyorlar. Onlara bin bârekâllah...
Umuma binler selâm.
Kardeşiniz
Bediüzzaman Said Nursi
LÜGAT:
Âlem-İ İslâm : İslâm Dünyası
Aziz : Çok Değerli, İzzetli
Bârekâllah : Allah Hayırlı Ve Mübarek Kılsın Anlamında, Beğeniyi İfade Etmek İçin Kullanılan Bir Söz
Berlin : Almanya’nın Başşehri
Bid’a/Bid’at : Aslen Dinde Olmayıp Sonradan Ortaya Çıkan Ve Dine Zarar Verici Yeni Âdet Ve Uygulamalar
Cereyan : Akım, Hareket
Dahil : İç
Dahilde : İçeride
Dahiliye Vekili : İçişleri Bakanı
Ehl-İ İman : Allah’a İnananlar, Mü’minler
Ehl-İ Maarif : Eğitimciler; İlim Ve İrfan Ehli Olanlar
Ehl-İ Tarikat : Tarikata Mensup Olanlar
Elzem : Çok Gerekli Olan
Emare : Belirti, İşaret
Ezcümle : Bu Cümleden, Meselâ, Örneğin
Fevkinde : Üstünde
Hakaik-İ Kur’âniye : Kur’ân’ın Hakikatleri, Gerçekleri
Hakikat : Asıl, Esas, Gerçek
Hakikaten : Gerçekten
Hakikat-İ Kur’âniye : Kur’ân Hakikatleri, Kur’ân’ın Bildirdiği Gerçekler Ve Doğrular
Hakikî : Asıl, Gerçek
Hâmisen : Beşinci Olarak
Hariç : Dış
Haşiye : Dipnot
Hizmet-İ Nuriye : Risale-İ Nur Hizmeti
Hulâsa : Özet
Islah Olmak : Düzelmek, İyileşmek
İçtimaî : Sosyal, Toplumsal
İhtiyat Kuvveti : Yedek Kuvvet
İnşaallah : Allah Dilerse
İntibah : Uyanma
İştiyak : Arzu, İstek
İttihad-I İslâm : İslâm Birliği
Kemal-İ Şevk : Tam Bir İstek Ve Arzu
Kuvve-İ Mâneviye : Mânevî Kuvvet, İmandan Gelen Moral Gücü
Maarif Vekili : Millî Eğitim Bakanı
Maddiyunluk : Materyalizm; Her Şeyi Madde İle Açıklamaya Çalışma
Mağlûp : Yenilme
Mahpus : Hapsedilmiş, Tutuklu
Mahsul : Ürün
Meb’us : Milletvekili
Medrese-İ Nuriye : Risale-İ Nur’un Okunduğu Yerler
Mensup : Bağlı
Merhum : Rahmete Kavuşmuş, Vefat Etmiş
Mevlid-İ Nebeviye : Peygamberimizin (A.S.M.) Doğumunu
Muarız : Karşı Gelen
Musibet-İ Beşeriye : İnsanlara Gelen Belâ Ve Musibetler
Muvaffakiyet : Başarı
Müellif : Telif Eden, Kitap Yazan
Münafık : İki Yüzlü, İnanmadığı Halde İnanmış Görünen
Müsadere : El Koyma
Nâşir : Neşreden, Yayan
Neşr : Yayma, Yayınlama
Rabian : Dördüncü Olarak
Rehber Risalesi : Gençlik Rehberi, Risale-İ Nur’un Çeşitli Yerlerinden Gençlikle İlgili Konulardan Erlenerek Hazırlanan Risale
Ruh U Can : Ruh Ve Can; Bütün İçtenlik
Sâdisen : Altıncısı
Salisen : Üçüncü Olarak
Saniyen : İkinci Olarak
Sıddık : Çok Doğru Ve Bağlı
Sünnet-İ Peygamberî : Peygambere Ait Sünnet, Peygamber Sünneti
Şakirt : Öğrenci, Talebe
Takdirkârâne : Takdir Edercesine
Takvâ : Allah’tan Korkup Emir Ve Yasaklarına Titizlikle Uyma
Tarik : Mânevî Yol
Tarikat : İlâhî Hakikatlere Ulaşmak İçin, Şeyhin Gözetiminde Takip Edilen Tasavvuf Yolu
Tâziye Etmek : Baş Sağlığı Dilemek
Telâkki Etmek : Anlamak, Kabul Etmek
Uhuvvet-İ İslâmiye : İslâm Kardeşliği
Ulema : Âlimler
Umum : Bütün, Genel
Ümmî : Okuma Yazma Bilmeyen, Okumamış
Vazife-İ İmaniye : İman Vazifesi
Vird : Devamlı Yapılan Zikir
Zarfında : İçinde
Zındıka : Dinsizlik, İnançsızlık
Zülfikar : Risale-İ Nur’dan, Kur’ân’ın Mu’cizeliğine Ve Peygamber Efendimizin (A.S.M.) Mu’cizelerine Dair Bahislerin Toplandığı Bir Eser
 

harp

Well-known member
Az hizmetinizin mükafatı çoktur...
04 Mayıs 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Aziz, sıddık kardeşlerim ve Nurun genç kahramanları,
Evvelâ: Ruh u canımızla sizin Ankara gibi yerde harika bir tarzda hizmet-i Nuriyenizi tebrik ediyoruz.
Hakikaten ümidimizin fevkınde ehl-i maarif ve mektepliler kısmında çok ehemmiyetli bir intibaha vesile oldunuz.
Bir senede Ankara gibi bir yerde bu hizmetiniz on senede ancak yapılacak. Az bir zamanda bu vazife-i imaniyeyi yaptığınıza kanaat edip kuvve-i mâneviyeniz ehemmiyetsiz hâdiselerle kırılmasın. Belki daha şiddetli çalışmanıza vesile olsun.
O gibi yerlerde dahilden ve hariçten gelen yirmi kadar siyasî ve içtimaî cereyanların hodfuruşâne ve garazkârâne çarpıştıkları bir zamanda Kur’ân ve imana hizmetiniz ve Üniversitelilerin Nurlara takdirkârâne sahip çıkmaları, bütün Nurcuları sevindirdiği gibi, ileride inşaallah âlem-i İslâmı da sevindirecek.
Sizlerin az hizmetinizde mükâfat çoktur.
Bazan askerlikte ağır şerait altında bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmünde olduğu gibi, sizler ve İstanbul Üniversiteli Nurcuları dahi, az zamanda çok vazife gördünüz. Mesainizin semeresi az da olsa kanaat ediniz.
Mücahede cephesinde bazı zaiflerin geri çekilmesi cesurlarda daha ziyade kahramanlık damarını tahrik ettiği gibi, Nur fedakârları, vehhamların çekilmesiyle daha ziyade gayret ve sebata, belki şevkle daha ziyade çalışmaya sebep olmak gerektir.
Evet, Risale-i Nur’un mühim bir hakikatinden siz fıtraten bir ders aldınız. Yine o hakikatı nazar-ı dikkate alınız. O da şudur:
Vazifemiz ihlâs ile iman ve Kur’ân’a hizmet etmektir.
Amma bizi muvaffak etmek ve halka kabul ettirmek ve muarızları kaçırmak ise, o vazife-i İlâhiyedir. Biz buna karışmayacağız. Mağlûp da olsak, kuvve-i mâneviyeye ve hizmetimize noksanlık vermeyecek. O noktada kanaat etmek lâzımdır.
Meselâ, bir zaman İslâmın büyük bir kahramanı Celâleddin Harzemşah’a demişler: “Cengiz’e karşı muzaffer olacaksın.”
O demiş: “Vazifemiz cihad etmektir. Bizi galip etmek vazife-i İlâhiyedir. Ona karışmam.”
Sizin şimdiye kadar sarsılmadan hâlis hizmetinizin delâletiyle, siz de bu kahramana iktida etmişsiniz. Binden bir iki adam sizden kabul etse, yine sarsılmamak gerektir. Bazan bir iki adam, bine mukabil geliyor.
Saniyen: Ankara’da bu sırada nazarlar dünyaya ziyade çevrilmiş. Ve iktidar kısmı daha tam prensibini kabul etmeye vakit bulamamış.
Müteaddit partiler kendine tarafdar bulmak için veya kabahatlerini setretmek için elbette çok çalışıyorlar.
Ve İslâmiyet ve Kur’ân aleyhindeki hariçteki cereyanlar elbette dahilde bazılarını bulmuşlar ki, Kur’ân lehinde cidden çalışanları uçurmak, kaçırmak, evham vermek gibi propagandalarla hakikî fedakâr olmayan veya dünya ile ve fazla dostlarla alâkadar olanları evhamlandırıyorlar. Ve Nurcuların da kuvve-i mâneviyelerini kırmaya çalışıyorlar. (Emirdağ Lahikası 2, 51. Mektup)
Bediüzzaman Said Nursî
LÜGAT:
Âlem-İ İslâm : İslâm Dünyası
Aziz : Çok Değerli, İzzetli
Cereyan : Akım, Hareket
Cereyan : Akım, Hareket
Cihad Etmek : Allah İçin, Kutsal Değerleri Korumak İçin Savaşmak
Dahil : İç
Dahilde : İçeride
Delâlet : Delil, İşaret
Ehl-İ Maarif : Eğitimciler; İlim Ve İrfan Ehli Olanlar
Fevkinde : Üstünde
Fıtraten : Yaratılış Gereği
Galip Etmek : Üstün Kılmak
Garazkârâne : Garaz Edercesine, Kin Güderek
Hakikat : Gerçek
Hakikaten : Gerçekten
Hâlis : İçten, Katıksız, Samimi
Hariç : Dış
Hariçte : Dışarıda
Hizmet-İ Nuriye : Risale-i Nur Hizmeti
Hodfuruşâne : Kendini Beğendirmeye Çalışarak
İçtimaî : Sosyal, Toplumsal
İhlâs : İbadet Ve Davranışlarda Sadece Allah Rızasını Gözetme; Samimiyet
İktida Etmek : Uymak
İktidar : Güç, İktidar
İnşaallah : Allah Dilerse
İntibah : Uyanma
İttihad-I İslâm : İslâm Birliği
Kanaat Etme : Razı Olma
Kanaat Etmek : Razı Olmak, Yetinmek
Kuvve-İ Mâneviye : Mânevî Kuvvet, İmandan Gelen Moral Gücü
Mağlûp Olmak : Yenilmek
Meb’us : Milletvekili
Mesai : Çalışma, Emek
Muarız : Karşı Çıkan, Karşıt
Mukabil : Karşılık
Muvaffak : Başarılı Olma, Erişme
Muzaffer : Zafer Kazanmış, Galip
Mücahede : Cihat Etme, Düşmana Karşı Koyma
Müellif : Telif Eden, Kitap Yazan
Mükâfat : Ödül
Müsadere : El Koyma
Müteaddit : Bir Çok, Çeşitli
Nazar : Bakış, Dikkat
Nazar-I Dikkat : Dikkate Alma, Dikkatle Bakma
Ruh U Can : Ruh Ve Can; Bütün İçtenlik
Sâdisen : Altıncısı
Saniyen : İkinci Olarak
Sebat : Kararlı Olma
Seddetmek : Engel Olmak
Semere : Meyve, Netice
Sıddık : Çok Doğru Ve Bağlı
Şerait : Şartlar
Tahrik Etme : Harekete Geçirme
Takdirkârâne : Takdir Edercesine
Umum : Bütün, Genel
Vazife-İ İlâhiye : Allah’a Ait Olan İş
Vazife-İ İmaniye : İman Vazifesi
Vehham : Çok Vehimli, Fazla Şüphe Eden
 

harp

Well-known member
Hakiki kuvvet Kur'an'dadır...
05 Mayıs 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Aziz, sıddık ve mübarek kardeşlerim,

Saniyen:
Yeni ehl-i hükûmet yavaş yavaş anlıyor ki,
hakikî kuvvet Kur’ân’dadır.
Ve İslâmiyet uhuvvetiyle ve imanın hakaikiyle tahribatçı düşmanlara karşı dayanabilirler.
Evet, bir tahripçi, yirmi tamirciyi telâşa düşürür ve bazan mağlûp edebilir.
Koca Çin’i kendine tâbi yapan bir kuvveti, buradaki yirmi milyon Müslümana karşı âdetâ mağlûp bir vaziyette tecavüzden durduran, maddî kuvvetler, haricî-dahilî tedbirler, ittifaklar değil, belki yalnız Kur’ân ve imanın hakikatleri, onların en büyük kuvveti olan mâneviyat-ı kalbiyeyi tahribatlarına karşı sed çekmesi ve mânevî yaralarını tedavi etmesidir.
Ve yeni hükûmetin Maarif Vekili bu hakikati hissetmiş ki, seleflerine muhalif olarak, en ziyade iman hakikatlerinin neşrine, din derslerine ehemmiyet veriyor.
Hattâ büyük bir ehemmiyetle, şimdi de Şark Darülfünunu—tâbirlerince Doğu Üniversitesi—için yüz bin lira tahsis edildiğini gazeteler yazmış
Hem mezkûr hakikati, hem Ankara, hem İstanbul Üniversiteleri o dehşetli, tahribatçı kuvvete karşı hem vatanı, hem gençliği kurtaracak hakaik-ı Kur’âniye ve imaniye olduğunu kat’iyen bildiler ki, Ankara’daki üniversiteliler 1700 imza ile Maarif Vekilinin din derslerini cebrî mekteplere koyması için tebrik etmişler. Ve İstanbul Üniversitesinde yeni hükûmetin en mühim bir rüknüne demişler ki:
“Anadolu’da din lehinde kuvvetli bir cereyan var. Onlara da, solcular gibi bir derece meydan vermeyeceğiz” demesine mukabil, o üniversitenin mümessili, din neşriyatı yapanlar aleyhinde olduğu halde, o reise demiş ki:
“Eğer dediğin o cereyan Risale-i Nur ise, ne siz ve ne de Avrupa onu mağlûp edemez.”
Bu mesele münasebetiyle, meslek ve meşrebime muhalif olarak Eski Said’in bir iki dakika kafasını başıma alarak diyorum ki:
Küfür ile iman ortası yoktur.
Bu memlekette İslâmiyete karşı komünist mücadelesi ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası, üç meslek icap ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var. “Sağ İslâmiyet, sol komünistlik, ortası da Nasraniyet” diyebilirler.
Fakat bu vatanda, küfr-ü mutlaka karşı iman ve İslâmiyetten başka bir din, bir mezhep olamaz. Olsa, dini bırakıp komünistliğe girmektir. Çünkü hakikî bir Müslüman hiçbir zaman Yahudi ve Nasranî olamıyor. Olsa olsa dinsiz olup tam anarşist olur.
İnşaallah, Maarif ve Adliye Vekilleri gibi, sair erkânlar da bu ehemmiyetli hakikati tam anlayacaklar. Sağ-sol tâbiri yerine, hak ve hakikat ve Kur’ân ve iman kuvvetine dayanıp bu vatanı küfr-ü mutlaktan, anarşilikten, zındıkadan ve onların dehşetli tahribatlarından kurtarmaya çalışmalarını rahmet-i İlâhiyeden bütün ruh u canımızla niyaz ve rica ediyoruz. (Emirdağ Lahikası 2, 54. Mektup)
Bediüzzaman Said Nursi
LÜGAT:
Âmin : “Allah’ım Kabul Eyle”
Aziz : Çok Değerli, İzzetli
Cebrî : Mecbûrî, Zorunlu Olarak
Cenâb-I Hak : Hakkın Tâ Kendisi Olan Sonsuz Şeref Ve Yücelik Sahibi Allah
Cereyan : Akım, Hareket
Ehl-İ Hükümet : Hükümette Olanlar Yöneticiler
Ehl-İ İman : Allah’a Ve Ondan Gelen Her Şeye İnanan Kimseler
Erkân : Önde Gelen Kişiler
Fıkra : Kısa Yazı; Bölüm
Hak : Doğru, Gerçek
Hakaik : Gerçek Mahiyetler, Asıl Ve Esaslar
Hakaik-I Kur’âniye Ve İmaniye : İman Ve Kur’ân Hakikatleri, Esasları
Hakikat : Asıl, Esas, Gerçek
Hakikî : Asıl, Gerçek
Haricî-Dahilî : Dışa Ait-İçe Ait
Hastalar Lem’ası : Hastalar Risalesi; Yirmi Beşinci Lem’a
Islah : Düzeltme
İcap Ettirmek : Gerektirmek
İhsan : Bağış, İkram
İhtiyarlar Lem’ası : İhtiyarlar Risalesi; Yirmi Altıncı Lem’a
İnşaallah : Allah Dilerse
İttifak : Birleşme, Birlik
Kat’iyen : Kesin Olarak
Küfr-Ü Mutlak : Allah’ı Ve Allah’tan Gelen Her Şeyi Kesin Olarak İnkâr Etmek, İnanmamak
Mağlûp : Yenilme
Mağlûp Etmek : Yenmek
Mağlûp Etmek : Yenmek
Mâneviyat-I Kalbiye : Kalpteki Mânevî Lâtifeler, Mânâlar
Meal : Açıklama, Anlam
Mektep : Okul
Meşreb : Hareket Tarzı, Metot
Mezhep : Yol, Usul, Dinde Tutulan Yol
Mezkûr : Anılan, Sözü Geçen
Muhalif : Aykırı, Zıt
Mukabil : Karşılık
Mücadele : Uğraşma, Çabalama
Mümessil : Temsilci
Neşr : Yayınlama
Neşriyat : Yayınlar, Basın Organları
Niyaz Etmek : Dua Etmek, Yalvarıp Yakarmak
Rahmet-İ İlâhiye : Allah’ın Her Şeyi Kuşatan Sonsuz Rahmeti
Rica Etmek : Ummak, Ümit Etmek
Risale : Mektup; Risale-İ Nur’dan Her Bir Bölüm
Ruh U Can : Ruh Ve Can; Bütün İçtenlik
Rükün : Bir Kurulun, Bir Topluluğun Önde Gelen Şahsiyeti
Sair : Diğer, Başka
Saniyen : İkinci Olarak
Sed Çekmek : Engel Koymak
Selef : Önceki, Yerine Geçilen
Sıddık : Çok Doğru Ve Bağlı
Tâbir : Deyim, İfade, Adlandırma
Tahribat : Tahripler, Yıkıp Bozmalar
Tahsis Edilmek : Ayrılmak
Tâziyename : Başsağlığı Dileyen Yazı Veya Mektup
Tecavüz : Haddi Aşma, Saldırma
Tedbir : Önlem
Tensib : Uygun Görme
Uhuvvet : Kardeşlik
Vaziyet : Durum, Hâl
Zındıka : Dinsizlik, İnançsızlık
 

harp

Well-known member
  1. Dünya bir saniye dengesini bozsa...
    28 Mart 2011 / 00:01
    Günün Risale-i Nur dersi...

    Bismillahirrahmanirrahim
    İşte, gel, Güneş ile muhtelif on iki seyyarenin muvazenelerine bak. Acaba bu muvazene, güneş gibi, Adl ve Kadîr olan Zât-ı Zülcelâli göstermiyor mu?
    Ve bilhassa, seyyarattan olan gemimiz, yani küre-i arz, bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede gezer, seyahat eder. Ve o harika sür'atiyle beraber, zeminin yüzünde dizilmiş, istif edilmiş eşyayı dağıtmıyor, sarsmıyor, fezaya fırlatmıyor.
    Eğer sür'ati bir parça tezyid veya tenkis edilseydi, sekenesini havaya fırlatıp fezada dağıtacaktı. Ve bir dakika, belki bir saniye muvazenesini bozsa, dünyamızı bozacak, belki başkasıyla çarpışacak, bir kıyameti koparacak.
    Ve bilhassa zeminin yüzünde, nebâtî ve hayvânî dört yüz bin taifenin tevellüdat ve vefiyatça ve iaşe ve yaşayışça rahîmâne muvazeneleri, ziya güneşi gösterdiği gibi, birtek Zât-ı Adl ve Rahîmi gösteriyor.
    Ve bilhassa o hadsiz milletlerin hadsiz efradından birtek ferdin âzâsı, cihazatı, duyguları o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebettar ve muvazenettedir ki, o tenasüp, o muvazene, bedâhet derecesinde bir Sâni-i Adl ve Hakîmi gösteriyor.
    Ve bilhassa her ferd-i hayvânînin bedenindeki hüceyrâtın ve kan mecrâlarının ve kandaki küreyvâtın ve o küreyvattaki zerrelerin o derece ince ve hassas ve harika muvazeneleri var; bilbedâhe ispat eder ki, her şeyin dizgini elinde ve her şeyin anahtarı yanında ve bir şey birşeye mâni olmuyor, umum eşyayı birtek şey gibi kolayca idare eden birtek Hâlık-ı Adl ve Hakîmin mizanıyla, kanunuyla, nizamıyla terbiye ve idare oluyor.
    Haşrin Mahkeme-i Kübrâsında, mizan-ı âzam-ı adaletinde cin ve insin muvazene-i a'mâllerini istib'âd edip inanmayan, bu dünyada gözüyle gördüğü bu muvazene-i ekbere dikkat etse, elbette istib'âdı kalmaz.
    Ey israflı, iktisatsız, ey zulümlü, adaletsiz, ey kirli, nezafetsiz, bedbaht insan! Bütün kâinatın ve bütün mevcudatın düstur-u hareketi olan iktisat ve nezafet ve adaleti yapmadığından, umum mevcudata muhalefetinle, mânen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar oluyorsun.
    Neye dayanıyorsun ki, umum mevcudatı zulmünle, mizansızlığınla, israfınla, nezafetsizliğinle kızdırıyorsun?
    Evet, ism-i Hakîmin cilve-i âzamından olan hikmet-i âmme-i kâinat, iktisat ve israfsızlık üzerinde hareket ediyor, iktisadı emrediyor.
    Ve ism-i Adlin cilve-i âzamından gelen kâinattaki adalet-i tâmme, umum eşyanın muvazenelerini idare ediyor. Ve beşere de adaleti emrediyor. Sûre-i Rahmân'da,
    “Göğü yükseltip aleme nizam ve ölçü verdi.” (Rahman Sûresi: 55:7)
    “Ta ki adaletten ve dinin emirlerinden ayrılarak ölçüde sınırı aşmayın” (Rahman Sûresi: 55:8)
    âyetindeki, dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden, dört defa mizan zikretmesi, kâinatta mizanın derece-i azametini ve fevkalâde, pek büyük ehemmiyetini gösteriyor. Evet, hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakikî zulüm ve mizansızlık yoktur. (Lemalar)
    Bediüzzaman Said Nursi
    SÖZLÜK:
    MUHTELİF : Çeşitli. Farklı.
    MUVÂZENE : Ölçülülük, dengeli olma; tartma, ölçme, düşünme, karşılaştırma.
    ADL : Adâletli; Allah'ın isimlerinden.
    KADÎR : Her şeye gücü yeten sonsuz kudret sahibi Allah.
    ZÂT-I ZÜLCELÂL : Celâl ve büyüklük sâhibi Cenab-ı Hak.
    SEYYÂRÂT : Gezegenler. Bir yerde durmayıp yer değiştiren şeyler.
    TEZYİD : Arttırma, çoğaltma.
    TENKİS : Başaşağı etme. Noksan eksik
    SEKENE : Sâkinler, kalanlar, oturanlar, meksûn olanlar.
    NEBÂTÎ : Bitki cinsinden, bitkiye âit, yerden biten cinsten olan.
    TÂİFE : Kavim, kabîle, takım, hususî bir sınıf meydana getiren insanlar.
    TEVELLÜDÂT : Doğumlar.
    VEFİYAT : Vefâtlar, ölümler.
    İÂŞE : Geçindirmek, beslemek, yaşatmak.
    ÂZÂ : Üye; organ, bedenin her bir uzvu.
    MİZÂN : Terâzi, tartı, ölçü, denge.
    TENÂSÜB : Uygunluk, uyma, tutma; yakınlaşma.
    MUVÂZENE : Ölçülülük, dengeli olma; tartma, ölçme, düşünme, karşılaştırma.
    BEDÂHET : Açıklık. Belli, açık.
    SÂNİ : Herşeyi sanatla yaratan Allah.
    HAKÎM : Herşeyi gaye ve faydalarla yaratan Allah.
    MECRÂ : Suyun aktığı yol, kanal.
    KÜREYVÂT : Mikroskobik hayvanlar, hücreler.
    HAŞR : Yeniden dirilip toplanmak. ikinci diriliş.
    MAHKEME-İ KÜBRÂ : En büyük mahkeme; âhirette kurulacak olan büyük mahkeme.
    MUVÂZENE-İ A'MÂL : Amellerin tartılması.
    İSTİB'ÂD : Uzaklaşma, uzak görme, ihtimal vermeme, olmayacak sanma
    İSRAF : Boşyere harcama.
    İKTİSAT : Tutum, biriktirme. Lüzumundan fazla veya noksan sarfiyattan kaçınma.
    NEZÂFET : Temizlik.
    BEDBAHT : Bahtsız, mutsuz, kötü, fenâ
    CİLVE-İ ÂZAM : En büyük tecellî, görüntü....​
 

harp

Well-known member
Allah insan bedenini şehir gibi yaratmış
06 Mayıs 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim

Sâni-i Hakîm,

Beden-i insanı gayet muntazam bir şehir hükmünde halk etmiştir.

Damarların bir kısmı telgraf ve telefon vazifesini görür. Bir kısmı da, çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelânına medardırlar.

Kan ise, içinde iki kısım küreyvât halk edilmiş.

Bir kısmı “küreyvât-ı hamrâ“ tabir edilir ki, bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u İlâhî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor (tüccar ve erzak memurları gibi).

Diğer kısmı “küreyvât-ı beyzâdırlar ki,” ötekilere nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır ki, ne vakit müdafaaya girseler, Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile sür’atli bir vaziyet-i acibe alırlar.

Kanın heyet-i mecmuası ise, iki vazife-i umumiyesi var: Biri bedendeki hüceyrâtın tahribatını tamir etmek, diğeri hüceyrâtın enkazlarını toplayıp bedeni temizlemektir. Evride ve şerâyin namında iki kısım damarlar var ki, biri sâfi kanı getirir, dağıtır, sâfi kanın mecrâlarıdır. Diğer kısmı, enkazı toplayan bulanık kanın mecrâsıdır ki, şu ikinci ise, kanı “ree“ denilen, nefesin geldiği yere getirirler.

Sâni-i Hakîm, havada iki unsur halk etmiştir: biri azot, biri müvellidülhumuza. Müvellidülhumuza ise, nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvis eden karbon unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizaç eder. Buharî hâmız-ı karbon denilen, semli havaî bir maddeye inkılâb ettirir. Hem hararet-i gariziyeyi temin eder, hem kanı tasfiye eder.

Çünkü, Sâni-i Hakîm, fenn-i kimyada aşk-ı kimyevî tabir edilen bir münasebet-i şedideyi, müvellidülhumuza ile karbona vermiş ki, o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlâhî ile o iki unsur imtizaç ederler. Fennen sabittir ki, imtizaçtan hararet hasıl olur. Çünkü imtizaç bir nevi ihtiraktır.

Şu sırrın hikmeti budur ki: O iki unsurun, herbirisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. İmtizaç vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi bunun zerresiyle imtizaç eder, birtek hareketle hareket eder, bir hareket muallâk kalır. Çünkü imtizaçtan evvel iki hareket idi. Şimdi iki zerre bir oldu; her iki zerre, bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sâni-i Hakîmin bir kanunuyla hararete inkılâb eder. Zaten “Hareket harareti tevlid eder” bir kanun-u mukarreredir.

İşte bu sırra binaen, beden-i insanîdeki hararet-i gariziye, bu imtizac-ı kimyeviye ile temin edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan dahi sâfi olur. İşte nefes dahile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor, hem nâr-ı hayatı iş’âl ediyor. Çıktığı vakit, ağızda, mu’cizât-ı kudret-i İlâhiye olan kelime meyvelerini veriyor. Fesübhâne men tehayyere fî sun’ihi’l-ukul! (Sözler, 32. Söz de bir haşiye)

Bediüzzaman Said Nursi

LÜGAT:

Âb-I Hayat : Hayat Suyu, Kan
Alîm-İ Mutlak : Bilgisi Herşeyi Kuşatan, Sınırsız İlim Sahibi Olan Allah
Aşk-I Kimyevî : Kimyasal Birleşme
Beden-İ İnsanî : İnsan Bedeni, Vücudu
Binaen : Dayanarak
Buharî : Buhar Halinde
Evride : Toplardamarlar
Fennen : Bilimsel Olarak
Fenn-İ Kimya : Kimya Bilimi
Fesübhâne Men Tehayyere Fî Sun’ihi’l-Ukul : Her Türlü Eksiklikten Yücedir O Zat Ki,
Hakîm-İ Mutlak : Sınırsız Hikmet Sahibi Olan Allah
Halk Etmek : Yaratmak
Hâmız-I Karbon : Karbondioksit
Hararet : Isı, Sıcaklık
Hararet-İ Gariziye : Doğal Isı, Vücut Isısı
Hareket-İ Devriye : Dairesel Hareket
Hâsıl Olmak : Meydana Gelmek
Havaî : Gaz Halinde
Heyet-İ Mecmua : Genel Yapı, Bütün
Hikmet : Herşeyin Belirli Gayelere Yönelik Olarak, Mânâlı, Faydalı Ve Tam Yerli Yerinde Olması
Hüceyrât : Hücrecikler
İhtirak : Yanma
İmtizâc-I Kimyevî : Kimyasal Bileşim
İmtizaç : Karışma, Birleşme
İnkılâb Etmek : Dönüşmek
İnkılâb Ettirmek : Dönüştürmek
İntizam : Düzen
İş’al Etmek : Tutuşturmak
Kadîr-İ Mutlak : Sınırsız Güç Ve Kuvvet Sahibi Olan Allah
Kanun-U İlahî : Allah’ın Koyduğu Kanun
Kanun-U Mukarrare : Yerleşmiş Kanun
Kehribar : Elektrik
Lisan : Dil
Mecrâ : Kanal
Mevlevî : Mevlevîlik Tarikatına Mensup Kimse
Meyus : Ümitsiz
Muallâk : Asılı, Boşta
Mucizât-I Kudret-İ İlâhiye : Allah’ın Kudret Mucizeleri
Müdafaa : Savunma
Müddeî : İddia Sahibi
Münasebet-İ Şedide : Çok Sıkı İlişki
Müvellidülhumuza : Oksijen
Nam : Ad
Nâr-I Hayat : Hayat Ateşi
Nizam : Kanun, Düzen
Ree : Akciğer
Sâfî : Saf, Temiz
Sâni-İ Hakîm : Herşeyi Hikmetle Yaratan Ve Herşeyin San’atkârı Olan Allah
Semli : Zehirli
Şerâyin : Atardamarlar
Şleri Karşısında Akıllar Hayrete Düşer
Tabiat : Doğa, Canlı Cansız Bütün Varlıklar
Tabiiyyun : Herşeyi Tabiatın Tesiriyle Meydana Geldiğini İddia Edenler
Tahribat : Yıkımlar, Bozulmalar
Tasfiye : Arıtma, Temizleme
Telvis Eden : Kirleten
Tevlid Etmek : Doğurmak, Sebep Olmak
Unsur : Element
Unsur-U Kesif : Yoğun Element
Vazife-İ Umumiye : Genel Vazife
Vaziyet-İ Acibe : Şaşırtıcı Durum
Zerre : Atom, En Küçük Madde Parçası
 

harp

Well-known member
Risale-i Nur’un vazifesi Kur’an’a hizmettir
07 Mayıs 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim

Evet, Risale-i Nur’un vazifesi ise,
hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren
küfr-ü mutlaka karşı imanî olan hakikatlerle
gayet kat’î ve en mütemerrid zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli burhanlarla Kur’ân’a hizmet etmektir.
Onun için Risale-i Nur’u hiçbir şeye âlet edemeyiz.

Evvelâ: Kur’ân’ın elmas gibi hakikatlerini, ehl-i gaflet nazarında bir propaganda-i siyaset tevehhümüyle cam parçalarına indirmemek ve o kıymettar hakikatlere ihanet etmemektir.

Sâniyen: Risale-i Nur’un esas mesleği olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdan, bizleri şiddetle siyasetten ve idareye ilişmekten men etmiş.


Çünkü tokada ve belâya müstehak ve küfr-ü mutlaka düşmüş bir iki dinsize müteallik, yedi sekiz çoluk çocuk, hasta, ihtiyar, mâsumlar bulunur. Musibet ve belâ gelse, o bîçareler dahi yanarlar.

Bunun için, neticenin de husûlü meşkûk olduğu halde, siyaset yoluyla idare ve âsâyişin zararına hayat-ı içtimaiyeye karışmaktan şiddetle men edilmişiz.

Sâlisen:

Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acip zamanda anarşilikten kurtulmak için beş esas lâzım ve zaruridir:
Hürmet,
merhamet,
haramdan çekinmek,
emniyet,
serseriliği bırakıp itaat etmektir.

Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı zaman, bu beş esası kuvvetli ve kudsî bir surette tesbit ve tahkim ederek, âsâyişin temel taşını muhafaza ettiğine delil ise, bu yirmi sene zarfında Risale-i Nur’un, yüz bin adamı vatan ve millete zararsız birer uzv-u nâfi haline getirmesidir. Isparta ve Kastamonu vilayetleri buna şahittir.

Demek Risale-i Nur’un, ekseriyet-i mutlaka eczalarına ilişenler herhalde bilerek veya bilmeyerek anarşilik hesabına vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâm’iyeye hıyanet ederler. Risale-i Nur’un, yüz otuz risalelerinin bu vatana yüz otuz büyük faidesini ve hasenesini vehham ehl-i gafletin sathî nazarlarında kusurlu tevehhüm edilen iki üç risalenin mevhum zararları çürütemez. Onları bunlarla çürüten, gayet derecede insafsız bir zâlimdir. (Şualar sh. 452)

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:
Anarşilik : Hiçbir Kayıt Ve Kural Tanımama, Kargaşa Çıkarma
Âsâyiş : Rahat, Huzur, Emniyet, Yerleşik Düzen
Belâ : Musibet, Sıkıntı
Bîçare : Çaresiz, Zavallı
Bilmecburiye : Zorunlu Olarak
Ecza : Bütünü Oluşturan Parçalar; Kısımlar
Ehl-İ Gaflet : Âhirete, Allah’ın Emir Ve Yasaklarına Karşı Duyarsız Olan Kimseler
Ekseriyet-İ Mutlaka : Kesin Çoğunluk
Emniyet : Güven
Esas : Şart, Husus
Evvelâ : İlk Olarak, Öncelikle
Hakikat : Gerçek, Asıl Ve Esas
Hâkimiyet-İ İslâmiye : İslâmiyetin Toplumlara Hâkimiyeti
Haps-İ Münferit : Tek Başına Hapis, Hücre Hapsi
Hasene : Sevap, İyilik
Hayat-I İçtimaiye : Sosyal Hayat
Hıyanet : İhanet, Hainlik
Husûl : Hasıl Olma, Meydana Gelme
Hükmünde : Konumunda, Yapısı İçinde
Hürmet : Saygı
İhtiyar : İrade, Dileme, Tercih
İnsafsız : Vicdansız
İtaat Etmek : Emre Uymak
Kudsî : Her Türlü Kusur Ve Noksandan Uzak, Kutsal
Küfr-Ü Mutlak : Tam Bir Küfür, İnkâr Ve Hiçbir Kutsal Değere İnanmama
Mâsum : Günahsız, Suçsuz
Men Etme : Yasaklama
Merhamet : Şefkat, Acıma, İyilik Etme
Meşkûk : Şüpheli
Mevhum : Gerçekte Olmadığı Halde Var Sayılan
Muhafaza Etme : Koruma, Saklama
Musibet : Büyük Sıkıntı
Müddet : Zaman, Vakit
Münzevî : Bir Köşeye Çekilip İbadetle Uğraşan, Vaktini İbadetle Geçiren
Müstehak : Hak Etmiş, Lâyık
Müteallik : Alakalı, İlgili
Nazar : Bakış, Düşünce
Propaganda-İ Siyaset : Siyaset Propagandası
Risale : Mektup, Küçük Kitap
Sâlisen : Üçüncü Olarak
Sâniyen : İkinci Olarak
Sathî : Sığ, Yüzeysel
Suret : Biçim, Görünüş
Şefkat : Acıyarak Ve Esirgeyerek Sevme
Tahkim Etme : Kuvvetlendirme, Sağlamlaştırma
Tesbit : Sağlam Şekilde Yerleştirme
Tevehhüm : Zannetme, Kuruntuya Kapılma
Uzv-U Nâfi : Faydalı Uzuv, Üye
Vehham : Aşırı Derecede Vehimli, Kuruntulu
Vilayet : İl
Zâlim : Zulmeden, Haksızlık Yapan
Zarfında : İçinde
Zarurî : Zorunlu, Gerekli
 

harp

Well-known member
En esaslı dersi annemden aldım
08 Mayıs 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
Evet, insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle, ben kendi şahsımda katî ve daima hissettiğim bu mânâyı beyan ediyorum:
Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş.
Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.
Ezcümle: Meslek ve meşrebimin dört esasından en mühimi olan şefkat etmek ve Risale-i Nur'un da en büyük hakikati olan acımak ve merhamet etmeyi, o validemin şefkatli fiil ve halinden ve o mânevî derslerinden aldığımı yakînen görüyorum.
Evet, bu hakikî ihlâs ile hakikî bir fedakârlık taşıyan validelik şefkati sû-i istimal edilip, mâsum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan âhiretini düşünmeyerek, muvakkat fâni şişeler hükmünde olan dünyaya o çocuğun mâsum yüzünü çevirmek ve bu şekilde ona şefkat göstermek, o şefkati sû-i istimal etmektir.
Evet, kadınların şefkat cihetiyle bu kahramanlıklarını hiçbir ücret ve hiçbir mukabele istemeyerek, hiçbir faide-i şahsiye, hiçbir gösteriş mânâsı olmayarak ruhunu feda ettiklerine, o şefkatin küçücük bir numunesini taşıyan bir tavuğun yavrusunu kurtarmak için arslana saldırması ve ruhunu feda etmesi ispat ediyor.
Şimdi terbiye-i İslâmiyeden ve amâl-i uhreviyeden en kıymetli ve en lüzumlu esas, ihlâstır. Bu çeşit şefkatteki kahramanlıkta o hakikî ihlâs bulunuyor. Eğer bu iki nokta o mübarek taifede inkişafa başlasa, daire-i İslâmiyede pek büyük bir saadete medar olur.
Halbuki erkeklerin kahramanlıkları mukabelesiz olamıyor; belki yüz cihette mukabele istiyorlar. Hiç olmazsa şan ve şeref istiyorlar.
Fakat maattessüf biçare mübarek taife-i nisâiye, zalim erkeklerinin şerlerinden ve tahakkümlerinden kurtulmak için, başka bir tarzda, zaafiyetten ve aczden gelen başka bir nevide riyâkârlığa giriyorlar. (Lemalar, 24. Lema)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ÂMÂL-İ UHREVİYE : Âhirete ait emeller,istekler.
BEYÂN : Açıklama; izah; anlatma.
FÂİDE-İ ŞAHSİYE : Şahsî fayda.Kişisel fayda
FITRAT : Yaratılış, huy, tabiat.
KASEM : Yemin.
MAATTEESSÜF : Üzülerek; üzüntüyle ifâde etmek gerekir ki.; yazıklar, teessüfler olsun; ne yazık ki.
MÂNÂ : Anlam. İçyüz.
MEDÂR : Sebep, vâsıta, vesîle. Yörünge.
MERHÛM : Ölmüş, rahmete kavuşmuş.
MEŞREB : Âdet, huy, yaratılış, ahlâk; takip edilen usûl, yol.
MUALLİM : Öğretmen, ilim öğreten.
MUKABELE : Karşılık, karşılamak.
MUKABELE : Karşılık, karşılamak.
MUVAKKAT : Geçici; kısa bir zaman, vakitli, fâni.
MÜNÂSEBET : İki şey arasındaki uygunluk, yakınlık, bağlılık, yakışmak, vesile, alâka.
MÜŞÂHEDE : Görme, seyretme, şâhit olma.
RİYÂKÂR : Gösterişçi, içi dışı başka olan.
SÂİR : Başkası, diğeri, birşeyden geri kalan, maadâ.
ŞEFKAT : Karşılıksız, samimi sevgi besleme
TAHAKKÜM : Zorbalık etme; zorla hükmetme, mânevî baskı. Diktatörlük.
TÂİFE : Kavim, kabîle, takım, hususî bir sınıf meydana getiren insanlar.
TELKİNÂT : Aşılamalar, telkinler.
TERBİYE-İ İSLÂMİYE : İslâmî eğitim, terbiye.
VÂLİDE : Anne.
YAKÎNEN : Şüphesiz olarak bilme.
ZAAFİYET : Zayıflık.
 

harp

Well-known member
İkinci hikâye: Şu senede işittim ki, bir hâdise olmuş. O hâdisenin vukuundan sonra, yalnız icmâlen vukuunu işittiğim halde, o vakıa ile ciddî alâkadarmışım gibi bir muamele gördüm. Zaten muhabere etmiyordum; etsem de, pek nadir olarak bir mesele-i imaniyeyi bir dostuma yazardım. Hattâ dört senede kardeşime bir tek mektup yazdım. Ve ihtilâttan hem ben kendimi men ediyordum, hem de ehl-i dünya beni men ediyordu. Yalnız bir iki ahbapla haftada bir defa görüşebiliyordum. Köye gelen misafirler ise, ayda bir ikisi, bazı bir iki dakika, bir mesele-i âhirete dair benimle görüşüyordu. Bu gurbet halimde, garip, yalnız, kimsesiz, nafaka için çalışmaya benim gibilere muvafık olmayan bir köyde, herşeyden, herkesten men edildim. Hattâ, dört sene evvel, harap olmuş bir camii tamir ettirdim. Memleketimde imamlık ve vaizlik vesikam elimde olduğundan, o camide dört senedir Allah kabul etsin imamlık ettiğim halde, şu mübarek geçen Ramazan’da mescide gidemedim. Bazan yalnız namazımı kıldım, cemaatle kılınan namazın yirmi beş sevabından ve hayrından mahrum kaldım.

İşte, başıma gelen bu iki hâdiseye karşı, aynen iki sene evvel o memurun bana karşı muamelesine gösterdiğim sabır ve tahammülü gösterdim. İnşaallah devam da ettireceğim. Şöyle de düşünüyorum ve diyorum ki:

Eğer ehl-i dünya tarafından başıma gelen şu eziyet, şu sıkıntı, şu tazyik, ayıplı ve kusurlu nefsim için ise, helâl ediyorum. Benim nefsim belki bununla ıslah-ı hal eder; hem ona keffâretüzzünub olur. Dünya misafirhanesinin safâsını çok gördüm. Azıcık cefâsını görsem, yine şükrederim. Eğer imana ve Kur’ân’a hizmetkârlığım cihetiyle ehl-i dünya beni tazyik ediyorsa, onun müdafaası bana ait değil. Onu, Azîz-i Cebbâra havale ediyorum.

Eğer asılsız ve riyaya sebep ve ihlâsı kıracak bir şöhret-i kâzibeyi kırmak için teveccüh-ü âmmeyi hakkımda bozmak murad ise, onlara rahmet! Çünkü teveccüh-ü âmmeye mazhar olmak ve halkların nazarında şöhret kazanmak, benim gibi adamlara zarardır zannederim. Benimle temas edenler beni bilirler ki, şahsıma karşı hürmet istemiyorum, belki nefret ediyorum. Hattâ kıymettar mühim bir dostumu, fazla hürmeti için belki elli defa tekdir etmişim. Eğer beni çürütmek ve efkâr-ı âmmeden düşürtmek, iskat ettirmekten muradları, tercümanlık ettiğim hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeye ait ise, beyhudedir. Zira Kur’ân yıldızlarına perde çekilmez. Gözünü kapayan, yalnız kendi görmez; başkasına gece yapamaz.
 

harp

Well-known member
Birinci hikâye: İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebepsiz, gıyabımda tezyifkârâne, hakaretli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum. Sonra, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip o adamı da bana helâl ettirdi. O hakikat şudur:

Nefsime dedim: Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar şahsıma ve nefsime ait ise, Allah ondan razı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söylemişse, beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer yalan söylemişse, beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır. Evet, ben nefsimle musalâha etmemişim. Çünkü terbiye etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ondan darılmak değil, belki memnun olmak lâzım gelir.

Eğer o adamın tahkiratı, benim imana ve Kur’ân’a hizmetkârlığım sıfatıma ait ise, o bana ait değil. O adamı, beni istihdam eden Sahib-i Kur’ân‘a havale ediyorum. O Azîzdir, Hakîmdir.

Eğer sırf beni sövmek, tahkir etmek, çürütmek nev’inden ise, o da bana ait değil. Ben menfi ve esir ve garip ve elim bağlı olduğundan, haysiyetimi kendi elimle düzeltmeye çalışmak bana düşmez. Belki misafir olduğum ve bana nezaret eden şu köye, sonra kazaya, sonra vilâyete hükmedenlere aittir. Bir insanın elindeki esirini tahkir etmek, sahibine aittir; o müdafaa eder. Madem hakikat budur. Kalbim istirahat etti, 1وَاُفَوِّضُ اَمْرِۤى اِلَى اللهِ اِنَّ اللهَ بَصِيرٌ باِلْعِبَادِ dedim. O vakıayı olmamış gibi saydım, unuttum. Fakat maatteessüf sonra anlaşıldı ki, Kur’ân onu helâl etmemiş. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

1 : “Ben işimi Allah’a havale ediyorum. Muhakkak ki Allah kullarını hakkıyla görür.” Mü’min Sûresi, 40:44.
 

harp

Well-known member
DÖRDÜNCÜ NOKTA

Evhamlı birkaç sualin cevabıdır.

BİRİNCİSİ: Ehl-i dünya bana der: “Neyle yaşıyorsun? Çalışmadan nasıl geçiniyorsun? Memleketimizde tembelce oturanları ve başkasının sa’yiyle geçinenleri istemiyoruz.”

Elcevap: Ben iktisat ve bereketle yaşıyorum. Rezzâkımdan başka kimsenin minnetini almıyorum ve almamaya da karar vermişim. Evet, günde yüz para, belki kırk para ile yaşayan bir adam, başkasının minnetini almaz.

Şu meselenin izahını hiç arzu etmiyordum. Belki bir gururu ve bir enaniyeti ihsas eder fikriyle, beyan etmek bana pek nâhoştur. Fakat, madem ehl-i dünya evhamlı bir surette soruyorlar. Ben de derim ki:

Küçüklüğümden beri halkların malını kabul etmemek (velev zekât dahi olsa), hem maaşı kabul etmemek (yalnız bir iki sene Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede dostlarımın icbarıyla kabul etmeye mecbur oldum, o parayı da mânen millete iade ettik). Hem maişet-i dünyeviye için minnet altına girmemek, bütün ömrümde bir düstur-u hayatımdır. Ehl-i memleketim ve başka yerlerde beni tanıyanlar bunu biliyorlar. Bu beş seneki nefyimde, çok dostlar bana hediyelerini kabul ettirmek için çok çalıştılar; kabul etmedim. “Öyle ise nasıl idare edersin?” denilse, derim:

Bereket ve ikram-ı İlâhî ile yaşıyorum. Nefsim çendan her hakarete, her ihanete müstehak ise de, fakat Kur’ân hizmetinin kerameti olarak, erzak hususunda, ikram-ı İlâhî olan berekete mazhar oluyorum.

1وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ sırrıyla, Cenâb-ı Hakkın bana ettiği ihsânâtı yad edip, bir şükr-ü mânevî nev’inde birkaç nümunesini söyleyeceğim. Bir şükr-ü mânevî olmakla beraber, korkuyorum ki, bir riya ve gururu ihsas ederek o mübarek bereket kesilsin. Çünkü müftehirâne gizli bereketi izhar etmek, kesilmesine sebep olur. Fakat, ne çare, söylemeye mecbur oldum. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

1 : “Rabbinin nimetini yâd et.” Duhâ Sûresi, 93:11.
 

harp

Well-known member
İşte birisi: Şu altı aydır otuz altı ekmekten ibaret bir kile buğday bana kâfi geldi. Daha var, bitmemiş. Ne miktar kifayet edecek, bilmiyorum.HAŞİYE

İkincisi: Şu mübarek Ramazan’da, yalnız iki haneden bana yemek geldi; ikisi de beni hasta etti. Anladım ki, başkasının yemeğini yemekten memnûum. Mütebâkisi, bütün Ramazan’da benim idareme bakan mübarek bir hanenin ve sadık bir arkadaşım olan o hane sahibi Abdullah Çavuş’un ihbarı ve şehadetiyle, üç ekmek, bir kıyye pirinç bana kâfi gelmiştir. Hattâ o pirinç, on beş gün Ramazan’dan sonra bitmiştir.

Üçüncüsü: Dağda, üç ay, bana ve misafirlerime bir kıyye tereyağı, hergün ekmekle beraber yemek şartıyla, kâfi geldi. Hattâ, Süleyman isminde mübarek bir misafirim vardı. Benim ekmeğim de ve onun ekmeği de bitiyordu. Çarşamba günüydü, dedim ona: “Git, ekmek getir.” İki saat, her tarafımızda kimse yok ki oradan ekmek alınsın. “Cuma gecesi senin yanında bu dağda beraber dua etmek arzu ediyorum” dedi. Ben de dedim: “1تَوَكَّلْنَا عَلَى اللهِ ; kal.”

Sonra, hiç münasebeti olmadığı halde ve bir bahane yokken, ikimiz yürüye yürüye bir dağın tepesine çıktık. İbrikte bir parça su vardı. Bir parça şekerle çayımız vardı. Dedim: “Kardeşim, bir parça çay yap.”

O ona başladı. Ben de derin bir dereye bakar bir katran ağacı altında oturdum. Müteessifâne şöyle düşündüm ki: Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var; bu akşam ancak ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız ve bu sâfi-kalb adama ne diyeceğim diye düşünmedeyken, birden bire başım çevrilir gibi başımı çevirdim. Gördüm ki, koca bir ekmek, katran ağacının üstünde, dalları içinde bize bakıyor. Dedim: “Süleyman, müjde! Cenâb-ı Hak bize rızık verdi.”

O ekmeği aldık; bakıyoruz ki, kuşlar ve hayvânât-ı vahşiye, hiçbiri ilişmemiş. Yirmi otuz gündür hiçbir insan o tepeye çıkmamıştı. O ekmek ikimize iki gün kâfi geldi. Biz yerken, bitmek üzereyken, dört sene sadık bir sıddîkım olan müstakim Süleyman, ekmekle aşağıdan çıkageldi.

Dördüncüsü: Şu üstümdeki sakoyu, yedi sene evvel eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim. Bereket, iktisat ve rahmet-i İlâhiye bana kâfi geldi. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

HAŞİYE : Bir sene devam etti.
1 : Allah’a tevekkül ettik.
 

harp

Well-known member
İşte, şu nümuneler gibi çok şeyler var ve bereket-i İlâhiyenin çok cihetleri var. Bu köy halkı çoğunu bilirler. Fakat sakın bunları fahr için zikrediyorum zannetmeyiniz. Belki mecbur oldum. Hem benim için iyiliğe bir medar olduğunu düşünmeyiniz. Bu bereketler, ya yanıma gelen hâlis dostlarıma ihsandır; veya hizmet-i Kur’âniyeye bir ikramdır; veya iktisadın bereketli bir menfaatidir; veyahut “Yâ Rahîm, yâ Rahîm” ile zikreden ve yanımda bulunan dört kedinin rızıklarıdır ki, bereket suretinde gelir, ben de ondan istifade ederim. Evet, hazin mırmırlarını dikkatle dinlesen, “Yâ Rahîm, yâ Rahîm” çektiklerini anlarsın.

Kedi bahsi geldi, tavuğu hatıra getirdi. Bir tavuğum var. Şu kışta yumurta makinesi gibi, pek az fasılayla hergün rahmet hazinesinden bana bir yumurta getiriyordu. Hem birgün iki yumurta getirdi, ben de hayrette kaldım. Dostlarımdan sordum, “Böyle olur mu?” dedim. Dediler: “Belki bir ihsan-ı İlâhîdir.” Hem şu tavuğun yazın çıkardığı küçük bir yavrusu vardı. Ramazan-ı Şerifin başında yumurtaya başladı, tâ kırk gün devam etti. Hem küçük, hem kışta, hem Ramazan’da bu mübarek hali bir ikram-ı Rabbânî olduğuna, ne benim ve ne de bana hizmet edenlerin şüphemiz kalmadı. Hem ne vakit annesi kesti, hemen o başladı, beni yumurtasız bırakmadı.

İKİNCİ VEHİMLİ SUAL: Ehl-i dünya diyorlar ki: “Sana nasıl emniyet edeceğiz ki, sen dünyamıza karışmayacaksın? Seni serbest bıraksak belki dünyamıza karışırsın. Hem nasıl bileceğiz ki, sen kurnazlık yapmıyorsun? Kendini târik-i dünya gösterip, halkın malını zâhiren almaz, gizli alır bir kurnazlık olmadığını nasıl bileceğiz?”

Elcevap: Yirmi sene evvelki Divan-ı Harb-i Örfîde ve hürriyetten daha evvel zamanda çoklara malûm hal ve vaziyetim ve İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnâmesi namında o zaman Divan-ı Harpteki müdafaatım kat’î gösterir ki, değil kurnazlık, belki ednâ bir hileye tenezzül etmez bir tarzda hayat geçirmişim. Eğer hile olsaydı, bu beş sene zarfında sizlere temellukkârâne bir müracaat edilecekti.
 

harp

Well-known member
Hileli adam kendini sevdirir, kendini çekmez. İğfal ve aldatmaya daima çalışır. Halbuki bana karşı en mühim hücumlara ve tenkitlere mukàbil, tezellüle tenezzül etmedim. “Tevekkeltü alâllah” deyip ehl-i dünyaya arkamı çevirdim.

Hem de âhireti bilen ve dünyanın hakikatini keşfeden, aklı varsa pişman olmaz, yeniden dünyaya dönüp uğraşmaz. Elli seneden sonra, alâkasız, tek başıyla bir adam, hayat-ı ebediyesini dünyanın bir iki sene gevezeliğine, şarlatanlığına feda etmez. Feda etse kurnaz olmaz, belki ebleh bir divane olur. Ebleh bir divanenin elinden ne gelir ki onunla uğraşılsın? Amma zâhiren târik-i dünya, bâtınen tâlib-i dünya şüphesi ise: 1وَمَاۤ اُبَرِّئُ نَفْسِى اِنَّ النَّفْسَ َلاَمَّارَةٌ بِالسُّوۤءِ sırrınca, ben nefsimi tebrie etmiyorum.

Nefsim her fenalığı ister. Fakat şu fâni dünyada, şu muvakkat misafirhanede, ihtiyarlık zamanında, kısa bir ömürde, az bir lezzet için, ebedî, daimî hayatını ve saadet-i ebediyesini berbat etmek, ehl-i aklın kârı değil. Ehl-i aklın ve zîşuurun kârı olmadığından, nefs-i emmârem ister istemez akla tâbi olmuştur.

ÜÇÜNCÜ VEHİMLİ SUAL: Ehl-i dünya diyorlar ki: “Sen bizi sever misin? Beğeniyor musun? Eğer seversen, neden bize küsüp karışmıyorsun? Eğer beğenmiyorsan bize muarızsın. Biz muarızlarımızı ezeriz.”

Elcevap: Ben değil sizi, belki dünyanızı sevseydim, dünyadan çekilmezdim. Ne sizi ve ne de dünyanızı beğenmiyorum. Fakat karışmıyorum. Çünkü ben başka maksattayım; başka noktalar benim kalbimi doldurmuş, başka şeyleri düşünmeye kalbimde yer bırakmamış. Sizin vazifeniz ele bakmaktır, kalbe bakmak değil. Çünkü idarenizi, âsâyişinizi istiyorsunuz. El karışmadığı vakit, ne hakkınız var ki, hiç lâyık olmadığınız halde “Kalb de bizi sevsin” demeye?

Kalbe karışsanız: Evet, ben nasıl bu kış içinde baharı temenni ediyorum ve arzu ediyorum; fakat irade edemiyorum, getirmeye teşebbüs edemiyorum. Öyle de, hal-i âlemin salâhını temenni ediyorum, dua ediyorum ve ehl-i dünyanın ıslahını arzu ediyorum. Fakat irade edemiyorum; çünkü elimden gelmiyor. Bilfiil teşebbüs edemiyorum; çünkü ne vazifemdir, ne de iktidarım var. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

1 : “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis daima kötülüğe sevk eder.” Yusuf Sûresi, 12:53.
 

harp

Well-known member
DÖRDÜNCÜ ŞÜPHELİ SUAL: Ehl-i dünya diyorlar ki: “O kadar belâlar gördük ki, kimseye emniyetimiz kalmadı. Sana nasıl emin olabiliriz ki, fırsat senin eline geçse, arzu ettiğin gibi karışmazsın?”

Elcevap: Evvelki noktalar size emniyet vermekle beraber, memleketimde, talebe ve akrabam içinde, beni dinleyenlerin ortasında, heyecanlı hâdiseler içinde dünyanıza karışmadığım halde, diyar-ı gurbette ve yalnız, tek başıyla, garip, zayıf, âciz, bütün kuvvetiyle âhirete müteveccih, ihtilâttan, muhabereden kesilmiş, iman ve âhiret münasebetiyle uzaktan uzağa yalnız bazı ehl-i âhireti dost bulan ve başka herkese yabanî ve herkes de ona yabanî nazarıyla bakan bir insan, semeresiz, tehlikeli dünyanıza karışsa, muzaaf bir divane olmak gerektir.

BEŞİNCİ NOKTA

Beş küçük meseleye dairdir.

BİRİNCİSİ: Ehl-i dünya bana diyorlar ki: “Bizim usul-ü medeniyetimizi, tarz-ı hayatımızı ve suret-i telebbüsümüzü niçin sen kendine tatbik etmiyorsun? Demek bize muarızsın.”

Ben de derim: Hey efendiler! Ne hakla bana usul-ü medeniyetinizi teklif ediyorsunuz? Halbuki siz, beni hukuk-u medeniyetten iskat etmiş gibi, haksız olarak beş sene bir köyde muhabereden ve ihtilâttan memnu’ bir tarzda ikamet ettirdiniz. Her menfiyi şehirlerde dost ve akrabasıyla beraber bıraktınız ve sonra vesika verdiğiniz halde, sebepsiz beni tecrid edip, bir iki tane müstesna, hiçbir hemşehriyle görüştürmediniz. Demek beni efrad-ı milletten ve raiyetten saymıyorsunuz. Nasıl kanun-u medeniyetinizin bana tatbikini teklif ediyorsunuz? Dünyayı bana zindan ettiniz. Zindanda olan bir adama böyle şeyler teklif edilmez. Siz bana dünya kapısını kapadınız. Ben de âhiret kapısını çaldım; rahmet-i İlâhiye açtı. Âhiret kapısında bulunan bir adama, dünyanın karma karışık usul ve âdâtı ona nasıl teklif edilir? Ne vakit beni serbest bırakıp, memleketime iade edip hukukumu verdiniz; o vakit usulünüzün tatbikini isteyebilirsiniz.
 

harp

Well-known member
İKİNCİ MESELE: Ehl-i dünya diyorlar ki: “Bize ahkâm-ı diniyeyi ve hakaik-i İslâmiyeyi talim edecek resmî bir dairemiz var. Sen ne salâhiyetle neşriyat-ı diniye yapıyorsun? Sen madem nefye mahkûmsun; bu işlere karışmaya hakkın yok.”

Elcevap: Hak ve hakikat inhisar altına alınmaz. İman ve Kur’ân nasıl inhisar altına alınabilir? Siz dünyanızın usulünü, kanununu inhisar altına alabilirsiniz. Fakat hakaik-i imaniye ve esâsât-ı Kur’âniye, resmî bir şekilde ve ücret mukàbilinde, dünya muamelâtı suretine sokulmaz. Belki, bir mevhibe-i İlâhiye olan o esrar, hâlis bir niyetle ve dünyadan ve huzûzât-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.

Hem de sizin o resmî daireniz dahi, memleketteyken beni vaiz kabul etti, tayin etti. Ben o vaizliği kabul ettim, fakat maaşını terk ettim. Elimde vesikam var. Vaizlik, imamlık vesikasıyla her yerde amel edebilirim. Çünkü benim nefyim haksız olmuştur. Hem menfiler madem iade edildi; eski vesikalarımın hükmü bâkidir.

Saniyen: Yazdığım hakaik-i imaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitap etmişim. Herkesi davet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar, o edviye-i Kur’âniyeyi arayıp buluyorlar. Yalnız, medar-ı maişetim için, yeni huruf çıkmadan evvel, haşre dair bir risalemi tab ettirdim. Bunu da, bana karşı insafsız eski vali, o risaleyi tetkik edip, tenkit edecek bir cihet bulamadığı için ilişemedi.

ÜÇÜNCÜ MESELE: Benim bazı dostlarım, ehl-i dünya bana şüpheli baktıkları için, ehl-i dünyaya hoş görünmek için benden zâhiren teberri ediyorlar, belki tenkit ediyorlar. Halbuki, kurnaz ehl-i dünya, bunların teberrisini ve bana karşı içtinaplarını, o ehl-i dünyaya sadakate değil, belki bir nevi riyaya, vicdansızlığa hamledip o dostlarıma karşı fena nazarla bakıyorlar.

Ben de derim: Ey âhiret dostlarım! Benim Kur’ân’a hizmetkârlığımdan teberri edip kaçmayınız. Çünkü, inşaallah benden size zarar gelmez. Eğer faraza musibet gelse veya bana zulmedilse, siz benden teberriyle kurtulamazsınız. O hal ile, musibete ve tokada daha ziyade istihkak kesb edersiniz. Hem ne var ki evhama düşüyorsunuz?
 

harp

Well-known member
DÖRDÜNCÜ MESELE: Şu nefiy zamanında görüyorum ki, hodfuruş ve siyaset bataklığına düşmüş bazı insanlar, bana tarafgirâne, rakibâne bir nazarla bakıyorlar. Güya ben de onlar gibi dünya cereyanlarıyla alâkadarım!

Hey efendiler! Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok. O adamlardan ücret mukàbilinde iş görenler, belki kendilerini bir derece mazur görüyor. Fakat ücretsiz, hamiyet namına bana karşı tarafgirâne, rakibâne vaziyet almak ve ilişmek ve eziyet etmek, gayet fena bir hatadır. Çünkü, sabıkan ispat edildiği gibi, siyaset-i dünya ile hiç alâkadar değilim. Yalnız, bütün vaktimi ve hayatımı hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeye hasr ve vakfetmişim. Madem böyledir; bana eziyet verip rakibâne ilişen adam düşünsün ki, o muamelesi zındıka ve imansızlık namına imana ilişmek hükmüne geçer.

BEŞİNCİ MESELE: Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem 1لاَ يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا اِلاَّ وُسْعَهَا sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.

Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.HAŞİYE Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

1 : “Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemez.” Bakara Sûresi, 2:286.
HAŞİYE : Bu madem’ler içindir ki, şahsıma karşı olan zulümlere, sıkıntılara aldırmıyorum ve ehemmiyet vermiyorum. “Meraka değmiyor” diyorum ve dünyaya karışmıyorum.
 

harp

Well-known member
O ikinci Avrupa'ya hitap ediyorum
09 Mayıs 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san'atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa'ya hitap etmiyorum.
Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa'ya hitap ediyorum. Şöyle ki:
O zaman, o seyahat-i ruhiyede, mehâsin-i medeniyet ve fünun-u nâfiadan başka olan mâlâyâni ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa'nın şahs-ı mânevîsine karşı demiştim:
Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, "Beşerin saadeti bu ikisiyledir." Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek!
Ey küfür ve küfrânı dağıtıp neşreden bedbaht ruh! Acaba, hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibetzede olmuş ve azâba düşmüş bir adamın, cismiyle zâhirî bir surette, aldatıcı bir ziynet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mesut denilebilir mi?
Âyâ, görmüyor musun ki, bir adamın cüz'î bir emirden meyus olması ve vehmî bir emelden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir işten inkisar-ı hayale uğraması sebebiyle, tatlı hayaller ona acılaşıyor, şirin vaziyetler onu tazip ediyor, dünya ona dar geliyor, zindan oluyor.
Halbuki, senin şeâmetinle kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun tâ esasında dalâlet darbesini yiyen ve o dalâlet cihetiyle bütün emelleri inkıtaa uğrayan ve bütün elemleri ondan neş'et eden bir biçare insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba, zâil, yalancı bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu cehennemde azap çeken bir insana mesut denilebilir mi? İşte, sen biçare beşeri böyle baştan çıkardın; yalancı bir cennet içinde cehennemî bir azap çektiriyorsun. (Lemalar Sh. 119-120)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
DÎN-İ HAKİKÎ : Gerçek din.
FEYİZ : Bolluk, bereket; ilim, irfan; mânevî gıdâ; şan, şöhret; ihsan, fazîletli.
HAYAT-I İÇTİMÂİYE-İ BEŞERİYE : İnsanların sosyal hayatı.
NÂFİ : Menfaatli, faydalı, şifalı.
HAKKANİYET : Haktan ve doğruluktan ayrılmama, gerçeklik, doğruluk.
FÜNÛN : Fenler.
HİTÂP : Konuşma, söz söyleme, çağırma, topluluğa veya birisine karşı konuşma.
FELSEFE-İ TABİİYE : Herşeyi tabiatın yarattığına inanan felsefe.
ZULMET : Karanlık.
SEYYİÂT : Kötülükler, günahlar, suçlar.
MEHÂSİN : Güzellikler, iyilikler, iyi ahlâklar, insana verilen hüsün ve cemâl.
BEŞERÎ : İnsanî, insanlara ait.
SEFÂHET : Zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük.
DALÂLET : Hak ve hakîkatten, dinden sapma, ayrılma; azma.
SEVK : Önüne katıp sürme.
SEYAHAT-İ RUHİYE : Rûhun seyahati, rûhen seyahat.
MEHÂSİN-İ MEDENİYET : Medeniyetin nîmetleri, güzellikleri.
FÜNÛN-U NÂFİA : Faydalı fenler.
MÂLÂYÂNÎ : Mânâsız, faydasız, boş şey.
MUZIR : Ziyan veren, zararlı, zarara sokan.
ŞAHS-I MANEVÎ: Tüzel kişilik.
SAKİM: Hasta, keyifsiz. Sağlam olmayan.
NEŞREDEN : Yayan
BEDBAHT : Bahtsız, mutsuz, kötü, fenâ.
MUSÎBET : Belâ, felâket, hastalık, dert, sıkıntı, ezâ, başa gelen acı durumlar.
ZÂHİRÎ : Görünüşte, dıştan, maddî yüze ait.
ZİYNET : Süs.
ÂYÂ : Acaba, nasıl oluyor, hayret gibi mânâlara gelen şaşkınlık bildiren bir edattır.
CÜZ\'Î : Azdan olan, parçaya âit olan, pek az, kıymetsiz.
ME\'YUS : Ümitsiz, kederli.
VEHMÎ : Vehimle ilgili; aslında var olmadığı halde varmış gibi görülen herhangi birşeye âit.
EMEL : Şiddetli istek, gaye, ümit.
İNKİSÂR-I HAYAL : Hayal kırıklığı.
ŞEÂMET : Kötülük, uğursuzluk.
ESAS : Öz.Temel. Kök. Rükün. şart. Hakikat ve mahiyetler.
İNKITÂ : Kesilme, tükenme, tıkanma.
NEŞ\'ET : Çıkma, doğma, meydana gelme, kaynaklanma, yetişme.
ZAİL : (Zâile) Geçen, geçici.Devamlı olmayan. Tükenen.
 

harp

Well-known member
Düşmanlarım zayıf damarımı arıyor
10 Mayıs 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Nurların erkânlarından bir iki doktor, benim hastalığımın şiddetiyle beraber o hâlis, sadık zatlara hastalık noktasından müracaat etmeyip ve ilâçlarını da yemeyip çok ağır hastalıklar içinde onlarla meşveret etmeyerek ve şiddet-i ihtiyacım ve elemlerim içinde yanıma geldikleri vakit, hastalığa dair bahis açmadığımdan endişeli bir merak onlara geldiğinden, sırlı bir hakikati izhara mecbur oldum. Belki size de fâidesi var diye yazıyorum.
Onlara dedim ki:
Hem gizli düşmanlarım, hem nefsim, şeytanın telkiniyle zaif bir damarımı arıyorlar ki, beni onunla yakalayıp Nurlara tam ihlâs ile hizmetime zarar gelsin.
En zaif damar ve dehşetli mâni, hastalık damarıdır. Hastalığa ehemmiyet verdikçe, hiss-i nefs-i cisim galebe eder; “Zarurettir, mecburiyet var” der, ruh ve kalbi susturur, doktoru müstebit bir hâkim gibi yapar ve tavsiyelerine ve gösterdiği ilâçlara itaate mecbur ediyor. Bu ise, fedakârane, ihlâsla hizmete zarar verir.
Hem gizli düşmanlarım da bu zaif damarımdan istifadeye çalışmışlar ve çalışıyorlar. Nasıl ki korku ve tamah ve şan ü şeref cihetinde çalışıyorlar. Çünkü insanın en zaif damarı olan “korku” cihetinde bir halt edemediler, idamlarına beş para vermediğimizi anladılar.
Sonra insanın bir zaif damarı “derd-i maişet ve tamah” cihetinde çok soruşturdular. Nihayetinde, o zaif damardan birşey çıkaramadılar. Sonra onlarca tahakkuk etti ki, onlar mukaddesatını feda ettikleri dünya malı, nazarımızda hiç ehemmiyeti yok ve çok vukuatlarla onlarca da tahakkuk etmiş. Hattâ bu on sene zarfında yüz defadan ziyade resmen “Neyle yaşıyor?” diye mahallî hükûmetlerden sormuşlar.
Sonra en zaif bir damar-ı insânî olan “şan ve şeref ve rütbe” noktasında bana çok elîm bir tarzda o zaif damarımı tutmak için emredilmiş. İhanetler, tahkirlerle, damara dokunduracak işkencelerle dahi hiçbir şeye muvaffak olamadılar. Ve kat’iyen anladılar ki, onların perestiş ettiği dünya şan ve şerefini bir riyakârlık ve zararlı bir hodfuruşluk biliyoruz, onların fevkalâde ehemmiyet verdikleri hubb-u cah ve şan ve şeref-i dünyeviyeye beş para ehemmiyet vermiyoruz, belki onları bu cihette divane biliyoruz.
Sonra bizim hizmetimiz itibarıyla bizde zaif damar sayılan, fakat hakikat noktasında herkesin makbulü ve her şahıs onu kazanmaya müştak olan “mânevî makam sahibi olmak ve velâyet mertebelerinde terakki etmek” ve o nimet-i İlâhiyeyi kendinde bilmektir ki, insanlara menfaatten başka hiçbir zararı yok. Fakat böyle benlik ve enaniyet ve menfaatperestlik ve nefsini kurtarmak hissi galebe çaldığı bir zamanda, elbette sırr-ı ihlâsa ve hiçbir şeye âlet olmamaya bina edilen hizmet-i imaniye ile şahsî makam-ı mâneviyeyi aramamak iktiza ediyor. Harekâtında onları istememek ve düşünmemek lâzımdır ki, hakikî ihlâsın sırrı bozulmasın. İşte bunun içindir ki, herkesin aradığı keşf ü kerâmâtı ve kemâlât ı ruhiyeyi Nur hizmetinin haricinde aramadığımı zaif damarlarımı tutmaya çalışanlar anladılar.
Bu noktada dahi mağlûp oldular.
Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve gelecek Leyle-i Kadri herbir Nurcu hakkında seksen üç sene ibadetle geçmiş bir ömür hükmüne geçmesini hakikat-i Leyle-i Kadri şefaatçi ederek rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz. (Emirdağ Lahikası 1.Cilt, 188. Mektup)
Bediüzzaman Said Nursî
LÜGAT:
Âlet Olma : Araç, Vasıta Olma
Ayn-I Mârifetullah Ve Zikrullah : Allah’ı Bilmenin Ve Zikretmenin Tâ Kendisi
Bahis Açma : Söz Etme
Çelem : Acı, Keder, Sıkıntı
Damar-I İnsânî : İnsana Ait Duygular
Derd-İ Maişet : Geçim Derdi
Divane : Akılsız, Deli
Elhamdü Lillâh : “Allah’a Hamd Olsun”
Elîm : Acı Ve Sıkıntı Veren
Enaniyet : Ben, Benlik
Erkân : İleri Gelenler
Fedakârane : Fedakar Şekilde
Galebe Çalma : Üstün Gelme
Galebe Etme : Üstün Gelme
Hakikat : Doğru, Gerçek
Hakikat : Doğru, Gerçek; Bir Şeyin Asıl Mahiyeti
Hakikî İhlâs : Gerçek İhlâs, İbadet Ve Davranışlarda Sadece Allah Rızasını Gözetme; Samimiyet
Hâlis : İçten, Katıksız, Samimî
Halt Etme : Karıştırma, Uygunsuz İş Yapma
Harekât : Hareketler, Davranışlar
Haşiye : Dipnot
Havali : Çevre, Yöre
Hiss-İ Nefs-İ Cisim : Bedene Ait Duygu
Hizmet-İ İmaniye : İman Hizmeti
Hodfuruşluk : Kendini Beğendirmeye Çalışmak, Övünmek
Hubb-U Cah : Makam, Mevki Sevgisi
Huzur-U Kalbî : Kalp Huzuru
İhanet : Aşağılama, Hakaret Etme
İhlâs : İbadet Ve Davranışlarda Sadece Allah Rızasını Gözetme; Samimiyet
İhtar Edilme : Hatırlatılma, İkaz Edilme
İktiza Etme : Gerektirme
İtaat : Emre Uyma
İzhar : Gösterme, Açığa Çıkarma
Kat'iyen : Kesinlikle
Kemâlât-I Ruhiye : Ruha Üstünlük Sağlayan Özellikler, Ruhen Olgunluğa Erme
Keşf Ü Kerâmât : Allah’ın Bir İkramı Olarak Mânevî Âlemlerde Bazı Hakikatleri Görme Ve Olağanüstü Hâllere Mazhar Olma
Mağlûp Olma : Yenilgiye Uğrama
Mahallî : Yöresel, Bölgesel
Makam-I Mâneviye : Mânevî Makam
Makbul : Kabul Gören, Geçerli
Mebhas : Bahis, Konu
Mecburiyet : Zorunlu Olma
Menfaatperestlik : Çıkarını Düşünme
Meşveret : İşlerin İstişâre (Danışıp Görüşme) Yoluyla Halledilmesi
Muhabbet-İ Îmaniye : İman Sevgisi
Mukaddesat : Mukaddes Olan Şeyler, Kutsal Değerler
Muvaffak : Başarılı
Müstebit : Diktatör, Baskıcı
Müştak Olan : Arzulu, İstekli, Düşkün
Müteessir Olma : Üzülme, Etkilenme
Nazar : Bakış, Görüş
Nefis : Bir Kimsenin Kendisi
Nefis : İnsanı Daima Kötülüğe, Maddî Zevk Ve İsteklere Sevk Eden Duygu
Nimet-İ İlâhiye : Allah’ın Nimeti
Nur Hizmeti : Risale-İ Nur Hizmeti
Nüsha : Yazılı Bir Şeyden Çıkarılan Kopya
Perestiş Etme : Aşırı Bağlılık, Taparcasına Sevme
Riyakârlık : Gösteriş
Sadık : Bağlı, Doğru
Sırr-I İhlâs : İhlâs Sırrı
Şakirt : Talebe, Öğrenci
Şan Ü Şeref : Şan Ve Şeref
Şan Ve Şeref-İ Dünyeviye : Dünyaya Ait Şan Ve Şeref
Şevk : Çok İstek Ve Arzu, Coşku
Şiddet-İ İhtiyac : İhtiyacın Şiddeti, Şiddetli İhtiya
Tahakkuk Etme : Gerçekleşme, Anlaşılma
Tahkir : Aşağılama, Hakaret Etme
Tamah : Açgözlülük, Hırs
Tashih Etme : Düzeltme
Telkin : Fikir Aşılama, Öğüt Verme
Terakki Etmek : Yükselmek, İlerlemek
Velâyet : Velilik; Mânevî Mertebeler Aşarak Allah’ın Yakınlığını Ve Dostluğunu Elde Etme
Vird : Devamlı Yapılan Zikir
Vukuat : Meydana Gelen Olaylar
Zaruret : Zorunluluk, Gereklilik
 

harp

Well-known member
Namaz kılmayan ne kadar da zarar eder...
11 Mayıs 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla
Namaz dinin direğidir. (Hadîs-i şerif: Keşfü'l-Hafâ, 2:3; Hadîs no: 1621; Tirmizî, İmân: 8; İbn-i Mâce, Fiten: 12; Müsned, 5:231, 237.)
Namaz ne kadar kıymettar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masrafla kazanılır; hem namazsız adam ne kadar divane ve zararlı olduğunu iki kere iki dört eder derecesinde kat’î anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, gör:
Bir zaman, bir büyük hâkim, iki hizmetkârını, herbirisine yirmi dört altın verip, iki ay uzaklıkta has ve güzel bir çiftliğine ikamet etmek için gönderiyor. Ve onlara emreder ki: “Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım bazı şeyleri mübâyaa ediniz. Bir günlük mesafede bir istasyon vardır. Hem araba, hem gemi, hem şimendifer, hem tayyare bulunur. Sermayeye göre binilir.”
İki hizmetkâr, ders aldıktan sonra giderler. Birisi bahtiyar idi ki, istasyona kadar bir parça para masraf eder. Fakat o masraf içinde, efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde eder ki, sermayesi birden bine çıkar. Öteki hizmetkâr bedbaht, serseri olduğundan, istasyona kadar yirmi üç altınını sarf eder. Kumara mumara verip zayi eder. Birtek altını kalır. Arkadaşı ona der: “Yahu, şu liranı bir bilete ver, ta bu uzun yolda yayan ve aç kalmayasın. Hem bizim efendimiz kerîmdir; belki merhamet eder, ettiğin kusuru affeder. Seni de tayyareye bindirirler; bir günde mahall-i ikametimize gideriz. Yoksa, iki aylık bir çölde aç, yayan, yalnız gitmeye mecbur olursun.”
Acaba şu adam inat edip, o tek lirasını bir define anahtarı hükmünde olan bir bilete vermeyip muvakkat bir lezzet için sefahete sarf etse, gayet akılsız, zararlı, bedbaht olduğunu en akılsız adam dahi anlamaz mı?
İşte ey namazsız adam! Ve ey namazdan hoşlanmayan nefsim!
O hâkim ise, Rabbimiz, Hâlıkımızdır.
O iki hizmetkâr yolcu ise: Biri mütedeyyin, namazını şevkle kılar; diğeri gafil, namazsız insanlardır.
O yirmi dört altın ise, yirmi dört saat her gündeki ömürdür.
O has çiftlik ise Cennettir.
O istasyon ise kabirdir.
O seyahat ise kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğudur. Amele göre, takvâ kuvvetine göre, o uzun yolu mütefâvit derecede kat’ ederler. Bir kısım ehl-i takvâ berk gibi, bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da hayal gibi, elli bin senelik bir mesafeyi bir günde kat’ eder. Kur’ân-ı Azîmüşşan şu hakikate iki âyetiyle işaret eder.
O bilet ise namazdır. Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir. Acaba yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarf eden ve o uzun hayat-ı ebediyeye bir tek saatini sarf etmeyen, ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilâf-ı akıl hareket eder! Zira, bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek akıl kabul ederse -halbuki kazanç ihtimali binde birdir- sonra yirmi dörtten bir malını, yüzde doksan dokuz ihtimalle kazancı musaddak bir hazine-i ebediyeye vermemek ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü, kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?
Halbuki namazda ruhun, kalbin, aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mübah, dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü âhirete mal edebilir; fani ömrünü bir cihette ibkà eder. (Sözler 4. Söz)
Bediüzzaman Said Nursi
LÜGAT:
Âhiret : Öteki Dünya, Öldükten Sonraki Hayat
Âkıl : Akıllı
Amel : İş, Davranış
Bahtiyar : Talihli
Bedbaht : Talihsiz, Kötü Talihli
Berk : Şimşek
Beşer : İnsan
Define : Hazine, Gizli Servet
Divane : Akılsız, Deli
Dünyevî : Dünyaya Ait
Ebed : Sonsuzluk
Ehl-İ Takvâ : Takvâ Sahipleri
Fani : Ölümlü, Geçici
Gafil : Duyarsız, Sorumsuz, Âhiretten Ve Allah’ın Emir Ve Yasaklarından Habersiz Davranan
Hakikat : Gerçek, Doğru
Hâkim : İdareci, Yönetici
Hâlık : Herşeyi Yaratan Allah
Has : Özel
Haşir : Öldükten Sonra Âhirette Tekrar Diriltilip Allah’ın Huzurunda Toplanma
Hayat-I Dünyeviye : Dünya Hayatı
Hayat-I Ebediye : Sonsuz Âhiret Hayatı
Hazine-İ Ebediye : Sonu Olmayan, Sonsuz Hazine
Hilâf-I Akıl Ve Hikmet : Akla Ve İlme Aykırı
Hizmetkâr : Hizmetçi
İbkà Etmek : Devamlı Ve Kalıcı Hale Getirmek
İkamet Etmek : Oturmak
İştirak Etmek : Katılmak
Kâfi : Yeterli
Kat’ Etmek : Aşmak, Kesmek
Kat’î : Kesin
Kerîm : İkram Sahibi, Cömert
Kıymettar : Kıymetli, Değerli
Kur’ân-I Azîmüşşan : Şanı Yüce Kur’ân
Mahall-İ İkamet : Kalınacak Yer
Mesken : Ev, Yer
Musaddak : Doğrulanan
Muvakkat : Geçici
Mübah : Sevap Veya Günah Olmayan Günlük İşler
Mübâyaa Etmek : Satın Almak
Mühim : Önemli
Mütedeyyin : Dindar
Mütefâvit : Farklı
Nefis : Kişinin Kendisi; İnsanı Maddî Zevk Ve İsteklere Sevk Eden Duygu
Rab : Herbir Varlığa Yaratılış Gayelerine Ulaşmaları İçin Muhtaç Olduğu Şeyleri Veren, Onları Terbiye Edip İdaresi Ve Egemenliği Altında Bulunduran Allah
Sarf Etmek : Harcamak
Sefahet : Yasak Zevk Ve Eğlencelere Düşkünlük, Bilnçsizcesizce Davranış, Budalalık
Sermaye-İ Ömür : Ömür Sermayesi
Suret : Şekil
Şevk : Çok İstek Ve Arzu, Coşku
Şimendifer : Tren
Takvâ : Allah’tan Korkup Emir Ve Yasaklarına Titizlikle Uyma
Tayyare : Uçak
Temsilî : Kıyaslamalı Benzetme Şeklinde, Analojik
Zayi Etmek : Kaybetmek
Zulmetmek : Haksız Yere Kötülük Etmek
 

harp

Well-known member
Risale-i Nur'un kerametli üç Risalesi...
12 Mayıs 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Bütün nimetleri ihsan eden Allah’a hamd olsun.
Risale-i Nur’un silsile-i kerâmâtından Mu’cizat-ı Ahmediye ve kerametli Yirmi Dokuzuncu Söz ve İşârâtü’l-İ’câz’ın himayetkârâne ve mu’cizâne yeni bir kerametleri şudur ki:
Bu Ramazan-ı Şerifin başında doktorun ihbarıyla ve kuvvetli emarelerin delâletiyle ve birden hararet kırk dereceden geçmesiyle tebeyyün eden, zehirlemekten gelen şiddetli hastalık hengâmında, kardeşimiz Âtıf’ın habbe gibi hâdisesini, hariç valiler kubbe yaparak, buranın hem adliye, hem zabıta, hem vilâyete şifrelerle Risale-i Nur aleyhine sevk edildiği aynı zamanda, iki saat evvel, Mu’cizat ı Ahmediye İstanbul’dan koşup imdada gelmiş.
Masada iken, Yirmi Dokuzuncu Söz ve kerametli İşârâtü’l-İ’câz, Tosya kasabasından imdada gelmiş gibi, aynı vakitte yaldızlı ciltleriyle masa üzerinde dururken, onların müsadere endişesi ve elliden ziyade sair risalelerin de namazsız ellerin zaptına geçmek ihtimali ve şiddetli hastalığın konuşturmamak vaziyetiyle beraber, Risale-i Nur’un o üç kerametli risaleleri, öyle harika bir himayet ve muhafazaya vesile ve o zehirlendirmeye panzehir ve tiryak oldu ki, bu hale muttali olan bizler, şimdi de hayretteyiz.
Güya hiçbir hastalık yokmuş gibi, gayet kuvvetli, hem şiddetli tokatlar vurarak, o düşmanlık vaziyeti dostluğa çevrildi.
Hem adliyenin büyük memurları ve taharri komiserleri, şiddetli taharri ve müsadere için geldikleri halde, elliden ziyade kitaplardan hiçbirine el uzatmadan, yalnız o risalelerin kerametlerini kısmen dinleyerek onların mânevî himayeti altında muhafaza edildi. Yalnız Müdâfaat ve On Altıncı Mektup ve Ramazaniye Risalesini mütalâa etmek için biz verdik.
Üçüncü günde, daha şiddetli arama ve taharri etmek, zabıtanın siyasî komiseri bir taharri komiseriyle geldiği vakitten iki üç saat evvel, üç kerametli risalelerin kumandasında bütün risaleler, kendilerini ellere vermemek için ortada görünmediler. Bütün iki saat o taharri neticesinde, Ankara’dan gelen bir Ramazan tebrikiyle, bir Ramazaniye Risalesini elde ettiler. Mütalâadan sonra iade etmek vaadiyle aldılar.
Bütün bu hâlât, yüksekte duran Mu’cizatlı Kur’ân-ı Azîmüşşanla beraber, i’câzlı Hizb-i Kur’ânînin nüshaları ve Hizb-i Nurînin risaleleri, bu harika vaziyeti gösterdiler.
Cenâb-ı Hakka, onların hurufatı adedince ve şehr-i Ramazan’ın dakikalarının âşireleri sayısınca hamd ü senâ ediyoruz. Elhamdü lillâhi alâ külli hâl.
Hem hastalıktan gelen teessür ve Âtıf’ın hâdisesiyle kalbime gelen teellüm ve onlara acımak ve Isparta’ya sirayet etmek endişesinden neş’et eden sıkıntı ve bu mübarek şehirde Risale-i Nur’un (Gizliden gizliye yanıp aydınlanıyor.) perdesi altına girmesi ve üçüncü günde, o iki taharriden sonra, akşama kadar gelen ve gidenlerin mütemadiyen tarassut edilmesi ve Emin’in hanesi de birşey bulunmadan taharri edilmesi cihetiyle ziyade muztarip ve müteellim iken, Cenab-ı Erhamürrâhimînin rahmetiyle, şimdiye kadar devam eden inâyet-i İlâhiye himayeti ve rıza, teslim, tevekkül ve ihlâsın verdikleri teselli, bütün o müz’iç şeyleri akîm bıraktı. Kemâl-i ferah ve istirahatle “Görelim Mevlâ neyler, neylerse güzel eyler” deyip, kemâl-i teslimiyetle müsterih olduk. Siz de öyle olunuz, fütur getirmeyiniz.
Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ederiz.
Hastalık devam ediyor, fakat tahammül haricinde değil. O musibet de, Risale i Nur’un parlak neşriyatına tevakkuf vermemek içindi. (Kastamonu Lahikası, 171. Mektup)
Kardeşiniz
Bediüzzaman Said Nursi
LÜGAT:
Akîm : Neticesiz, Sonuçsuz
Âşire : Saatin Dakika Ve Saniye Gibi On Birim Küçüğü Olan Zaman Dilimi
Cenâb-I Erhamürrâhimîn : Merhametlilerin En Merhametlisi Olan Şeref Ve Azamet Sahibi Yüce Allah
Delâlet : Delil Olma, İşaret Etme
Elhamdü Lillâhi Alâ Külli Hal : Her Hal İçin Allah’a Hamd Olsun
Emare : Belirti, İşaret
Fütur : Usanç, Gevşeklik
Habbeyi Kubbe Yapmak : Bir Şeyi Olduğundan Büyük Göstermek, Çok Abartmak
Hâlât : Haller, Durumlar
Hamd Ü Senâ : Şükür Ve Övgü
Hane : Ev
Hengâm : Ân, Zaman
Himayet : Koruma
Himayetkârâne : Himaye Ederek, Koruyarak
Hurufat : Harfler
İ’câzlı : Bir Benzerini Yapmakta Başkalarını Aciz Bırakacak Şekilde, Mu’cizeli
İhbar : Haber Verme
İhlâs : İbadet Ve Davranışlarda Sadece Allah’ın Rızasını Gözetme; Samimiyet
İmdad : Yardım
İnâyet-İ İlâhiye : Allah’ın İnâyeti, Yardımı
İşârâtü’l-İ’câz : Kur’ân’ın Mucizeliğine Dair Yazılan Risale-İ Nur’dan Bir Eser
Kemâl-İ Ferah Ve İstirahat : Tam Bir Rahat Ve Huzur
Kemâl-İ Teslimiyet : Tam Bir Teslimiyet
Keramet : Allah’ın Bir İkramı Olarak Görünen Olağanüstü Hal Ve Fiil
Mevlâ : Efendi, Koruyucu, Sahip, Allah
Mu’cizâne : Mu’cizeli Bir Şekilde, Benzerini Yapmaktan İnsanları Aciz Bırakacak Şekilde
Mu’cizât-I Ahmediye : Peygamber Efendimizin (A.S.M.) Gösterdiği Mu’cizeler; On Dokuzuncu Mektup
Mu’cizatlı Kur’ân-I Azîmüşşan : İçinde Mu’cizeler Bulunan, Şan Ve Şerefi Yüce Olan Kur’ân
Muhafaza : Koruma
Musibet : Belâ, Felaket, Sıkıntı
Muttali : Bilme
Muztarip : Izdıraplı, Acı Duyan
Mübarek : Mukaddes, Hayırlı
Müdâfaat : Savunmalar; Yirmi Yedinci Ve Otuz Birinci Lem’a’lar
Müsadere : Bir Kimsenin Malına Devlet Tarafından El Konulması
Müsterih : Rahatlama
Mütalâa : Dikkatle Okuma, İnceleme
Mütalâa Etme : Dikkatle Okuma, İnceleme
Müteellim : Elem Çeken, Acı Duyan
Mütemadiyen : Sürekli Olarak
Müz’iç : Sıkıntı Veren
Neş’et Eden : Doğan, Meydana Gelen
Neşriyat : Yayma, Yayın
Nüsha : Kopya
Panzehir : Zehire Karşı İlâç
Rahmet : Şefkat, Merhamet Ve İhsan
Ramazaniye Risalesi : Yirmi Dokuzuncu Mektup İkinci Risale Olan İkinci Kısım
Rıza : Memnuniyet
Risale : Küçük Çaplı Kitap; Risale-İ Nur’un Her Bir Bölümü
Sair : Diğer, Başka
Silsile-İ Kerâmât : Kerâmetler Zinciri
Sirayet : Bulaşma
Şehr-İ Ramazan : Ramazan Ayı
Taharrî : Araştırma, İnceleme
Tarassut : Gözetim Altında Tutma
Tebeyyün Eden : Belli Olan, Ortaya Çıkan
Teellüm : Kederlenme, Üzüntü
Teessür : Üzüntü
Tevakkuf : Durma, Duraklama
Tevekkül : Allah’a Güvenme Ve Onu Vekil Kabul Etme
Tiryak : Derman, İlaç
Umum : Bütün
Vaad : Söz Verme
Vilâyet : İl
Zabıta : Polis
Zapt : Koruma, Kayıt
Ziyade : Çok, Fazla
 


Bu alana bir cevap yazın...
Üst