Tefeül...

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.17.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
Birinci sual: Gazetelerin aldatmalarıyla meşru bilerek buradaki görenek ve âdete binaen cereyan-ı umumîye kapılan safdillerin cezası nedir?

İkinci sual: Bir insan yılan sûretine girse yahut bir velî haydut kıyafetine girse veyahut meşrutiyet, istibdat şekline girse, ona taarruz edenlerin cezası nedir? Belki, hakikaten onlar yılandırlar, haydutturlar ve istibdattırlar.

Üçüncü sual: Acaba müstebit yalnız bir şahıs mı olur? Müteaddit şahıslar müstebit olmaz mı? Bence kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat münkasım olmuş olur. Ve komitecilikle tam şiddetlenir.

Dördüncü sual: Bir mâsumu idam etmek mi, yoksa on câniyi affetmek mi daha zarardır?

Beşinci sual: Maddî tazyikler, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği gibi daha ziyade nifak ve tefrika vermez mi?

Altıncı sual: Bir mâden-i hayat-ı içtimaiyemiz olan ittihad-ı millet, ref-i imtiyazdan başka ne ile olur?

Yedinci sual: Müsavatı ihlâl ve yalnız bazıları tahsis ve haklarında kanunu tamamıyla tatbik etmek, zahiren adalet iken, bir cihette acaba müsavatsızlıkla zulüm ve garaz olmaz mı? Hem de tebrie ve tahliye ile mâsumiyetleri tebeyyün eden ekser mahbusînin, belki yüzde sekseni mâsum iken, acaba ekseriyet nokta i nazarında bu hal hükümfermâ olsa, garaz ve fikr-i intikam olmaz mı? Divan-ı harbe diyeceğim yok, ihbar edenler düşünsünler.

Sekizinci sual: Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrutiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrutiyet altında olan muannid istibdada ilişmiş ise, acaba kabahat kimdedir?

Dokuzuncu sual: Acaba bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibaha etse, sonra da zâyiat vuku bulsa, kabahat kimdedir?


Lügatler :
adalet : hak sahibine hakkını verme, haksızı terbiye etme ve cezalandırma
binaen : dayanarak
cereyan-ı umumîye : genel cereyan, akım, hareket
divan-ı harp : askerî mahkeme
ehl-i meslek ve fikir : fikir, düşünce ve meslek sahipleri
ekseriyet : çoğunluk
fırka : grup, topluluk, parti
fikr-i intikam : intikam fikri, düşüncesi
galebe : üstün gelme
garaz : kötü kasıt, art niyet
haydut : eşkıya
hükümfermâ : hüküm süren
ibâha : serbest etme, helâl gösterme
ihlâl : bozma, karıştırma
imtiyaz : ayrıcalık, özel sınıf statüsü
ism-i meşrutiyet : meşrutiyet ismi
istibdad : baskı, zorbalık
ittihad-ı millet : milletin birliği
komitecilik : belli bir amaç için bir araya gelenlerin faaliyet göstermesi
mâden-i hayat-ı içtimaiye : sosyal hayatın madeni, kaynağı
mahbusîn : hapsedilmiş olanlar, tutuklular
mâsumiyet : suçsuzluk
meşru : yasal, kanunî; dine uygun
muannid : inatçı
muhalif : karşı, karşıt
münkasım : bölünmüş, bölümlere ayrılmış
müsavat : eşitlik
müsavatsızlık : eşitsizlik
müstebit : baskıcı, diktatör
müteaddit : birçok, çeşitli
nifak : münafıklık, ikiyüzlülük
nokta-i asabiye : ırkçılık damarı, ırkçılık noktası
nokta-i nazar : bakış açısı
ref-i imtiyaz : ayrımcılığın, kayırmacılığın kaldırılması
safdil : saf kalpli, kolay aldanan
taarruz : saldırma, hücum etme
tahliye : serbest bırakılma
tahsis : birşeye ait kılma
tatbik : uygulama
tazyik : baskı
tebeyyün : ortaya çıkma, görünme
tebrie : beraat etme, suçsuz bulunma
tefrika verme : bölücülük ve ayrımcılığa neden olma
velî : Allah’ın sevgili kulu, Allah dostu
vuku bulma : gerçekleşme, meydana gelme
zahiren : görünürde
zâyiat : kayıplar, zararlar


 

uður1

Well-known member
Şu kainat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrib ve tamir içinde çalkalanan bir şehir var.. ve o şehirde her vakit harb ve hicret içinde kaynayan bir memleket var.. ve o memlekette her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir alem var. Halbuki o sarayda, o şehirde, o memlekette, o âlemde o derece hayret-engiz bir müvazene, bir mizan, bir tevzin hükmediyor, bilbedahe isbat eder ki: Bu hadsiz mevcudatta olan tahavvülat ve varidat ve masarıf; her bir anda umum kainatı görür, nazar-ı teftişinden geçirir bir tek zatın mizanıyla ölçülür, tartılır. Yoksa balıklardan bir balık bin yumurtacık ile ve nebatattan haşhaş gibi bir çiçek yirmi bin tohum ile ve sel gibi akan unsurların, inkılabların hücumuyla şiddetle müvazeneyi bozmaya çalışan ve istila etmek isteyen esbab başıboş olsalardı veyahud maksadsız serseri tesadüf ve mizansız kör kuvvete ve şuursuz zulmetli tabiata havale edilseydi, o müvazene-i eşya ve müvazene-i kainat öyle bozulacaktı ki; bir senede, belki bir günde herc ü merc olurdu. Yani: Deniz karmakarışık şeylerle dolacaktı, taaffün edecekti; hava, gazat-ı muzırra ile zehirlenecekti; zemin ise bir mezbele, bir mezbaha, bir bataklığa dönecekti. Dünya boğulacaktı.
(Bediüzzaman Said Nursi - 30. Lem'adan)

Lügatler
Âlem :dünya, kâinat
Bilbedahe :açık olarak, aşikar
Esbab : sebebler
Gazat-ı muzırra :zararlı gazlar, zehirli gazlar
Hadsiz : sayısız, sınırsız
Harb :savaş
Havale :ısmarlama, işi veya şeyi başkasına bırakma
Hayret-engiz :hayret veren, hayret içinde bırakan
Herc ü merc :karışıklık, dağınıklık
Hicret :göçetmek
İnkılab :başka tarza değişmek, dönüşüm
İstila :kaplamak, yayılmak, ele geçirmek, işgal etmek
Kâinat : evren, yaratılanların hepsi
Lem’a :parıltı, parlamak
Masarıf :sarfetme, harcama, işleyiş
Mevcudat :varlıklar
Mevt :ölüm
Mezbaha :hayvan kesilen yer
Mezbele :çöplük
Mizan :terazi, ölçü, tartı, denge
muvazene : karşılaştırma
Muvazene-i eşya :şeylerdeki dengeler, uygunluklar

Muvazene-i kâinat :kâinattaki dengeler, uygunluklar
mütemadiyen : devamlı
Nazar-ı teftiş :inceleyici bakış
Nebatat :bitkiler
Serseri :başına buyruk hareket eden, eşkıya, suçlu
Şuur :anlayış, idrak, bilinç
Taaffün :çürüyüp kokuşma
tabiat : doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem
Tahavvülat :değişimler, dönüşümler
Tahrib :harap etme, yıkma, bozma
Tamir :imar etme, onarma
Tesadüf : rastgelmek, kendiliğinden olmak, tedbirsiz meydana gelmek
Tevzin :tartmak, ölçülü hale koymak, dengelemek
Umum : bütün,tüm, tamam, hepsi
Unsur :madde, parça, tam olan şeyin parçaları
Varidat :hatıra gelen, içe doğan şeyler, gelir
Zat : hürmete layık kimse, kişi
Zemin :yeryüzü
Zulmet : karanlık, sıkıntı


 

uður1

Well-known member
Ölüm dört yönden nimettir
11 Ekim 2011 / 00:01
Günlük Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
S-Ölüm nasıl nimet olur ve ne suretle nimetlerin sırasına dahil edilmiştir?
C-Evvelâ: Ölüm, saadet-i ebediyeye mukaddemedir; bu itibarla nimet sayılabilir.
Çünkü nimetin mukaddemesi de nimettir. Nitekim vâcibin mukaddemesi vâcip, haramın mukaddemesi haramdır.
Saniyen: Ölüm, muzır hayvanlarla dolu bir hapisten geniş bir sahrâya çıkmak gibidir. Binaenaleyh, ruh, ceset kafesinden çıkarsa necat bulur.
Salisen: Ölüm olmasaydı, küre-i arz nev-i beşeri istiab edemezdi ve nev-i beşer müthiş perişaniyetlere maruz kalırdı.
Rabian: İhtiyarlık yüzünden öyle bir dereceye gelenler var ki, tekâlif-i hayatiyeye kàdir olamaz, daima ölümünü isterler.
İşte bunun için, ölüm nimettir. [İşaratül-İcaz]
Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:

Mâlik: sahip, herşeyin hakiki sahibi olan Allah
Sâni: her şeyi mükemmel bir şekilde ve san’atla yaratan Allah
beyan: açıklama, anlatım
bilcümle: bütün, bütünüyle
binaen: -dayanarak
binaenaleyh: bundan dolayı
esbab: sebepler hakiki: gerçek
haram: dince kesin bir delil ile yasaklanan şey
hayat-ı uhreviye: âhiret hayatı
haşir: öldükten sonra âhiret âleminde tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma
hicap: örtü, perde
hikmet: amaç, gaye hüsün: güzellik
inkılâp etme: dönüşme
istiab etme: içine alma, sığdırma
itibarla: özellikle
izhar-ı izzet: izzet ve yüceliği gösterme
kubuh: çirkinlik, kötülük
kàdir olma: gücü yetirme, üstesinden gelme
kâinat: evren, yaratılmış herşey
küre-i arz: yer küre, dünya
mukaddeme: hazırlık, başlangıç
muzır: zararlı
necat bulmak: kurtuluşa ermek
nef’: fayda
nev-i beşer: insanlar
nikmet: azap, ceza
perişaniyet: perişanlık
rabian: dördüncü olarak
râci: ait, dönük
saadet-i ebediye: sonu olmayan, sonsuz mutluluk
sahrâ: çöl, meydan
salisen: üçüncü olarak
saniyen: ikinci olarak
tasfiye: arındırma, temizleme
tekâlif-i hayatiye: hayatın yükümlülükleri, sorumlulukları
ukde: düğüm
vesait: araçlar, vasıtalar
vukua gelme: meydana gelme
vâcib: dinî bakımdan yapılması şart ve kesin olan ve yapılması istenen emir
âlem: dünya; evren, kâinat
âlem-i kevn ve fesad: oluşlar ve yok oluşlar dünyası
şefkat: acıma, merhamet
 

uður1

Well-known member
Cevap: Dua Ufku

Peygamberimizin duaları

Sual: Her peygamber gibi, Peygamber efendimizin de, hiç günah işlemediği halde, (Beni günahtan, küfürden koru) gibi dualar etmesinin hikmeti nedir?
CEVAP
Nasıl dua edileceğini bize öğretmek için, öyle dua etmiştir. Bazıları şöyledir:
(Allah'ım, bizi açık ve gizli bütün günahlardan koru!) [Taberani]
(Allah’ım, ürpermeyen kalbden ve doymayan nefisten sana sığınırım.) [Müslim]
(Allah’ım, tembellikten, cimrilikten, korkaklıktan, düşkün ihtiyarlıktan sana sığınırım.) [Hâkim]
(Allah’ım, bize dinî musibet verme! Bize acımayanları başımıza musallat etme!) [Tirmizi]
(Allah’ım, bana öyle bir iman ve yakîn ver ki, sonu küfür olmasın!) [Tirmizi]
(Allah’ım, denizlerin arasını ayırdığın gibi, beni Cehennem azabından koru!) [Tirmizi]
(Allah’ım, bizi dostlarınla dost, düşmanlarınla düşman olanlardan eyle!) [Tirmizi]
(Allah’ım, fayda vermeyen ilimden, kabul edilmeyen amel ve duadan sana sığınırım.) [Müslim]
(Allah’ım, senden, bilip bilmediğim her hayrı ister, her şerden sana sığınırım.) [Taberani]
(Allah’ım, bizi dünya zilletinden ve âhiret azabından muhafaza eyle!) [Müslim]
(Allah’ım, günahımı affet ve rızkıma bereket ver!) [İ. Ahmed]
(Allah’ım, kötü huy, kötü iş, kötü arzu ve kötü hastalıklardan sana sığınırım.) [Ebu Davud]
(Allah’ım, yaptığım ve yapmadığım şeylerin şerrinden sana sığınırım.) [Nesai]
(Allah’ım, ölüm anındaki sıkıntılara karşı bana yardım et!) [Tirmizi]
(Allah’ım, beni çok şükreden ve çok sabreden kullarından eyle!) [Bezzar]
(Allah’ım, beni çok zikreden ve emrine uyandan eyle!) [Tirmizi]
(Allah’ım, ilmimi arttır!) [Tirmizi]
(Allah’ım, kulak, göz, dil, kalb ve şehvetimin şerrinden sana sığınırım.) [Nesai]
(Allah’ım, nankörlükten ve kabir azabından sana sığınırım.) [Müslim]
(Allah’ım, bana hidayet, takva, tokgözlülük ve zenginlik nasip eyle!) [Müslim]
(Allah’ım, sıhhat, iffet, güzel ahlâk ver ve kaderine rıza göstermemi nasip et!) [Taberani]
(Allah’ım, gazabından rızana, cezandan affına, azabından rahmetine sığınıyorum.) [Müslim]
(Allah’ım, her zorluğu bana kolaylaştır! Dünya ve âhirette âfiyet ver!) [Taberani]
(Allah’ım, kalbimi ve amelimi riyadan, dilimi yalandan, gözümü hıyanetten koru!) [Hatib]
(Allah’ım, beni ilimle zengin et, hilmle süsle, takva ile şereflendir!) [İ. Neccar]
 

uður1

Well-known member
Cevap: Dua Ufku

http://www.dinibilgiler.gen.tr/resim/kelam/besmele.jpg




Ne olur Yüce Mevlâmız, adavet hisleriyle oturup kalkan, inanmış insanların aleyhinde sürekli komplo üstüne komplo kuran o kimselerin düşmanlık hislerini kalblerinden söküp at ve bütün duyma, görme ve idrak kabiliyetlerini topyekün insanlığın hayrına olabilecek istikamete tevcîh buyur. Biz, onların yapmak istedikleri kötülükleri, vermek istedikleri zararları, hile ve hud'alarını, tuzaklarını, komplolarını ancak Senin yardımınla def edebiliriz. Onun için de, Rabbimiz, o insafsız gaddarlardan gelebilecek her türlü şerden Senin sıyanetine dehâlet ediyoruz. Bu haddini bilmez, insafsız tipler şayet salâh yolunu seçmezler, fitne ve fesatlarına devam ederlerse, Sen onların ellerini kollarını bağla.. ayaklarına prangalar vur.. kalemlerini yazamaz, dillerini de konuşamaz hâle getir.. inananların aleyhinde kullandıkları ne kadar yol-yöntem, imkan ve malzeme varsa, hepsini ellerinden çekip al.. menfûr emellerine ulaşmalarına fırsat verme ve bizi o tiran bozması zalimlerle karşı karşıya bırakma ve nusretinle, hıfz u inayetinle bu âciz ve çaresiz kullarını te'yîd buyur!

AMİN.. AMİN.. AMİN!..
AMİN AMİN AMİN ECMAİN İNŞ.........
 

uður1

Well-known member
Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel bir azabdır. Buna karşı ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazînane yalvarmakla ve pek ciddî nedamet ve tövbe ve istiğfar ile karşılamak ve sünnet-i seniye dairesinde, bid'alar karışmadan, şeraitin tayin ettiği tarzda dergâh-ı İlahiyeye iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir.
Hem böyle umumî musibetler, ekser nâsın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekseri, -kısm-ı a'zamı- tövbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def'olur.

(Bediüzzaman Said Nursi - Emirdağ lahikası 1’den)

Lügatler
Azab :büyük sıkıntı, dünyada işlenen günahların âhiretteki cezası
Bid’a :sonradan meydana çıkan şeyler
Ceza-yı amel :yapılan işin karşılığı
cihet :yön, taraf
Def’olmak :eek:rtadan kalkmak, savmak
Dergâh-ı ilahiye :Allah’ın huzuru, Allah’ın kapısı
Dua :yalvarma, yakarma, isteme
Ekser :pek fazla, daha çok, çoğunluk
Hazinane :hüzünlü olarak, kederli şekilde
Hüzün : üzüntü
İltica :sığınma
İstiğfar :af dilemek, kusurlarının bağışlanması için yalvarmak
Keder :tasa, kaygı, can sıkıntısı, gam
Kısm-ı azam :en büyük kısım
Lâhika :mektup, ilave
Mahsus :hususi, ayrılmış, tayin edilmiş, özel
Mukabele : karşılık verme
Musibet :bela, felaket, afet, dert
Nas :insanlar
Nedamet :pişmanlık
niyaz : dua, yalvarma
Sünnet-i seniyye :Hz. Peygamberin(a.s.) en yüksek halleri, yaşayışı, tavırları, hareket düsturları
Şerait :şartlar
Ubudiyet :kulluk
Umumî :herkesle alakalı, herkese dair, genel
 

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.21.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
وَلَوْلاَ تَكَالِيفُ الْعُلٰى وَمَقَاصِدُ عَوَالٍ وَاَعْقَابُ اْلاَحَادِيثِ فِي غَدٍ
َلاَعْطَيْتُ نَفْسِى فِى التَّخَلِّى مُرَادَهَا وَذَاكَ مُرَادِى مُذْ نَشَئْتُ وَمَقْصَدِى
وَاَكْتُمُ اَشْيَاءً وَلَوْ شِئْتُ قُلْتُهَا وَلَوْ قُلْتُهَا لَمْ اُبْقِ لِلصُّلْحِ مَوْضِعًا[SUP]1[/SUP]
Tenbih: MEDENİYETTEN İSTİFAM, sizi düşündürecek. Evet, böyle istibdat ve sefahete ve zilletle memzuç medeniyete, bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet, eşhası fakir ve sefih ve ahlâksız eder. Fakat hakikî medeniyet, nev-i insanın terakki ve tekemmülüne ve mahiyet-i nev’iyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek, insaniyeti istemektir.

Hem de mânâ-yı meşrutiyete iptilâ ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asya’nın ve âlem-i İslâmın istikbalde terakkisinin birinci kapısı meşrutiyet-i meşrua ve şeriat dairesindeki hürriyettir. Ve talih ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşrutiyetteki şûrâdır. Zira, şimdiye kadar üç yüz yetmiş milyon İslâm ecanibin istibdad-ı mânevîsi altında eziliyordu. Şimdi hâkimiyet-i İslâmiye, âlemde, bahusus bundan sonra Asya’da hükümfermâ olduğu halde, her bir ferd-i Müslüman hâkimiyetin bir cüz-ü hakikîsine mâlik olur. Ve hürriyet üç yüz yetmiş milyon İslâmı esaretten halâs etmeye bir çâre-i yegânedir. Farz-ı muhal olarak, burada yirmi milyon nüfus, tesis-i hürriyette çok zarardîde olsalar da, feda olsunlar. Yirmiyi verir, üç yüzü alırız.

Yazık! Eyvahlar olsun! Bizdeki unsurlar, ırklar, hava gibi muhtelittir. Su gibi memzuç olmamışlar. İnşaallah, elektrik-i hakaik-i İslâmiyetle imtizaç ederek, ziya-yı maarif-i İslâmiye hararetiyle kuvvet tevlid ederek bir mizâc-ı mutedile-i adalet vücuda gelecektir.

Yaşasın meşrutiyet-i meşrua! Sağ olsun hakikat-i şeriat terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet!

İstibdadın Garibüzzamanı,
Meşrutiyetin Bediüzzamanı,
Şimdikinin de Bid’atüzzamanı:
Said Nursî

[h=3]Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :[/h] [SUP]1[/SUP] : Eğer ulvî mes’uliyetler, yüce gayeler ve bir de hâdiselerin yarın ne getireceği belli olmasaydı, nefsimin benden istediklerini yerine getirirdim. Zira çocukluktan beri takip ettiğim gayem budur. Söyleyeceğim bazı şeyleri gizliyorum. Çünkü söylersem, sulh için bir zemin bırakmamış olurum.

Lügatler :
âlem-i İslâm : İslâm dünyası
baht-ı İslâm : Müslümanların talihi
bahusus : özellikle
bedeviyet : göçebelik; şehirlilikten uzak göçebe hayatı

Bid’atüzzaman : zamanın bid’ası; zamanın yenilikçi acayip kişisi
cüz-ü hakikî : gerçek, asıl kısım
çâre-i yegâne : tek çâre
ecanib : ecnebiler, yabancılar

elektrik-i hakaik-i İslâmiyet : İslâmiyetin hakikat ve esaslarının elektriği, ışığı
esaret : esirlik, kölelik
eşhas : şahıslar
farz-ı muhal : imkânsızı varsaymak
ferd-i Müslüman : Müslüman fert, birey

Garibüzzaman : zamanın garibi; zamanın şaşırtıcı, hayret verici kişisi
hâdise : olay

hakikat-i şeriat : şeriatın hakikat ve esası
hakikî : gerçek
hâkimiyet : egemenlik, hükümranlık
hâkimiyet-i İslâmiye : İslâmiyetin egemenlik ve hâkimiyeti
halâs : kurtarma

hararet : sıcaklık, ısı
hükümfermâ : hüküm süren

imtizaç etme : karışıp kaynaşma
insaniyet : insanlık
iptilâ : düşkünlük, tiryakilik
istibdad-ı mânevî : mânevî baskı, zulüm
istibdat : baskı, zulüm
kuvveden fiile çıkma : potansiyel özellikleri dışa yansıtma, uygulama
mahiyet-i nev’iyesi : türünün niteliği, temel özelliği
mâlik : sahip
mânâ-yı meşrutiyet : meşrutiyetin anlamı
memzuç : karışmış, birbirinin içinde kaynaşmış
meşrutiyet-i meşrua : dine uygun meşrutiyet; İslâmın öngördüğü meşrutiyet

mizâc-ı mutedile-i adalet : ölçülü ve dengeli adalet yapısı karakteri
muhabbet : sevgi

muhtelit : karışık
nefis : insanı daima kötülüğe, hazır zevk ve isteklere sevk eden duygu
nev-i insan : insan türü, insanlık

neyyir-i hürriyet : hürriyetin ışığı, aydınlığı
nokta-i nazar : bakış açısı
nüfus : nefisler
sefahet : yasak zevk ve eğlencelere düşkünlük, zararı yararı ayırt edememe
sefih : yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün, beyinsizce davranan
sulh : barış
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet
şûrâ : karşılıklı fikir alışverişinde bulunmak için toplanma
taht : makam
tekemmül : mükemmelleşme, gelişme, ilerleme
tenbih : ikaz, uyarı
terakki : ilerleme, yükselme
tesis-i hürriyet : hürriyetin kurulması

tevlid : üretme
ulvî : yüce, büyük

unsur : ırk
vücuda gelme : gerçekleşme, meydana gelme
zarardîde : zarar görmüş
zemin : yer
zillet : alçaklık, aşağılık

ziya-yı maarif-i İslâmiye : İslâmî ilimlerin ışığı



TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 12.19.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR(DEVAMI)
“Senin bu vaziyetin nedir?” diye soruldu. “Madem milyonlar kadar arkadaşların var; neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?”

Cevaben dedi: “Madem mesleğimiz âzamî ihlâstır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, bâki bir mesele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek âzamî ihlâsın iktizasıdır. Meselâ, harp içinde, avcı hattında, düşmanın top gülleleri arasında Kur’ân-ı Hakîmin tek bir âyetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini tercih ederek, o gülleler içinde Habib kâtibine ‘Defteri çıkar’ diyerek at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek Kur’ân’ın bir harfinin, bir nüktesini düşmanın güllelerine karşı terk etmemiş ruhunun kurtulmasına tercih etmiş.”

O kardeşimize sorduk: “Bu acip ihlâsı nereden ders almışsın?”

Demiş: İki noktadan...

Birisi: Âlem-i İslâmiyetin en acip harbi olan Bedir Harbinde, namaz vaktinde cemaatten hissesiz kalmamak için, düşmanın hücumuyla beraber mücahidlerin yarısı silâhını bırakıp cemaat hayrına şerik olmak, iki rek’at sonra onlar da hissedar olsun diye Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm bir hadis-i şerifiyle emretmiş olmasıdır. Madem harpte bu ruhsat var. Ve madem cemaat hayrı da sünnet olduğu halde, o sünnete riayet etmek en büyük bir hâdise-i dünyeviyeye tercih edilmiş. Üstad-ı mutlakın böyle bir işaretinden bir nüktecik alarak, biz de ruh ve canımızla ittibâ ediyoruz.

İkincisi: Kahraman-ı İslâm İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, Celcelûtiyenin çok yerlerinde ve âhirinde bir himayetçi istemiş ki, namaz içinde huzuruna gaflet gelmesin. Düşmanları tarafından ona bir hücum mânâsı hâtırına gelmemek, sırf namazdaki huzuruna pek çok olan düşmanları tarafından bir hücum tasavvuru ile namazdaki huzuruna mâni olunmamak için, bir muhafız ifriti dergâh-ı İlâhîden niyaz etmiş.

İşte bu biçare, ömrü bu zamanda hodfuruşluk içinde yuvarlanan biçare kardeşiniz de, hem sebeb-i hilkat-ı âlemden, hem kahraman-ı İslâmdan bu iki küçük nükteyi ders aldım. Ve bu zamanda çok lâzım olan Kur’ân’ın esrarına ehemmiyet vermekle, harp içinde ruhunun muhafazasını dinlemeyerek, Kur’ân’ın bir harfinin bir nüktesini beyan etmiş.

Said Nursî
Lügatler :
acip : acayip, şaşırtıcı
âhir : son
âlem-i İslâmiyet : İslâm dünyası
Aleyhissalâtü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun
âzamî : çok büyük
bâki : devamlı ve kalıcı
cevaben : cevap olarak
enaniyet : kendini beğenme, gurur
Fahr-i Âlem : bütün varlık âleminin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.)
gaflet : dalgınlık, dikkatsizlik
hâdise-i dünyeviye : dünyaya ait hâdise, olay
hadis-i şerif : Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış
harb : savaş
hayır : sevap
himayetçi : koruyucu
hissedar : pay sahibi
ihlâs : ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme; samimiyet
iktiza : gerektirme
ittibâ etmek : tabi olmak, uymak
kahraman-ı İslâm : İslâm kahramanı
Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
mesele-i imaniye : imana dair mesele
muhafaza etmek : korumak
muhafız : koruyan
musafaha etmek : el sıkışmak
mücahid : cihad eden
nükte : ince ve derin mânâ
Radıyallahü Anh : “Allah ondan razı olsun”
riayet etmek : uymak, gözetmek
ruhsat : izin; asıl hükmü yerine getirmeyi zorlaştıran veya imkânsız hâle getiren bir sebep dolayısıyla ikinci derece olan hüküm; hastalık veya yolculukta oruç tutmamaya izin verilmesi gibi
sünnet : Peygamberimizin söz, fiil ve hareketlerine dayanan yüce prensipler
şerik : ortak
tasavvur : düşünme, hayal etme
üstad-ı mutlak : üstünlüğü tartışmasız olan üstad; Hz. Muhammed



-- İktisat eden, maişetçe aile belasını çekmez

13 Ekim 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
“İktisat eden, maişetçe aile belâsını çekmez” meâlindeki
b672.gif
hadis-i şerifi sırrıyla, “iktisat eden, maişetçe aile zahmet ve meşakkatini çok çekmez.”
Evet, iktisat kat’î bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet olduğuna o kadar kat’î deliller var ki, had ve hesaba gelmez. Ezcümle, ben kendi şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zatların şehadetleriyle diyorum ki:
İktisat vasıtasıyla bazan bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım gördüler. Hattâ dokuz sene (şimdi otuz sene) evvel 3 benimle beraber Burdur’a nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için, zekâtlarını bana kabul ettirmeye çok çalıştılar. O zengin reislere dedim: “Gerçi param pek azdır. Fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim.” Mükerrer ve musırrâne tekliflerini reddettim. Câ-yı dikkattir ki, iki sene sonra, bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden borçlandılar. Lillâhilhamd, onlardan yedi sene sonra, o az para, iktisat bereketiyle bana kâfi geldi, benim yüz suyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı hâcete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan “nâstan istiğnâ” mesleğini bozmadı.
Evet, iktisat etmeyen, zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazan haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazan mukaddesât-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.
Eğer iktisat edip hâcât-ı zaruriyeye iktisar ve ihtisar ve hasretse,
b673.gif
sırrıyla, (“Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.” Zâriyat Sûresi, 51:58.)
b674.gif
sarahatiyle, ummadığı tarzda, yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünkü şu âyet taahhüt ediyor. (“Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın.” Hûd Sûresi, 11:6.)
(Lem'alar, On Dokuzuncu Lem'a)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
arz-ı hâcet : ihtiyacını bildirme
belâ : sıkıntı
bereket : bolluk
Burdur :
câ-yı dikkat : dikkat çekici, ilginç nokta
düstur : kural
ezcümle : örneğin
had ve hesaba gelmemek : sonsuz ve sınırsız olmak
hadis-i şerif : Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış
hâkim : hükmeden, idaresi altında tutan
haysiyet : itibar, onur
Hazret-i Gavs : Abdülkadir-i Geylânî (k.s.)
iktisat : tutumluluk
iktisatsız : tutumlu olmayan
isrâfât : israflar, savurganlıklar
kâfi : yeterli
kanaat : elindekiyle yetinme
leziz : lezzetli
lillâhilhamd : ne kadar hamd ve şükür varsa ve olmuşsa, hepsi Allah’a aittir
maişet : geçim
mânâ : anlam
mânen : mânevî olarak
mânevî : maddî olmayan
meâl : anlam
medar : dayanak noktası, kaynak
medar-ı hüsn-ü maişet : güzel geçinme kaynağı
menhus : uğursuz, kötü
meşakkat : güçlük, zorluk
mukabil : karşılık
mukaddesât-ı diniye : dinde mukaddes, kutsal sayılan şeyler
musırrâne : ısrarlı bir şekilde
mükerrer : tekrarlanan
namus : şeref, iffet
namzet : aday
nâstan istiğnâ : insanlara ihtiyaç duymama
nefis : insanı kötülüklere yönelten duygu
nefyedilen : sürülen, sürgün edilen
nükte : ince ve derin anlamlı söz
reis : başkan
sebeb-i bereket : bolluk sebebi
sefalet : perişanlık, yoksulluk
şehadet : şahitlik
şükür : Allah’a karşı minnet duyma, teşekkür etme
zahmet : zorluk
zillet : hor, hakir, aşağılanma
 

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.21.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
وَلَوْلاَ تَكَالِيفُ الْعُلٰى وَمَقَاصِدُ عَوَالٍ وَاَعْقَابُ اْلاَحَادِيثِ فِي غَدٍ
َلاَعْطَيْتُ نَفْسِى فِى التَّخَلِّى مُرَادَهَا وَذَاكَ مُرَادِى مُذْ نَشَئْتُ وَمَقْصَدِى
وَاَكْتُمُ اَشْيَاءً وَلَوْ شِئْتُ قُلْتُهَا وَلَوْ قُلْتُهَا لَمْ اُبْقِ لِلصُّلْحِ مَوْضِعًا[SUP]1[/SUP]
Tenbih: MEDENİYETTEN İSTİFAM, sizi düşündürecek. Evet, böyle istibdat ve sefahete ve zilletle memzuç medeniyete, bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet, eşhası fakir ve sefih ve ahlâksız eder. Fakat hakikî medeniyet, nev-i insanın terakki ve tekemmülüne ve mahiyet-i nev’iyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek, insaniyeti istemektir.

Hem de mânâ-yı meşrutiyete iptilâ ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asya’nın ve âlem-i İslâmın istikbalde terakkisinin birinci kapısı meşrutiyet-i meşrua ve şeriat dairesindeki hürriyettir. Ve talih ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşrutiyetteki şûrâdır. Zira, şimdiye kadar üç yüz yetmiş milyon İslâm ecanibin istibdad-ı mânevîsi altında eziliyordu. Şimdi hâkimiyet-i İslâmiye, âlemde, bahusus bundan sonra Asya’da hükümfermâ olduğu halde, her bir ferd-i Müslüman hâkimiyetin bir cüz-ü hakikîsine mâlik olur. Ve hürriyet üç yüz yetmiş milyon İslâmı esaretten halâs etmeye bir çâre-i yegânedir. Farz-ı muhal olarak, burada yirmi milyon nüfus, tesis-i hürriyette çok zarardîde olsalar da, feda olsunlar. Yirmiyi verir, üç yüzü alırız.

Yazık! Eyvahlar olsun! Bizdeki unsurlar, ırklar, hava gibi muhtelittir. Su gibi memzuç olmamışlar. İnşaallah, elektrik-i hakaik-i İslâmiyetle imtizaç ederek, ziya-yı maarif-i İslâmiye hararetiyle kuvvet tevlid ederek bir mizâc-ı mutedile-i adalet vücuda gelecektir.

Yaşasın meşrutiyet-i meşrua! Sağ olsun hakikat-i şeriat terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet!

İstibdadın Garibüzzamanı,
Meşrutiyetin Bediüzzamanı,
Şimdikinin de Bid’atüzzamanı:
Said Nursî

[h=3]Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :[/h] [SUP]1[/SUP] : Eğer ulvî mes’uliyetler, yüce gayeler ve bir de hâdiselerin yarın ne getireceği belli olmasaydı, nefsimin benden istediklerini yerine getirirdim. Zira çocukluktan beri takip ettiğim gayem budur. Söyleyeceğim bazı şeyleri gizliyorum. Çünkü söylersem, sulh için bir zemin bırakmamış olurum.

Lügatler :
âlem-i İslâm : İslâm dünyası
baht-ı İslâm : Müslümanların talihi
bahusus : özellikle
bedeviyet : göçebelik; şehirlilikten uzak göçebe hayatı

Bid’atüzzaman : zamanın bid’ası; zamanın yenilikçi acayip kişisi
cüz-ü hakikî : gerçek, asıl kısım
çâre-i yegâne : tek çâre
ecanib : ecnebiler, yabancılar

elektrik-i hakaik-i İslâmiyet : İslâmiyetin hakikat ve esaslarının elektriği, ışığı
esaret : esirlik, kölelik
eşhas : şahıslar
farz-ı muhal : imkânsızı varsaymak
ferd-i Müslüman : Müslüman fert, birey

Garibüzzaman : zamanın garibi; zamanın şaşırtıcı, hayret verici kişisi
hâdise : olay

hakikat-i şeriat : şeriatın hakikat ve esası
hakikî : gerçek
hâkimiyet : egemenlik, hükümranlık
hâkimiyet-i İslâmiye : İslâmiyetin egemenlik ve hâkimiyeti
halâs : kurtarma

hararet : sıcaklık, ısı
hükümfermâ : hüküm süren

imtizaç etme : karışıp kaynaşma
insaniyet : insanlık
iptilâ : düşkünlük, tiryakilik
istibdad-ı mânevî : mânevî baskı, zulüm
istibdat : baskı, zulüm
kuvveden fiile çıkma : potansiyel özellikleri dışa yansıtma, uygulama
mahiyet-i nev’iyesi : türünün niteliği, temel özelliği
mâlik : sahip
mânâ-yı meşrutiyet : meşrutiyetin anlamı
memzuç : karışmış, birbirinin içinde kaynaşmış
meşrutiyet-i meşrua : dine uygun meşrutiyet; İslâmın öngördüğü meşrutiyet

mizâc-ı mutedile-i adalet : ölçülü ve dengeli adalet yapısı karakteri
muhabbet : sevgi

muhtelit : karışık
nefis : insanı daima kötülüğe, hazır zevk ve isteklere sevk eden duygu
nev-i insan : insan türü, insanlık

neyyir-i hürriyet : hürriyetin ışığı, aydınlığı
nokta-i nazar : bakış açısı
nüfus : nefisler
sefahet : yasak zevk ve eğlencelere düşkünlük, zararı yararı ayırt edememe
sefih : yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün, beyinsizce davranan
sulh : barış
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet
şûrâ : karşılıklı fikir alışverişinde bulunmak için toplanma
taht : makam
tekemmül : mükemmelleşme, gelişme, ilerleme
tenbih : ikaz, uyarı
terakki : ilerleme, yükselme
tesis-i hürriyet : hürriyetin kurulması

tevlid : üretme
ulvî : yüce, büyük

unsur : ırk
vücuda gelme : gerçekleşme, meydana gelme
zarardîde : zarar görmüş
zemin : yer
zillet : alçaklık, aşağılık

ziya-yı maarif-i İslâmiye : İslâmî ilimlerin ışığı


 

uður1

Well-known member
Cevap: Dua Ufku

"Yâ Rabb sana hamdediyoruz, ve bu hamdimizi kâfi görmüyoruz; îfâ edilmiş saymıyoruz ve nankörlük etmiyoruz, ni'metlerinin hiç birinden müstağnî değiliz."AMİN AMİN AMİN AMİN ECMAİN İNŞ.......
 

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ
3.1.HÂTİME
VATANDAŞLARIMA ve kardeşlerime burada birkaç söz söylemezsem, bence bahis nâtamam kalır.

Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin ahfâdı olan vatandaşlarım ve kardeşlerim! Beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa, sahrâ-yı vahşette yatmakla gaflet sizi yağma edecektir.

Hikmet denilen makine-i âlemin nizamı ve telgraf hattı gibi umum âleme uzanan ve dal budak salan kanun-u nurânî-yi İlâhiyenin müessisi olan hikmet-i İlâhiye, ufk-u ezelden kaderin parmağını kaldırmış, size emrediyor ki: Tefrika ile müteferrik su gibi katre katre zâyi olan hamiyet ve kuvvetinizi fikr-i milliyetle, yani İslâmiyet milliyetiyle tevhid ve mezc ederek, zerratın câzibe-i cüz’iyeleri gibi bir cazibe-i umumî-i vatanî teşkil ile kütle-i azîmi küre gibi tedvir ederek şems-i şevket-i İslâmiyenin cemahir-i müttefika-i İslâmiyenin mevkibinde bir kevkeb-i münevver gibi câzibesine ittibâ ile muvazene ve âheng-i umumiyeyi muhafaza ediniz.

Hem de hürriyet-i şer’iye denilen yüksek bir hakikat-i içtimaiye, Sübhan ve Ağrı dağları gibi istikbalin cibâl-i şâhikasının tepesinde ayağa kalkmış ve esaret-i nefis altına girmeyi yasak etmiş ve gayra tecavüzü tecviz etmeyerek şeriata istinad etmiş olan sultan-ı hürriyet, yüksek sadâ ile sizin gibi mâzinin en derin derelerinde gafil ve müteferrik insanlara “Fen, san’at silâhıyla cehalet ve fakra hücum ediniz” emrini veriyor.


Lügatler :
âheng-i umumiye : genel ahenk, uyum
ahfâd : evlâtlar, torunlar
bahis : konu
câzibe : çekim gücü
câzibe-i cüz'iye : bireysel çekim gücü
cazibe-i umumî-i vatanî : vatana ait genel çekim gücü
cemahir-i müttefika-i İslâmiye : İslâm Birleşik Devletleri
cibâl-i şâhika : zirvesi çok yüksek olan dağlar
cihangir : dünyanın önemli bir bölümüne hükmeden, egemenliği altına alan
esaret-i nefis : nefsin esareti; insanı daima kötülüğe, hazır zevk ve isteklere sevk eden duygunun esiri olma
fikr-i milliyet : milliyetçilik fikri
gaflet : duyarsız davranma hâli, umursamazlık
gayra : başkasına
hakikat-i içtimaiye : toplumsal hakikat, sosyal gerçek
hamiyet : din, aile, vatan, hak, hukuk gibi değerleri koruma duygusu ve gayreti
hâtime : son bölüm
hikmet : Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması
hikmet-i İlâhiye : Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratma sıfatı
hürriyet-i şer'iye : İslâmın sınırlarını ve şartlarını belirlediği özgürlük
istikbal : gelecek zaman
istinad etmek : dayanmak
ittibâ : tâbi olma, bağlanma
kader : Allah’ın takdir ve plânı
kanun-u nurânî-yi İlâhiye : İlâhî olan nurlu kanun; Cenâb-ı Hakkın nurlu kanunu
katre : damla
kevkeb-i münevver : ışık saçan parlak yıldız
kütle-i azîm : büyük kütle (yani, büyük halk kitlelerinden meydana gelen topluluk)
makine-i âlem : bir makine gibi mükemmel bir şekilde çalışan âlem, dünya makinesi
mâzi : geçmiş zaman
mevkib : kafile, alay, kortej
mezc etme : birbiri içinde eritme
muhafaza etmek : korumak
muvazene : denge
müessis : kurucu, tesis eden
müteferrik : farklı farklı, ayrı ayrı
nâtamam : tamamlanmamış, yarım
nizam : düzen, sistem
sadâ : ses, sesleniş
sahrâ-yı vahşet : son derece ıssız ve hiç kimsenin bulunmadığı çöl
sultan-ı hürriyet : hürriyet sultanı
şems-i şevket-i İslâmiye : güçlü ve haşmetli olan İslâm güneşi
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümler; İslâmiyet
tecavüz : haddi aşarak saldırma
tecviz etmeme : izin vermeme
tedvir etmek : döndürmek
tefrika : bölünme, parçalanma
teşkil etme : oluşturma, meydana getirme
tevhid etme : birleştirme
ufk-u ezel : başlangıcı olmayan sonsuzluk ufku
umum : bütün
zâyi olan : elden çıkan, kaybolan
zerrat : zerreler, maddenin en küçük parçaları; atomlar




--
 

uður1

Well-known member
"Ey Rabbim şehâdet ederim ki Senden başka hiç bir ilâh yok, ancak Sen varsın. Şerîkin yok Senin ve yine şehâdet ederim ki Muhammed Senin kulun ve resûlündür. Senden mağfiretini isterim ve Sana tevbe ederim."
 

uður1

Well-known member
Hakaik-i imaniye ve Kur'aniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyaset ile alude olsa idim; elimdeki o elmaslar iğfal olunabilen avam tarafından, "Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset değil mi?" diye düşünürler. O elmaslara, adi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer.

(Bediüzzaman Said Nursi - 16. Mektub'dan)

Lügatler
Adi :basit, kıymetsiz, sıradan
Alude :karışmış, karışık, bulaşmış
Âvâm :eek:kuyup yazması ilmi irfanı az olan kimse, derin hakikatlerden haberi olmayan
Hakaik-i imaniye ve Kur’aniye :iman ve Kur’an hakikatleri
İğfal :kandırmak, aldatmak, gaflette bırakmak
kıymet :önem, değer, bedel
Nazar :bakma, bakış, görüş açısı
Propaganda-i siyaset :siyaset propagandası
Tenzil :indirmek, aşağı indirmek
Zulmetmek :haksızlık etmek, eziyet etmek

 

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ
12.20.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR(DEVAMI)
REİS-İ CUMHURA VE BAŞVEKİLE
Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir biçare garip ihtiyar der ki:

Size iki hakikati beyan ediyorum:

Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakiyetkârâne ittifakını, bu millete kemâl-i samimiyetle, sürûr ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh-u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşaallah dört yüz milyon İslâmın sulh-u umumiyesine ve selâmet-i âmmenin teminine kat’î bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım.

Otuz kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terk ettiğim halde, şiddetli bir alâka ile bu ihtar-ı kalbînin sebebi: Elli seneden beri imanı kurtarmak için gayet kısa bir yolu bulan ve Kur’ân’ın bu zamanda bir mu’cize-i mâneviyesi olan Risale-i Nur’un Arabistan ve Pakistan’da her yerden daha ziyade tesiratı olduğu ve makbul olması, hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen miktarın üç misli Risale-i Nur’un talebelerinin o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatımda kabir kapısında bu netice-i azîmeyi görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.

Saniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında “kulüpler” suretinde büyük zararı görülmesi ve Birinci Harb-i Umumîde yine ırkçılığın istimaliyle mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-i umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklarına emareler görünüyor. Halbuki, menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde, evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezc olmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da Araplık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mezc olmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir.

Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız, inşaallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek ve dört beş milyon ırkçıların yerine, dört yüz milyon kardeş Müslümanları ve sekiz yüz milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hıristiyan ve sâir dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden, size beyan ediyorum.


Lügatler :
âhir hayat : hayatın sonu
beyan etmek : açıklamak
Birinci Harb-i Umumî : Birinci Dünya Savaşı
emare : belirti, iz
evvel : önce
hakikî : asıl, gerçek
havali : çevre, yöre
istimal : kullanma
istirahat-i umumiye : herkesi içine alan rahatlık, huzur
ittifak : birleşme, birlik
kabil-i tefrik : ayrılabilir olma, ayrılması mümkün
kıymettar : kıymetli, değerli
makbul olma : kabul görme
menfî : olumsuz, karşıt
mezc olmak : karışmak, bütünleşmek
misl : kat, derece
mücahid : cihad eden
müsalemet-i umumiye : umumî barış ortamı; herkesi içine alan barış ve huzur
müstemlekât nâzırı : sömürgeler bakanı
netice-i azîme : büyük netice
sâir : diğer
salisen : üçüncü olarak
saniyen : ikinci olarak
seciye-i fıtrî : doğal, yaratılıştan gelen özellik, karakter
sukut ettirmek : düşürmek, hükümsüz kılmak
sulh : barış
suret : biçim, şekil
tahakküm : baskı, zorbalık
tehlike-i azîm : büyük tehlike
tesirat : tesirler, etkiler
uhuvvet-i İslâmiye : İslâm kardeşliği


 

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 3.2.HÂTİME(DEVAMI)
Hem de ihtiyaç denilen medeniyetin pederi ve terakkiyatın müessisi olan üstad-ı ihtiyaç, sillesini kaldırmış, size hükmediyor ki, ya hayat-ı hürriyetinizi bu sahrâ-yı vahşette yağmacılara vereceksiniz, veyahut meydan-ı medeniyette fen ve san’at balonuna, şimendiferine binerek istikbali istikbal ve o ecnebî ellerine geçen o emval-i müttefikayı istirdad ederek kâbe-i kemâlâta koşacaksınız.

Hem de İslâmiyet milliyeti denilen mâzi derelerinde ve hal sahrâlarında ve istikbal dağlarında hayme-nişin olan ve Salâhaddin-i Eyyûbî ve Celâleddin-i Harzemşah ve Sultan Selim ve Barbaros Hayreddin ve Rüstem-i Zal gibi ecdatlarınızdan emsalleri gibi dâhi kahramanlarla bir çadırda oturan bir aile gibi, herkesi başkasının haysiyet ve şerefiyle şereflendiren ve hayat-ı ulviyenin enmuzeci olan İslâmiyet milliyeti size emr-i kat’î ile emrediyor ki: Ta her biriniz umum İslâmın mâkes-i hayatı ve hâmi-i saadeti ve umum millet-i İslâmın ferdî bir misâl i müşahhası olunuz. Zira, maksadın büyümesiyle himmet de büyür. Ve hamiyet-i İslâmiyenin galeyanı ile ahlâk da tekemmül ve teâlî eder.

Hem de meşrutiyet-i meşrua denilen dünyada beşer saadetinin bir sebebi ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makine-yi hayatın buharı olan hürriyetteki irade i cüz’iyeyi istibdat ve tahakkümün belâsından kurtaran meşveret-i şer’iyenin mayasıyla mayalandıran meşrutiyet-i meşrua sizi herkes gibi imtihana davet ediyor ki, sinn-i rüşde bülûğunuzu ve vasîye adem-i ihtiyacınızı görmek istiyor.


Lügatler :
beşer : insanlık
cehalet : cahillik
ecdat : atalar
ecnebî : yabancı
emr-i kat'î : kesin emir
emsal : benzer
emval-i müttefika : insanlığın ortak malı
enmuzec : örnek, model
fakr : fakirlik
fen ve san’at balonu : fen ve san’at uçağı (Balon, 20. yüzyılın başlarında hava taşımacılığında ileri teknolojiydi.)
fen : bilim; tecrübeye dayalı ve ispatla meydana gelmiş olan ilimler
ferdî : bireysel
gafil : dikkatsiz, bilinçsiz
galeyan : coşup taşma
hâkimiyet-i milliye : millî egemenlik
hal : şimdiki zaman
hâmi-i saadet : mutluluğun koruyucusu
hamiyet-i İslâmiye : İslâmî gayret; İslâmın insana kazandırdığı, din, vatan, hak, hukuk, aile gibi değerleri koruma duygusu, gayreti
hayat-ı hürriyet : hür hayat, özgür yaşam
hayat-ı ulviye : yüce hayat
hayme-nişin : göçebe, göçebe hayatı yaşayan
haysiyet : itibar, şeref
himmet : ciddi gayret, yardım
irade-i cüz'iye : cüz’î irade; şahsî özgürlük
İslâmiyet milliyeti : İslâm dini, şeriatı ve inancı
istibdat : baskı, zulüm
istikbal : gelecek zaman
istikbali istikbal (etme) : geleceği karşılama
istirdad etmek : geri almak, geri getirmek
kâbe-i kemâlât : olgunluk ve mükemmelliklerin kâbesi, merkezi
mâkes-i hayatı : hayatının aynası
makine-yi hayat : hayat makinesi; bir makine gibi büyük bir denge ve sistemle çalışan hayat
mâzi : geçmiş zaman
meşrutiyet-i meşrua : İslâmın ortaya koyduğu esaslar çerçevesinde kurulan ve uygulanan meşrutiyet yönetimi
meşveret-i şer'iye : İslâmın emrettiği kurallar çerçevesinde gerçekleştirilen danışma toplantıları
meydan-ı medeniyet : medeniyet meydanı; uygarlık alanı
millet-i İslâm : İslâm milleti; İslâm ümmeti
misâl-i müşahhası : somut örneği
müessis : kurucu
müteferrik : ayrı ayrı, dağınık; çeşitli
peder : baba
saadet : mutluluk
sahrâ : çöl
sahrâ-yı vahşet : vahşet sahrası; yalnızlık çölü
sille : tokat
şimendifer : tren
tahakküm : zorbalık
teâlî etmek : yükselmek, yücelmek
tekemmül : mükemmelleşme, olgunlaşma
temin : sağlama
terakkiyat : ilim ve medeniyet alanlarında elde edilen gelişmeler
umum İslâmın : bütün İslâmın, bütün Müslümanların
umum : bütün
üstad-ı ihtiyaç : ihtiyaç öğretmeni; insanı bir hoca gibi öğretip eğiten ihtiyaç

 

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 12.21.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR(DEVAMI)
REİS-İ CUMHURA VE BAŞVEKİLE(DEVAMI)
Salisen: Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât nâzırı Kur’ân’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: “Bu İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur’ân’ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”
İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsat komitesi bu biçare fedakâr, mâsum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de, altmış beş sene evvel bu cereyana karşı, Kur’ân-ı Hakîm’den istimdat eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük bir “Dârülfünun-u İslâmiye” tasavvuru ile, altmış beş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir fâidesi olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad ı mutlaktan ve dalâletin helâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mâbeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi bulduk.
Birinci vesilesi: Risale-i Nur’dur ki, uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i iman ile hizmet ettiğine kat’î delil, emsalsiz bir mazlumiyet ve âcizlik hâletinde telif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâmın ekseri yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette maddiyun ve tabiiyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerh edememesidir. İnşaallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin anahtarını bulan zatlar, bu mu’cize-i Kur’âniyenin cilvesini âlem-i İslâma işittireceksiniz.
İkinci vesilesi: Altmış beş sene evvel Câmiü’l-Ezhere gitmek istiyordum. Âlem i İslâmın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenâb-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:
Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile [SUP]1[/SUP]
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye, vilâyât-ı şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medresetü’z-Zehra mânâsında, Câmiü’l-Ezher üslûbunda bir darülfünun, hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i Nur’un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım. En evvel bunun kıymetini (Allah rahmet etsin) Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için yirmi bin altın lira verdiği gibi, sonra ben eski Harb-i Umumîdeki esaretimden döndüğüm vakit, Ankara’da mevcut iki yüz meb’ustan yüz altmış üç meb’usun imzası ile yüz elli bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymetdar bir üniversitenin tesisine herşeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayt ve garplılaşmak ve an’anattan tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb’uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan ikisi dediler ki:
“Biz şimdi ulûm-u an’ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garplılaşmaya ve medeniyete muhtacız.”
Ben de cevaben dedim:
Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser enbiyanın Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve feylesofların garpta gelmelerinin delâletiyle Asya’yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garplılaşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört beş büyük milletlerin merkezinde olan vilâyat-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakaikine kat’iyen tarafdar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : “Ancak mü’minler kardeştirler.” Hucurât Sûresi, 49:10.

Lügatler :
âcizlik : güçsüzlük
âhiret : öldükten sonra sonsuza kadar devam edecek olan hayat
akvam-ı İslâmiye : Müslüman kavimler, milletler
âlem-i İslâm : İslâm dünyası

an’anat : gelenekler
biçare : çaresiz
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
cereyan : akım, hareket
cerh etmek : yaralamak, çürütmek

cevaben : cevap olarak
cilve : görüntü, akis
dalâlet : hak yoldan ayrılma, sapkınlık
darülfünun : üniversite
Dârülfünun-u İslâmiye : İslâmî Üniversite

delâlet : delil olma, gösterme
ehl-i medrese : medresede ilim öğrenen ve öğretenler
ehl-i mektep : okulda ilim öğrenen ve öğretenler
ehl-i vukuf : bilirkişi
ekser : çoğunluk
emsalsiz : benzersiz

enbiya : nebiler, peygamberler
esaret : esirlik
Eski Harb-i Umumî : Birinci Dünya Savaşı
farz-ı muhal : varsayım
feylesof : filozof; felsefeci
fıtrî : doğal, yaratılıştan gelen
fünun : fenler, ilimler
garp : batı
garplılaşmak : batılılaşmak
hakaik : hakikatler, esaslar
hakikat : doğru, gerçek

hakikî : gerçek
hâlet : durum, hâl
hamiyetkâr : din, aile ve vatan gibi değerleri koruma duygusu ve gayreti içinde olan
hayat-ı dünyeviye : dünya hayatı
helâket : mahvolma, yok oluş

hiss-i dinî : dinî his
hükemâ : felsefeciler, filozoflar
ifsat etmek : karıştırma, karışıklık çıkarma
ifsat komitesi : bozgunculuk çıkaran grup
ihtilâlci : ayaklanan, karışıklık çıkaran
inkişaf : açığa çıkma, açılma, gelişme
inşaallah : Allah dilerse, izin verirse
istibdad-ı mutlak : sınırsız baskı ve zulüm
istimdat eylemek : yardım dilemek

ittifak etmek : birleşmek
Kafkas : Kafkaslar’da yaşayan topluluk

kanun-u esasî : temel kanun, esas prensip, anayasa
kat’î : kesin

kıymetdar : kıymetli, değerli
kudsî : mukaddes, kutsal
Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
kuvvet-i iman : iman gücü

lâkayt : duyarsız, ilgisiz
mâbeyn : ara
maddiyun : materyalistler; her şeyi madde ile açıklamaya çalışanlar

mazhar olmak : erişmek, nail olmak
mazlumiyet : zulme uğramışlık

meb’us : milletvekili
medrese-i umumiye : herkese açık olan medrese, okul
menfi : olumsuz, karşıt
milliyet-i hakikiye : gerçek millet, hakiki milliyet
mu’cize-i Kur’âniye : Kur’ân’ın mu’cizesi

musalâha etmek : barışmak
nazara almak : dikkate almak
rahmet : İlâhî şefkat ve merhamet
suret : biçim, şekil

şark : doğu
tabiiyun : tabiatı yaratıcı olarak kabul edenler, materyalistler

tahsisat : tahsis edilen şeyler; belli bir şey için ayrılan para, ödenek
tasavvur : düşünce, hayal

tecerrüd etme : soyutlanma, sıyrılma
telif edilmek : yazılmak

terakki ettirme : yükseltme, yüceltme
tesirat : tesirler, etkiler
tesis : kurma, yerleştirme
uhuvvet : kardeşlik
uhuvvet-i imaniye : imandan gelen kardeşlik
uhuvvet-i İslâmiye : İslâm kardeşliği

ulûm-u an’ane : geleneksel ilimler
ulûm-u diniye : dinî ilimler

vilâyât-ı şarkiye : Doğu illeri
zuhur : belirme, görünme


 

uður1

Well-known member
Kur'an'ın sırları yazılan Sözler en münasip ilaç
16 Ekim 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacip, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.
Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkàdir Geylânî (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez; fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaike çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.
Madem hakikat budur. Esrar-ı Kur’âniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.
Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenâb-ı Hak şu zamanda, i’câz-ı Kur’ân’ın mânevî lemeâtından olan malûm Sözleri, şu dalâlet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım.
(Mektubat, Beşinci Mektup)
Bediüzzaman Said Nursî
SÖZLÜK:
akaid-i İslâmiye : İslâm dininin esasları, inançları
dalâlet : hak yoldan sapkınlık, inançsızlık
emrâz-ı kalbiye : kalbî hastalıklar
esrar-ı Kur’âniye : Kur’ân’ın sırları
farz : Allah tarafından yapılması kesin olarak emredilen şey
hakaik : hakikatler
hakaik-i imâniye : iman hakikatleri
hakaik-i İslâmiye : İslâmın hakikatleri
hakikat : doğru, gerçek
hâsiyet : özellik
hayret : şaşkınlık
heyet-i İslâmiye : İslâm topluluğu, Müslümanlar
himmet : ciddî gayret, çalışma
i’câz-ı Kur’ân : Kur’ân’ın mu’cize oluşu
irşad : doğru yolu gösterme, uyarma
itikad : inanç
izale : giderme, ortadan kaldırma
kâr-ı akıl : aklın kabul edeceği iş
Kur’ânî : Kur’ân’a ait
lâkayt : duyarsız, ilgisiz
lemeât : parıltılar
malûm : bilinen
maruz : uğrama, tesirinde kalma
medar : sebep, vesile
münasip : uygun
müşkül : zor
nâfi : faydalı, yararlı
rahmet : şefkat, merhamet, ihsan
saadet-i ebediye : sonsuz mutluluk
sarf etmek : harcamak
seyr ü sülûk : İlâhî hakikatlere ulaşmak için bir rehberin öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk
sülûk : mânevî yol alma
sünnet : Peygamberimizin söz, fiil ve hareketlerine dayanan yüce prensipler
şekavet-i ebediye : sonsuz sıkıntı ve mutsuzluk
takviye : kuvvetlendirme
tasavvuf : kalbi, dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp, Allah sevgisi ile bağlama; tarikat ehli olma
tasavvur : düşünce
tehacümat : hücumlar
tiryak : derman, ilaç
vâcib : dinî bakımdan yapılması şart ve kesin olan emir
zındıka : dinsizlik, inançsızlık
zulümat : karanlıklar
 

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 3.3.HÂTİME(DEVAMI)
İmtihana hazırlanınız. Mevcudiyetinizi ittihadla gösteriniz ve hamiyet-i diniye-i millî ile fikir ve vicdan-ı şahsiyenizi milletin kalb ve akl-ı müştereki gibi gösteriniz. Yoksa, sıfır çekecek ve şahadetnâme-i hürriyeti elinize vermeyecektir.

Evet, mâzinin sahrâlarında keşmekeşliğinize sebebiyet veren her birinizdeki meylü’l-ağalık ve fikr-i hodserâne ve enaniyet, şimdi istikbalin saadet-saray-ı medeniyetinde fikr-i icada ve teşebbüs-ü şahsiyeye ve fikr-i hürriyete inkılâp edecektir, inşaallah.

Hatta diyebilirim ki: Ey şark vilâyetlerindeki vatandaşlarım! Başkalarının sükûtî medreselerine nispeten sizin gürültülü olan medreseleriniz bir meclis-i meb’usan-ı ilmiyeyi gösteriyor.

Hem Şâfiî olduğunuzdan ve imam arkasında kıraat-ı Fatiha ile semâvî ve ruhanî vızıltılarınız sizi mezheben ve medreseten ve fıtraten

1
وَاَنْ لَيْسَ لِـْلاِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعٰى ’nın başka bir unvanı olan teşebbüs-ü şahsiyeye teşvik ediyor.

Hem de her bir kemâlin müessis ve hâmîsi olan cesaret ve nâmus-u millet-i İslâmiye sizlere emrediyor ki: Nasıl ki, şimdiye kadar dimağdan kalbe mecrâ açmakla, aklı kuvvete mezc ederek maarifinizi kılıçlarınızın hutut-u cevherinden öğrenmekle şecaat-i maddiyede terakki ettiniz. Şimdi ise, kalbden fikre karşı menfez açınız. Kuvveti aklın imdadına ve hissiyatı efkârın arkasına gönderiniz.

Ta ki, şecaat-i akliye-i medeniyet meydanında namus-u millet-i İslâmiye pâyimal olmasın. Kılıçlarınızı, fen ve san’at ve tesanüd-ü hikmet-i Kur’âniye cevherinden yapmalısınız.
El Bâkî Hüvel Bâkî[SUP]2[/SUP]
Bediüzzaman Said Nursî

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
1 : “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Necm Sûresi, 53:39.
[SUP]2[/SUP] : Bâkî olan sadece Odur.

Lügatler :
adem-i ihtiyaç : ihtiyaç duymama, başkasına muhtaç olmama
bülûğ : erme, ulaşma

cevher : asıl, öz; değerli taş, elmas
dimağ : beyin

efkâr : fikirler, düşünceler
enaniyet : benlik

fen : bilim; tecrübeye dayalı ve ispatla meydana gelmiş olan ilimler
fıtraten : yaratılış itibariyle

fikir : düşünce
fikr-i hodserâne : kimseyi dinlemeden kendi başına hareket etme düşüncesi
fikr-i hürriyet : hürriyet düşüncesi
fikr-i icad : buluş yapma ve yeni şeyler icat etme düşüncesi
hâmî : koruyucu
hamiyet-i diniye-i millî : dinî ve millî esasların harekete geçirdiği hamiyet ve gayret duygusu

hissiyat : hisler, duygular
hutut-u cevher : kılıcın çelik kısmındaki dalgalı çizgiler, meneviş, hare, dalgır (Buradaki maksat; kalemle kılıcın güç birliğidir.)

inkılâp edecek : dönüşecek
istikbal : gelecek zaman
ittihad : birleşme, birlik
kalp ve akl-ı müşterek : kalp ve akıl ortaklığı; olaylar karşısında aynı düşünce ve duygulara sahip olma
kalpten fikre menfez açmak : hislerin merkezi olan kalple aklın neticesi olan düşünce arasında bağlantı kurmak; akılla duygular arasında bağ kurmak
kemâl : mükemmellik, olgunluk
keşmekeş : karışıklık
kıraat-ı Fatiha : Fatiha Sûresinin okunması
maarif : eğitim, kültür, bilgi vs.
mâzi : geçmiş zaman
meclis-i meb'usan-ı ilmiye : âlim vekiller meclisi; Büyük Millet Meclisini andıran ilmî meclis
mecrâ açmak : kanal açmak
medrese : dinî derslerin okutulduğu yüksek okul
medreseten : medrese olarak
menfez : kanal
mevcudiyet : varlık
meylü'l-ağalık : ağalık meyli, eğilimi
mezc etmek : katmak, birleştirmek
mezheben : mezhep olarak
müessis : kurucu
nâmus-u millet-i İslâmiye : İslâm milletinin nâmusu (Millet kelimesi burada “din, şeriat, inanç” anlamına geliyor.)
nispeten : kıyasla

pâyimal olmasın : ayaklar altına alınmasın, çiğnenmesin
ruhanî : maddî yapısı olmayan, ruh âlemine ait
saadet-saray-ı medeniyet : medeniyetin sunduğu saadet ve mutluluk sarayı
sahrâ : çöl
sebebiyet veren : sebep olan
semâvî : mânevî özelliklere sahip olan
sinn-i rüşd : ergenlik çağı, yaşı
sükûtî : sessizlik kuralı esas olan
Şâfiî : İmâm-ı Şâfiî’nin kurduğu Şâfiî mezhebine bağlı olan
şahadetnâme-i hürriyet : hürriyet diploması; özgürlüğü hak etme belgesi
şark vilâyetleri : doğu illeri

şecaat-i akliye-i medeniyet meydanı : medeniyetin aklî kahramanlık meydanı; akıl kahramanlarının meydan okuduğu medeniyet meydanı
şecaat-i maddiye : maddî kahramanlık, yiğitlik (Maddî bakımdan ilerlerken ifrat ve tefritten uzak olan orta ve doğru hâli ayakta tutma)

terakki etmek : ilerlemek, yükselmek
tesanüd-ü hikmet-i Kur'âniye : Kur’ânî hikmetle dayanışma içinde olma
teşebbüs-ü şahsiye : bireysel girişimcilik
vasî : çocuk, yetim, hasta, deli gibi zayıf kimselerin mal ve işlerini idare eden görevli
vicdan-ı şahsiye : kişisel vicdan


 

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 12.22.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR(DEVAMI)
REİS-İ CUMHURA VE BAŞVEKİLE(DEVAMI)
Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim.

Dedi: “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.”

Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum.”

Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.

Ey sual soran meb’uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum.

İşte bu cevabımdan sonra, an’ane aleyhinde ve her cihetle garplılaşmak fikrini taşıyanlar, kalktılar, imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim. Allah kusurlarını affetsin; şimdi vefat etmişler.

Râbian: Mâdem Reisicumhur gayet mühim mesâil-i siyasiye içinde Şark Üniversitesini en ehemmiyetli bir mesele yapıp hattâ harika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmetle medresenin medâr-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye, eski hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün şark hocalarını minnettar etmiş. Ve şimdi orta şarkta sulh-u umumînin temel taşı ve birinci kal’ası olan bu üniversiteyi yine mesâil-i azîme-yi siyasiye içinde yeniden nazara alması, elbette bu vatan, bu devlete, bu millete bu azîm, fâideli hizmeti netice verecek. Ulûm-u diniye o üniversitede esas olacak. Çünkü hariçteki kuvvet tahribatı mânevîdir, imansızlıkladır. O mânevî tahribata karşı atom bombası, ancak mânevî cihetinde mâneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir.

Mâdem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaikiyle ve neticeleriyle tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken, Amerika’da, Avrupa’da bu meseleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu meselede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz.

Said Nursî

Kur'an'ın sırları yazılan Sözler en münasip ilaç

16 Ekim 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacip, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.
Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkàdir Geylânî (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez; fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaike çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.
Madem hakikat budur. Esrar-ı Kur’âniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.
Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenâb-ı Hak şu zamanda, i’câz-ı Kur’ân’ın mânevî lemeâtından olan malûm Sözleri, şu dalâlet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım.
(Mektubat, Beşinci Mektup)
Bediüzzaman Said Nursî
SÖZLÜK:
akaid-i İslâmiye : İslâm dininin esasları, inançları
dalâlet : hak yoldan sapkınlık, inançsızlık
emrâz-ı kalbiye : kalbî hastalıklar
esrar-ı Kur’âniye : Kur’ân’ın sırları
farz : Allah tarafından yapılması kesin olarak emredilen şey
hakaik : hakikatler
hakaik-i imâniye : iman hakikatleri
hakaik-i İslâmiye : İslâmın hakikatleri
hakikat : doğru, gerçek
hâsiyet : özellik
hayret : şaşkınlık
heyet-i İslâmiye : İslâm topluluğu, Müslümanlar
himmet : ciddî gayret, çalışma
i’câz-ı Kur’ân : Kur’ân’ın mu’cize oluşu
irşad : doğru yolu gösterme, uyarma
itikad : inanç
izale : giderme, ortadan kaldırma
kâr-ı akıl : aklın kabul edeceği iş
Kur’ânî : Kur’ân’a ait
lâkayt : duyarsız, ilgisiz
lemeât : parıltılar
malûm : bilinen
maruz : uğrama, tesirinde kalma
medar : sebep, vesile
münasip : uygun
müşkül : zor
nâfi : faydalı, yararlı
rahmet : şefkat, merhamet, ihsan
saadet-i ebediye : sonsuz mutluluk
sarf etmek : harcamak
seyr ü sülûk : İlâhî hakikatlere ulaşmak için bir rehberin öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk
sülûk : mânevî yol alma
sünnet : Peygamberimizin söz, fiil ve hareketlerine dayanan yüce prensipler
şekavet-i ebediye : sonsuz sıkıntı ve mutsuzluk
takviye : kuvvetlendirme
tasavvuf : kalbi, dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp, Allah sevgisi ile bağlama; tarikat ehli olma
tasavvur : düşünce
tehacümat : hücumlar
tiryak : derman, ilaç
vâcib : dinî bakımdan yapılması şart ve kesin olan emir
zındıka : dinsizlik, inançsızlık
zulümat : karanlıklar
 

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 3.3.HÂTİME(DEVAMI)
İmtihana hazırlanınız. Mevcudiyetinizi ittihadla gösteriniz ve hamiyet-i diniye-i millî ile fikir ve vicdan-ı şahsiyenizi milletin kalb ve akl-ı müştereki gibi gösteriniz. Yoksa, sıfır çekecek ve şahadetnâme-i hürriyeti elinize vermeyecektir.

Evet, mâzinin sahrâlarında keşmekeşliğinize sebebiyet veren her birinizdeki meylü’l-ağalık ve fikr-i hodserâne ve enaniyet, şimdi istikbalin saadet-saray-ı medeniyetinde fikr-i icada ve teşebbüs-ü şahsiyeye ve fikr-i hürriyete inkılâp edecektir, inşaallah.

Hatta diyebilirim ki: Ey şark vilâyetlerindeki vatandaşlarım! Başkalarının sükûtî medreselerine nispeten sizin gürültülü olan medreseleriniz bir meclis-i meb’usan-ı ilmiyeyi gösteriyor.

Hem Şâfiî olduğunuzdan ve imam arkasında kıraat-ı Fatiha ile semâvî ve ruhanî vızıltılarınız sizi mezheben ve medreseten ve fıtraten

1
وَاَنْ لَيْسَ لِـْلاِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعٰى ’nın başka bir unvanı olan teşebbüs-ü şahsiyeye teşvik ediyor.

Hem de her bir kemâlin müessis ve hâmîsi olan cesaret ve nâmus-u millet-i İslâmiye sizlere emrediyor ki: Nasıl ki, şimdiye kadar dimağdan kalbe mecrâ açmakla, aklı kuvvete mezc ederek maarifinizi kılıçlarınızın hutut-u cevherinden öğrenmekle şecaat-i maddiyede terakki ettiniz. Şimdi ise, kalbden fikre karşı menfez açınız. Kuvveti aklın imdadına ve hissiyatı efkârın arkasına gönderiniz.

Ta ki, şecaat-i akliye-i medeniyet meydanında namus-u millet-i İslâmiye pâyimal olmasın. Kılıçlarınızı, fen ve san’at ve tesanüd-ü hikmet-i Kur’âniye cevherinden yapmalısınız.
El Bâkî Hüvel Bâkî[SUP]2[/SUP]
Bediüzzaman Said Nursî

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
1 : “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Necm Sûresi, 53:39.
[SUP]2[/SUP] : Bâkî olan sadece Odur.

Lügatler :
adem-i ihtiyaç : ihtiyaç duymama, başkasına muhtaç olmama
bülûğ : erme, ulaşma

cevher : asıl, öz; değerli taş, elmas
dimağ : beyin

efkâr : fikirler, düşünceler
enaniyet : benlik

fen : bilim; tecrübeye dayalı ve ispatla meydana gelmiş olan ilimler
fıtraten : yaratılış itibariyle

fikir : düşünce
fikr-i hodserâne : kimseyi dinlemeden kendi başına hareket etme düşüncesi
fikr-i hürriyet : hürriyet düşüncesi
fikr-i icad : buluş yapma ve yeni şeyler icat etme düşüncesi
hâmî : koruyucu
hamiyet-i diniye-i millî : dinî ve millî esasların harekete geçirdiği hamiyet ve gayret duygusu

hissiyat : hisler, duygular
hutut-u cevher : kılıcın çelik kısmındaki dalgalı çizgiler, meneviş, hare, dalgır (Buradaki maksat; kalemle kılıcın güç birliğidir.)

inkılâp edecek : dönüşecek
istikbal : gelecek zaman
ittihad : birleşme, birlik
kalp ve akl-ı müşterek : kalp ve akıl ortaklığı; olaylar karşısında aynı düşünce ve duygulara sahip olma
kalpten fikre menfez açmak : hislerin merkezi olan kalple aklın neticesi olan düşünce arasında bağlantı kurmak; akılla duygular arasında bağ kurmak
kemâl : mükemmellik, olgunluk
keşmekeş : karışıklık
kıraat-ı Fatiha : Fatiha Sûresinin okunması
maarif : eğitim, kültür, bilgi vs.
mâzi : geçmiş zaman
meclis-i meb'usan-ı ilmiye : âlim vekiller meclisi; Büyük Millet Meclisini andıran ilmî meclis
mecrâ açmak : kanal açmak
medrese : dinî derslerin okutulduğu yüksek okul
medreseten : medrese olarak
menfez : kanal
mevcudiyet : varlık
meylü'l-ağalık : ağalık meyli, eğilimi
mezc etmek : katmak, birleştirmek
mezheben : mezhep olarak
müessis : kurucu
nâmus-u millet-i İslâmiye : İslâm milletinin nâmusu (Millet kelimesi burada “din, şeriat, inanç” anlamına geliyor.)
nispeten : kıyasla

pâyimal olmasın : ayaklar altına alınmasın, çiğnenmesin
ruhanî : maddî yapısı olmayan, ruh âlemine ait
saadet-saray-ı medeniyet : medeniyetin sunduğu saadet ve mutluluk sarayı
sahrâ : çöl
sebebiyet veren : sebep olan
semâvî : mânevî özelliklere sahip olan
sinn-i rüşd : ergenlik çağı, yaşı
sükûtî : sessizlik kuralı esas olan
Şâfiî : İmâm-ı Şâfiî’nin kurduğu Şâfiî mezhebine bağlı olan
şahadetnâme-i hürriyet : hürriyet diploması; özgürlüğü hak etme belgesi
şark vilâyetleri : doğu illeri

şecaat-i akliye-i medeniyet meydanı : medeniyetin aklî kahramanlık meydanı; akıl kahramanlarının meydan okuduğu medeniyet meydanı
şecaat-i maddiye : maddî kahramanlık, yiğitlik (Maddî bakımdan ilerlerken ifrat ve tefritten uzak olan orta ve doğru hâli ayakta tutma)

terakki etmek : ilerlemek, yükselmek
tesanüd-ü hikmet-i Kur'âniye : Kur’ânî hikmetle dayanışma içinde olma
teşebbüs-ü şahsiye : bireysel girişimcilik
vasî : çocuk, yetim, hasta, deli gibi zayıf kimselerin mal ve işlerini idare eden görevli
vicdan-ı şahsiye : kişisel vicdan


 

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ
4.1.YAŞASIN ŞERİAT-I AHMEDÎ(ALEYHİSSALÂTÜ VESSELAM)
5 Mart 1325 (18 Mart 1909)

Dinî Ceride, no. 77

Şeriat-ı garrâ, kelâm-ı ezelîden geldiğinden, ebede gidecektir. Nefs-i emmarenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyete istinad iledir. O hablü’l-metine temessük iledir. Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdad iledir. Zira, Sâni-i Âleme hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın, halka ubudiyete tenezzül etmemesi gerektir. Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile tahallûk ve sünnet-i Nebeviyeyi ihyâ ile muvazzaftır.

Ey evliya-i umûr! Tevfik isterseniz, kavânin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız. Zira, mâruf umum enbiyanın memâlik-i İslâmiye ve Osmaniyeden zuhuru, kader-i İlâhînin bir işaret ve remzidir ki; bu memleket insanlarının makine-i tekemmülâtının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri ziya-yı İslâmiyet ile neşvünemâ bulacaktır.

Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için, vaktiyle mesâil-i şeriat rüşvet verilirdi. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.

Bizim cemaatımizin meşrebi, muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani, beyne’l-İslâm muhabbete imdat; ve husumet askerini bozmaktır.

Mesleğimiz ise, ahlâk-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile tahallûk ve sünnet-i Peygamberîyi ihyâ etmektir. Ve rehberimiz şeriat-ı garrâ ve kılıcımız da berahin-i kàtıa ve maksadımız ilâ-yı kelimetullahtır. Cemaatimize her bir mü’min mânen müntesiptir. Sûreten intisap ise, Sünnet-i Nebeviyeyi kendi âleminde ihyâya azm-i kat’î iledir. En evvel mürşid-i umumî ulema ve meşâyih ve talebeyi, şeriat namına ittihada dâvet ederiz.

Said Nursî

***
İhtar-ı mahsus

Gazeteci denilen huteba-i umumî iki kıyas-ı fâsidle milleti bataklığa düşürtmüştür.

Birincisi: Vilâyâtı, İstanbul’a kıyas ederek... Hâlbuki elifbâyı okumayan çocuklara felsefe dersi verilse sathî olur.

İkincisi: İstanbul’u Avrupa’ya kıyas etmişler. Hâlbuki, bir erkek, kadının kametinden istihsan ettiği libası giyinse maskara ve rezil olur.

Said Nursî

Lügatler :
abd : kul
ahlâk-ı Ahmediye : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) ahlâkı

âlem : dünya
âlem-i asgar : en küçük âlem; insan
aleyhissalâtü vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun

azm-i kat’î : kesin azim ve ciddî gayret
berahin-i kàtıa : kesin deliller
beyne’l-İslâm : Müslümanlar arasında
ceride : gazete
cevab-ı red : red cevap
cihad-ı ekber : en büyük cihad; nefis ile mücadele
diyanet : din
ebed : sonsuzluk

elifbâ : alfabe, İslâm alfabesi
enbiya : nebiler, peygamberler
evliya-i umûr : iş başında bulunan kimseler
hablü’l-metin : sağlam ip; İslâmiyet
hizmetkâr : hizmetçi

husumet : düşmanlık
huteba-i umumî : herkese hitâp edenler, umuma ders verenler
i’lâ-yı kelimetullah : Allah’ın ismini, dâvâsını yüceltmek, yaymak
ihtar-ı mahsus : hususî ikaz
ihyâ : yeniden hayata döndürme, canlandırma
imdat : yardım
intisap : bağlılık
istibdad : baskı ve zulüm
istibdad-ı rezile : alçakça baskı, zulüm
istifade etme : faydalanma

istihsan : beğenme, güzel bulma
istimdad : yardım dileme
istinad : dayanma, dayanak
kader-i İlâhî : Allah’ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması

kamet : boy bos
kavânin-i âdetullah : kâinatta işleyen İlâhî kanunlar, yaratılış kanunları
kelâm-ı ezelî : ezelî söz

kıyas-ı fâsid : hatâlı karşılaştırma, yanlış kıyas
libas : elbise
makine-i tekemmülât : ilerleme, olgunlaşma makinesi

maksad : gaye, amaç
mânen : mânevî olarak
mâruf : bilinen, tanınmış
memâlik-i İslâmiye ve Osmaniye : İslâm ve Osmanlı memleketleri, ülkeleri
mesâil-i şeriat : şeriatın meseleleri, kaideleri

meşayih : şeyhler; tasavvuf ve tarikat önderleri
meşreb : hareket tarzı, metot
muhabbet : sevgi
muhafaza : koruma, saklama
muvazzaf : görevli
mükellef : yükümlü

müntesip : bağlanan, bağlı
mürşid-i umumî : herkese her yönden doğru yolu gösteren, genel mürşid
nefs-i emmâre : kötülüğü şiddetle ve defalarca emreden duygu; nefsin terbiye görmemiş en kötü hâli
neşvünemâ : büyüyüp gelişme
remiz : işaret
Sâni-i Âlem : bütün varlık âlemini san’atlı bir şekilde yaratan Allah

sathî : sığ, yüzeysel
selâmet : esenlik, güven
sıhhat : sağlamlık, doğruluk, sağlık
sünnet-i Nebeviye : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sünneti

sünnet-i Peygamberî : peygamber sünneti, Hz. Muhammed’in sünneti
şeriat namına : İslâmiyet adına
Şeriat-ı Ahmediye : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) getirdiği şeriat, İslâmın kanun ve hükümleri
şeriat-ı garrâ : büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet
tahallûk : ahlâklanma
takviye : güçlendirme, destekleme
temessük : sarılma, tutunma
tenezzül etme : inme, alçalma
tevfik : başarı, muvaffakiyet
tevfik-i hareket : uygun hareket
tevfiksizlik : başarısızlık
ubudiyet : kulluk

ulema : âlimler
umum : bütün

vilâyât : vilâyetler, iller
zaaf-ı diyanet : dinde zayıflık, gevşeklik gösterme
zira : çünkü
ziya-yı İslâmiyet : İslâmiyetin ışığı
zuhur : görünme, ortaya çıkma

 
Üst