Tefeül...

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 13.1.RİSALE-İ NUR VE HARİÇ MEMLEKETLER

Risale-i Nur’un hariç memleketlerdeki fütuhatına kısa bir bakış

Risale-i Nur, yirminci asrın ilim ve fen seviyesine uygun müspet bir metodla akla ve kalbe hitap ederek ikna ve ispat yoluyla gittiği için, yalnız Türkiye’de değil, hariç memleketlerde de hüsn-ü kabule mazhar olmuştur. Eserler, memleketimizde yeni yazı ile matbaalarda basılmadan evvel, başta Pakistan ve Irak olmak üzere diğer İslâm memleketlerinde Arapça, Urduca, İngilizce ve Hintçe tab edilerek bütün âlem-İslâma tanıtılmış ve fevkalâde teveccühe mazhar olarak geniş bir okuyucu kitlesi bulmuştur.

Bediüzzaman, kırk-elli seneden beri, yalnız âlem-i İslâmda değil, bütün dünyaca tanınmış mümtaz bir şahsiyettir. Kendisi, küçük yaşından beri ilim sahasında ilzam edilmemiş olduğundan, gerek dahilde ve gerekse hariçte nazarlar üzerine çevrilmiştir. Âlem-i İslâmın ilim merkezi olan Camiü’l-Ezher, onun mertebe-i ilmini ve yüksek zekâsını Üniversite Rektörü Şeyh Bahit gibi müdakkik âlimler vasıtasıyla idrak ederken, müspet ilimlerdeki derin vukufu da bütün dünyaya yayılıyordu. Mısır matbuatında “Fatînü’l-Asr” diye tavsif edilerek hakkında makaleler neşrediliyordu. Kendisi, bundan kırk beş-elli sene önce, Şam’da, içinde yüz ehl-i ilim bulunan on bin kişilik muazzam bir cemaate Camiü’l-Emevîde irad ettiği mühim bir hutbede, âlem-i İslâmın geri kalış sebeplerini ve nasıl ilerleyebileceğini izah ederek, âlem-i İslâmın ittifakının ne kadar zarurî olduğunu beyan etmişti.

Bu hutbesi bütün âlem-i İslâmda hayranlıkla karşılanmış ve ilim meclislerinde ismi çok anılmaya başlanmıştır. Onun mücahede ve mücadelelerini işiten ve eserlerini okuyan binlerce kişi ona karşı büyük bir alâka duymaya başlamışlardır. Camiü’l-Ezher’in hamiyetli talebeleri bir hadis-i şerifin medar-ı evham olmuş mânâsını Üstad Bediüzzaman’dan sormuşlar ve Üstad hasta olması dolayısıyla talebeleri, Risale-i Nur’dan o meseleye müteallik mevzuları ve Üstad tarafından daha evvel o hadis dolayısıyla gelebilecek bir suale verilmiş kat’î bir cevabı bir araya getirerek göndermişler ve bu cevap gayet takdirle karşılanmıştır. Pakistan Maarif Nazır Vekili Ali Ekber Şah (şimdi Sind Üniversitesinde Rektör), Türkiye’ye geldiği zaman, Bediüzzaman’ı ziyaret etmiş ve memleketimizden ayrılırken Üstad ve eserleri hakkında gençliğe bir hitabede bulunmuş ve memleketine muvasalatında da, beraberinde götürdüğü Nur Külliyatının, resmen üniversitede okutturulması ve Urducaya tercümesi için teşebbüse geçmiştir. Pakistan’da münteşir Arapça ve İngilizce gazete ve mecmualarda Üstad ve eserleri okyuculara tanıtılmış; Türkiye’deki İslâmî inkişaf, Risale-i Nur faaliyetinin bir semeresi olarak belirtilmiş, Üstad Bediüzzaman âlem-i İslâmın mânevî lideri olarak zikredilmiş ve “Hazret-i Bediüzzaman Said Nursî” diye hakkında birçok makaleler yazılmıştır. Bugün Risale-i Nur, İslâm âlemince, İslâmiyete yöneltilen hücumları kıran bir sedd-i Kur’ânî olarak bilinmekte ve kabul edilmektedir.

Risale-i Nur, Avrupa, Amerika ve Afrika’da da hüsn-ü teveccühe mazhar olmuş; başta bahtiyar Almanya ve Finlandiya olmak üzere, birçok memleketlerde okunmaya başlanmıştır.

Bu cümleden olmak üzere, Almanya’da, Berlin Teknik Üniversite mescidine Risale-i Nur Külliyatı konulmuş ve Şarkiyat Üniversitesi İlâhiyat Bölümünde Risale-i Nur hakkında konferans tertip edilmiştir. Almanya’daki İslâmî fütuhatta Risale-i Nur’un büyük rolü olmuştur.

Yunanistan’ın Gümülcine şehrinde Hafız Ali Efendi tarafından açılan dershanede Risale-i Nur dersleri de okutturulmakta ve yüzlerce Risale-i Nur talebesi yetişmektedir.

Finlandiya’da İslâm Cemaati Reisi tarafından Risale-i Nur neşredilmekte ve bu sayede birçok Finli Müslüman olmaktadır.

Japonya ve Kore’de de Risale-i Nur’un birçok okuyucuları bulunmaktadır. Kore Harbi münasebetiyle Türkiye’den Kore’ye giden müteaddit Nur talebeleri tarafından bütün külliyat oraya götürülmüş; bu eserlerin bir kısmı Japon üniversitelerine ve bir kısmı da Kore kütüphanelerine hediye edilmiştir. Bu vesile ile Japonya’daki İslâm cemaati de Risale-i Nur’dan istifade etmeye başlamıştır.

Hindistan ve Endonezya’daki Müslümanlar da Risale-i Nur’dan mahrum kalmamışlardır. Hacca giden bir Nur talebesi, tanıştığı bir Hintli âlime Risale-i Nur Külliyatını hediye etmiş ve o âlim de eserleri Hintçeye tercüme edeceğini ve bunun kendisi için büyük bir vazife olduğuna inandığını söylemiştir.

Amerika’daki Washington Camiine bazı risaleler hediye edilmiş ve buradaki Müslümanların da bu eserlerden istifadeleri sağlanmıştır.

Irak’tan gönderilen Risale-i Nur eserleri münasebetiyle, Washington İslâm Kültür Merkezi Genel Sekreteri tarafından eserleri gönderen Nur talebesine bir teşekkür mektubu yazılmıştır.

Mezkûr beyanatımız, Risale-i Nur’un hariç memleketlerdeki inkişafının malûmatımız çevresindeki birkaç nümunesidir.

Yakında tab edilecek “Mu’cizeli Kur’ân”da, Hâfız Osman hattı aynen muhafaza edilmekle beraber, Kur’ân’ın lâfzî mu’cizeleri gösterilmiştir. Bu Kur’ân’ın, âlem-i İslâm başta olmak üzere bütün dünyaca ne büyük bir alâka ile karşılanacağı şüphesizdir.

Bütün bunlar, Risale-i Nur’un dünya çapında muazzam bir boşluğu doldurmakta olduğunun delil ve emareleri değil midir? Bütün beşeriyet, Kur’ân’a ve dolayısıyla asrımızda onun mânevî i’câzını ispat ve beyan eden Risale-i Nur’a muhtaçtır.

İşte bu kısımda, Üstad Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında hariç memleketlerde intişar eden makalelerin bir kısmını, Üstada ve talebelerine gelen mektuplardan bazılarını aşağıya dercediyoruz.


Lügatler :
âlem-i İslâm : İslâm âlemi
beşeriyet : insanlık
beyanat : açıklamalar, izahlar
dahil : iç

dercetme : yerleştirme
ehl-i ilim : ilim ehli, âlimler

emare : belirti, işaret
fatînü’l-asr : asrın en dahisi, asrın en zekisi
fen : bilim
fevkalâde : olağanüstü
fütuhat : fetihler, zaferler; Risale-i Nur’un yabancı ülkelerde tanınıp okunması ve kalpleri fethetmesi
hadis-i şerif : Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış
hamiyet : din gibi mukaddes değerleri ve aile ve vatanı koruma duygusu ve gayreti
hariç memleket : dış ülke
hariç : dış

hitabe : seslenme, sesleniş, konuşma
hitap : konuşma
hutbe : konuşma, hitabe

hücum : saldırı
hüsn-ü kabul : güzel bulunma, iyi bir şekilde karşılanma

hüsn-ü teveccühe mazhar olma : büyük ilgi görme, güzel bulunma
idrak : anlayış, kavrayış
ilzam : susturma

inkişaf : ilerleme, gelişme
intişar etme : yayılma
irad etme : sunma, söyleme

İslâmî fütuhat : İslâmî fetihler; İslâmiyetin halk arasında tanınarak kalpleri fethetmesi ve Müslüman olmalarına vesile olması
İslâmî : İslâma ait

istifade : faydalanma, yararlanma
ittifak : birleşme, birliktelik
izah : açıklama

kat’î : kesin bir şekilde
külliyat : eserler bütünü; Risale-i Nur Külliyatı

lâfzî mu’cize : Kur’ân’ın lâfzına ait mu’cize; Kur’ân’ın yazı ve hat san’atıyla yazılırken farkında olmayarak “Allah” lâfızlarının alt alta gelmesi şeklinde görünen Kur’ân mu’cizesi
Maarif Nazır Vekili : Millî Eğitim Bakan Yardımcısı

makale : yazı
malûmat : bilgiler, bilinenler
mânevî i’câz : mânevî mu’cizelik; Kur’ân’ın mânâ bakımından mu’cize oluşu
matbuat : basın, medya
mazhar : erişme, nail olma

mecmua : dergi
medar-ı evham olma : kuruntu ve kuşkulara sebep olma
mertebe-i ilim : ilim mertebesi, derecesi

mevzu : bahis, konu
mezkûr : anılan, sözü geçen
mu’cize : insanların bir benzerini yapmada aciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından verilen olağanüstü şey
muazzam : azametli, çok büyük
muhafaza : koruma, saklama
muvasalat : varma, ulaşma
mücadele : uğraşma, çabalama
mücahede : cihat etme, din uğrunda çaba harcama
müdakkik : dikkatli bir şekilde araştıran, inceleyen
mümtaz : seçkin, üstün

münteşir : yaygın
müspet ilim : pozitif ilim, ispata dayanan ilim; fizik, kimya, matematik gibi
müspet : olumlu, yapıcı

müteaddit : birçok, çeşitli
müteallik : alâkalı, ilgili
nazar : bakış, dikkat

neşr : yayma, yayım
neşretme : yayma, yayımlama

nümune : örnek, misal
risale : küçük kitap, mektup; Risale-i Nur’un her bir bölümü
sedd-i Kur’ânî : Kur’ân’ın yıkılmaz seddi
semere : meyve, netice
şahsiyet : kişilik
tab : basma
tavsif : vasıflandırma, nitelendirme

tertip : düzenleme
teşebbüs : başvurma
teveccüh : ilgi, yönelme
vukuf : etraflıca bilme, öğrenme
zarurî : zorunlu

zikredilme : anılma, belirtilme



 

uður1

Well-known member
İnsan zaiftir, belaları çok. Fakirdir, ihtiyacı pek ziyade. Acizdir, hayat yükü pek ağır. Eğer Kadir-i Zülcelal'e dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azab içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar. Ya sarhoş veya canavar eder.

(Bediüzzaman Said Nursi - 6. Söz'den)
Lügatler
Âciz :güçsüz, zayıf
Azab :büyük sıkıntı, dünyada işlenen günahların âhiretteki cezası
Daim :devamlı
Elem :keder, üzüntü, acı
İtimad etmek :inanmak, güvenmek
Kadîr-i Zülcelal :her türlü eksiklikten yüce kuvvet ve kudret sahibi
Meşakkat :zahmet, sıkıntı, zorluk
Semere :meyve, verim, netice
Teessüf :kederlenmek, üzülmek
Tevekkül :sebebleri işledikten sonra işi başkasına bırakmak
Vicdan :insanın içinde iyiyi kötüden ayıran manevi duygu
Zaif : zayıf, dayanıksız
Ziyade : fazla, daha çok, fazlasıyla

 

uður1

Well-known member
Genç Niçin Bunalıyor?

Genç Niçin Bunalıyor?
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır. Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık verir.” (En’âm, 125)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“İnsan, kulluk vazifelerini îfâda kusur gösterir, yani her ibadetini kâfî miktarda yapmayıp azaltırsa Cenâb-ı Allah onu gam ve kedere mübtelâ kılar.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, no: 6788)
Günümüzün genç insanı, kalabalıklar arasında yalnız; teknolojinin getirdiği lüks ve kolaylıklar içinde rahatsızdır. Sosyal münasebetlerin "gelişmiş" denilen toplumlarda görünüş deki nezaketinin yanısıra, insanî özelliklerini kaybetmesi de onu fazlasıyla etkiliyor; Kendini tatmin edecek meşgaleleri kolaylıkla seçemeyen genç insan, ruhi tatminini temin için her cazip şeyi tutma istiyor. Ama çoğu kere, ümid ettiğini bulamıyor.
Günümüzde bir tarafta, çoğunlukla gelenek biçiminde devam eden, fakat öte tarafta kısmen de olsa gerçek ve canlı bir biçimde yaşanmasına rağmen; kitlelerin dikkatini çekemeyen islâmî bir uyanış mevcut. Gençlerimizin İslâm'a yönelmesinin, onların birçok problemlerine hal çaresi getireceğini söyleyebiliriz. (Dr. Sami Ersel, Altınoluk Dergisi Mart-1986)
Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Hayy: Hayatı, ezelî ve ebedî olarak sarmalayan, bütün hayatların kaynağı olan, ezelî ve ebedî olarak ölmeyen, diri olan demektir.
Kısa Günün Kârı
Yetişmekte olan genç insanımızın iç dünyasındaki fırtınaları acaba farkedebiliyor ve ona yaklaşabiliyor muyuz?
Lügatçe
murdar: Kirli, pis.îfâ: Yerine getirme.
kâfî:
Yeterli.
gam:
Kaygı, keder.
mübtelâ:
Dertli, hasta, başı sıkıntılı.

 

uður1

Well-known member
Yalan söylemek

Yalan söylemek

Sual: Yalan söylemenin dinimizdeki yeri nedir?
CEVAP
Yalan Kur’an-ı kerimde de, hadis-i şeriflerde de büyük günah olarak bildirilmektedir. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Yalan söyleyenler, iftira edenler, ancak Allahü teâlânın âyetlerine inanmayanlardır. İşte onlar, yalancıların tâ kendileridir.) [Nahl 105, Beydavi]
Yalan, günahların en çirkini, ayıpların en fenası, kalbleri karartan bütün kötülüklerin başıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Yalan, rızkı azaltır.) [Ebu-ş-şeyh, İsfehani]
(İman sahibi, her hataya düşebilir. Fakat hainlik yapamaz ve yalan söyleyemez.) [Bezzar]
(Münafıklık alametinden biri de yalan söylemektir.) [Buhari]
(Yalan, imana aykırıdır.) [Beyheki]
(Müminde, her huy bulunabilir. Fakat yalancı ve hain olamaz.) [Bezzar]
(Mümin her kabahati yapabilir. Ama hıyanet edemez ve yalan söyleyemez.) [İbni Ebi Şeybe]
(Yalan yere yemin büyük günahlardandır.) [Buhari]
(Sözle çıkarılan fitne, kılıçla çıkarılan fitne gibidir. Yalan ve iftira ile çıkarılan fitne, kılıçla çıkarılan fitneden de kötüdür.) [İbni Mace]
(Yalan, Cehennem kapılarından bir kapıdır.) [Hatîb]
(Yalandan sakının! Çünkü yalan günaha, günah da Cehenneme sürükler.) [Buhari]
(Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona hıyanet etmez ve yalan söylemez.) [Tirmizi]
(Danışana, yalan söyleyen kimse, ona hıyanet etmiş olur.) [İbni Cerir]
(İnsanları güldürmek için yalan söyleyenlere, yazıklar olsun!) [Ebu Davud]
(Ana babaya eziyet ve yalan yere şahitlik büyük güna
 

uður1

Well-known member
Cevap: Yalan söylemek

Wall Street protestolarına Kur'an'dan çözüm
18 Ekim 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
İşârâtü’l-İ’câz’da ispat edildiği gibi, bütün ihtilâlât-ı beşeriyenin madeni bir kelime olduğu gibi, bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir.
Birinci kelime: “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!”
İkinci kelime: “Sen çalış, ben yiyeyim.”
Evet, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avam, yani zenginler ve fakirler, muvazeneleriyle rahatla yaşarlar. O muvazenenin esası ise, havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir.
Şimdi, birinci kelime havas tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevk etmiştir.
İkinci kelime avâmı kine, hasede, mübarezeye sevk edip rahat-ı beşeriyeyi birkaç asırdır selb ettiği gibi, şu asırda sa’y, sermaye ile mübareze neticesi, herkesçe malûm olan Avrupa hâdisât-ı azîmesi meydana geldi.
İşte, medeniyet, bütün cem’iyât-ı hayriye ile ve ahlâkî mektepleriyle ve şedit inzibat ve nizâmâtıyla beşerin o iki tabakasını musalâha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müthiş yarasını tedavi edememiştir.
Kur’ân, birinci kelimeyi, esasından “vücub-u zekât” ile kal’ eder, tedavi eder.
İkinci kelimenin esasını “hurmet-i ribâ” ile kal’ edip tedavi eder.

Evet, âyet-i Kur’âniye âlem kapısında durup ribâya “Yasaktır” der. “Kavga kapısını kapamak için banka (ribâ) kapısını kapayınız” diyerek insanlara ferman eder, şakirtlerine “Girmeyiniz” emreder. (Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ahlâk-ı seyyie : kötü ahlâk
avam : halk, fakirler sınıfı
cem’iyât-ı hayriye : hayır cemiyetleri
havas : zenginler sınıfı
hayat-ı içtimaiye-i beşeriye : insanlığın sosyal hayatı
hurmet-i ribâ : fâizin haramlığı
ihtilâlât-ı beşeriye : insanlardaki ihtilaller, karışıklıklar
inzibat : âsayiş, düzen
kal’ etmek : kaldırmak
menba : kaynak
musalahâ : barıştırma
muvazene : denge
mübareze : mücadele, çatışma
ribâ : faiz
sa’y: çalışmak, çalışanlar
selb etmek : ortadan kaldırmak
şedit : şiddetli
vücub-u zekât : zekâtın farz oluşu
 

uður1

Well-known member
Bediüzzaman'ın Sahabe Risalesi enfestir

Bediüzzaman'ın Sahabe Risalesi enfestir
17 Ekim 2011 / 09:45
"Peygamberimizle" çağdaşlaşabildiğimiz ve "peygamberimizi" çağdaşımız kılabildiğimiz zaman...

Risale Haber-Haber Merkezi
Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan, Bediüzzaman'ın sahabe risalesinde enfes bir şekilde dikkat çektiği gibi Peygamberimizle ontolojik irtibatı kurabileceğimizi söyledi.
Yazısına "Bizim Müslümanlıkla kurduğumuz ilişki, epistemolojik, sadece bilgilenmeye dayalı bir ilişkidir; üstelik de kuru bilgilere ve ruhsuz bilgilenme biçimlerine" ,fadeleriyle başlayan Kaplan, "O yüzden sahici değil. O yüzden sorunlu. O yüzden kaygan zeminlerde patinaj yapıyoruz sürekli olarak: Arızî bir ilişki olduğu için de, sürgit arıza üretiyor, önleyemediğimiz arızaların taarruzlarına maruz bırakıyor bizi. O yüzden heyecanlandırmıyor. O yüzden hayatî bir önem arzetmiyor. O yüzden, kolaylıkla vazgeçilebilir'dir" dedi.
İçinde bulunduğumuz çağın ağlarından ve bağlarından, idrak biçimlerinden yola çıkarak Kur'ân'a ve Sünnet'e gitmeye kalkışılması durumunda "buranın duyuş, düşünüş ve varoluş biçimlerini ve kalıplarını Kur'ân ve Sünnet algımıza giydirmekten başka bir şey yapmış olmayız" diyen Kaplan, Bediüzzaman'ın sahabe risalesine konuyu "enfes" bir şekilde işlediğini söyledi.
Kaplan, yazısını şöyle sürdürdü:
"Başka bir deyişle, İslâm'la, Kur'ân'la, dolayısıyla Efendimiz'le kurduğumuz epistemolojik ilişkiyi, -çağımızda yalnızca Bediüzzaman'ın sahabe risalesinde enfes bir şekilde dikkat çektiği gibi- ontolojik irtibata dönüştürebildiğimiz; yani "peygamberimizle" çağdaşlaşabildiğimiz ve "peygamberimizi" çağdaşımız kılabildiğimiz zaman, çağ körleşmesinden kurtulabilir, varış noktasıyla kalkış noktasını buluşturabiliriz. İşte o zaman, çağrımızın çağını kurma sürecinde bir mesafe katedebiliriz.
 

uður1

Well-known member
Kadının en esaslı özelliği sadakattir
17 Ekim 2011 / 00:01
Günlük Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
Kadın öyle değil; o derece kocasını inhisar altına alamaz.
Çünkü kadının—aile hayatında müdir-i dahilî olmak haysiyetiyle kocasının bütün malına, evlâdına ve herşeyine muhafaza memuru olduğundan—en esaslı hasleti sadakattir, emniyettir.
Açık saçıklık ise, bu sadakati kırar, kocası nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azabı çektirir.
Hattâ erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve sehâvet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakate zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet sayılırlar.
Fakat kocasının vazifesi, ona hazinedarlık ve sadakat değil, belki himâyet ve merhamet ve hürmettir.
Onun için, o erkek inhisar altına alınmaz, başka kadınları da nikâh edebilir. [Yirmi Dördüncü Lem'a]
Bediüzzaman Said Nursi
Sözlük:
inhisar: sınırlandırma, kontrol
müdir-i dahilî: iç işlerini yönlendiren
haysiyet: özellik
haslet: huy, özellik
sehavet: cömertlik
ahlak-ı seyyie: kötü ahlaklılık
 

uður1

Well-known member
Lügatler :
âgâh olma : uyanık olma; dikkat etme
âlem-i İslâm : İslâm dünyası
âmin : “Allah’ım kabul eyle”

arzetme : söyleme, sunma
aziz : çok değerli, izzetli
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
cihan : dünya
cihanşümul : dünya çapında, evrensel
teşçî etme : teşvik etme, cesaretlendirme

dâi : sebep
diyar : memleket

emniyet : güven
fıkra : belli bir düşünceyi anlatmak üzere kaleme alınan yazı; makale

filhakika : gerçekten, doğrusu
hakikat : doğru, gerçek
hakikî : doğru, gerçek olan
haricî : dışa ait

Hazret-i Nur : Bediüzzaman Said Nursî
hulûs : samimiyet, iyi niyet dilekleri
içtimaî : sosyal, toplumsal, topluma ait
iftihar : övünme

inşaallah : Allah izin verirse
İslâmî : İslâma ait
istibdat : baskı, zulüm
istikbal : gelecek

kızıl kâfirler : Allah’a ve Allah’ın kesin olarak bildirdiği herhangi bir şeye inanmayan komünist kimseler, komünistler
külliyat : eserler bütünü; Risale-i Nur Külliyatı
lâkin : ama, fakat
malûmat : bilgi
materyal : gerekli olan bilgi, malzeme

meşkûr olma : teşekkür etme
muahede : devletler arasında yapılan antlaşma
muharrir : yazar, gazeteci
muhterem : hürmete lâyık, saygıdeğer

mücadele : uğraşma, çabalama
müşkül : zor, anlaşılması güç
mütalâa : dikkatle okuma, inceleme
mütefekkir : aydın, düşünür
neşr : yayma, yayım
neşriyat : medya, basın-yayın

nizam : düzen, kanun
pâyidar : kalıcı, sabit
payitaht : başkent
propaganda : bir düşünceyi başkalarına tanıtma, benimsetme ve yayma amacıyla söz, yazı gibi yollarla gerçekleştirilen çalışma

rabıta : bağ, alâka
Rebiülâhir : Hicrî takvimde dördüncü ay
ruh u can : ruh ve can; bütün içtenlik
ruhanî : ruha ait

semâhatli : hoşgörülü, cömert, iyiliksever
sıddık : çok doğru ve gönülden bağlı
şakirt : talebe, öğrenci

şerefyâb : şeref bulan, şeref kazanan
şerik : ortak

şiâr : işaret; sembol
taallûkat : bağlar, ilişkiler
tab : basma

tebliğ : bildirme, ulaştırma
terakki : ilerleme, yükselme
vücut bulma : meydana gelme, oluşma
zarurî : zorunlu
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ
13.2.RİSALE-İ NUR VE HARİÇ MEMLEKETLER(DEVAMI)

Sind Üniversitesinin kıymetli dekanı Ali Ekber Ekber Şah’ın Ankara’daki bir Nur talebesine yazdığı mektup

[SUP]1[/SUP]اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ

Aziz, sıddık kardeşim,

Çok zamandan beri size mektup yazmadığım için özür dilerim. İnşaallah bundan sonra sık sık yazacağım. Ve sizden de sık sık yazmanızı rica ederim. Muhabbetimde hiçbir azalma yok; belki bu muhabbet daha da artıyor.

Türkçe bilmiyorum, lâkin sizin Risale-i Nur’u görüyorum ve çok beğeniyorum.

Zeban-i yâr-i men Türkî ve men Türkî nemîdânem,
Çe hûşbûde eğer bûde zebaneş der dehânem.
[SUP]2[/SUP]

Bu ne kadar iyidir ki, külliyatınızın adı da Nur’dur ve bu, nurun dâisidir. Aramızda ruhanî rabıta var. Allah’tan, bu ruhanî taallûkatlarını çok çok pâyidar etmesini dua ederim. Türkiye’de iken dostlarınızla da görüşmüştüm. Onların hallerini yazın ve hürmet ve selâmlarımı tebliğ ediniz; meşkûr olurum. Hazret-i Nur nasıldır? Onun hakkında yazın ve selâmlarımı ve hulûslarımı, hizmetinde olduğumuzu arzediniz. Sabir İhsanoğlu ile görüştüm ve şimdilik onunla beraber oturup Türkiye’ye ait ve sizler hakkında bahsetmekteyim. Bizler biraz daha çalışacağız ve din hizmetinde olacağız. Allah yardım etsin.

Mektuba son verirken sıhhat için dua eder, Cenâb-ı Haktan Müslümanlara emniyet vermesini yalvarırım.

Din kardeşiniz

Seyyid Ali Ekber Şah

Sind Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekanı

Haydarabad, Batı Pakistan


***
Pakistan İslâm Talebe Cemiyeti tarafından gönderilen mektup

Pakistan İslâm Talebe Cemiyeti Reisinden Üstad Bediüzzaman Hazretlerine gelen bir mektup
[SUP]1[/SUP]اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ

Pakistan Talebe Cemiyeti yıllık kongresi, Pakistan’ın payitahtı olan Karaşi’de Hicrî 14-15-16 Rebiülâhir 1377, Milâdî 8-9-10 Aralık 1957’de toplanacağını bildirmekle şerefyâb oluruz. İslâmiyet uğruna çalışan gençleri teşçî etmek gayesiyle, bu kongre münasebetiyle mesajınızı göndermenizi rica ederiz.

Belki semâhatli Efendimiz, Pakistan’daki Müslüman Talebe Cemiyetinin İslâmiyeti şiar edindiğini biliyorlar. Ve cihandaki müşkül meseleleri doğruca halledebilecek ancak İslâm dininin olduğuna da inanmaktadır.

Bu cemiyet, Pakistan’da en kuvvetli bir cemiyet, en sağlam bir içtimaî nizam olup, on seneden beri cihanşümul İslâmiyet fikrini ve yüksek nizamlarını talebe önünde ve topluluklarında ispat etmeye çalışmaktadır.

Ayrıca müsaadelerinizi ve lâyık olduğu şekilde bizim sizde olan ümitlerimizi boşa çıkarmayacağınızdan eminiz. Çok teşekkürler ederiz. Selâmlar.

Din kardeşiniz İbsar Alim

Pakistan İslâm Talebe Cemiyeti Reisi


***
Risale-i Nur’un Pakistan’da neşriyatını yaparak pek çok kimselerin bu eserlerden istifadesini sağlayan Karaşi Üniversitesi Türk Tarih Bölümü asistanı ve dört büyük gazetenin muharriri M. Sabir ihsanoğlu’nun bir mektubu

[SUP]1[/SUP]اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ [SUP]3[/SUP]بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Muhterem din kardeşlerimiz,

Kıymetli mektubunuzu aldım, çok çok teşekkürler.

Hazret-i Üstadımız Said Nursî’nin hal ve sıhhati nasıldır? Onu seven talebeler ve halk soruyor. Bana haber göndermenizi rica ederim.

Bu ay içerisinde Hindistan’da, İslâmiyetin ve Türklerin hakikî düşmanı olan siyonist ve kızıl kâfirlere karşı dört makale neşrettim. Türk-Pakistan dostluğunun esas ve tarihi hakkında da, Karaşi’de de bir fıkra neşrettim, size de gönderdim. İmam adlı aylık bir gazetede, “Rusya’da Mazlûm Müslüman” başlıklı bir makale yazdım; bunu da gönderdim ve başka Urduca gazetelere de gönderdim. Maksadım, İslâmiyete hizmet, Türk edebiyatını tanıtmak ve Türk düşmanlarına karşı, yazmak ve çalışmaktır…

Burada mühim bir kitap neşretmek istiyorum, bunun için size yazıyorum. Bu hususta Halkçıları tanıttırıyorum ki, bunlar, Türklere karşı çalışmışlar ve Cumhuriyet adına bütün milleti aldatıp dindarları zindanlara atmışlardı. Karaşi’de neşredilen bu makaleleri bir kitap halinde tab etmek istiyorum. Bize ne kadar materyal verirseniz, hepsi burada neşrolacak.

Bu mektubumdan sonra, size mühim bir mektup yazacağım ve bunda, niçin Üstadın İslâm dünyasının en büyük din şahsiyeti olduğu ve bunun gibi hiçbir adam, ne Endonezya, ne Hind-Pak Yarımadası, ne Arap ve ne de Afrika’da çıkmadığı gösterilecek.

Ey Nurcu dostlarım, Türk-Pakistan dostluğu için çalışınız, komünistlerden âgâh olunuz. İftihar ederiz ki, Türkiye ile Pakistan, Bağdat Paktı muahedesinde şeriktir. Yolumuz İslâmîdir; ne Arapcılık, ne İrancılık…

Geçen ay, Seyyid Ali Ekber Şah beni çağırdı. Bu zat 1950’de Üstadımızı görmüş. Bana çok iyi malûmat verdi. O, makalelerle de Üstadı tanıtmış ve Yahudiler aleyhinde yazmıştır. Bu zat, Üstada selâmlar ve talebelere dualar ediyor ve diyor ki: “Ben iki adamın tesiri altında kaldım: Biri Mevlânâ, diğeri de Said Nursî.”

M. Sabir İhsanoğlu

***
M. Sabir İhsanoğlu’nun diğer bir mektubu

Bir habere göre, Menderes Hükûmeti, âlem-i İslâmın ve dünyanın büyük mütefekkiri olan Hazret-i Üstad Said Nursî’nin çok mühim İslâmî eserleri olan Risale-i Nur’un neşri için emir vermiş. Bu haberden, Pakistanlı din yolunda çalışan adamlar büyük bir sevinç içinde kalmıştır. Bu neşir münasebetiyle, Hazret-i Said Nursî’yi, talebelerini ve Türk din kardeşlerimizi ruh u canımızla tebrik eder, milleti zulüm ve istibdat ve dinsizlikten kurtaran başta Menderes olmak üzere bütün Demokratlara teşekkür ederim.

Bu hareketten dolayı, Türk milleti aleyhinde yapılan haricî propagandalar kırılacak ve âlem-i İslâmın Türkiye’ye olan eski muhabbeti yeniden vücut bulacaktır. Ben, bir Pakistanlı Müslüman, Türkiye’ye hiç gitmedim, Said Nursî’yi görmedim. Lâkin İstanbul Üniversitesi Nur talebelerinin neşrettikleri kitaplardan bazı parçaları mütalâa ederek hakikî, ruhanî bir lezzet hissettim. Ve şimdi, bu uzak diyarda bir Nur şakirdi oldum.

Ana dilim Urducada yazılmış bu gibi eserler yok. Ve Nursî gibi bir din kahramanı, Hindistan ve Pakistan’da yok. Bu bir hakikattir. Eğer bu eserler Urducaya tercüme edilirse, büyük İslâmî hizmetler olacağını ümit ediyoruz. Filhakika, komünizme karşı neşriyat yoluyla mücadele çok zarurîdir. Ve Demokratlar tüzüklerinde buna yer vermiştir. İnşaallah, bu gibi İslâmî faaliyetlerle, Türklere karşı çalışan komünistler, farmasonlar ve başkaları mahvolacak ve istikbalde Türkiye eski makamına terakki edecek… Âmin.

M. Sabir İhsanoğlu

Errabadlı

Pakistan’da bir Nur şakirdi

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Allah’ın selâmı, rahmeti üzerinize olsun.
[SUP]2[/SUP] : Dostumun lisanı Türkçe’dir, fakat ben Türkçe bilmiyorum. (Onun lisanını) bilseydim ne güzel olurdu.

[SUP]3[/SUP]: Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.

 

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 5.1.HAKİKAT
26 Şubat 1324 (Mart 1909)
Dinî Ceride, No. 70

Biz kâlû belâdan cemiyet-i Muhammedîde (a.s.m.) dâhiliz. Cihetü’l-vahdet-i ittihadımız tevhiddir. Peymân ve yeminimiz imandır. Madem ki muvahhidiz, müttehidiz. Her bir mü’min i’lâ-yı kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki etmektir. Zira, ecnebîler fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz de, fen ve san’at silâhıyla i’lâ-yı kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkârla cihad edeceğiz.

Amma cihad-ı haricîyi şeriat-ı garrânın berahin-i kàtıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet ki, [SUP]HAŞİYE[/SUP] adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel şeriat-ı garrâ teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinayettir. Ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa, istibdat tevzi olunmuş olur.

[SUP]1[/SUP]
اِنَّ اللهَ هُوَ الْقَوِىُّ الْمَتِينُ hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da mârifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdat daima hükümfermâ olacaktır.

İttifak hüdâdadır, hevâda ve heveste değil.

İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu; şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesail-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru insanın kusuruna senet ve özür olamaz.

Yeis, mâni-i herkemâldir. “Neme lâzım, başkası düşünsün!” istibdadın yadigârıdır. Bu cümlelerin mabeynini raptedecek olan mukaddematı, Türkçe bilmediğim için mütaliînin fikirlerine havale ediyorum.

Said Nursî
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]HAŞİYE[/SUP] : O zaman Meşrutiyet; şimdi o kelime yerine Cumhuriyet konulmuş.
[SUP]1[/SUP] : Şüphesiz ki Allah, mutlak kuvvet ve kudret sahibidir.


Lügatler :
abdullah : Allah’ın kulu
ahkâm : hükümler, esaslar

aleyhissalâtü vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun
âmir-i vicdanî : vicdana ait âmir, vicdanı çalıştıran

azîm : büyük, yüce
bahr-i umman : Hint Okyanusu; çok büyük denizler gibi engin ve derin
bahusus : özellikle
berahin-i kàtıa : kesin deliller

bu zaman ehli : bu zamanda yaşayanlar; çağdaşlar
cehil : cahillik, bilgisizlik
cemiyet-i Muhammedî : Muhammed’in (a.s.m.) cemiyeti; Hz. Muhammed’e (a.s.m.) bağlı olan cemiyet, İslâm ümmeti
ceride : gazete
cihad : din uğrunda çaba harcama
cihad-ı haricî : dış düşmana karşı yapılan cihad, mücadele

cihet-i vahdet : birlik yönü
cihetü'l-vahdet-i ittihad : birleştiren temel unsur; tek vücut halinde birleştiren yön

desti : testi
din-i İslâm : İslâm dini
ecnebî : yabancı

encümen : meclis
evâmir ve nevâhî-i şer'iye : şeriatın bildirdiği emir ve yasaklar
fakr : fakirlik, ihtiyaç hâli

farz : Allah’ın kesin emirleri
fünun : fenler, bilimler
galebe çalmak : üstün gelmek

hakikat : asıl, gerçek
hâkim : hükmeden, idareci
haşiye : dipnot, açıklayıcı not

havale etme : gönderme
havf : korku
hevâ : faydasız ve gelip geçici arzular
husumet : düşmanlık

hüdâ : hidayet, doğru yol
hükümferma : hükümran, egemen
icbar : zorlama, baskı

ihfâ : gizleme
ihtilâf-ı efkâr : fikirlerin ayrı oluşu
i'lâ-yı kelimetullah : Allah’ın ismini, dâvâsını yüceltme, yayma

îmâ : işaret
istibdad-ı mânevî : mânevî baskı
istibdat : baskı, zulüm

ittifak : birleşme, birlik
ittihad : birleşme, birlik
İttihâd-ı İslâm : İslâm birliği
İttihad-ı Muhammedî : “Muhammedî birlik” anlamına gelen ve 5 Nisan 1909’da İstanbul’da kurulan bir cemiyet
kâlû belâdan (beri) : ruhların ilk yaratıldığı andan beri (Ruhlar, yaratıldıktan sonra Allah onlara ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye sorar. Onlar da “kalû belâ”; evet, Sen bizim Rabbimizsin cevabını verirler.)
kanunda inhisar-ı kuvvet: gücü sadece kanunlara münhasır kılmak, güç ve kuvvetin sadece kanunların eline verilmesi

mabeyn : ara, araları
mâni-i herkemâl : her türlü mükemmelliğe, gelişmeye engel
mârifet-i tam : tam mânâsıyla bilmek

medaris : medreseler, din eğitimi ve öğretimi yapan okullar
medeniyet-i âm : genel medeniyet

mesacid : mescitler
mesail-i şeriat : şeriata ait meseleler
meşrûtiyet : başında hükümdar bulunmakla birlikte, yasama yetkisi kısmen meclis tarafından kullanılan, kısmen de olsa kuvvetler ayrılığına dayanan idare şekli
meşveret : işlerin istişâre (danışıp görüşme) yoluyla halledilmesi; meclis

muhit : çevre, etraf
mukaddemat : öncüller; mukaddimeler, önsözler
muvahhid : Allah’ın birliğine inanan
mükellef : yükümlü

münezzeh : arınmış, kusur ve eksiklikten yüce
münşaib : kollara, şubelere ayrılan
müntesibîn : intisap edenler, bağlı olanlar
müstağni : tenezzül etmeyen, gerekli bulmayan
mütaliîn : okuyucular, mütalâa edenler
müteveccihen : yönelmiş olarak
müttehid : birleşmiş, bir ve beraber olan

nizamname : tüzük; herhangi bir müessesenin tutacağı yolu ve uygulayacağı hükümleri gösteren maddelerin hepsi
peymân : yemin, and, kasem
rabt : bağlamak, bitiştirmek, birşeye bağlamak, nizam vermek
riya : gösteriş
sadâ-yı hakikat : hakikatın sesi
Sünen-i Ahmediye : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sünneti, ahlâkı ve yaşayış tarzı
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet
şeriat-ı garrâ : büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet
şimal : kuzey

tarîk-i Muhammedî : Peygamber yolu, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) yolu, sünneti
teessüs etme : kurulma, yerleşme
terakki etme : ilerleme, yükselme
tevhid : herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve buna inanma

tevhid-i İlâhî : Allah’ın birliği
tevzi olunma : dağıtılma

umum : bütün, genel
yadigâr : hediye, armağan
yeis : ümitsizlik
zevâyâ : zaviyeler; İslâm kültüründe tekkelerin şubeleri gibi çalışmalar sürdüren zikir ve ibadet mekânları



--
 

uður1

Well-known member
. : Kur'an'dan Bir Mesaj : . . .
"Eğer karı kocanın birbirinden ayrılacaklarından endişe ederseniz, o vakit, kendilerine erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. İki taraf işi düzeltmek isterlerse, Allah onları uyuşmaya muvaffak buyurur. Şüphesiz Allah alîm ve habîrdir (her şeyi bilir, bütün maksatlardan haberdardır)." [Nisa Suresi 4,35]
 

uður1

Well-known member
Eskiyi Giymeyenin Yenisi Olmaz
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
(Rahmân’ın o has kulları), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” (Furkân, 67)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Canının çektiği ve arzu ettiğin her şeyi yemen, şüphesiz israftır!” (İbn-i Mâce, Et‘ime, 51)
Hz. Ebû Bekir’in âzâdlısı ve Hz. Âişe vâlidemizin de sütkardeşi olan Kesîr bin Ubeyd şöyle der:
“Mü’minlerin Annesi Hz. Âişe’nin yanına gittim. Bana:
“–Dışarıda biraz bekle de elbisemi dikeyim” dedi. Ben de:
“–Ey Mü’minlerin Annesi! Şayet çıkıp senin bu yaptığını insanlara haber verecek olsam, sana cimri derler” dedim. Bu sözüme karşılık:
“–Sen işine bak! Eskiyi giymeyenin yenisi olmaz” cevabını verdi. (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 471; İbn-i Sa‘d, VIII, 50)
Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Mümît: Ölümü yaratan, ecelleri geldiğinde canlıları öldüren, mahlûkuna bağışlamış olduğu his ve hareket enerjisini zamanı gelince kesen demektir.
Kısa Günün Kârı
Hayatta her türlü israf ve cimrilikten sakınalım.
Lügatçe
israf: Gereksiz yere para, zaman, emek harcama, savurganlık, tutumsuzluk.
 

uður1

Well-known member
Cevap: Dua Ufku

Resim: http://www.dinibilgiler.gen.tr/resim/kelam/besmele.jpg


*Büyük Allah'tır, her türlü hamd ü senâ O Yüceler Yücesi'nin hakkıdır ve sabah-akşam tesbîh ile anılmaya layık yalnız O'dur.
Âlemlerin Rabbi Yüce Allah'a sonsuz hamd ve şükür, Kainatın Medar-ı Fahri Efendimiz (aleyhisselam)'a, âline ve ashabına da nihayetsiz salât ü selam olsun.

Allah'ım, zatında yüce olan dinini bugün de dünyanın her bir köşesinde bir kere daha yücelt; hakkı-hakikati bütün gönüllere duyur.. bizim ve bütün kullarının sinelerini imana, İslam'a, ihsan duygusuna, Kur'an'a ve Hakk'a hizmete aç ve bizi ihlasın özüne ermiş, hep takva hatta onun da ötesinde vera' duygusuyla hareket eden, zühdü bir hayat tarzı olarak benimsemiş, yüce nezdinde kurbete mazhar olmuş, Sen'i sevmiş, icraat-ı sübhaniyenin hepsinden razı ve hoşnut olmuş ve Sen'in sevdiğin, hoşnut olduğun kullarından eyle!.
Ey Merhameti Sonsuz Yüce Rabbimiz! Yeryüzünde sulhtan, barıştan, sevgiden, hoşgörüden, insanlıktan ve inandığı gibi yaşamadan başka bir arzusu olmayan kapının bu bendelerine kötülük ve düşmanlık yapmaktan bıkıp usanmayan ve menfur emellerini gerçekleştirmek için plan üstüne plan, entrika üstüne entrika, komplo üstüne komplo kurup duran hak ve hakikat düşmanlarından, zalimlerden çekmediğimiz kalmadı. Biz de nâçâr bir kez daha kapına geldik, dergahına iltica ettik; rahmet, şefkat ve merhametini dileniyoruz. Allahım bütün ümmet-i Muhammed'e (aleyhissalâtü vesselam), bilhassa kadını erkeğiyle kardeşlerimize ve arkadaşlarımıza vifak ve ittifak, birlik ve düzen, güç ve kuvvet nasip eyle.

Yegane güç ve kuvvet sahibi, Sultanlar Sultanı Rabbimiz! Canlarımız gırtlağımıza dayandığı için huzurunda zaman zaman isimlerini, mekanlarını hususi ya da umumi tasrih ettiklerimiz başta olmak üzere bize düşmanlık besleyen ne kadar insafsız gaddar ve zalim varsa hepsini Sana havale ediyoruz.

Allah'ım! Sen de biliyorsun ki bizim derdimiz onların perişaniyeti değildir; biz kimseye karşı düşmanlık beslemiyor ve hiç kimse hakkında kahriye okumayı tasvip etmiyoruz; sadece, kötülük düşüncesiyle yatıp kalkan kimselerin şerlerinden emin olmayı diliyoruz. Vereceğin hükme karşı her zaman boynumuz kıldan ince; şayet Sen onların hidayetlerini murad buyuruyorsan en kısa zamanda onları hidayete erdir; yok muradın bu değilse Rabbim, o hak-hukuk tanımaz, insanlıktan nasipsiz, tiran bozması azgın ve taşkınların ağızlarına gem vur.. ellerini, ayaklarını bağla.. o azgınlar güruhuna karşı gücünün ve kuvvetinin büyüklüğünü göster.. kalemleriyle düşmanlık yapanların kalemlerini, dilleriyle hakkımızı ihlal edenlerin dillerini.. kaba kuvvetle iş yapmaya çalışanların maddi güçlerini daha kullanılamaz hale getir ve hepsinin ama hepsinin kuvvetlerini, aşırılıklarını, dalaletlerini, güçlerini, birliklerini, şer ve zulüm istikametinde kullandıkları malzemelerini, ittihat ve ittifaklarını paramparça et; zîr ü zeber eyle!.

Yüce Rabbimiz! Hayatlarını Sen'in masum kullarına adavet etmeye bağlamış din ve diyanet düşmanlarını bütün teşebbüslerinde hezimete uğrat.. onları sarsıntı üstüne sarsıntıya maruz bırak.. birlik ve düzenlerini boz.. cemiyetlerini paramparça hale getir.. hepsini bölük-pörçük et.. birbirlerine düşür.. kirli emellerine ulaşmalarına müsaade etme ve o insanlık mahrumu zavallılara karşı her zaman biz kullarını nusretinle te'yîd buyur! Amin!..

Biricik önderimiz, mihmandarımız, kılavuzumuz, dünya ve ahiret saadetimizin vesilesi Efendimiz'i, âlini ve ashabını duamızın sonunda bir kere daha salât ü selamlarla yâd etmek istiyoruz, Rabbimiz. Ne olur, bahtına düştük, güzel isimlerin, yüce sıfatların, Peygamberimiz ve Kur'an hakkı için dualarımızı kabul buyur; yolda bulunmanın hakkını veremiyor olsak da yolunun bu muhtaç yolcularını yollarda bırakma, kapından eli boş geri çevirme, haybet ve hüsrana maruz bırakma!



Amin.. Amin.. Amin!..*
***************
 

uður1

Well-known member
Cevap: Dua Ufku

Resim: http://www.dinibilgiler.gen.tr/resim/kelam/besmele.jpg

*Ey Yücelerden Yüce Rabbim! Bütün mal ve mansıp sahipleri kapılarını sürmelediler. Sen’in yüce dergahının kapısı ise asla kapanmaz ve dilekte bulunanlara her zaman açıktır.
**Ya Rabbî, Ya İlahî! Yıldızlar gaybûbet âlemine, gözler de uykuya daldılar. Sen ise, ey Rabbim, Hayy’sın, Kayyûm’sun; uykudan, uyuklamadan sonsuz defa münezzeh ve müberrâsın. **Ya Rab! Gece, karanlığıyla mevcûdâtın üzerini örtünce döşekler de seriliverdi ve sevenler sevdikleriyle başbaşa kaldılar. Sen, Sen’in yolunda, Sana ulaşma istikametinde cehd ü gayret içinde bulunanların biricik sevgilisi, (benim gibi) yalnızlık gurbetine maruz kalanların da yegane enîsisin!**Ya İlâhî! Ulu dergâhına sığınan bu kimsesiz kulunu kapından kovacak olursan ben gidip hangi kapıya iltica edebilirim ki! İlâhî! Yakınlığından mahrum edersen beni, o zaman ben kimin yakınlığını umabilirim ki! İlâhî! Şayet Sen bana azap etmeyi murad buyurursan, ben biliyorum ki, cezalandırılmaya fazlasıyla müstehakım! Fakat affınla sarıp sarmalarsan, o da Sen’in lütfun ve keremindir. **Ya Seyyidî, ya İlâhî! Marifet erbabı kulların Sen’i bulduklarında Sen’den başka ne varsa hepsinden yüz çevirmişlerdir. Salih kulların Sen’in fazlınla necâta ermişlerdir. Taksîratı pek çok günahkarlar da “Tevbe, ya Rabbi!” deyip yine Senin kapına yönelmişlerdir. **Ey affı güzel Rabbim! Ne olur, affının serinliğini ve marifetinin halâvetini benim ruhuma da duyur ve beni onlarla doyur! Her ne kadar ben bunlara lâyık olmasam bile, haşyetle önünde iki büklüm olup ikâbından sakınılmaya lâyık olan da, mücrimlerin günahlarını bağışlama şanına yaraşan da yalnız Sen’sin!


Amin.. Amin.. Amin!.. *
 

uður1

Well-known member
Tasavvuf yolu, her hâlükârda aşk yolu mudur?

Tasavvuf yolu, her hâlükârda aşk yolu mudur?
17 Ekim 2011 Pazartesi 07:08
Ormana bakmak ve ağaca bakmak arasındaki fark, sıklıkla üzerinde durulan bir farktır. Son tahlilde bilinir ki, ikisi de, tek başına yapıldığında, yetersiz kalır. Sırf ormana bakan, nüansları ve incelikleri gözden kaçırır; yalnız ağaca bakan ise ortak özellikleri...
Gelin görün ki, alışverişimizi ‘perakende’ yaptığımız şu hayatta, bir hüküm verir veya bir yargıya ulaşırken, ‘toptancı’yızdır. Filan millet kötüdür, filan şehirliler sahtekârdır, filan cemaat şöyledir, feşmekân yazar yanıltıcıdır vs.
Derinlemesine tahlil barındırmayan, çoğu kez ‘-mış, -mış’lara, kimi zaman da kısmî ve yüzeysel okumalara dayanan hükümlerdir bunlar.
Oysa, hikmetli bir göz, adaletli bir bakış ve derinlemesine bir nüfuz sözkonusu olduğunda, ‘toptan’ aynı sınıfa koyduğumuz bir yapının içinde nice nüansı barındırdığını görürüz.
Böyle bir nazar, Bediüzzaman misali, ‘her fırka-i dâllede’ dahi, bir ‘dâne-i hakikat’ görür; o hakikat dânesi ile onun etrafına sarılıp sarmalanmış yanlışları birbirinden ayırır; yanlışlara ilişirken hakikat dânesini de kırıp ezmez.
Meselâ, Mu’tezile’yi eleştirirken, anaakım Mu’tezilî çizginin ‘fikrî yanılgısı’ ile ‘Cenab-ı Hakkı şerlerden tenzih niyeti’nin arasını ayırdığı gibi, bir Ebu Ali Cubbâî ile Zemahşerî’yi de birbirinden ayırır. Ve son tahlilde, Mu’tezile’nin ‘fikrî dalâlet’ine dikkat çekmekle birlikte, onlara asla ‘kalbî dalâlet,’ yani imansızlık izafe etmez. Doğrusu da zaten budur.
Diğer taraftan, asla ‘fırka-i dâlle’ sınıfında görmediği tasavvuf çizgisi ile Risale çizgisi arasındaki farkları belirtirken, tasavvufun kendi içindeki dalların, budakların, hangi dalların meyve verdiğinin, hangi dalların ise üzerinde ökseotu taşıdığının farkındadır; ve her hâlükârda, tasavvufun kökleri ve gövdesine ilişkin bir itimadı ve ‘hoşça bakış’ı vardır. “Telvihat-ı Tis’a”nın hemen başında yazdığı gibi! “Tasavvuf, tarikat, velâyet, seyr ü sülûk nâmları altında şirin, nuranî, neş’eli, ruhanî bir hakikat-ı kudsiye vardır ki, o hakikat-ı kudsiyeyi ilan eden, ders veren, tavsif eden binler cild kitap ehl-i zevk ve keşfin muhakkikleri yazmışlar, o hakikatı ümmete ve bize söylemişler.” Yahut, “Tarikatın gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakakik-ı imaniye olarak, mi’rac-ı Ahmedî’nin (a.s.m.) gölgesinde ve sâyesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, hâlî ve bir derece şuhudî hakaik-ı imaniye ve Kur’âniyeye mazhariyet; tarikat, tasavvuf namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir.”
Veyahut, Emirdağ Lâhikası’ndaki şu ifadeye ne demeli: “Sünnet-i Peygamberî dairesinde bütün oniki büyük tarikatın hülâsası olan ve tariklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur...”
Bu ve benzeri ifadelere rağmen, Risale-i Nur ile tasavvuf arasında her iki yolun müntesiplerince bir ‘çatışma’ vehmine nasıl ulaşıldığı; nasıl Risale-i Nur dairesi içindeki insanların kâhir ekseriyetinin tasavvuf yolunu ‘ötekileştirdiği’ ve ‘aşağıladığı,’ bir kısım tasavvuf ehlinin ise Risale-i Nur’a nasıl ‘rakip’ nazarıyla baktığı, benim henüz çözebildiğim bir muamma değildir.
Bu noktada bildiğim birşey varsa, “İnsan bilmediği şeye düşmandır” sözünün, her iki tarafın yekdiğerini ‘bilmeyenler’i açısından da geçerli bir söz olduğudur.
Risale-i Nur’u okumuş olduğu halde onun ‘tasavvuf’a düşman olduğunu çıkaracak bir ehl-i tarik çıkar mı, sanmıyorum.
Risale-i Nur’u okumuş olduğu halde onun ‘tasavvuf’a düşman olduğu vehmine ulaşan Risale okuyucularının ise, tasavvufî kaynaklara dair az biraz tetettubatı olacak olsa bu vehme Risale-i Nur’dan ve de vicdanlarından me’haz bulmakta zorlanacaklarını düşünüyorum.
Yekdiğerimize, önceki zanlarımızın ve önyargılarımızın beslediği toptancı, üstünkörü, hatta çoğu zaman körcesine bir bakış...
Özellikle de, ehl-i dinin hemen her kesiminin çokça düştüğü bir yanlış olarak, ‘müntesipleri’nin hataları üzerinden esere ve mesleğe dair bir genelleme...
Sonuçta, bizatihî müellifinin ‘sünnet-i Peygamberî dairesinde bütün oniki büyük tarikatın hülâsası’ dediği Risale-i Nur’un tasavvufa rakip ve düşman olduğu yönünde, tarafların her ikisine de yayılan kahrolası bir anlayış...
Bütün bu girizgâhı, yine bir genellemeyi, tasavvuf yolunu ‘aşk’la özdeşleştiren yaklaşımın yanlışını irdelemek üzere yapmıştım. Niyetim, ‘aşk mesleği’ olarak tasavvufu Risale-i Nur adına ve bir bütün olarak eleştiren, yahut bir bütün olarak ‘aşk mesleği’ olarak gördüğü tasavvuf adına Risale-i Nur’u eleştiren yaklaşımların ‘bilgi’ ve dolayısıyla ‘yorum ve hüküm’ yanlışına dikkat çekmekti.
Bir sonraki yazıda tasavvufun en temel kaynaklarından biri üzerinden, bu meseleyi hitama erdirelim.
 

uður1

Well-known member
Sinsi vesveseciden Rabbime sığınırım

Bediüzzaman ve Montaigne
18 Ekim 2011 Salı 07:49
Kur’an bütün insanlığa bir rehber olarak inzal edilmiştir. Yaş ve kuru her ne varsa onda vardır. İnsanın ihtiyaç duyduğu her şey onda misli veya ayni olarak muhakkak derc edilmiştir. Kişi mesleğine, meşrebine, meyillerine, içinde bulunduğu ruh durumuna veya ihtiyaç duyduğu şeye göre onu tarif eder.

Kur’an’a muhatap olan bir doktor Kur’an’ı bir tıp kitabı, bir sosyolog sosyoloji kitabı, bir edebiyatçı belagat kitabı olarak tarif edebilir. Keza mistik bir mizaca sahip kişi Kur’an’ı metafizik bir belge, marjinal/köktenci bir kişiliğe sahip kişi onu bir manifesto olarak algılayabilir.

Şüphesiz bu tanımlar ve algılar bir bütünün parçalarını tanımlamaktan ve algılamaktan ibarettir. Külli ve umumi bir tanım ve tarif içermez. Bu tanımlar ve algılar Kur’an’a ait diğer tanımlar ve algılar ne kadar dikkate alınarak yapılmışsa onların o kadar isabet etme şansı vardır.

Nur’un her bir Risalesinin kendi içinde bir riyaseti vardır. Kur’an’ın manevi bir tefsiri olan Risaleye muhatap olan kişi nispi olarak Kur’an’a muhatap olurken yaşadığı bir durumu burada da yaşar. Kur’an hakkındaki tarifleri ve algıları Risale için de geçerlidir. Yani kişi sosyologsa Kur’an’a bir sosyolojik metin, edebiyatçı ise edebi metin olarak bakar.

Bu minvalde, özelde şiir, genelde de edebiyat kuramları üzerine geniş bir birikime sahip olan Hakan Arslanbenzer, Bediüzzaman’ın Sözler isimli kitabını Montaigne’in ‘Denemeler” isimli kitabına benzetirken, Sözler’i de Müslümanların “Denemeler”i olarak tarif eder.

Ortalama bir edebiyat okuru için deneme denilince nasıl ki ilk önce Montaigne ve onun “Denemeler”i akla gelirse, Türkiye’deki imani duyarlılığa sahip kitap ehli kişiler açısından da insani bir dilin imani bir sese büründüğü eser olarak ilk akla gelen kişilerden biridir Bediüzzaman ve onun “Sözler” isimli eseri. Geçen bunca yıla rağmen yüzlerce baskı yapan “Denemeler”e mukabil, Sözler’in sayısını hatırlayamadığımız, hatta tahmin bile edemediğimiz bir baskıya ulaşmış olması bu durumun en güzel ispatıdır.

Sözler tabir yerindeyse Bediüzzaman’ın olgunluk dönemi eseridir. Risale’nin usulü, üslubu ve esası açısından merkez niteliğini taşır. O kadar ki Risale’nin bir çok yerinde Risale-i Nur’un bütünü için “Sözler” ismi kullanılır. Sözler insani hallerin imani bir dil ile ifade edildiği eserdir. Burada aklın kuşkuları, nefsin açmazları, kalbin marazları, ruhun arazları ve daha bir çok manevi marifet unsuru kendilerine mahsus halleri ile yine kendine mahsus dil ile dillendirilir.

Sözler bazen aklın rengine girer; şüpheleri seslendirir. Akabinde başta akıl olmak üzere kalb, ruh, ene, nefs gibi manevi unsurlar vasıtasıyla bu şüphelerin geçersizliğini ortaya koyar. Bazen nefsin rengine girer; evhamı ve açmazı dillendirir. Akabinde başta nefis olmak üzere akıl, kalb, ruh, ene gibi manevi unsurlar vasıtasıyla bu evhamın ve açmazın gereksizliğini ifade eder. Bu durum kalb, ruh, ene vb. manevi unsurların kendilerine mahsus sorun ve sıkıntılara çare ve ricaların uygulanmasıyla sürer gider. Bu usul, üslup ve esas yedeğe alınarak yapılan Sözler’i okuma ameliyesi bir noktadan sonra okuyucusuna engin bir tefekkür birikimi sağlar. Hafız Ali misalinde olduğu gibi kişi zamanla hayatta ve ötesinde karşılaştığı insani ve imani sorunları ve sıkıntıları bu eserden aldığı bilgi, tecrübe ve tefekkürle çözümlemeye çalışır.

Risale üzerine düşünen, yazan veya söz serdeden kişileri aydın ve mütefekkir/entellektüel olarak ikiye ayırmanın faydalı olacağı kanaatindeyim.

Aslında bu iki kavramının birbirinden ayrılmasının sağlıklı bir şey olmadığını kabul etmekle beraber gelinen nokta da ayrımın kaçınılmaz olduğunu da kimse inkar edemez.

Bu gün “aydın” denilince anlaşılması gereken şey bildiklerini okuyan ve ifade eden kişidir. Aydın kendisi bir fikir üretmeyen, yeni bir şey söylemeyen, sadece mütefekkir veya diğer başka kişiler tarafından ortaya konulan bilgi ve düşünceyi sadeleştiren, tashih eden, bunlara bir çeki düzen veren, böylece bir senteze ulaşarak ortalama okuyucuya veya dinleyiciye aktaran kişidir. Bu anlamda akleden bir kişilikten ziyade nakleden bir kişiliğe sahiptir.

Mütefekkir ise kendinden yeni şeyler üreten, bilgiyi değiştiren, dönüştüren, bilgiye fikir ve his veren kişidir. Bunun için nakleden bir kimlikten ziyade akleden bir kimliğe sahiptir. Mütefekkir günü birlik çözümler üretmek, tabir yerinde ise kişinin veya toplumun gününü kurtarmak yerine, insanı ve toplumu bir bütün halinde ilgilendiren sorunların kaynağına giderek yarınları kurtarmayı kendine hedef edinir.

Risaleye muhatap olan kişilerin önünde “Risaleden düşünmek” ve “Risalece düşünmek” gibi iki kavram duruyor.

“Risaleden düşünmek” karşı karşıya bulunduğumuz duruma Risalede geçen durumla ilgili olduğuna inandığımız lafzi yorum içeren cümleleri kopyala-yapıştır mantığı ile uyarlamaktır. Bu çoğu kere “yama” etkisi oluşturur. Böyle bir muhatabiyette Risale koldaki saat gibidir. Zaman kavramı gelişmemiş birisi zamanı öğrenmek için her seferinde nasıl saate bakmak zorunda kalırsa, Risale’yi saat gibi yanında taşıyan kişi için de aynı şey geçerlidir. Bu kişi yanında Risale olmadığı müddetçe karşılaşılan duruma çözüm bulmakta zorlanır. Bu tür bir muhatabiyet yukarıda belirttiğimiz “aydın” tanımına daha fazla uyuyor.

“Risalece düşünmek” karşı karşıya bulunduğumuz duruma Risaleye bakmadan da Risale ile uyumlu olabilecek bir tutum ve davranış gösterebilmek demektir. Bu zaman kavramı gelişmiş birisinin saati merak ettiğinde saatine bakma ihtiyacı duymaması gibi bir hassasiyetin karşılığıdır. Bu tür muhatabiyet yukarda belirttiğimiz “entelektüel” tanımına daha fazla yakın duruyor.
Kişinin “Risalece” mi yoksa “Risaleden” mi düşündüğünü anlamanın birçok yolu var.

Bunlardan ilki Risale’nin diline hakim olup-olmamakla ilgilidir. Kişi, Bediüzzaman’a ait bu güne kadar hiç karşılaşmadığı bir metni içindeki dilsel işleyişten “Bu metin Bediüzzaman’ın kaleminden çıkmış olmalı” diyebiliyorsa o kişi “Risalece” düşünüyor demektir. Bu cevabı veremiyorsa “Risaleden” düşünüyor demektir. Ezberlere ve yönlendirmelere tabi bir otorite veya kişi bu metne “Bediüzzaman’ındır” demediği müddetçe o da “Bediüzzaman’ındır” diyemeyecektir.

Kişinin “Risalece” mi yoksa “Risaleden” mi düşündüğünü anlamanın bir yolu da konu ile ilgili olarak yaptığı yorumlardaki isabette aranmalıdır. Kişi isabetli yorum yapıyorsa “Risalece” bir nazarla olaylara bakıyor demektir. Yoksa kopyala-yapıştır mantığı onda işliyordur.

Kişinin “Risalece” mi yoksa “Risaleden” mi düşündüğünü anlamanın bir diğer yolu da onun olayları aydın mı, yoksa entelektüel duyarlılık ile mi dillendirdiğiyle ilgilidir. Kişi bir entelektüel hassasiyetiyle olaylara yaklaşarak, kendinden bir şeyler söyleyebiliyor ve açılımlar getirebiliyorsa “Risalece” düşünüyor demektir.

Montaiğne talebelerine “Bana bildiklerinizi değil, hissettiklerinizi söyleyin” dermiş. Sözler müellifi de bize her şeyden önce düşüncelerini ve hislerini anlatıyor. Tefekkür ve tahassüsünü aktarıyor. Bu minvalde bize düşen şey galiba, ilk elden Risaleden bildiklerimizi değil, Risale için düşündüklerimizi söylemek ve Risaleye uygun bir duyarlılığı hayatın her alanında her daim canlı tutmak.

Sinsi vesveseciden Rabbime sığınırım

18 Ekim 2011 / 04:27
Günün Ayet-i Kerime meali...


Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Nas Suresinde mealen şöyle buyuruyor:
De ki: Cinlerden ve insanlardan; insanların kalplerine vesvese veren sinsi vesvesecinin kötülüğünden, insanların Rabbine, insanların Melikine, insanların İlahına sığınırım.


 

uður1

Well-known member
Cevap: Sinsi vesveseciden Rabbime sığınırım

Polonyalı mahkumların Risale-i Nur yemini
18 Ekim 2011 / 10:25
Polonya Nur talebelerinin hizmet mektubu

Risale Haber-Haber Merkezi
Esselamu Aleykum ve Rahmetullahi ve berekatuhu
Avrupa’nın yüz ölçümünün en büyük ve nüfüsunun en yoğun olduğu ülkelerden biri olan Polonya’dan tüm ağabey ve kardeşlere binler selam ederiz.
Polonya’nın başkenti Varşova’da dokuz ay önce dershane açıldı ve elhamdulillah çok güzel hizmetler oluyor. Yirmialtınci Lem’anın dokuzuncu Ricasında kahraman Üstadımızın Rusya’daki esaretinden firar edip “Ta Varşova ve Avusturya’ya uğrayarak İstanbul’a kadar geldim” diyerek hizmetin temellerini ta o zamanlardan attığı Polonya yani Lehistan’dayiz.
POLONYALI RAŞIT BÜTÜN VAKTINI NURLARIN TERCÜMESINE SARFEDIYOR
Buraya gelmeden önce Bosna-Hersek’te ve birçok ülkelerde Risale-i Nurların tercümesi ve neşri ile alakadar olan Erdogan Nil abi, Polonyalı, 6 yıl önce iman ile müşerref olmuş, tercüman Raşit kardeş ile tevafuken tanışıp tercüme faaliyetlerinin başlamasına vesile olmuş. Şimdi Hizmet-i Kuraniyede bulunan Raşit, Mucizat-ı Ahmediye, Küçük Sözler, Hastalar Risalesi, Muhtasar Tarihçe-i Hayat, 33 Pencere, 23. Söz ve Tabiat Risalesinin tercüme edilmesine muvafak oldu. Polonyalı Raşit kardeşimiz bütün vaktini Risale-i Nurların tercümesine sarfediyor ve kendisinin söylediği “Zamanımız az, bir dakikayı bile zayi etmemek gerek, en kısa zamanda külliyatı tercüme etmeliyiz” diyerek inayet-i ilahiye ile ve dualarınızla şu an şevkle tercümelere devam etmektedir.
Neşriyat faaliyetleri böyle suhuletle ve inayetle devam ederken, diğer yanda Üstadımızın Rusya’dan dönerken uğradığı Varşova şehrinde hergün derslerimiz oluyor, Elhamdulillah! Umumi derslerimizi cumartesileri dershanemizde yapıyoruz. Diğer günlerde Lehistanlı ve Türk ağabeylerin evlerinde dersler yapılıyor.
KUR’AN-I KERİM’DEN SONRA TERCÜME EDİLEN iLK İSLAMİ KİTAP NUR RİSALELERİ
Polonya’da Kur’an-ı Kerim’den sonra tercüme edilen ilk İslami kitap Nur Risaleleridir. Bu vesile ile Polonya müftüsüne Mucizat-ı Ahmediyeyi gönderdik, sonra bizden 500 tane kitap aldı. Bütün çıkan risaleler müftülük aracılığı ile Polonyalı Müslümanlara ulaştırılıyor. Yine müftülüğün vesilesi ile 20 kütüphaneye Risaleleri koyduk.
Üstadın Mufassal Tarihçe-i Hayatını okuyup çok etkilenen ve "Ben önceden pasif bir müslümandım ama şimdi büyük bir dava adamını tanıdım, artık benim durmamam lazım" diyen bir Polonyali Müslüman profesör bizleri Lublin şehrine davet etti. Risale-i Nurun tanıtımı için üç gün bir salon kiralayıp 400’e yakın Polonyalıyı davet etmiş. İçlerinde birçok ilim adamı, öğretmenler ve eğitimciler de vardı. Üç gün boyunca çok güzel hizmetler oldu ve 600 kitap satıldı.
Mucizat-i Ahmediye risalesi basılmış ama elimize ulaşmamıştı, cuma sabahı bir rüyada, eski binanın içinde ağabeylerle meşveret ediyoruz ve bütün tanıdığımız ağabeyler orada hazır ve birden gür bir seda ile duyduk ki “Peygamberimiz Hz. Muhammed (ASM) geliyor.” Hemen karşılamak için büyük bir sevinçle dışarı koştuk ve baktık ki Medine’deyiz. Resul-i Ekrem (ASM) geldi ve bize dediki "Sungur nerede?" Bir de baktik ki öbür taraftan Mustafa Sungur agabey Resullah’a (ASM) doğru geliyor. Resul-u Ekrem (ASM) emretti ki hemen benim evimin yakınına Sungur’a bir ev yapınız. Biz hemen bu emir üzerine koştuk ve Mustafa Sungur ağabeye ahşaptan bir ev yaptık. Peygaberimiz (ASM) bizden birkaç gence kapıda durup Mustafa Sungur ağabeye hizmet etmemizi emretti. Bu rüyanın etkisi ile uyanıp düşünürken Mustafa Sungur ağabey aradı, ben de hemen kendilerine bu rüyayı anlattım, Sungur ağabey de “Tercümelerin makbuliyetine ve ileride olacak büyük hizmetlere işarettir” dedi. Cuma namazından sonra Varşova Medrese-i Nuriyemize Mucizat-i Ahmediye Risalesi elimize ulaştı ve böylece bu rüyanın tabirini anlamış olduk.
POLONYA HAPİSHANESİ MEDRESE-İ YUSUFİYE OLDU
Mayıs ayında Varşova’ya, başta Mehmet Fırıncı ağabey ve ehli hizmet abiler, Bosna-Hersek’ten, Estonya’dan, Çek Cumhuriyeti’nden, Finlandiya’dan abi ve kardeşlerin iştirakiyle çok feyizli ve çok büyük hizmetlere vesile olan bir ziyaret gercekleşti. Fırıncı ağabey Tataristan asıllı Polonya Diyanet İşleri Başkanı ile görüştü. Ve Diyanet İşleri Başkanı Fırıncı ağabeye “Polonya’da Risale-i Nurların inkişafı için ne gerekiyorsa yapmaya hazırız” dedi.
Hizmetler bu derece hızlı inkişaf ederken, Cenab-ı Hakkın inayetiyle hapishanelere de kitapları götürdük. Elhamdulillah hapishanede ellerine Risaleler ulaşan 3 kişi Müslüman oldu ve dershaneye sürekli mektup yazarak bize sualler soruyorlar. Ziyaretlerine gittik ve orada çok şaşırdık, mahkumlar tercüme edilen bütün risaleleri okumuşlar. Hapishane artık onlar için bir Medrese-i Yusufiye oldu. Nurlari şevkle okuyan mahkumlar "Bizler burada Nurlardan dersimizi tamamiyle alıp, inşallah ıslah olarak çıktığımız gün Risale-i Nurların Polonya’daki inkişafı için elimizden gelen hertürlü hizmeti yapacağız” dediler. Elhamdulillah Risaleler Hakaik-i imaniye dersleri ile Polonyalı mahkumları da bizlere kardeş eyledi.
İSVEÇ, NORVEÇ, FİNLANDİYA’DAN GÜZEL HABERLERİMİZ VAR
Üstad hazretlerinin Leyle-i kadirde ihtar edilen bir mesele-i mühimmede müjdeledigi İsveç, Norveç, Finlandiya’dan da güzel haberlerimiz var.
Finlandiya’da Emre kardeş ailesi ile tercüme faaliyetlerine devam ediyorlar. Hastalar Risalesi neşredildi, yakın zamanda da inşallah 23. Söz neşredilecek.
İsveç’e gittigimizde elhamdulillah çok güzel bir hizmet zemini gördük. Orada da tercüme faaliyetleri başladı.
Norveç’ten de çok ısrarla davet ediyorlardı, gittik ve Norveçceye tercümeler başlatıldı.
Dualarınızla oralarda da dershanelerimiz açılacak.
Bir ay önce de Macaristan’a gittik. Büyük Sözler tercümesi bitti neşredilecek.
Macaristan’da iken, Çek Cumhuriyetinde tercüme ve hizmetlerle ilgilenen Bekir abi ile görüştük. Çekçe Tabiat Risalesi neşredilmiş.
Estonya’dan da müjdeli haberler var, hizmet için azeri vakif Rasim kardeş gitmiş ve geçtiğimiz mübarek cuma günü başkent Tallin’de dershanemiz açıldı.
Dualarınızı ve sizleri bekleriz.
Polonya Nur talebeleri adına Resul
 

uður1

Well-known member
Bir bahar mevsimi: Semavi edebiyat

BİR BAHAR MEVSİMİ: SEMAVİ EDEBİYAT
18 Ekim 2011 / 11:54
Emre Sessiz'in yazısı....


Edebiyatımız, gücünü gökler ötesi âlemden alan semavî edipleri intizar ediyor. Ne zaman gelir o beklenen altın nesil, bilmiyoruz; ama biz, “kendi iklimimiz”i yaşayacak bir neslin inşasında çalışan bir “hademe” olarak her zaman o “efendiler”i yazarak “bekliyoruz.” Bu bekleyiş, bekleyişten ziyade diriliş muştusudur; bir tırtılın kozasındayken kelebek olacağı günü beklemesi gibi, dalgalara hâmile olan denizin durgunluğu misali bir bekleyiş…
Semavî edebiyatın semavî edebiyatçısı, yerden ve gökten ilham kokusu alır; ama ilhamını “madde”de değil “mana”da bulur. Bu iklim, “din”in kuşattığı bir atmosferde oluşur ister istemez. Her ne kadar semavî iklimden kaçmaya çalışsa da yeni edebiyat, bütün bütün “din”den uzak kalamayacaktı; yine “din”den medet umacaktı. Çünkü ruh, her asırda acizdi, fakirdi bir tek kudreti sonsuza karşı.
Evet, yeni edebiyatın pirleri o dini, manevî kokuyu her şeye rağmen koklamışlardır; o nefesle teneffüs etmişlerdir. Çünkü aksi mümkün değildi. Bir Müslüman edip, dinden bîhaber yaşarsa ve kaleminden altın da damlasa kömürlüğe namzettir.
Yeni edebiyatın önden giden atlıları, şunu çok iyi biliyorlardı ki ömür dakikalarının tümünü de dünyaya verseler dünya: “Daha yok mu?” diyecekti; sonu gelmeyen bu kara kağıt, daha ne kalemler yiyecekti. Ama yeni edebiyatçılar, ruhlarından kopardıkları beyaz dilekçeleri tarih duvarına şöyle nakşedeceklerdi:
Mesela Namık Kemal, “ittihad-ı İslam” deyip Yavuz’un şu iniltisini eserleriyle ilan eder:
“İhtilaf u tefrika endişesi
Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni.
İttihadken savlet-i a'dayı def'e çaremiz
İttihad etmezse millet, dağdar eyler beni...”
Ama Namık Kemal, bir yeni edebiyatçıydı. İçkili ve sarhoş kafayı taşırken bile “Peygamber” denileceği zaman, bir boy abdesti aldıktan sonra gelir, salât ü selâm getirirdi; guslünü almadan yanında “Muhammed” denilmesine izin vermezdi.

Ziya Paşa ise bir yandan aklının almadığına:
“İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez.
Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.”
diyecek, bir yandan da: “Subhâne men tehayyera fî sun’ih-il ukûl”, “Subhâne men tehayyera fî sun’ih-il ukûl” deyip defalarca bülbül misali ötecekti. Fakat Ziya Paşa da yeni edebiyatçıydı. Hem de tam bir Avrupa meftûnu edebiyatçı.
Recâizade Mahmut Ekrem de bu koroya dahil olup:
“Bir kitabullah-ı âzamdır, seraser kainat.
Hangi harfi yoklasan, manası hep çıkar: Allah!”
deyip kadîm edebiyatı belki de farkına varmadan bir adım daha öne itecekti. Lakin Recâizade de yeni edebiyatçıydı. Yeni edebiyatçılar her ne kadar bu semavî iklimden arzî iklime kaçsalar da (fakat bu bilinçli olarak yapılmadı), edebiyat-ı kadîm’e edebiyat-ı cedîd’e deseler de bu söylenilerin tümü, o “kadîm” edebiyatın hânesine kaydedilecekti. Evet “kadîm”, geçmişten geleceğe uzanan ve yeniyi de içine alan bir iklimdi. Çünkü “kadîm” bizim kendi kaderimizdi, kendi iklimimizdi. Evet “kadîm” bizi, kendi iklimimize götüren, bize kendi iklimimizi getiren, bizi “biz”le buluşturan bir hayt-ı vuslattır.
Edebiyatımızın “dinsiz” olduğunu kim savunabilir ki? Edebiyatımızın isminde bile “edep” var. Zaten edebiyatımız hem edepli, hem de kitaplı değil miydi? Peki şimdiki yeni edebiyatın yeni yolcularının yüzde kaçı “hakikatten aldığı feyz-i imanî ve zevk-i tevhidî neş'esiyle müşahedatını hülâsa ve hissiyatını tercüme ederek, kalbine” sesleniyor? Evet, eski “münevver”, yeni “aydın”, modern “entellüktüel”in yüzde kaçı edebiyatımızın kendi ikliminden besleniyor? Kalbine değil, aklına bile hitâp edemiyor; ya da birini ötekine yediriyor; kâh aklını kalbine, kâh kalbini aklına rüşvet veriyor. Heyhât! Hiçbir zaman arzî edip, kalbiyle aklına seslenemedi; aklını verdi, kalbini yedi. Ama semâvî edip, böyle değildi.
Edebiyatımızın iklimi, hem de devlet eliyle; ama edebiyatçıların kalemiyle değiştirilmişti, sunî bir iklim oluşturulmuştu. Güya onlar, kendi iklimimizi bulmaya çalışıyordu. Fakat Avrupaî iklim, içimize düştü. Batıdan ne gelirse gelsin hemen başına üşüştük. Ama Yahya Kemal, tecrübelerine dayanarak elbette, bir gün talebesi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın elinde batılı yazarların kitaplarını görünce, dayanamayıp: “Öncelikle kendi eserlerimizi mütalaa etmelisin.” der. Ve akabinde Hüsn ü Aşk, Leyla ve Mecnûn gibi eserleri sayar. Çünkü Yahya Kemal, ancak kendi ikliminin lisanında, kendi edebiyatının dünyasında “kendi”sini bularak yaşayabildi, hem de ağyârın memleketinde, Paris gibi nice yıldızları yutan bir “karadelik”te o, bu işi başardı. Zira aksi mümkün değildi, onun için. Yaşayan görünenler ise meyyit-i müteharrik kalemlerdi. Evet, Kemal, kemâlini kendi gök kubbemizle buldu.
Bilinçli bir şekilde öldürülmeye çalışılan bir nesil, kadîm edebiyatın güçlü tesirinden uzaklaştırılsa da “diriliş”e bu kadarı bile kâfi geldi. Evet, dem ve damarlarında İslâm kanı taşıyan bu edebiyat, semavî idi. Çünkü damarlarımızdaki asîl kan, ırkımızda değil ruhumuzun ruhu İslâm’daydı. Fakat şimdilik bu kadarı, kalemimize semâdan damladı. Diriliş, devam ediyor.
Şimdiki yeni edebiyat, ne durumda? Kadîm edebiyat gibi semavî midir, arzî midir? Bu konu, “Ben buraya sığmam!” diyor. Ama biz, kısaca kalemimizin ucuyla kalpleri ihtizâza getirelim, şimdilik yeter.
Şimdikilerin kalbi, kalp olduğundan şimdiki edebiyat da arzîdir; çünkü ârizîdir. Semavî edebiyat için arzî edebiyatın sahası, kabir kadar dardır. Semavî edebiyat, semâdan beslenir, arzlılar için yeşillenir, arzlılara meyve verir, kendisi için değil başkası için vardır. Çünkü varlık nedeninin ne olduğunu bilir.
Semavî edipin kaleminden ihlâs, mürekkeb olup damlar. Çünkü görünüşte kelimeler olsa bile, “samimiyet”ini, “davâ”sını, “mâverâ”sını kelimelerle somutlaştıran bir iklimdir, semavî edebiyat.
Öyleyse diriliş, devam ediyor.
 

uður1

Well-known member
Cevap: Bir bahar mevsimi: Semavi edebiyat

Her Zorluktan Sonra Bir Kolaylık Vardır: İnşirah Suresi...
18 Ekim 2011 / 11:37
Nur Kabadayı'nın yazısı....

Hayatın iyiler ile kötülerin birbirinden ayrılarak Rabbe kimin güzel kul olacağının belirlendiği bir sınavdır. Bu sınav, türlü zorluklar içinde gerçekleşir.

Kışın karlar altında kardelen çiçeğinin başını semaya döndüğü gibi; insanoğlu da zorluk ve musibetler karşısında Allah’a ruh ve kalbi ile dönmesini öğrenir.

Bulunduğumuz bu zorluklar arasında Allah kullarının gönüllerine ve hayatlarına “inşirah ederek (genişlik vererek)” hem onları teselli eder, hem de onların daha iyi kul olmaları için yollarını gösterir.

Allah insana musibet verdiğinde ona zulmetmez. Aksine daha çok kabiliyetlerini artırır ve onsekizbin âleme bakan duygularını açığa çıkarır.

Peygamberimizin (s.a.v.) hayatına baktığımızda da bunu görürüz. Vahiy gelmeden önce Allah’ın yüce Peygamberini türlü musibetlerle, sıkıntılarla nasıl yetiştirdiğini ve onun kabiliyetlerini nasıl geliştirdiğini görürüz.

Kutsal şehir Mekke’de yeni bir din doğarken aynı zamanda zorluklarla mücadeleler başlıyordu. Allah musibetler, sıkıntılar içinde Habibinin gönlüne inşirah vermek, ruhunu ferahlandırmak için bin bir çeşit güzelliği de veriyordu.

Böylece Rabbimiz Habibinin şahsında bizlere her zorluktan sonra bir kolaylık, her sıkıntıdan sonra bir ferahlık olacağını hatırlatıyordu:

1- Biz senin için (mutluluğun) göğsünü açmadık mı?
2- Senden yükünü indirmedik mi?
3 - O senin sırtını ezen yükü.
4 - Senin şanını yüceltmedik mi?
5- Demek ki, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.
6 - Evet, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.
7 - O halde boş kaldın mı, yine kalk (başka bir iş ve ibadetle) yorul.
8- Ancak Rabbine yönel. (İnşirah Suresi)

Allah bu sure ile Sevgili Peygamberinin kalbine inşirah, ruhuna huzur veriyor. Onu hurafelerden ve kirlerden uzak tutuyor. Üzerindeki yükleri alıyor. Ona yeni ufuklar açıyor. Ve soruyor: “Senden yükünü indirmedik mi?”

Rabbimiz Peygamberimizin yükünü üzerinden aldığı gibi, darda kaldığımızda bizlerin de yardımına her daim yetişiyor. Zor anlarımızda elimizden tutuyor. Boyumuzdan büyük işlerin altına girdiğimizde Rabbimiz; bize ağır gelen yükü alıyor ve hafifletiyor. Yeter ki bizler Allah’ın kuluna kâfi geldiğini ve her şeye gücü yettiğini bilelim, sebeplere teşebbüs edip, işlerimizi O’na havale edelim.

Çıkmazlara girdiğimizde, sorunların altında ezildiğimizde bilmeliyiz ki; bizi gören, bizi bilen ve her daim bize yardım eden bir Rabbimiz var.

Rabbimiz bizi her an gözetliyor, bizim ne halde olduğumuzu bilip, bize yardım ediyor.
Sığınılacak bir kapı, derdimizi anlatacağımız arkadaş, göğsüne başımızı yaslayacağımız bir sırdaş aradığımızda, bize bizden yakın biri olarak Rabbimiz başucumuzda bizi bekliyor.

Evet; bizim için en iyi sırdaş, en iyi arkadaş Allah’tır. Biz dille bir şeyler zikretmesek de O halimizi görüyor ve inayeti ile ikram ediyor. Bize ağır gelen yükü alıyor. Ellerimizden tutuyor. Düştüğümüz çukurlardan çıkarıyor. Başımızın dik olması için cesaret veriyor. Biz ona teslim olduğumuzda “Senin şanını yüceltmedik mi?” ayetinde olduğu gibi Allah Efendimiz’in (s.a.v.) şahsında bizim şanımızı yüceltiyor.

Evet, ne kadar kötü fiiller işlersek işleyelim, ne kadar hata yaparsak yapalım, Tevvab olan Rabbimiz tevbemizi kabul ediyor. Bizi temizliyor, hem kendi katında, hem de kainattaki varlıklar karşısında makamımızı yükseltiyor. Kendini bize sevdiriyor. Alemi bize sevdiriyor. Aleme bizi sevdiriyor. Bütün kainatı bize musahhar kılıyor. Yeter ki amelimizde rızâ-yı İlâhî olsun. Zira “O râzı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse te'siri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabûl ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk'ın rızasını esas maksad yapmak gerektir.”

“Demek ki, zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Evet, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.”

Demek ki bir zorlukla karşılaştığımızda İnşirah suresini hatırlamalı, sıkıntılardan sonra gelecek ikramları ve hakikatleri düşünerek sabretmeliyiz.

İnsan inşirah suresini okuyunca bir daha anlıyoruz ki…
Bulutlar gökyüzünü kaplamadan yağmur yağmıyor.
Anne dokuz ay yorgunluğu çekmeden bebek nimetine ulaşamıyor.
Tarlaya tohum ekmeden ürün alınmıyor.
Temel atmadan ev olmuyor.
İşe gitmeden eve ekmek götürülmüyor.
Musibetler ile karşılaşmadan istidatlarımız gelişmiyor.
Emeklemeden yürünmüyor.
Okumadan öğrenilmiyor.
Ateşte dağlanmadan demir eğilmiyor.
Ağacı budamadan meyve alınmıyor.
Gözyaşı dökmeden kalp yumuşamıyor.

“O halde boş kaldın mı, yine kalk (başka bir iş ve ibadetle) yorul. Ancak Rabbine yönel.”
Rabbimiz, kalbimizi kalplerimizin sahibi olan sana yönelttik.
Sana telim olduk.
Bizim göğsümüzü aç, bize inşirah ver.
Üzerimizdeki yükü indir, bize kolaylıklar ver.
Bizim şanımızı yücelt.
Senin ve Efendimizin (s.a.v.) şanını yüceltmek için bize güç ver.
Amin… Amin… Amin…
 

uður1

Well-known member
Cevap: Bir bahar mevsimi: Semavi edebiyat

Bediüzzaman ve Montaigne
18 Ekim 2011 Salı 07:49
Kur’an bütün insanlığa bir rehber olarak inzal edilmiştir. Yaş ve kuru her ne varsa onda vardır. İnsanın ihtiyaç duyduğu her şey onda misli veya ayni olarak muhakkak derc edilmiştir. Kişi mesleğine, meşrebine, meyillerine, içinde bulunduğu ruh durumuna veya ihtiyaç duyduğu şeye göre onu tarif eder.

Kur’an’a muhatap olan bir doktor Kur’an’ı bir tıp kitabı, bir sosyolog sosyoloji kitabı, bir edebiyatçı belagat kitabı olarak tarif edebilir. Keza mistik bir mizaca sahip kişi Kur’an’ı metafizik bir belge, marjinal/köktenci bir kişiliğe sahip kişi onu bir manifesto olarak algılayabilir.

Şüphesiz bu tanımlar ve algılar bir bütünün parçalarını tanımlamaktan ve algılamaktan ibarettir. Külli ve umumi bir tanım ve tarif içermez. Bu tanımlar ve algılar Kur’an’a ait diğer tanımlar ve algılar ne kadar dikkate alınarak yapılmışsa onların o kadar isabet etme şansı vardır.

Nur’un her bir Risalesinin kendi içinde bir riyaseti vardır. Kur’an’ın manevi bir tefsiri olan Risaleye muhatap olan kişi nispi olarak Kur’an’a muhatap olurken yaşadığı bir durumu burada da yaşar. Kur’an hakkındaki tarifleri ve algıları Risale için de geçerlidir. Yani kişi sosyologsa Kur’an’a bir sosyolojik metin, edebiyatçı ise edebi metin olarak bakar.

Bu minvalde, özelde şiir, genelde de edebiyat kuramları üzerine geniş bir birikime sahip olan Hakan Arslanbenzer, Bediüzzaman’ın Sözler isimli kitabını Montaigne’in ‘Denemeler” isimli kitabına benzetirken, Sözler’i de Müslümanların “Denemeler”i olarak tarif eder.

Ortalama bir edebiyat okuru için deneme denilince nasıl ki ilk önce Montaigne ve onun “Denemeler”i akla gelirse, Türkiye’deki imani duyarlılığa sahip kitap ehli kişiler açısından da insani bir dilin imani bir sese büründüğü eser olarak ilk akla gelen kişilerden biridir Bediüzzaman ve onun “Sözler” isimli eseri. Geçen bunca yıla rağmen yüzlerce baskı yapan “Denemeler”e mukabil, Sözler’in sayısını hatırlayamadığımız, hatta tahmin bile edemediğimiz bir baskıya ulaşmış olması bu durumun en güzel ispatıdır.

Sözler tabir yerindeyse Bediüzzaman’ın olgunluk dönemi eseridir. Risale’nin usulü, üslubu ve esası açısından merkez niteliğini taşır. O kadar ki Risale’nin bir çok yerinde Risale-i Nur’un bütünü için “Sözler” ismi kullanılır. Sözler insani hallerin imani bir dil ile ifade edildiği eserdir. Burada aklın kuşkuları, nefsin açmazları, kalbin marazları, ruhun arazları ve daha bir çok manevi marifet unsuru kendilerine mahsus halleri ile yine kendine mahsus dil ile dillendirilir.

Sözler bazen aklın rengine girer; şüpheleri seslendirir. Akabinde başta akıl olmak üzere kalb, ruh, ene, nefs gibi manevi unsurlar vasıtasıyla bu şüphelerin geçersizliğini ortaya koyar. Bazen nefsin rengine girer; evhamı ve açmazı dillendirir. Akabinde başta nefis olmak üzere akıl, kalb, ruh, ene gibi manevi unsurlar vasıtasıyla bu evhamın ve açmazın gereksizliğini ifade eder. Bu durum kalb, ruh, ene vb. manevi unsurların kendilerine mahsus sorun ve sıkıntılara çare ve ricaların uygulanmasıyla sürer gider. Bu usul, üslup ve esas yedeğe alınarak yapılan Sözler’i okuma ameliyesi bir noktadan sonra okuyucusuna engin bir tefekkür birikimi sağlar. Hafız Ali misalinde olduğu gibi kişi zamanla hayatta ve ötesinde karşılaştığı insani ve imani sorunları ve sıkıntıları bu eserden aldığı bilgi, tecrübe ve tefekkürle çözümlemeye çalışır.

Risale üzerine düşünen, yazan veya söz serdeden kişileri aydın ve mütefekkir/entellektüel olarak ikiye ayırmanın faydalı olacağı kanaatindeyim.

Aslında bu iki kavramının birbirinden ayrılmasının sağlıklı bir şey olmadığını kabul etmekle beraber gelinen nokta da ayrımın kaçınılmaz olduğunu da kimse inkar edemez.

Bu gün “aydın” denilince anlaşılması gereken şey bildiklerini okuyan ve ifade eden kişidir. Aydın kendisi bir fikir üretmeyen, yeni bir şey söylemeyen, sadece mütefekkir veya diğer başka kişiler tarafından ortaya konulan bilgi ve düşünceyi sadeleştiren, tashih eden, bunlara bir çeki düzen veren, böylece bir senteze ulaşarak ortalama okuyucuya veya dinleyiciye aktaran kişidir. Bu anlamda akleden bir kişilikten ziyade nakleden bir kişiliğe sahiptir.

Mütefekkir ise kendinden yeni şeyler üreten, bilgiyi değiştiren, dönüştüren, bilgiye fikir ve his veren kişidir. Bunun için nakleden bir kimlikten ziyade akleden bir kimliğe sahiptir. Mütefekkir günü birlik çözümler üretmek, tabir yerinde ise kişinin veya toplumun gününü kurtarmak yerine, insanı ve toplumu bir bütün halinde ilgilendiren sorunların kaynağına giderek yarınları kurtarmayı kendine hedef edinir.

Risaleye muhatap olan kişilerin önünde “Risaleden düşünmek” ve “Risalece düşünmek” gibi iki kavram duruyor.

“Risaleden düşünmek” karşı karşıya bulunduğumuz duruma Risalede geçen durumla ilgili olduğuna inandığımız lafzi yorum içeren cümleleri kopyala-yapıştır mantığı ile uyarlamaktır. Bu çoğu kere “yama” etkisi oluşturur. Böyle bir muhatabiyette Risale koldaki saat gibidir. Zaman kavramı gelişmemiş birisi zamanı öğrenmek için her seferinde nasıl saate bakmak zorunda kalırsa, Risale’yi saat gibi yanında taşıyan kişi için de aynı şey geçerlidir. Bu kişi yanında Risale olmadığı müddetçe karşılaşılan duruma çözüm bulmakta zorlanır. Bu tür bir muhatabiyet yukarıda belirttiğimiz “aydın” tanımına daha fazla uyuyor.

“Risalece düşünmek” karşı karşıya bulunduğumuz duruma Risaleye bakmadan da Risale ile uyumlu olabilecek bir tutum ve davranış gösterebilmek demektir. Bu zaman kavramı gelişmiş birisinin saati merak ettiğinde saatine bakma ihtiyacı duymaması gibi bir hassasiyetin karşılığıdır. Bu tür muhatabiyet yukarda belirttiğimiz “entelektüel” tanımına daha fazla yakın duruyor.
Kişinin “Risalece” mi yoksa “Risaleden” mi düşündüğünü anlamanın birçok yolu var.

Bunlardan ilki Risale’nin diline hakim olup-olmamakla ilgilidir. Kişi, Bediüzzaman’a ait bu güne kadar hiç karşılaşmadığı bir metni içindeki dilsel işleyişten “Bu metin Bediüzzaman’ın kaleminden çıkmış olmalı” diyebiliyorsa o kişi “Risalece” düşünüyor demektir. Bu cevabı veremiyorsa “Risaleden” düşünüyor demektir. Ezberlere ve yönlendirmelere tabi bir otorite veya kişi bu metne “Bediüzzaman’ındır” demediği müddetçe o da “Bediüzzaman’ındır” diyemeyecektir.

Kişinin “Risalece” mi yoksa “Risaleden” mi düşündüğünü anlamanın bir yolu da konu ile ilgili olarak yaptığı yorumlardaki isabette aranmalıdır. Kişi isabetli yorum yapıyorsa “Risalece” bir nazarla olaylara bakıyor demektir. Yoksa kopyala-yapıştır mantığı onda işliyordur.

Kişinin “Risalece” mi yoksa “Risaleden” mi düşündüğünü anlamanın bir diğer yolu da onun olayları aydın mı, yoksa entelektüel duyarlılık ile mi dillendirdiğiyle ilgilidir. Kişi bir entelektüel hassasiyetiyle olaylara yaklaşarak, kendinden bir şeyler söyleyebiliyor ve açılımlar getirebiliyorsa “Risalece” düşünüyor demektir.

Montaiğne talebelerine “Bana bildiklerinizi değil, hissettiklerinizi söyleyin” dermiş. Sözler müellifi de bize her şeyden önce düşüncelerini ve hislerini anlatıyor. Tefekkür ve tahassüsünü aktarıyor. Bu minvalde bize düşen şey galiba, ilk elden Risaleden bildiklerimizi değil, Risale için düşündüklerimizi söylemek ve Risaleye uygun bir duyarlılığı hayatın her alanında her daim canlı tutmak.
 

uður1

Well-known member
Üstad: O, Risale-i Nur'un manevi avukatıdır

Üstad: O, Risale-i Nur'un manevi avukatıdır
18 Ekim 2011 / 14:44
Ahmed Feyzi ağabeyimizi rahmet, hasret ve dualarla anıyoruz…

Ömer Özcan’ın haberi:
Ahmed Feyzi Kul, 17 Ekim 1972 tarihinde vefat etmiştir. Kabirleri İzmir-Çamlık’tadır. Ahmed Feyzi ağabeyimizi rahmet, hasret ve dualarla anıyoruz… Üstad Bediüzzaman ona, 'Risale-i Nur'un manevî avukatı' diyor. Nur talebeleri Ahmet Feyzi ağabeyin çok tesirli hitabet kabiliyetini ve ilm-i cifr’e olan vukufuyetini iyi bilirler.
Afyon Mahkemesinde, bu asırda zuhur eden Risale-i Nur'a ve müellifine işaret eden âyet ve hadislerden istihraç yapan “Mâidetü'l-Kur'an” adlı eserinin çok mevzubahs edildiği ve yine Afyon Mahkemesindeki şaşaalı müdaafası’nın mahkemenin seyrini değiştirdiği Sungur ağabey tarafından anlatıyor. “Maidetü'l-Kur'an” bizzat Bediüzzaman tarafından “Tılsımlar Mecmuası”na zeyl olarak konulmuştur. ide; semadan indirilmiş bol, bereketli,nimetli sofra demektir.
[h=2] [/h][h=2]ŞÂŞAALI MÜDAFAA MAHKEME SAFAHATINI BİRDEN DEĞİŞTİRİVERDİ[/h]
Mustafa Sungur anlatıyor:
Ahmet Feyzi ağabey biliyorsunuz Denizli ve Afyon hapsine girenlerden... Afyonda, o muhteşem, o şaşaalı müdaafası sebebiyle heyet kararıyla, vesâiyeyi o yerine getirecek endişesi ile 18 ay ağır cezayı ona verdiler.
Ahmet Feyzi ağabey, mahkemeden sonra üç dört defa daha Üstadın yanına gelmişti. İşte son geldiğinde ben de Üstadımızın yanında idim. Üstadımız “Kardeşim! Ben 30 senedir Ege’ye bakıyordum, bana mukâbil bir ruh görüyordum. O da sensin, hatta ben İzmir’e gidecektim, sen varsın diye gitmedim” mânasında bâzı şeyler söylemişti.

Afyon’da ilk mahkeme 17–18 Haziranda oldu. Birinci mahkeme normâl geçti, amma ikinci gün öğleye kadar hâkim Mâidetü'l-Kur'an” sebebiyle sıkıştırmaya başladı; bastın mı, dağıttın mı diye... Mâidetü'l-Kur'an” malûm; Ahmed Feyzi ağabeyin kendi te’lifi. İşâret-i gaybiye… İhbârat-ı gaybiye... İşte mahkemede çok sıkıntılı bir durum oldu. Hâkim devamlı soruyor, sıkıştırıyor... İşte o esnada Ahmed Feyzi ağabey de revirdeydi. Bunu duyunca işte bu müdaafayı hazırlıyor. Bize “Ben mahkeme dağılmadan gideyim” dedi. Hemen gidip mahkemeye ibraz etmişti müdafayı. Hâkimler bu müdafayı dinledikten sonra, akşamüzeri birden mahkemenin safahatı değişiverdi. Hâkimlerdeki o şiddet, o hiddet birden sönüverdi. (Ömer Özcan Ağabeyler Anlatıyor–1)

BEDİÜZZAMAN’IN İFADELERİYLE AFYON MAHKEMESİNDE "MÂİDET-ÜL KUR'AN" SIKINTISI

“Sâlisen: Haber aldım ki, çok çalışan fakat ihtiyatsız Ahmed Feyzi'nin "Mâidet-ül Kur'an" başında malûm mektubumu mahkeme heyeti bahane ederek -ki: "Said kendi hakkındaki medihleri vesaireyi tasdik etmiş."—benim mahkûmiyetime bir sebeb gösterilmiş. Ben mükerrer dedim ki, herşeyden evvel Ahmed Feyzi onu beyan edip -ki o mektub, kendi hakkındaki mektubları kabul etmemek ve sair bir kısmını ta'dil etmek lâzımken- lüzumsuz onları hiddete getiren şeyleri yazmış. Ben onun bin kusurunu görsem, ondan gücenmem. Fakat Nurlara zarar gelmemek için cesurane ve ihtiyatsız hareketten bir derece çekinmek lâzımdır.

Râbian: Feyzilerin bir kahramanı olan Ahmed Feyzi kardeşimiz de, Tahirî'nin koğuşu olan medresesinde aynen Tahirî gibi davranmalı. Ve gidenlerin yerinde, onların şakirdlerini Kur'an ve Nur dersleriyle ve yazılarıyla teşvik etsin. Dün bana gönderdiği yeni talebelerin defterleri benim hazîn halimi sevince tebdil etti. Elhamdülillâh dedim.” (Şualar 536)

“MÂİDET-ÜL KUR’AN” HZ. BEDİÜZZAMAN TARAFINDANTILSIMLAR MECMASINA ZEYL YAPILMIŞTIR

Ahmed Feyzi Kul, Mâidet-ül Kur’an adlı eseriyle âyet ve hadîs-i şeriflerden istihraç yapıp âhirzamanda beklenen Zât’ın tesbitini yapmaktadır. Hz. Üstad da o eşsiz tevazuu ve bazı hikmetlere binaen ince te’villerle Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini nazara vermektedir. Emirdağ Lâhikasında şöyle demektedir Hz. Üstad:
“Risale-i Nur'un avukatı ve Aydın havalisinin Hasan Feyzi'si ve o civarın bir Hüsrev'i kardeşimiz Ahmed Feyzi, üç seneden beri Sikke-i Tasdik-i Gaybî'nin Risale-i Nur'a verdiği yüzer işaret ile tasdiklerini, tam bir kat'î bürhan olarak hem hadîslerden, hem âyetlerden mana ve cifir muvafakatlarıyla Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini pek kuvvetli bir surette isbat ediyor. Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsinin bir mümessili olan Nur şakirdlerinin şahs-ı manevîsine bazı işaret-i hadîsiyeyi, Nur'un tercümanına veriyor. Hakikat ise; tercüman, bir derece te'lif itibariyle, o şahs-ı manevînin bir nevi mümessili olmak itibariyledir. Yoksa haddim ve hakkım değildir ki, ben o kudsî işarete medar olayım. Her ne ise, ben daha fazla tedkik edemedim. Onun üç buçuk senede ve onun gibi fevkalâde zeki bir kardeşimizin ince tedkikatını vaktim ve hastalığım müsaade etse, tedkik ve ta'dilden sonra size gönderip, ya Tılsımlar Mecmuası'nın zeyli veya Lem'alar mecmuasına Risale-i Nur'un hakkaniyetine bir hüccet olarak yazarsınız.” (Em. L. 274)

www.RisaleHaber.com
 
Üst