Yirmi Sekizinci Lem'a

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 438

Onuncu Nükte


besmele.jpg




Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal ve âkıbetbînlik adesesiyle, gayet şâşaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden bakarken, nazar-ı hayalime inkişaf eden bir vaziyeti beyan ediyorum. Sinemada, eski zamanda mezaristanda yatanların vaziyet-i hayatiyeleri göründüğü gibi, yakın bir istikbalde mezaristan ehli olanların müteharrik cenazelerini görmüş gibi oldum. O gülenlere ağladım. Birden bir tevahhuş, bir acımak hissi geldi. Aklıma döndüm, hakikatten sordum: “Bu hayal nedir?” Hakikat dedi ki:

Elli sene sonra, bu kemâl-i neş’e ile gülen ve eğlenen zavallılardan elliden beşi, beli bükülmüş, yetmiş yaşlı ihtiyarlar gibi; kırk beşi, mezaristanda çürümüş bulunacaklar. O güzel simalar, o neş’eli gülmeler, zıtlarına inkılâp etmiş olacaklar. Küllü âtin karîb kaidesiyle, madem yakında gelecek şeylerin gelmiş gibi görülmesi bir derece hakikattir; elbette gördüğün hayal değildir.

Madem dünyanın gafletkârâne gülmeleri, böyle ağlanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevâle mâruzdur. Elbette biçare insanların ebedperest kalbini ve aşk-ı bekàya meftun olan ruhunu güldürecek, sevindirecek, meşru dairesinde ve müteşekkirâne, huzurkârâne, gafletsiz, mâsumâne eğlencelerdir ve sevap cihetiyle bâki kalan sevinçlerdir. Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istilâ edip gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde, zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır. Tâ ki, bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirir, gaflet ise kaçırır.

Said Nursî



Said Nursî: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)
adese: mercek
azîm: çok büyük
aşk-ı bekà: devamlı ve kalıcı olma aşkı
beyan etmek: açıklamak
biçare: çaresiz
bâki: devamlı ve kalıcı olan
cihet: taraf, yön
ebedperest: sonsuz hayata arzulu
endişe-i istikbal: gelecek endişesi
gaflet: Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli
gafletkârâne: Allah’ın emirlerine karşı umursamaz ve duyarsız davranırcasına
gayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı
hakikat: gerçek, esas
huzurkârâne: kişinin kendisini Allah’ın huzurunda hissetmesi şeklinde
idame: devam
inkişaf eden: ortaya çıkan
inkılâp etmek: dönüşmek
istikbal: gelecek
istilâ etmek: işgal altına almak
kaide: kural
kemâl-i neş’e: tam bir neşe
küllü âtin karîb: gelecekte olacak her şey yakındır
meftun: düşkün
mezaristan: mezarlık
mezaristan ehli: mezardakiler
meşru: helal, dine uygun
muvakkat: geçici
mâsumâne: günahsız bir şekilde
müteharrik: hareketli
müteşekkirâne: teşekkür ederek
nazar-ı hayal: bir meseleye hayalen bakmak
nev-i beşer: insanlar
nimet: iyilik, ihsan
nükte: ince ve derin anlamlı söz
rivayet: Hz. Peygamberden (a.s.m.) aktarılan ifade, hadis-i şerif
sima: yüz
tergibat: teşvikler, istek uyandırıcı ifadeler
tevahhuş: korkma, ürküntü
vaziyet: durum, hâl
vaziyet-i hayatiye: hayat durumu
zevâl: gelip geçicilik, yokluk
zikrullah: Allah’ı çeşitli ifadelerle anma
ziyadeleştirmek: çoğaltmak
âkıbetbîn: âkıbeti gören; ileri görüşlü
şâşaalı: gösterişli, göz alıcı bir şekilde
şükür: teşekkür etme, Allah’a karşı minnet duyma

<TBODY>
</TBODY>



 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 439

On Birinci Nükte

Bir düstur

Risale-i Nur talebeleri, Risale-i Nur’un dâiresi hâricinde nur aramamalı ve aramaz. Eğer ararsa, Risale-i Nur’un penceresinden ışık veren mânevî güneşe bedel bir lâmbayı bulur, belki güneşi kaybeder.

Hem Risale-i Nur’un dâiresindeki hâlis, pek kuvvetli ve her ferdine çok ruhları kazandıran ve Sahâbenin sırr-ı verâset-i Nübüvvetle meşreb-i uhuvvetkârânesini gösteren “meşreb-i hıllet ve meslek-i uhuvvet” ise, hâriç dâirelerde o pedere ve o mürşide üç cihetle zarar vermek suretiyle, bir pederi aramaya ihtiyaç bırakmaz; birtek peder yerine, pek çok ağabeyi buldurur. Elbette büyük kardeşlerin müteaddit şefkatleri, bir pederin şefkatini hiçe indirir.

Dâireye girmeden evvel bulduğu şeyhi, her fert o şeyhini, mürşidini, dâirede dahi muhâfaza edebilir. Fakat şeyhi olmayan, dâireye girdikten sonra, ancak dâire içinde mürşid arayabilir. Hem Risaletü’n-Nur’un velâyet-i kübrâ olan sırr‑ı verâset-i Nübüvvet feyzini veren ders-i hakâik dâiresindeki ilm-i hakikat dahi dâire hâricindeki tarikatlere ihtiyaç bırakmaz. Meğer tarikati yanlış anlayıp, güzel rüyalar, hayaller, nur ve zevklere müptelâ ve âhiret faziletinden ayrı olan dünyevî ve hevesî zevkleri arzulayan ve merciiyet makamını isteyen nefisperestler ola...

Bu dünya dârü’l-hizmettir; külfet ve meşakkat ile ücret ölçülür—dârü’l-mükâfat değil. Onun içindir ki, ehl-i hakikat keşif ve kerâmetlerdeki ezvâk ve envâra ehemmiyet vermiyorlar. Belki bazan kaçıyorlar, setrini istiyorlar.

Hem Risale-i Nur’un dâiresi çok geniştir; şâkirtleri pek çoktur. Hârice kaçanları aramaz, ehemmiyet vermez, belki daha içine almaz. Her insanda bir kalp var. Bir kalp ise, hem dâirede, hem hâriçte olamaz.

Hem hâriçteki irşâda hevesli zâtlar, Risale-i Nur’un şâkirtleriyle meşgul olmamalı.





Risaletü’n-Nur: Risale-i Nur’un diğer bir adı Sahâbe: Hz. Peygamberi (a.s.m.) gören ve onun yolundan giden Müslümanlar
bedel: karşılıkcihet: yön
ders-i hakâik: hakikatlere ulaştırma dersi dârü’l-hizmet: hizmet alanı
dârü’l-mükâfat: ödüllendirme yeridünyevî: dünya ile ilgili
düstur: kuralehemmiyet: değer, önem
ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olan kimseler envâr: nurlar
ezvâk: zevkler, lezzetlerfazilet: üstün değer
ferd: kişi, birey feyiz: mânevî bereket, bolluk
hevesî: zevk ve hevesten kaynaklanan hâlis: içten, ihlâslı
hâriç: dışilm-i hakikat: hakikat ilmi, bilgisi
irşad: doğru yolu gösterme, uyarma kerâmet: ihsan; Allah’ın sevdiği kullarına ikram olarak verdiği olağanüstü hal ve özellik
keşif: mânevî alemlerdeki gizli olan hakikatleri açığa çıkarma külfet: güçlük, zorluk
makam: derecemerciiyet: müracaat yeri olma
meslek-i uhuvvet: kardeşlik mesleğimeşakkat: güçlük, zorluk
meşreb-i hıllet: yakın dostluğu öngören hareket tarzımeşreb-i uhuvvetkârâne: kardeşliği öngören hareket tarzı
muhâfaza etmek: korumak, saklamak müptelâ: bağımlı, düşkün
mürşid: irşad eden, doğru yolu gösteren müteaddit: çeşitli, birçok
nefisperest: nefsin arzu ve isteklerine çok düşkün olan peder: baba
setretme: örtme, gizleme suret: şekil, yön
sırr-ı verâset-i Nübüvvet: Peygamber varisliğinin sırrı tarikat: İlâhî hakikatlere ulaşmak için, şeyhin gözetiminde takip edilen yol
velâyet-i kübrâ: en büyük velilik âhiret: öteki dünya, ölümden sonraki ebedî hayat
şeyh: bir tarikatta en üst konuma ulaşmış kimse; bir tekkede ders veren ve müritleri bulunan kimseşâkirt: talebe, öğrenci

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 440

Çünkü üç cihetle zarar görmeleri muhtemeldir. Takvâ dâiresindeki talebeler irşâda muhtaç olmadıkları gibi, hâriçte kesretli namazsızlar var. Onları bırakıp bunlarla meşgul olmak irşad değildir. Eğer bu şâkirtleri severse, evvelâ dâire içine girsin, o şâkirtlere peder değil, belki kardeş olsun—fazileti ziyade ise ağabeyleri olsun.

Hem bu hâdisede göründü ki, Risale-i Nur’a intisâbın çok ehemmiyeti var ve çok pahalı düştü. Ve buna bu fiyatı veren ve o yolda bütün âlem-i İslâm nâmına dinsizliğe karşı mücâhede vaziyetini alan aklı başında bir adam, o elmas gibi mesleği terk edip başka mesleklere giremez.


Said Nursî



endOfSection.gif
endOfSection.gif






Said Nursî
: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)




cihet
: taraf, yön
ehemmiyet: değer, önemevvelâ: ilk olarak
fazilet: üstün değer hâriç: dış
intisâb: bağlanma irşad: doğru yolu gösterme, uyarma
kesretli: pek çok muhtemel: ihtimal dahilinde
mücâhede: cihad etme, din düşmanına karşı mücadele yapma nâmına: adına
peder: babatakvâ: Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma
vaziyet: durumziyade: çok, fazla
âlem-i İslâm: İslâm dünyası şâkirt: öğrenci, talebe

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 441

On İkinci Nükte

Aziz kardeşlerim!

Gücenmemek şartıyla bu defa takdirkârane değil, belki tenkidkârane iki küçük meseleyi beyan edeceğim:

Birincisi: Ben, sizleri ve Risale-i Nur’u müdâfaa için çok davalarda bulundum. O davalardaki şahidlerimin birinci sınıfı sizlerdiniz. Halbuki, inkârınızla hem beni şahidsiz bıraktınız, hem de hakkımdaki ittihamı takviye ettiniz. Çünkü, sizin kaçmanız ve inkârınız, “Demek bir şey var ki, bunlar yanaşmıyorlar” diye fikir verdi. Hem ben sizlerin nasıl tebrienize çalıştım, sizden çoluk çocukları olmayan kısmı beni yalnız bırakmamak için merdâne yanaşmak lazımdı. Fakat, iş işten geçti, yeniden yanaşmağa lüzum yok.

İkinci mesele: Seciye-i âliye-i Sahabeyi ve meşreb-i nurânî-i peygamberiyi beyan eden Risale-i Nur dairesindeki feyze kanaat etmeyip, bir kısım kardeşlerimiz tarikat hevesiyle üstadının ve kardeşlerinin şahs-ı mânevîsinin rızasını ve iznini almadan başka yerde o hevesle, hem kendine faidesi olmayarak, hem bizlere, hem Risale-i Nur’a, hem musibetzede arkadaşlarımıza, Risale-i Nur’a girmeyen rüfekamıza zarar ve müteaddid ve dikkatle bizi tecessüs eden adamların nazar-ı dikkatini celbe medar bir heveste bulundular. Ben ki, her birinizi yüz hemşehrime değiştirmediğimi resmen mahkemede iddia ettim ve beni ziyaret edenlere karşı iddia etmişim ki; Risale-i Nur talebelerinin en küçüğünü, hariç bir veliden daha ehemmiyetli gördüğümü ve Kuleönlü Ali, Lütfi gibi genç ve hâlis Risale-i Nur talebelerini hariçteki büyükçe bir veliye tercih ettiğimi çok emarelerle benden anladığınız halde, nasıl oluyor ki menfaatsiz, belki zararlı bir heves yolunda arkadaşlarının şahs-ı mânevîsinin malum ve âli makamını ve Üstadınızın





Kuleönlü Ali: (bk. bilgiler – Küçük Ali)Lütfi: (bk. bilgiler – Abdullah Lütfi Özerdem)
Said Nursî: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî) aziz: çok değerli, izzetli
beyan etmek: açıklamak, izah et¬mek ehemmiyetli: değerli, kıymetli
ehl-i ilim: ilim ehli olanlar, âlimler ehl-i takvâ: takvâ sahipleri; Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler
emniyet: güven emâre: belirti, işaret
entrika: dalavere, dolap çevirmefaide: fayda, yarar
feyiz: ilham, irfân, bereket gücenme: darılma
hariç: bir şeyin dışında olanhemşehri: aynı şehirli olan
heves: gelip geçici arzu ve istekhuruf: harfler
hâlis: saf, samimi hükûmet: idare, yönetim
intişar: yayılmaittiham: suçlama, suçlu duruma düşürme
kanaat etmek: yetinmekmakam: konum, derece
malûm: bilinen, belli medar: sebep
menfaat: çıkar, kişisel yararmerdâne: mertçe
meşreb-i nurânî-i peygamberî: peygamberin nurlu yolu musibetzede: belâya, sıkıntıya düşmüş olan kimse
müdafaa: savunmamüdafaat: savunmalar
müteaddit: bir çok, çeşitli nazar-ı dikkati celb: dikkat çekme
nazar-ı millet: milletin bakışı, düşüncesi rüfeka: refikler, arkadaşlar
rıza: memnuniyetseciye-i âliye-i Sahabe: Sahabelerin yüksek karakteri
takdirkârâne: takdir edercesine takviye etmek: güçlendirmek, desteklemek
talebe: öğrenci tarikat: İlâhî hakikatlere ulaşmak için, şeyhin gözetiminde takip edilen yol
tebrie: beraat ettirmetecessüs eden: casusluk yapan, gizlice araştıran
tekerrür etme: tekrarlanmatenkidkârane: eleştiri şeklinde
vasıta: aracıveli: Allah dostu
âli: yüksekşahs-ı mânevî: belli bir kişi olmayıp bir cemaatten meydana gelen mânevî şahıs

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 442

müsellem size karşı hayırhahlığını düşünmeyip, hariçte makamı—sizce meçhul—ve hem o bîçareye zararlı bir surette şeyhlik damarını tahrik etmek suretinde sohbet etmek muvafık değildir.

Bu tenkid—haşa—sizin umumunuza ve ekserinize ait değil, yalnız bir iki üç zatın kusurlarına da değil, kalblerinin fazla safvetinden ve tarikata ziyade heveslerindendir. Hem Isparta’nın en zaif damarı, sebeb-i ittihamımız olan tarikatı en kuvvetli sebep göstermeleri, zannederim bu mânasız tarikat hevesi sebebiyet vermiştir. Burada bu tevkifimizin en kuvvetli sebebi, bu bazı safdillerin hevesinden ve benimle de münasebetleri tarikat süsü verdiğinden tahmin ederim. Pek çok rica ederim benim bu tenkidimden gücenmeyiniz.


Said Nursî



endOfSection.gif
endOfSection.gif





On Üçüncü Nükte

Kardeşlerim,

Risale-i Nuru müdâfaa ve muhafazasında herkes, hatta ben de çekilsem, beş kardeşimizin çekilmemeleri gerektir. Bu arkadaşlarımız: Hüseyin Usta, Halil İbrahim, Re’fet Bey, Hüsrev ve Hakkı Efendi’lerdir. Üç evvelkilerin ihtiyarsız ihtiyatsızlığı; diğer ikisinin zâhirî düşmanlarının şahsî garazları yüzünden Risale-i Nura karşı çok fazla zarar yapılmak istenilmesine göre, Risale-i Nur ehemmiyetli bir sûrette iştihar ve intişar etmesi gibi bir nimet-i uzmâyı netice vermeseydi, bu kadar mazur ve masum Risale-i Nur şakirdlerinin teellümatına sebebiyet verdiklerinden dolayı bu kardeşlerimizin ruhları pek çok sıkılacaktı.

İşte herkesten ziyade bu beş kardeşimizin ihtiyat edip yek-vücud bulunmaları lâzımdır.




endOfSection.gif
endOfSection.gif







Hakkı Efendi: (bk. bilgiler – Hakkı Tığlı)Halil İbrahim: (bk. bilgiler – Halil İbrahim Çöllüoğlu)
Hüseyin Usta: (bk. bilgiler – Hüseyin Zevki Usta)Hüsrev: (bk. bilgiler – Hüsrev Altınbaşak)
Isparta: (bk. bilgiler)Re'fet Bey: (bk. bilgiler)
Said Nursî: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)bîçare: çaresiz, zavallı
ekser: çoğunluk evvel: önce olma
garaz: kötü kasıthayırhah: başkasının iyiliğini isteyen
hâşâ: asla öyle değilihtiyarsız: iradesiz, düşünmeden
ihtiyat etmek: önlem almak, tedbirli olmakihtiyatsız: önlem almadan, tedbirsiz
intişar etmek: yayılmak, dağılmakiştihar etmek: meşhur olmak, tanınmak
mazur: mazeretlimeçhul: bilinmeyen
muhafaza: koruma muvafık: uygun, yerinde
müdafaa: savunmamünasebet: ilişki, bağlantı
müsellem: doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş netice verme: sonuç verme
nimet-i uzmâ: büyük nimet nükte: ince ve derin anlamlı söz
rica etmek: ummak, ümit etmeksafdil: saf kalpli, kolay aldanan
safvet: paklık, temizlik sebeb-i ittiham: suçlama sebebi
sebebiyet vermek: neden olmak suret: biçim, şekil
tahrik etmek: harekete geçirmektarikat: İlâhî hakikatlere ulaşmak için, şeyhin gözetiminde takip edilen yol
teellümat: elemler, acılartenkid: eleştiri
tevkif: tutuklamaumum: bütün
yekvücud: tek vücud zahirî: açık, görünürde
zaif: zayıfziyade: çok, fazla
şakird: talebe, öğrencişeyh: bir tarikatta en üst konuma ulaşmış kimse; bir tekkede ders veren ve müritleri bulunan kimse

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 443

On Dördüncü Nükte

Kardeşlerim,

Kalbime ihtâr edildi ki; nasıl ki, Mesnevi-î Şerif, şems-i Kur’ân’dan tezâhür eden yedi hakikattan bir hakikatın âyinesi olmuş, kudsî bir şerâfet almış; Mevlevîlerden başka daha çok ehl-i kalbin lâyemut bir mürşidi olmuş. Öyle de, Risâle-i Nur şems-i Kur’âniyenin ziyâsındaki elvân-ı seb’ayı ve o güneşteki renk renk, çeşit çeşit yedi nûru birden âyinesinde temessül ettirdiğinden—inşâallah—yedi cihetle şerîf ve kudsî ve yedi Mesnevî kadar ehl-i hakikata bâkî bir rehber ve bir mürşid olacak.


endOfSection.gif
endOfSection.gif




On Beşinci Nükte

Kardeşlerim,

Hafîz-i Zülcelâlin hıfz ve himayetine bakınız ki, meselemiz münasebetiyle Risale-i Nur'un risaleleri adedine muvafık olarak, yüz yirmi kusür adamın mahrem evraklarıyla istintakta oldukları halde ve ecnebîlerin entrikalarıyla ve muhalif komitecilerin dolaplarıyla mevcut ve münteşir müteaddit cemiyetlerin hiçbirisiyle, Risale-i Nur'un hiçbir şakirdinin münasebettarlığını gösterecek hiçbir madde bulunmaması, gayet zahir ve parlak bir himaye-i Rabbaniyedir. Muhafaza-i İlâhiyeye ve İmam-ı Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzam (k.s.), Risale-i Nur'a ait keramet-i gaybiyelerini cidden teyid eden bir inayet-i Rahmâniyedir. Kırk ikilik bir top güllesini, kırk iki mâsum ve mazlum kardeşlerimizin dergâh-ı İlâhiyeye açılan elleriyle doldurup, geri çevirip, atanların başlarında mânen patlattırdı. Bizlere, yalnız ehemmiyetsiz, sevaplı, hafif birkaç yara bereden başka olmadı. Böyle bir seneden beri doldurulan bir toptan, böyle pek az zararla kurtulmak harikadır.





Gavs-ı Âzam: [bk. bilgiler – Abdulkâdir-i Geylânî (k.s.)]Hafîz-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, büyük küçük herşeyi kaydedip koruyan Allah
Mesnevi-î Şerif/Mesnevî: (bk. bilgiler – Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî)Mevlevîler: Mevlevî tarikatına bağlı olanlar
bâkî: devamlı ve kalıcı olan cemiyet: dernek
cidden: ciddî olarakcihet: taraf, yön
dergâh-ı İlâhiye: Allah’ın yüce katı, makamı ecnebî: yabancı
ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olan kimseler ehl-i kalb: kalb ehli, mânevî derecelere yükselen kişiler
elvân-ı seb’a: yedi renkentrika: dalavere, dolap çevirme
hakikat: asıl, esas, gerçek mahiyet himayet: koruma
himâye-i Rabbâniye: Allah’ın koruma ve himâyesi hıfz: koruma, muhafaza etme
ihtâr edilmek: uyarılmakinayet-i Rahmâniye: çok merhametli ve şefkatli olan Allah’ın inayeti, yardımı
inşaallah: Allah izin verirseistintak: konuşturma, sorgulama
keramet-i gaybiye: gelecekle ilgili keramet komite: cemiyet, topluluk
kudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak lâyemut: ölümsüz
mahrem: gizli mazlum: zulme uğramış
mevcut: var olan muhafaza-i İlâhiye: İlâhî muhafaza, Allah’ın koruması
muhalif: aykırı, zıt muvafık: uygun
mânen: mânevî yönden münasebet: bağlantı, ilgi
münasebettar: alâkalı, ilgili münteşir: yayılmış
mürşid: irşad eden, doğru yolu gösteren müteaddit: bir çok, çeşitli
risale: Risale-i Nur’un her bir bölümü temessül etmek: göstermek, yansıtmak
teyid etmek: desteklemektezâhür etmek: ortaya çıkmak, görünmek
zahir: açık, âşikar ziya: ışık
İmam-ı Ali: [bk. bilgiler – Ali (r.a.)]şems-i Kur’ân: Kur’ân güneşi
şerâfet: şereflilikşerîf: şerefli, yüce

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 444

Böyle pek büyük bir nimete karşı, şükür ve sürur ve sevinçle mukabele etmek gerektir. Bundan sonraki hayatımız bize ait olamaz; çünkü müfsidlerin plânlarına göre, yüzde yüz mahv idik. Demek bundan sonraki hayatı kendimize değil, belki hak ve hakikate vakfetmeliyiz. Şekvâ değil, şükrettirecek rahmetin izini, yüzünü, özünü görmeye çalışmalıyız.


endOfSection.gif
endOfSection.gif




On Altıncı Nükte


Kardeşlerimden ricâ ederim ki:

Sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve “Haysiyetime dokundu” demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın, bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete fedâ ederim.


endOfSection.gif
endOfSection.gif




On Yedinci Nükte
Kardeşlerim,

Maatteessüf başımıza gelen şefkat tokatını, iki üç gündür, kat’i bir kanaatla anladım. Hattâ, ehl-i isyan hakkında gelen bir âyetin çok işarâtından bir işareti bize bakıyor gibi hissettim. O da şudur: 1 فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِهِ...اَخَذْنَاهُمْ yâni: “Onlara ihtar ettiğimiz ders ve nasihatı unuttukları ve amel etmedikleri vakit, onları tutup musîbet altına aldık.”

Evet, en âhirde sırr-ı ihlâsa dâir bir risâle bize yazdırıldı. Elhak, gayet âlî ve nurânî bir düstur-u uhuvvet idi. Ve on binler kuvvetle ancak mukabele edilir hâdiselere, musîbetlere karşı, o sırr-ı ihlâs ile on adamla mukavemet ettirebilir bir düstür-u kudsî idi. Fakat, maatteessüf başta ben, biz o ihtâr-ı mânevî ile amel edemedik. Bu âyetin mânâ-yı işârisiyle: اَخَذْنَاهُمْ cifrî tarihiyle bin üç yüz elli


[NOT]Dipnot-1 En’âm Sûresi, 6:44.[/NOT]





amel etmek
: uygulamak, yerine getirmek




cifrî
: (bk. bilgiler – cifir ilmi)
desise: hile, aldatmadüstur-u kudsî: kutsal prensip
düstur-u uhuvvet: kardeşlik kuralıehl-i isyan: Allah’a karşı isyan eden kimseler
elhak: gerçekten hak ve hakikat: doğru ve gerçek
haysiyet: itibar, saygınlıkihtar etmek: hatırlatmak
ihtâr-ı mânevî: mânevî yönden gelen uyarı işarât: belirtiler
kanaat: görüş, fikirkat’i: şüphesiz, kesin
maatteessüf: ne yazık kimabeyninde: arasında
mahv: yok olmamuhabbet: sevgi
mukabele etmek: karşılık vermek mukavemet: dayanma, karşı koyma
musîbet: belâ, felaketmânâ-yı işâri: işaretlerle ifade edilen mânâ
müfsit: bozguncunefis: insanı daima kötülüğe, haram olan zevk ve isteklere sevk eden duygu
nimet: iyilik, lütuf, ihsan nurânî: nurlu, ışıklı
nükte: ince ve derin anlamlı sözrahmet: ihsan, bağış
rica etmek: ummak, ümit etmekrisâle: küçük çaplı kitap
sudur eden: ortaya çıkansürur: mutluluk, sevinç
sırr-ı ihlâs: ihlâs sırrı vakfetmek: bağışlamak
âhir: son âlî: yüce
âyet: Kur’ân’da yer alan her bir cümleşekvâ: şikayet
şuursuz: bilinçsiz şükür: teşekkür etme, Allah’a karşı minnet duyma

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 445

iki eder. Aynı tarihiyle tutturulduk. Bir kısmımız şefkat tokadına giriftâr olduk. Bir kısmımız hakkında tokat değil, belki tokada mâruz olan kardeşlerimize medâr-ı tesellî ve kendilerine medâr-ı sevab ve istifade olmak için bu musîbetin içine alındı.

Evet, ihtilâttan men olunduğum için üç aydan beri yeniden üç gündür ben, kardeşlerimin dâhilî ahvâline de muttâli oldum. Hiç hatır ve hayâlime gelmez en hâlis zannettiğim kardeşlerimde sırr-ı ihlâsa münâfi hareket vukûa gelmişti. Ondan anladım ki:
1
فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِهِ...اَخَذْنَاهُمْ âyetinin uzaktan uzağa bir mânâ-yı işârîsi bize de bakıyor. Ehl-i dalâlet için nâzil olan bu âyet onlara azaptır. Fakat bizim için terbiye-i nüfûs ve keffáretü’z-zünûb ve tezyîd-i derecât için şefkat tokadıdır. Biz elimizdeki kıymettar nimet-i İlâhiyeyi tam takdir etmediğimizden, tokat yediğimize bir delil şudur ki: En kudsî bir mücâhede-i mâneviyeyi tazammun eden ve sırr-ı verâset-i nübüvvetle velâyet-i kübrânın feyzine mazhar ve sahâbenin sırr-ı meşrebine medâr olan Risâle-i Nur ile hizmet-i kudsiye-i Kur’âniyemize kanâat etmeyip, menfaatı şimdilik bize pek az ve bu vaziyetimize mühim zararı muhtemel tarikat hevesinin birkaç defa şiddetle ihtarımla önü alınmasıdır. Yoksa, hem vahdetimizi bozacaktı, hem dört elifin tesânüdüyle bin yüz on birden dört kıymetine tenzil eden teşettüt-ü efkâr ve bu gayet ağır hâdiseye karşı kuvvetimizi hiçe indiren tenâfür-ü kulûba uğrayacaktı.

Gülistan sahibi Şeyh Sa’di-i Şirâzî naklediyor, der: “Ben bir ehl-i kalbi tekkede, seyr-i sülûk ile meşgul iken görmüştüm. Birkaç gün sonra onu talebeler içinde,


[NOT]Dipnot-1 Onlara ihtar ettiğimiz ders ve nasihatı unuttukları ve amel etmedikleri vakit, onları tutup musîbet altına aldık. En’âm Sûresi, 6:44.
[/NOT]







Gülistan
: (bk. bilgiler – Sâdi-i Şirâzî)







Sahâbe
: Hz. Peygamberi (a.s.m.) hayattayken gören ve onun yolundan giden Müslümanlar

ahvâl: hâller, durumlar
azap: acı, sıkıntı
dâhilî: içteki
ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapanlar, inançsız kimseler
ehl-i kalb: kalp yoluyla mânevî derecelere yükselen kişiler
elif: Arap alfabesinin ilk harfi (elif harfine benzemesinden dolayı (1) rakamı karşılığında da kullanılır)
feyiz: mânevî gıda, bereket
giriftâr olmak: yakalanmak
heves: gelip geçici arzu ve istek
hizmet-i kudsiye-i Kur’âniye: Kur’ân’a dayalı kutsal hizmet
hâlis: samimî, ihlâslı
ihtar: hatırlatma
ihtilât: insanlar arasına karışma
istifade etmek: faydalanmak
kanâat etmek: yetinmek
keffáretü’z-zünûb: günahların bağışlanmasına vesile
kudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, kutsal
kıymet: değer
kıymettar: değerli
mazhar: bir şeye ulaşma, bir şeyi elde etme
medâr olmak: kaynak, dayanak olmak
medâr-ı sevab: sevap kaynağı, sebebi
medâr-ı tesellî: teselli kaynağı, sebebi
men olunmak: yasaklanmak
menfaat: fayda
muhtemel: ihtimal dahilinde
musîbet: belâ, felaket
muttalî: haberdar olma, bilgi sahibi olma
mânâ-yı işârî: işaret edilen mânâ
mâruz olmak: bir şeyle yüz yüze gelmek
mücâhede-i mâneviye: mânevî olarak yapılan cihad
münâfi: aykırı, zıt
nimet-i İlâhiye: Allah’ın nimeti
nâzil olmak: inmek
seyr-i sülûk: mânevî makamlarda yapılan seyir ve seyahat
sırr-ı ihlâs: ihlâs sırrı, esprisi
sırr-ı meşrep: meslek sırrı
sırr-ı verâset-i nübüvvet: Peygamberlik varisliğinin sırrı
talebe: öğrenci
tarikat: İlâhî hakikatlere ulaşmak için, şeyhin gözetiminde takip edilen yol
tazammun eden: içeren
tekke: tarikat ehlinin zikir ve ders için toplandıkları yer
tenzil etmek: indirmek
tenâfür-ü kulûp: kalplerin birbirinden nefret etmesi
terbiye-i nüfûs: nefislerin terbiyesi
tesânüd: dayanışma, karşılıklı yardımlaşma
tezyîd-i derecât: derecelerin artması
teşettüt-ü efkâr: fikir ayrılıkları
vahdet: birlik
vaziyet: durum
velâyet-i kübrâ: en büyük velilik makamı
vukûa gelmek: gerçekleşmek
âyet: Kur’ân’da yer alan her bir cümle
Şeyh Sa’di-i Şirâzî: (bk. bilgiler – Sâdi-i Şirâzî)

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 446

medresede gördüm. Ne için o feyizli tekkeyi terkedip, bu medreseye geldin, dedim. O da dedi ki: Orada herkes kendi nefsini—eğer muvaffak olursa—kurtarabilir. Burada ise bu âlî-himmet şahıslar kendileriyle beraber çoklarını kurtarmaya çalışıyorlar. Uluvv-ü cenâb, uluvv-ü himmet bunlardadır. Fazîlet ve himmet bunlardadır. Onun için buraya geldim.”

Şeyh Sa’dî bu vâkıayı, kısaca hülâsasını Gülistan’ında yazmıştır.

Acaba, talebelerin, نَصَرَ, نَصَرَا, نَصَرُوا, نَصَرَتْ... gibi sarf ve nahvin küçücük meseleleri tekkelerdeki virdlere râcih gelirse, Risâle-i Nur’un:
اٰمَنْتُ بِاللهِ وَمَلٰۤئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَبِالْيَوْمِ اْلاٰخِرِ 1


deki hakaik-ı kudsiye-i imâniyeyi en kat’î ve vâzıh bir sûrette ders verip, en muannid zındıkları ve en mütemerrid feylesofları susturup ders verirken, onu bırakıp, yahut sekteye uğratıp, veyahut kanâat etmeyip, tarikat hevesiyle Risâle-i Nur’dan izin almayarak kapanmış hangâhlara girmek, ne derece yanlış olduğunu ve bizim bu şefkat tokadına ne derece istihkak kesbettiğimizi gösteriyor.


Said Nursî



endOfSection.gif
endOfSection.gif


[NOT]Dipnot-1 “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe iman ettim.”

[/NOT]




Gülistan: (bk. bilgiler – Sâdi-i Şirâzî)
Said Nursî: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)
fazîlet: yüksek meziyet, erdem
feyiz: mânevî gıda, bereket
feylesof: filozof, felsefeci
hakaik-ı kudsiye-i imâniye: kutsal iman hakikatleri, esasları
hangâh: derviş evi, büyük tekke
heves: gelip geçici arzu ve istek
himmet: ciddî gayret, fedakârlık
hülâsa: özet
istihkak kesbetmek: hak kazanmak
kanâat etme: yetinme
kat’î: kesin
medrese: İslâm dünyasında düzenli öğretim kuruluşu, okul
muannid: inatçı
muvaffak olmak: başarmak
mütemerrid: inatçı
nefis: bir kimsenin kendisi
râcih: üstün gelen, tercih edilen
sarf ve nahiv: Arapça dil bilgisi, gramer
sekteye uğratmak: engellemek
sûret: şekil
talebe: öğrenci
tarikat: İlâhî hakikatlere ulaşmak için, şeyhin gözetiminde takip edilen yol
tekke: tarikat ehlinin zikir ve ders için toplandıkları yer
uluvv-ü cenâb: yüksek makam ve kişilik sahibi
uluvv-ü himmet: yüksek gayret ve fedakârlık
vird: devamlı yapılan zikir
vâkıa: olay
vâzıh: açık, aşikâr
zındık: dinsiz
âlî-himmet: yüce himmetli
Şeyh Sa’di: (bk. bilgiler – Sâdi-i Şirâzî)

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 447

Bir Tenbih

İki küçük hikâye

Birincisi: Bundan on beş sene evvel Rusya’nın şimâlinde esir olduğum zaman doksan esir zabitlerimizle beraber büyük bir fabrika koğuşunda bulunuyorduk. Sıkıntı ve ruh darlığından çok münakaşalar, gürültüler oluyordu. Umumun bana karşı ziyade hürmetleri olduğundan teskin ediyordum. Sonra, sükûneti muhafaza için dört-beş zabiti tâyin ettim. Ve dedim; “Hangi köşede bir gürültü işittiniz, hemen yetişiniz. Hangi taraf haksız ise ona yardım ediniz.” Hakikaten bu tedbir ile gürültünün önü alındı. Benden soruldu: “Ne için haksıza yardım ediniz, diyorsun?”

Cevaben, o zaman demiştim ki: “Haksız insafsızdır. Bir dirhem menfaatını kırk dirhem istirahat-ı umumiye için bırakmaz. Haklı adam ise insaflı olur. Bir dirhem hakkını, sükûnet-i umumiyedeki kırk dirhem arkadaşının menfaatına fedâ eder, bırakır. Gürültü kalkar, sükûnet iade edilir. Bu koğuştaki doksan zât istirâhat eder. Eğer, haklıya muâvenet edilse, gürültü daha ziyadeleşecek. Bu nevi hayat-ı içtimâiyede, menfaat-ı umumiyenin ehemmiyeti nazara alınır.”

İşte ey kardeşlerim! Bu hayatın, bu içtimaımızda, “Bu kardeşim bana haksızlık etti” diye “küstüm” demeyiniz. Bu pek hatâdır. O arkadaşın sana bir dirhem zarar vermiş ise, sen küsmekle kırk dirhem bizlere zarar veriyorsun. Belki kırk lira Risâle-i Nur’a zarar vermek muhtemeldir. Fakat lillâhilhamd pek haklı ve kuvvetli müdâfaatımız, arkadaşların mükerrer isticvâba gitmelerinin önünü aldığından, fesâdın önü alındı. Yoksa, birbirinden küsmüş kardeşler, bir sinek kanadı kadar küçük bir çöpün göze girmesi gibi veyahut bir kıvılcımın baruta düşmesi gibi, az bir garazla büyük bir zarar verebilirdi.

İkinci hikâye: Bir vakit ihtiyar bir kadının sekiz oğlu varmış. Herbirisine mevcut sekiz ekmekten birer ekmek verdi, kendine kalmadı. Sonra, herbirisi ekmeğinin yarısını ona verdi. Onun ekmeği dört oldu; ötekiler yarıya indi.

Kardeşlerim, ben de kırkınızın herbirinin musîbet hissesinin mânevî eleminin yarısını kendimde hissediyorum. Kendi şahsıma âit elemi, aldırmıyorum. Bir gün fazla muztar bulundum, “acaba hatamın cezâsı mıdır çekiyorum” diye geçmiş





Rusya: (bk. bilgiler)dirhem: çok küçük
ehemmiyet: değer, önemelem: acı, keder
fesâd: bozgunculukgaraz: kötü kasıt
hakikaten: gerçekten hayat-ı içtimâiye: sosyal hayat
hisse: payhürmet: saygı
iade etmek: geri vermekisticvâb: sorguya çekmek
istirahat-ı umumiye: genel huzur ortamı istirâhat etme: dinlenme
içtima: toplanma lillâhilhamd: Allah’a hamd olsun!
menfaat: faydamenfaat-ı umumiye: toplumun genelini ilgilendiren fayda
mevcut: var muhafaza etmek: korumak
muhtemel: ihtimal dahilindemusîbet: âfet, belâ
muztar: çaresiz muâvenet: yardım
müdâfaat: savunmalarmükerrer: tekrarlanan
münakaşa: tartışmanazara almak: dikkate almak
nevi: çeşit, türsükûnet: sakinlik
sükûnet-i umumiye: genel sakinlik tedbir: önlem
tenbih: uyarıteskin etmek: sakinleştirmek
tâyin etmek: görevlendirmek, atamakumum: bütün, genel
zabit: subayziyade: çok
ziyadeleşmek: artmak, çoğalmakşimâl: kuzey

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 448

hâleti tetkik ettim. Gördüm ki, bu musîbeti kaynatmaya ve tahrik etmeye hiçbir cihette müdahalem olmadığını ve bilâkis kaçmak için mümkün tedbirleri istimâl ediyordum. Demek, bu bir kazâ-yı İlâhîdir. Ve bil-iltizam bir seneden beri müfsidlerin tarafından aleyhimize ihzâr ediliyordu. Kaçınmak kàbil değildi. Alâküllihâl başımıza geçirecek idiler. Cenâb-ı Hakka yüz bin şükür ki, musîbeti yüzden bire indirdi.

İşte bu hakîkata binaen “Senin yüzünden bu belâyı çektik” diye minnet etmeyiniz. Belki beni helâl ediniz. Ve bana dua ediniz. Hem birbirinizi tenkid etmeyiniz. Demeyiniz ki: “Sen böyle yapmasaydın, böyle olmayacaktı.” Meselâ, bir kardeşimiz iki üç imza sahibini söylemesiyle, müfsidlerin pek çok zâtları belâya atmak için düşündükleri plânı küçültüp, çoklarını kurtarmış. Değil zarar, belki büyük menfaat olmuş. Çok mâsumların bu belâdan kurtulmasına bir vesile oldu.


Said Nursî



endOfSection.gif
endOfSection.gif






Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah Said Nursî: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)
aleyh: karşıt, zıtalâküllihâl: her durumda, eninde sonunda
belâ: büyük sıkıntıbil-iltizam: zorunlu olarak
bilâkis: tersinebinaen: dayanarak
cihet: taraf, yöndesise: hile, aldatma
hakikat: gerçek haysiyet: itibar, saygınlık
helâl etmek: bağışlamakhâlet: durum, hâl
ihzâr etme: hazırlama istimâl etmek: kullanmak
kabil: mümkün, olabilirkazâ-yı İlâhî: Allah’ın emirlerinin, takdirinin yerine gelmesi
mabeyninde: arasındamenfaat: fayda
minnet etmek: iyilik karşısında kendini borçlu hissetmek muhabbet: sevgi
musîbet: dert, sıkıntımâsum: günahsız
müfsid: bozguncu, fesad çıkarannefis: insanı daima kötülüğe, haram olan zevk ve isteklere sevk eden duygu
rica etmek: ummak, ümit etmeksamimiyet: içtenlik
sudur eden: ortaya çıkantahrik etmek: harekete geçirmek
tedbir: önlem tenkid etmek: eleştirmek
tetkik etmek: incelemekvesile: aracı

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 449

On Sekizinci Nükte

Eskişehir Hapishanesinde yazılmış bir parça

Kardeşlerim! Müteaddit defa Risâle-i Nur’un şakirtlerini lâyık oldukları tarzda müdafaa etmişim. İnşâallah mahkemede bağırarak derim. Hem Risâle-i Nur’u, hem şâkirdlerinin kıymetlerini dünyaya işittireceğim. Yalnız size bunu ihtâr ederim ki: “Bu müdâfaamdaki kıymeti muhâfaza etmenin şartı, bu hâdisedeki ağız yanmasıyla Risâle-i Nur’dan küsmemek ve üstâdından darılmamak ve kardeşlerinden—sıkıntıdan gelen bahanelerle—nefret etmemek ve birbirine kusur bulmamak ve isnad etmemektir.” Yalnız tahattur edersiniz ki, Risâle-i Kader’de ispat etmişiz ki: “Başa gelen zulümlerde iki cihet var ve iki hüküm vardır: Biri insanın, biri kader-i İlâhînin. Aynı hâdisede insan zulmeder, fakat kader âdildir, adâlet eder. Bu meselemizde, insanın zulmünden ziyade, kaderin adâleti ve hikmet-i İlâhiyenin sırrını düşünmeliyiz.”

Evet, kader, Risâle-i Nur talebelerini bu meclise çağırdı. Ve mücâhede-i mâneviye inkişâf etmesinin hikmeti; onları, bu hakikaten çok sıkıntılı olan medrese-i Yusufiyeye sevk etti. İnsan zulmü ve bahanesi bir vesile oldu. Onun için sakınınız; birbirinize; “Böyle yapmasaydım ben tevkif olmazdım” demeyiniz.


Said Nursî



endOfSection.gif
endOfSection.gif




Bu parça mahkeme müdâfaatının bir parçasıdır, her nasılsa buraya girmiş, çıkarılmamış, kalmış.

Mahkemenin Reis ve Âzâlarından ehemmiyetli bir hakkımı talep ederim.

Şöyle ki:

Bu meselede yalnız şahsım medar-ı bahis değil ki, siz beni tebrie etmekle ve hakikat-i hale muttali olmanızla mesele halledilmiş olsun. Çünkü, ehl-i ilim ve ehl-i takvânın şahs-ı mânevîsi, bu meselede, nazar-ı millette ittiham altına girdiği





Eskişehir Hapishanesi: (bk. bilgiler – Eskişehir)Risâle-i Kader: Kader Risalesi, İman esaslarından olan kaderin anlatıldığı Yirmi Altıncı Söz
Said Nursî: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)cihet: taraf, yön
ehemmiyetli: önemliehl-i ilim: ilim ehli olanlar, âlimler
ehl-i takvâ: takvâ sahipleri; Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler hakikat-ı hal: bir durumun gerçek yönü
hakikaten: gerçekten hikmet: fayda, gaye
hikmet-i İlâhiye: Allah’ın gözettiği fayda ve gaye hüküm: karar
ihtâr: uyarıinkişâf etmek: açığa çıkmak
inşaallah: Allah izin verirseisnad etmek: dayandırmak
ittiham: suçlama, suçlu duruma düşürmekader/kader-i İlâhî: Allah’ın belirlediği kader programı
kıymet: değer medar-ı bahis: söz konusu
medrese-i Yusufiye: Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân’a hizmetinden dolayı hapsedilenlerin kaldığı yer mânâsında hapishanemuhâfaza etmek: korumak
muttali olma: haberdar olma, bilmemücâhede-i mâneviye: mânevî cihad; ilimle, fikirle ve imanla yapılan mücadele
müdafaa etmek: savunmakmüdafaat: müdafaalar, savunmalar
müteaddit: çeşitli, birden fazla nazar-ı millet: milletin bakışı, düşüncesi
nükte: ince ve derin anlamlı sözreis: başkan
sevk etmek: yönlendirmektahattur etmek: hatırlamak
talebe: öğrenci talep etmek: istemek
tebrie etmek: beraat ettirmektevkif etmek: tutuklamak
vesile: aracıziyade: çok, fazla
zulüm: haksızlık âdil: adaletli
âzâ: üyeüstad: hoca, öğretmen
şahs-ı mânevî: belli bir kişi olmayıp bir cemaatten meydana gelen mânevî şahıs şâkirt: öğrenci, talebe

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 450

ve hükûmete dahi ehl-i takvâ ve ilme karşı bir emniyetsizlik geldiği ve ehl-i takvâ ve ilim, tehlikeli ve zararlı teşebbüslerden nasıl sakınacağını bilmesi lâzım olduğu için, benim müdâfaatımı kendim kaleme aldığım bu son kısmını, herhalde yeni hurufla, matbaa vasıtasıyla intişarını isterim. Tâ ki ehl-i takvâ ve ehl-i ilim, entrikalara kapılmayıp zararlı ve tehlikeli teşebbüslere yanaşmasınlar ve şahs-ı mânevisi nazar-ı millette ittihamdan kurtulsun. Ve hükûmet dahi, ehl-i ilim hakkında emniyet etsin ve bu anlaşmamazlık ortadan kalksın. Ve hükûmete ve millete ve vatana çok zararlı düşen bu gibi hâdiseler ve anlaşmamazlık daha tekerrür etmesin.

Elhak, bundan dokuz sene evvel Onuncu Söz, sekiz yüz nüsha yayılmasıyla, ehl-i dalâletin kalblerindeki inkâr-ı haşri kalblerinde sıkıştırıp lisanına getirmeye meydan vermedi, ağızlarını tıkadı ve harika burhanlarını gözlerine soktu. Evet, Onuncu Söz, haşir gibi bir rükn-ü azîm, imanın etrafında çelikten zırh oldu, ehl-i dalâleti susturdu. Elbette hükûmet-i Cumhuriye bundan memnun oldu ki, meb'usanın ve valilerin ve büyük memurların ellerinde kemal-i serbestiyetle Onuncu Sözün nüshaları gezdi.

Dört aydan beri, bu hayat-memat meselesinde, hiçbir yerden benim acınacak halim bir mektupla dahi sordurulmadığı ve benim hakkımda halkı tenfir edecek bir surette teşhir etmekle nefret-i âmmeyi aleyhime celb edip bütün bütün teshilât ve muavenetten mahrum kalmış, garip ve kimsesiz halimi tasvir eden, itiraznamemde izah ettiğim bir hikâye:

Bir zaman, bir padişahın müptelâ olduğu bir hastalığın ilâcı, bir çocuğun kanı imiş. O çocuğun pederi, çocuğu, hâkimin fetvasıyla bir para mukabilinde padişaha vermiş. Çocuk, mecliste ağlamak ve şekvâ yerine gülmüş. Sormuşlar:

"Neden istimdad etmiyorsun, şikâyet etmiyorsun, gülüyorsun?"

Demiş ki:

"İnsan, musibete giriftar olduğu vakit, evvel pederine, sonra hâkime, sonra padişaha şekva eder. Benim pederim, beni kesilmek için satıyor. İşte, hâkim de ölmekliğime karar veriyor. İşte, padişah benim kanımı istiyor. Bu antika ve pek garip ve şekli çok çirkin ve hiç görülmemiş bu hale karşı, ancak gülmekle mukabele edilir."

İşte, ey Şükrü Kaya Bey! Biz de o çocuk hükmüne geçtik. Derdimizi, evvel mahallî hükûmetteki valiye, sonra mahkeme adaletine, sonra Dahiliye Vekâletine müracaat edip mazlumiyetimizi beyan ederek zalimlerden bizi kurtarmak için arzıhal etmek mukteza-yı hal iken, gördük ki: En son şekvâmızı dinleyecek Dahiliye Vekilinin hakkımızda kapıldığı asılsız evhamına bir hakikat rengi vermek ve hatâsını örtmek fikriyle hatâsında ısrar etmesi daha büyük bir hatâ olduğunu düşünmediğinden, dûçar olduğu gurur hastalığına, kanımızı isteyerek, bizi asılsız bahanelerle perişan etmek istiyor. Biz de Şükrü Kaya'nın şahsını, Dahiliye Vekili olan Şükrü Kaya Beye şekvâ ediyoruz. HAŞİYE Eğer serbestiyeti tam muhafaza etmek isteyen ve hiçbir tesir karşısında mağlûp olmayan ve vicdanlarındaki hiss-i adaletle hükmeden


Said Nursî



endOfSection.gif
endOfSection.gif







Said Nursî: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî) ehl-i ilim: ilim ehli olanlar, âlimler
ehl-i takvâ: takvâ sahipleri; Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler emniyet etmek: güvenmek
emniyetsizlik: güvensizlik entrika: dalavere, dolap çevirme
huruf: harflerhükûmet: idare, yönetim
intişar: yayılmaittiham: suçlama, suçlu duruma düşürme
müdafaat: savunmalarnazar-ı millet: milletin bakışı, düşüncesi
tekerrür etme: tekrarlanmavasıta: aracı
şahs-ı mânevî: belli bir kişi olmayıp bir cemaatten meydana gelen mânevî şahıs

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 451

On Dokuzuncu Nükte

Sual: Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman Cehennemde hapis nasıl adalet olur?

Elcevap: Sene 365 gün hesabıyla, bir dakikada katl, yedi (7) milyon sekiz yüz seksen dört (884) bin dakika hapis iktizası kanun-u adalet iken, bir dakika küfür bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfürle ölen bir adam, kanun-u adaletle, elli yedi (57) trilyon iki yüz bir (201) milyar iki yüz (200) milyon sene, beşerin kanun-u adaletiyle hapse müstehak olur.

Elbette 1 فِيهَآ اَبَدًا adalet-i İlâhî ile veçh-i muvafakati bundan anlaşılıyor.

Birbirinden gayet uzak iki adedin sırr-ı münasebeti şudur ki:

Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal, zâhirî âdete göre, on beş sene maktulün hayatını selb eder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i İlâhîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne atar, 2 خَالِدِينَ de hapseder.



endOfSection.gif
endOfSection.gif





[NOT]Dipnot-1 “Orada ebedî olarak kalacaklardır.” Nisâ Sûresi, 4:169.
Dipnot-2 “Ebedî kalıcılar…” Nisâ Sûresi, 4:169.[/NOT]





adalet
: haklıya hakkını verme





adalet-i İlâhî
: Allah’ın adaleti

beşer: insan
delâil-i vahdâniyet: Cenâb-ı Allah’ın birliğini gösteren deliller
esfel-i sâfilin: aşağıların en aşağısı
esmâ-i İlâhî: Allah’ın isimleri
gayr: başka, diğer
hadsiz: sınırsız, sayısız
hukuk: haklar
iktiza etmek: gerektirmek
inkâr etmek: kabul etmemek, reddetmek
kanun-u adalet: adalet kanunu
katl: öldürme, cinayet
kemâlât: mükemmel ve kusursuz özellikler
kâfir: Allah'ı veya Allah’ın bildirdiği kesin olan birşeyi inkâr eden kimse
kâinat: evren
küfür: Allah’ı veya Onun bildirdiği kesin olan birşeyi inkâr etmek (k-f-r)
lâakal: en az
maktul: öldürülen kişi
mukabil: karşılık
müstehak: hak etmiş, lâyık
nukuş: nakışlar
nükte: ince ve derin anlamlı söz
selb etmek: ortadan kaldırmak
sırr-ı münasebet: bağlantı sırrı
tahrip: yıkıp yok etme
tecavüz: haddi aşmak, saldırmak
tekzip: yalanlama
tesirat: tesirler, etkiler
tezyif: küçük düşürme
veçh-i muvafakat: uygun yön
ziyade: çok, fazla
zâhirî: görünüşte
şehadet: şahitlik

<TBODY>
</TBODY>

 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 452

Yirminci Nükte

besmele.jpg


اِنَّمَآ اَمْرُهُ اِذَآ اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكوُنُ 1



Âyet-i kerîmenin işaretiyle, emir ile îcâd oluyor. Ve Kudret hazineleriك-ن
’dadır. Bu sırr-ı dakîkin vücûh-u kesîresinden birkaç veçhi Risalelerde zikredilmiştir. Burada, hurûf-u Kur’ân’ın, hususan sûrelerin başlarındaki mukattaât-ı hurûfun hâsiyetlerine ve fezâillerine ve tesirât-ı maddiyelerine dâir vürûd eden hadisleri, şu asrın nazar-ı maddîsine takrib etmek için, maddî bir misâl üzerinde o sırrın tefhîmine çalışacağız. Şöyle ki:

Zât-ı Zülcelâl olan Sahib-i Arş-ı Âzamın, mânevî bir merkez-i âlem ve kalb ve kıble-i kâinat hükmünde olan küre-i arzdaki mahlûkatın tedbirine medar dört arş-ı İlâhîsi var:

Biri, hıfz ve hayat arşıdır ki, topraktır. İsm-i Hafîzin ve Muhyînin mazharıdır.
İkinci arş, fazl ve rahmet arşıdır ki, su unsurudur.
Üçüncüsü, ilim ve hikmet arşıdır ki, unsur-u nurdur.
Dördüncüsü, emir ve irâdenin arşıdır ki, unsur-u havadır.

Basit topraktan, hadsiz hâcât-ı hayvâniye ve insâniyeye medâr olan maâdin ve hadsiz muhtelif nebâtâtın basit bir unsurdan, kemâl-i intizam ile, vahdetten hadsiz


[NOT]Dipnot-1 “Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.[/NOT]





Kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarı
Muhyî: bütün canlılara hayat veren Allah
Sahib-i Arş-ı Âzam: kâinatın payitahtı ve merkezi olan büyük Arşın sahibi
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz büyüklük, yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah
arş/arş-ı İlâhî: Cenânb-ı Hakkın isim ve sıfatlarının hükmettiği makam, taht
fazl: cömertlik, ihsan
fezâil: faziletler, üstün özellikler
hadis: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış
hadsiz: sınırsız, sayısız
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
hurûf-u Kur’ân: Kur’ân harfleri
hususan: özellikle
hâcât-ı hayvâniye ve insâniyeye: insanların ve hayvanların ihtiyaçları
hâsiyet: özellik
hıfz: koruma, saklama
irâde: dileme, tercih etme ve seçme gücü
ism-i Hafîz: Cenâb-ı Hakkın muhafaza eden, koruyan mânâsına gelen ismi
kemâl-i intizam: mükemmel bir düzen
küre-i arz: yerküre, dünya
kıble-i kâinat: bütün evrenin yöneldiği kıble
mahlûkat: varlıklar
mazhar: ayna, görüntü yeri
maâdin: madenler
medar: kaynak
merkez-i âlem: bütün varlıklar âleminin merkezi
muhtelif: çeşitli
mukattaât-ı hurûf: Kur’ân’da sûrelerin başında zikredilen tek harfler (Elif, lam, mim gibi)
nazar-ı maddî: olayları ve varlıkları sadece dış görünüşüne göre değerlendirme
nebâtât: bitkiler
nükte: ince ve derin anlamlı söz
rahmet: şefkat, merhamet
risale: Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden herbiri
sırr-ı dakîk: ince sır
takrib etmek: yakınlaştırmak
tedbir: çekip çevirme, ihtiyacını karşılama
tefhim: anlatma
tesirât-ı maddiye: maddî etkiler
unsur: bir şeyi oluşturan temel öğe
unsur-u hava: hava unsuru
unsur-u nur: nur unsuru
vahdet: birlik
vecih: şekil, yön
vücûh-u kesîre: pek çok yönler; çok yönlülük
vürûd eden: söylenen, ifade edilen
zikredilmek: anılmak, belirtilmek
âyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’an’ın herbir cümlesi
îcâd olunmak: yaratılmak, var edilmek

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 453

kesret, basitten nihâyetsiz muhtelif envâ, sade bir sayfada hadsiz muntazam nukùş gözümüzle gördüğümüz gibi; suyun, hususan hayvânât nutfelerinin su gibi basit bir madde iken hadsiz mûcizât-ı san’atın muhtelif zîhayatlarda o su ile tezâhürü gösteriyor ki: Bu iki arş misillü, nur ve hava dahi, besâtetleriyle beraber, Nakkàş-ı Ezelînin ve Alîm-i Zülcelâlin kalem-i ilim ve emir ve irâdesine, evvelki iki arş gibi, acâib-i mûcizâtının mazharlarıdırlar.

Nur unsurunu şimdilik bırakıp, meselemiz münâsebetiyle, küre-i arza göre emir ve irâde arşı olan unsur-u havanın içinde emir ve irâdenin acâibini ve garâibini örten perdenin bir derece keşfine çalışacağız. Şöyle ki:

Biz nasıl ki ağzımızdaki hava ile hurûfat ve kelimâtı ekiyoruz, birden sünbülleniyorlar. Yani, havada, âdetâ zamansız bir anda, bir kelime bir habbe olup hâric-i havada sünbüllenir; küçük büyük hadsiz aynı kelimeyi câmi bir havayı sünbül veriyor. Unsur-u havâiyeye bakıyoruz ki: O derece emr-i 1 كُنْ فَيَكُونُ’a mutî ve musahhar ve emirberdir ki, güya herbir zerresi bir nefer gibi, muntazam bir ordunun her dakika emrini bekler; zamansız, en uzak zerreden, emr-i كُنْ’den cilveger olan bir irâdenin imtisâlini, itaatini gösterir.Meselâ, âhize ve nâkıle radyo makineleri vasıtasıyla, havanın hangi yerinde olursa olsun, bir nutk-u beşerî bütün küre-i arzın her tarafından—radyo âhizeleri bulunmak şartıyla—zamansız, aynı nutuk, aynı anda, herbir yerde işitilmesi, emr‑i
كُنْ فَيَكُونُ’un cilvesine ne derece kemâl-i imtisâl ile herbir zerre-i havâiyede itaat ettiğini gösterdiği gibi; havada sebatsız vücudları bulunan hurûfâtın,


[NOT]Dipnot-1 “(Allah birşeyin olmasını murad ettiği zaman, O sadece) ‘Ol’ der, o da oluverir.” Bakara Sûresi, 2:117; Yâsin Sûresi, 36:82.[/NOT]






Alîm-i Zülcelâl: sonsuz ilmiyle herşeyi bilen ve sınırsız haşmet ve yücelik sahibi olan Allah Nakkâş-ı Ezelî: herşeyi zatına has olarak nakış nakış işleyen, evveli olmayan Allah
acaib: şaşırtıcı ve garip şeyleracâib-i mûcizât: mucizeyle yaratılan mahluklardaki şaşırtıcı özellikler
arş: Cenâb-ı Hakkın isim ve sıfatlarının tecelli ettiği makam, taht basit: tek unsurdan oluşan
besâtet: basitlik, tek unsurdan oluşmacilve: görünme, yansıma
cilveger: yansıyan, kendini gösteren câmi: kapsamlı, içine alan
emirber: emre hazırenvâ: türler, çeşitler
garâib: hayranlık uyandırıcı ve şaşırtıcı şeylerhabbe: dane, tohum
hadsiz: sınırsız, sayısızhayvânât: hayvanlar
hurufat: harflerhususan: özellikle
hâric-i hava: dıştaki havaimtisâl: emre uyma, bağlanma
irâde: dileme, tercih etme ve seçme gücü itaat: bağlanma, boyun eğme
kalem-i ilim: ilim kalemi kelimât: kelimeler
kemâl-i imtisâl: eksiksiz bir şekilde bağlanma, boyun eğme kesret: çokluk
keşif: gizli bir şeyi açığa çıkarma küre-i arz: yerküre, dünya
mazhar: yansıma ve görünme yeri misilli: benzeri, aynısı
mucizât-ı san’at: sanat mucizeleri muhtelif: çeşitli
muntazam: düzenli musahhar: boyun eğmiş
münasebetiyle: vesilesiyle, sebebiyle nefer: asker, er
nihâyetsiz: sınırsıznukùş: nakışlar
nutfe: memelilerin yaratıldığı sunutk-u beşerî: insan konuşması
nutuk: konuşmanâkile: iletici
sebatsız: kalıcı olmayan, geçicitezâhür: belirme, görünme
unsur-u havâiye: hava unsuruvasıtasıyla: aracılığıyla
vücud: varlık zerre-i havâiye: hava zerresi, atomu
zîhayat: canlı âhize: alıcı

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 454

kudsiyet keyfiyetiyle, bu sırr-ı imtisâle göre, çok tesirât-ı hâriciyeye ve hâsiyât-ı maddiyeye mazhar olabilirler. Adeta, mâneviyatı maddiyata inkılâb ve gaybı şehâdete tahavvül ettirir bir hâsiyet onlarda görünüyor.

İşte bunun gibi, hadsiz emârelerle gösteriyor ki, mevcudât-ı havâiye olan hurûfun, hususan hurûf-u kudsiyenin ve Kur’âniyenin, hususan evâil-i sûredeki şifre-i İlâhiyenin hurûfâtı, muntazam ve nihâyetsiz hassas ve zamansız emirleri dinler ve yapar gibi göründüğünden, elbette zerrât-ı havâiyede kudsiyet noktasında emr-i 1 كُنْ فَيَكُونُ’un cilvesine ve İrâde-i Ezeliyenin tecellîsine mazhar hurûfâtın maddî hassalarını ve hârika ve mervî faziletlerini teslim ettirir.

İşte bu sırra binâendir ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânda bazan kudret eserini, sıfat-ı irâde ve sıfat-ı kelâmdan gelir gibi tâbirâtı, gayet derecede sür’at-i îcad ve gayet derecede inkıyâd-ı eşya ve musahhariyet-i mevcudattan başka, ayn-ı emir, kudret gibi hükmediyor demektir. Yani, emr-i tekvinden gelen hurûfât, maddî kuvvet hükmünde vücud-u eşyada hükmeder. Ve emr-i tekvînî, âdetâ, ayn-ı kudret, ayn-ı irâde olarak tezâhür eder.

Evet, emir ve irâdenin bu gayet hafî ve vücud-u maddîleri gayet gizli ve havayı âdetâ nim-mânevî, nim-maddî nev’indeki mevcudâtta, emr-i tekvînî, ayn-ı kudret gibi âsârı görünüyor; belki ayn-ı kudret olur. Âdetâ mâneviyat ile maddiyâtın mâbeyninde berzahî olan mevcudâta nazar-ı dikkati celb etmek için, Kur’ân-ı


[NOT]Dipnot-1 “(Allah birşeyin olmasını murad ettiği zaman, O sadece) ‘Ol’ der, o da oluverir.” Bakara Sûresi, 2:117; Yâsin Sûresi, 36:82.
[/NOT]





Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân
: açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim




ayn-ı emir
: emrin kendisi
ayn-ı irâde: iradenin kendisi ayn-ı kudret: kudretin kendisi
berzahî: iki şey arasındaki geçiş yeribinâen: dayanarak
cilve: görünme, yansıma emr-i tekvin: yaratma emri
emâre: belirti, işaretevâil-i sûre: sûre başları
fazilet: üstün özellik gayb: bilinmeyen ve görünmeyen
gayet: çokhadsiz: sayısız
hafî: gizlihassa: özellik
hurufât: harflerhurûf: harfler
hurûf-u kudsiye ve Kur’âniye: kutsal olan ve Kur’ân’da geçen harfler hususan: özellikle
hâsiyet: özellikhâsiyât-ı maddiye: maddî özellikler
inkılâb ettirmek: değiştirmek, dönüştürmekinkıyâd-ı eşya: varlıkların boyun eğmesi, itaat etmesi
irâde: dileme, tercih etme ve seçme gücü keyfiyet: özellik, nitelik
kudret: güç, iktidar kudsiyet: kusur ve noksandan uzak oluş, kutsallık
maddiyât: maddi şeylermazhar: ayna, görünme yeri
mervî: nakledilen, rivayet edilenmevcudât: varlıklar
mevcudât-ı havâiye: havadan oluşan varlıklar muntazam: düzenli
musahhariyet-i mevcudat: varlıkların boyun eğmesi mâbeyn: ara
mâneviyat: mânevî varlıklar nazar-ı dikkati celb etmek: dikkat çekmek
nev’: türnihâyetsiz: sonsuz, sayısız
nim-maddî: yarı maddînim-mânevî: yarı mânevî
sür’at-i icad: çok hızlı bir şekilde var etme sıfat-ı irâde: irade sıfatı
sıfat-ı kelâm: konuşma sıfatı sırr-ı imtisal: emre uyma sırrı
tahavvül ettirmek: değiştirmek, dönüştürmektecellî: görünüm, yansıma
tesirât-ı hâriciye: dış etkilerteslim ettirmek: kabul ettirmek
tezâhür etmek: ortaya çıkmak, görünmek tâbirât: tabirler, ifadeler
vücud-u eşya: eşyanın varlığı, varlıkların kendisi vücud-u maddî: maddî varlık
zerrât-ı havâiye: hava zerreleri, atomlarıâsâr: eserler
İrâde-i Ezeliye: varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah’ın irâdesi şehâdet: müşahede edilen, görünen
şifre-i İlâhiye: İlâhî şifre

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 455

Mu’cizü’l-Beyânın 1 اِنَّمَآ اَمْرُهُ اِذَآ اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكوُنُ ferman ediyor.

İşte, evâil-i sûredeki الۤمۤ طٰسۤ حٰمۤ gibi hurûf-u kudsiye-i şifre-i İlâhiye hava zerrâtı içinde, zamansız münâsebât-ı dakika-i hafiye tellerini ihtizâza getirecek birer düğüm ve birer düğme harfi olduklarını ve ferşten Arşa mânevî telsiz telefon muhâberât-ı kudsiyeyi îfâ etmeleri, o şifre-i kudsiye-i İlâhiyenin şe’nindendir ve vazifesidir ve gayet mâkuldür.

Evet, havanın herbir zerresi ve bütün zerrâtı, telsiz, telefon, telgraflar gibi aktâr‑ı âlemde münteşir o zerreler emirleri imtisâl ettiklerini ve elektrik ve seyyâlât-ı lâtifeye âhize ve nâkılelik vazifesi gibi sâir vezâif-i havâiyeden başka bir vazifesini bir hads-i kat’î ile, belki müşâhede ile ben kendim badem çiçeklerinde gördüm. Ağaçların rû-yi zeminde muntazam bir ordu hükmünde, havâ-yı nesîmînin dokunmasıyla, bir anda aynı emri o âhizeler hükmündeki zerrelerden aldığı vaziyet-i meşhûdesi bana iki kere iki dört eder derecesinde kat’î bir kanaat vermiş.

Demek havanın rû-yi zeminde çevik ve çalak bir hizmetkâr olması ve rû-yi zemindeki Rahmân-ı Rahîmin misafirlerine hizmet ettiği gibi; o Rahmân’ın emirlerini tebliğ etmek için bütün zerrâtı telsiz telefonun âhizeleri gibi emirber nefer hükmünde evâmir-i kudsiyeyi nebâtâta ve hayvânâta tebliğ eder. Nefeslere yelpaze, nüfusa nefes, yani, âb-ı hayat olan kanı tasfiye ve nâr-ı hayatî olan hararet-i garîzeyi iş’âl vazifesini yaptıktan sonra, çıkıp, ağızda hurûfâtın teşekkülüne medâr olduğu gibi; pek çok muntazam vazifeleri emr-i 2 كُنْ فَيَكُونُ ile icrâ eder.


[NOT]Dipnot-1 “Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.Dipnot-2 “(Allah birşeyin olmasını murad ettiği zaman, O sadece) ‘Ol’ der, o da oluverir.” Bakara Sûresi, 2:117; Yâsin Sûresi, 36:82.[/NOT]





Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân
: açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim





Rahmân
: çok merhamet sahibi olan ve şefkatle bütün yaratıkların rızkını veren Allah
Rahmân-ı Rahîm: dünya ve ahirette yarattığı varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah aktâr-ı âlem: âlemin dört bir yanı
arş: gökemirber: emre hazır
evâil-i sûre: sûre başlarıevâmir-i kudsiye: kutsal emirler
ferman etmek: buyurmakferş: yer
hads-i kat’î: hızlı bir şekilde kalbe doğan ve doğruluğu kesin olan bilgi hararet-i garîze: normal vücut ateşi, ısısı
havâ-yı nesîmî: tatlı ve hoş bir şekilde esen rüzgarhayvânât: hayvanlar
hizmetkâr: hizmetçihurufât: harfler
hurûf-u kudsiye-i şifre-i İlâhiye: birer İlâhî şifre olan kutsal harfler icrâ etme: yerine getirme
ihtizâz: titreşim, sarsıntıimtisâl etmek: emre uymak, bağlanmak
iş’âl: tutuşturmakanaat vermek: inandırmak
kat’î: kesinmedâr olmak: sebep olmak
muhâberât-ı kudsiye: kutsal haberleşmeler muntazam: düzenli
mâkul: akla uygunmünteşir: yayılmış
münâsebât-ı dakika-i hafiye: gizli ve ince münasebetler, bağlantılar müşâhede: gözlemleme
nebâtât: bitkilernefer: asker, er
nâkile: ileticinâr-ı hayatî: hayat ateşi
nüfus: nefisler, varlıklar rû-yi zemin: yeryüzü
seyyâlât-ı lâtife: çok şeffaf ve akıcı olan şeyler tasfiye: arıtma, saflaştırma
tebliğ etmek: bildirmek teşekkül: ortaya çıkma, şekillenme
vaziyet-i meşhûde: gözlemlenen durum vezâif-i havâiye: havanın görevleri
zerrât: atomlarâb-ı hayat: hayat suyu, kan
âhize: alıcıçevik ve çalak: hızlı hareket eden
îfâ etmek: yerine getirmekşe’n: belirleyici özellik
şifre-i kudsiye-i İlâhiye: kutsal İlâhî şifreler

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 456

İşte, havanın bu hasiyetine binâendir ki, mevcudât-ı havâiye olan hurûfât, kudsiyet kesb ettikçe, yani, âhizelik vaziyetini aldıkça, yani, Kur’ân hurûfâtı olduğundan âhizelik vaziyetini aldığı ve düğmeler hükmüne geçtiği ve sûrelerin başlarındaki hurûfat daha ziyade o münâsebât-ı hafiyenin uçlarının merkezî ukdeleri, düğümleri ve hassas düğmeleri hükmünde olduğundan, vücud-u havâîleri bu hâsiyete mâlik olduğu gibi, vücud-u zihnîleri dahi, hattâ vücud-u nakşiyeleri de bu hâsiyetten hassaları ve hisseleri var. Demek o harflerin okumasıyla ve yazmasıyla, maddî ilâç gibi şifâ ve başka maksatlar hâsıl olabilir.


Said Nursî




endOfSection.gif
endOfSection.gif








Said Nursî: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)
binâen: dayanarak
hassa: temel özellik
hassas: duyarlı
hurûfât: harfler
hâsiyet: özellik
hâsıl olmak: meydana gelmek
kesb etmek: kazanmak
kudsiyet: kusur ve noksandan uzak oluş, kutsallık
maksat: amaç, gaye
mevcudât-ı havâiye: havadan meydana gelen varlıklar
mâlik: sahip
münâsebât-ı hafiye: gizli bağlantılar
ukde: düğüm
vaziyet: durum, hâl
vücud-u havâî: ses dalgası gibi havada bulunan varlık
vücud-u nakşiye: yazı gibi nakış şeklindeki varlık
vücud-u zihnî: mânâ gibi zihinde bulunan varlık
ziyade: çok, fazla
âhizelik: alıcılık

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 457

Yirmi Birinci Nükte

Mânidar bir tevafuk-u lâtife

Risale-i Nur şakirtlerini ittiham ettikleri ve cezalarını istedikleri yüz altmış üçüncü (163) maddesine, Risale-i Nur Müellifinin medresesine yüz elli (150) bin lira verilmesine dair lâyihanın, iki yüz (200) meb’ustan yüz altmış üç (163) meb’usun adedine tevafuk edip, mânen o tevafuk diyor ki: Hükûmet-i Cumhuriyetin yüz altmış üç (163) meb’usun takdirkârâne imzaları, yüz altmış üçüncü (163) madde-i kanuniyenin hükmünü, onun hakkında iptal ediyor.

Hem yine mânidar tevafukat-ı lâtifedendir ki, Risale-i Nur’un yüz yirmi sekiz (128) parçası, yüz on beş (115) parça kitap ediyor. Risale-i Nur’un şakirtlerinin ve müellifinin mebde-i tevkifi olan yirmi yedi (27) Nisan bin dokuz yüz otuz beş (1935) tarihi ile, mahkemenin karar ve hüküm tarihi olan on dokuz (19) Ağustos bin dokuz yüz otuz beş (1935) tarihi olmasına nazaran, yüz on beş (115) gün olup, Risale-i Nur kitapları adedine tevafuk etmekle beraber, istintak edilen, yüz on beş (115) suçlu gösterilen eşhasın da adedine tam tamına tevafuk ettiği gibi, gösteriyor ki, Risale-i Nur Müellifinin ve şakirtlerinin başına gelen musibet, bir dest-i inâyetle tanzim ediliyor. HAŞİYE-1


endOfSection.gif
endOfSection.gif





[NOT]Haşiye-1 Câ-yı dikkattir ki, Risale-i Nur şakirtlerinin tevkiflerinin bir kısmı 25 Nisan 1935 tarihinde başlamış olup, kararnamede suçlu gösterilen 117 kimse ise de, ikisinin ismi mükerrer olmasına nazaran, bu suretle şakirtlerin adedi 117 adedine o kısmın tevkifinden hüküm tarihine kadar 117 gün olmakla tevafuk edip, evvelki tevafukata bir letâfet daha katmıştır.
[/NOT]




Hükûmet-i Cumhuriye
: Cumhuriyet Hükümeti



Risale-i Nur Müellifi
: Risale-i Nur Külliyatının yazarı; Bediüzzaman Said Nursi
câ-yı dikkat: dikkat çekici, ilginçdest-i inâyet: yardım eli
eşhas: şahıslar, kişilerhaşiye: dipnot
hüküm: yargı, karar istintak etmek: sorgulamak
ittiham etmek: suçlamakkararname: verilen kararı bildiren yazı
letâfet: hoşluk, güzellik lâyiha: kanun tasarısı
madde-i kanuniye: kanun maddesi mebde-i tevkif: ilk tutuklama
meb’us: milletvekili medrese: (bk. bilgiler – Medresetü’z-Zehrâ)
musibet: belâ, büyük sıkıntımânen: mânevî olarak
mânidar: mânâlı, anlamlı müellif: yazar
mükerrer: tekrarlanannazaran: –göre
nükte: ince ve derin anlamlı sözsuret: şekil, biçim
takdirkârâne: övgüyle tanzim etmek: düzenlemek
tevafuk: uygunluktevafuk etmek: denk düşmek, uygun gelmek
tevafuk-u lâtife: güzel münasebet, denklik ve uygunluk tevafukat-ı lâtife: güzel münasebet, denklik ve uygunluklar
tevkif: tutuklanmaşakirt: öğrenci, talebe

<TBODY>
</TBODY>


 
Üst