Yirmi Sekizinci Lem'a

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 458

Yirmi İkinci Nükte

Bu parça çok kıymetlidir. Tâ İkinci Nükteye kadar herkese faydası var.

Eskişehir Hapishanesinde, sû-i ahlâktan değil, belki sıkıntıdan gelen nâhoş bazı haller münâsebetiyle, ahlâka dâir bir nükte ile, meşhur bir âyetin mestur kalmış bir nüktesine dâirdir.

BİRİNCİ NÜKTE

Cenâb-ı Hak kemâl-i kereminden ve merhametinden ve adâletinden, iyilik içinde muaccel bir mükâfat ve fenalıklar içinde muaccel bir mücâzat derc etmiştir. Hasenâtın içinde, âhiretin sevâbını andıracak mânevî lezzetler, seyyiâtın içinde, âhiretin azabını ihsâs edecek mânevî cezâlar derc etmiştir.

Meselâ, mü’minler mâbeyninde muhabbet, ehl-i îmân için güzel bir hasenedir. O hasene içinde, âhiretin maddî sevâbını andıracak mânevî bir lezzet, bir zevk, bir inşirâh-ı kalb derc edilmiştir. Herkes kalbine müracaat etse bu zevki hisseder.

Meselâ, mü’minler mâbeyninde husûmet ve adâvet bir seyyiedir. O seyyie içinde, kalb ve rûhu sıkıntılarla boğacak bir azâb-ı vicdânîyi, âlicenap ruhlara hissettirir. Ben kendim, belki yüz defadan fazla tecrübe etmişim ki, bir mü’min kardeşe adâvetim vaktinde, o adâvetten öyle bir azap çekiyordum; şüphe bırakmıyordu ki, bu seyyieme muaccel bir cezâdır, çektiriliyor.

Meselâ, hürmete lâyık zâtlara hürmet ve merhamete lâyık olanlara merhamet ve hizmet, bir hasenedir, bir iyiliktir. Bu iyilikte sevâb-ı uhrevîyi ihsâs eder derecede öyle bir zevk, lezzet vardır ki, hayatını fedâ etmek derecesine o hürmeti, o merhameti ileri getirir. Validenin çocuğa merhametindeki şefkat vasıtasıyla kazandığı zevk ve mükâfat için hayatını o merhamet yolunda fedâ etmek dereceye gider. Yavrusunu kurtarmak için arslana saldıran bir tavuk, hayvânât milletinde bu hakikate bir misaldir. Demek, merhamet ve hürmette muaccel bir mükâfat var; âlihimmet ve âlicenap insanlar onları hisseder ki, kahramanâne bir vaziyet alıyorlar.





Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah Eskişehir Hapishanesi: (bk. bilgiler - Eskişehir)
adâlet: hak sahibine hakkını vermek adâvet: düşmanlık, kin
ahlâk: iyi nitelikler, güzel huylar azab: sıkıntı, acı çekme
azap çekmek: acı, sıkıntı çekmekazâb-ı vicdânî: vicdan azabı
derc etmek: yerleştirmekehl-i îmân: Allah’a ve Allah’tan gelen herşeye inanan kimseler, mü’minler
fenalık: kötülük hakikat: gerçek
hasene: iyilik hasenât: iyilikler, sevaplar
hayvânât: hayvanlar husûmet: düşmanlık
hürmet: saygı ihsâs etmek: hissettirmek
inşirâh-ı kalb: kalp rahatlığıkahramanâne: kahramanca
kemâl-i kerem: tam ve eksiksiz cömertlik kıymetli: değerli
mabeyn: aramerhamet: acıma, şefkat
mestur: örtülmüş, gizlenmiş misal: benzer, örnek
muaccel: peşin, hemen verilenmuhabbet: sevgi
mücâzat: cezalandırmamükâfat: ödül
münâsebetiyle: sebebiyle müracaat etmek: başvurmak
mü’min: Allah’a ve Ondan gelen herşeye inanan nâhoş: hoşa gitmeyen
nükte: derin ve ince anlamlı sözsevâb-ı uhrevî: âhirete yönelik sevap
seyyie: günahseyyiât: kötülükler, günahlar
sû-i ahlâk: kötü ahlâktecrübe etmek: denemek
valide: annevasıta: aracı
vaziyet: durum, hâlâhiret: öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayat
âlicenap: yüksek ahlâklı, şerefliâlihimmet: yüksek gayretli, fedakâr
âyet: Kur’ân’da yer alan her bir cümleşefkat: içten ve karşılık beklemeden duyulan acıma, sevgi

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 459

Hem, meselâ, hırs ve israfta öyle bir cezâ var ki, şekvâlı, meraklı, mânevî ve kalbî bir cezâ insanı sersem eder. Ve haset ve kıskançlıkta öyle bir muaccel cezâ var ki, o haset, haset edeni yakar. Hem tevekkül ve kanaatte öyle bir mükâfat var ki, o lezzetli muaccel sevap, fakr ve hâcâtın belâsını ve elemini izâle eder.

Hem, meselâ, gurur ve kibirde öyle bir ağır bir yük var ki, mağrur adam herkesten hürmet ister; ve istemek sebebiyle istiskal gördüğünden, dâimâ azap çeker. Evet, hürmet verilir, istenilmez. Hem, meselâ, tevâzuda ve terk-i enâniyette öyle lezzetli bir mükâfat var ki, ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır.

Hem, meselâ, sûizan ve sû-i te’vilde, bu dünyada muaccel bir cezâ var. “Men dakka dukka” kaidesiyle, sûizan eden, sûizanna mâruz olur. Mü’min kardeşinin harekâtını sû-i te’vil edenlerin harekâtı, yakın bir zamanda sû-i te’vile uğrar, cezâsını çeker.

Ve hâkezâ, bütün ahlâk-ı hasene ve seyyie bu mikyâsa göre ölçülmeli. Ben rahmet-i İlâhiyeden ümid ederim ki, Risale-i Nur’dan bu zamanda tezâhür eden mânevî i’câz-ı Kur’ânîyi zevk eden zâtlar, bu mânevî ezvâkı hissederler; sû-i ahlâka müptelâ olmayacaklar, inşaallah.

İKİNCİ NÜKTE

besmele.jpg


وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَ اْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ مَاۤ اُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَاۤ اُرِيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ اِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ 1




[NOT]Dipnot-1 “Cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım. Ben onlardan bir rızık istemiyorum; Beni doyurmalarını da istemiyorum. Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.” Zâriyât Sûresi, 51:56-58.[/NOT]





ahlâk-ı hasene
: güzel ahlâk




ahlâk-ı seyyie
: kötü ahlâk
azap çekmek: acı, sıkıntı çekmekbelâ: büyük sıkıntı
elem: acı, kederezvâk: zevkler, lezzetler
fakr: fakirlik, muhtaçlık harekât: hareketler
haset: kıskançlıkhâcât: ihtiyaçlar
hâkezâ: bunun gibihürmet: saygı
inşaallah: Allah izin verirseisraf: savurganlık
istiskal: soğuk muameleyle karşılaşmaizâle etmek: gidermek, ortadan kaldırmak
i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cize oluşu kaide: kural
kalbî: kalbe aitkibir: büyüklenme
mağrur: gururlu, kendini beğenmişmen dakka duka: “Çalma kapıyı, çalarlar kapını” anlamında Arapça bir söz
mikyâs: ölçümuaccel: peşin, hemen verilen
mânevî: mânâya ait, maddî olmayan mâruz olmak: yüz yüze gelmek
müptelâ: bağımlımü’min: Allah’a ve Ondan gelen herşeye inanan
nükte: derin ve ince anlamlı sözrahmet-i İlâhiye: Allah’ın herşeyi kuşatan sonsuz rahmeti
sû-i ahlâk: kötü ahlâk sû-i te’vil: kötü yorumlama
sûizan: kötü düşünceterk-i enâniyet: bencilliği terk etmek
tevekkül: Allah’a dayanma ve güvenme tevâzu: alçak gönüllü olma
tezâhür eden: ortaya çıkan, görünen zevk eden: tadan
şekvâ: şikayet, yakınma

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 460

Şu âyet-i kerimenin zâhir mânâsı çok tefsirlerin beyanına göre yüksek i’câz-ı Kur’âniyeyi göstermediğinden, çok zaman zihnime ilişiyordu. Kur’ân’ın feyzinden gelen gayet güzel ve yüksek mânâlarından üç veçhini icmâlen beyan edeceğiz.

BİRİNCİSİ: Cenâb-ı Hak, Resulüne ait olabilecek bazı halleri, Resulünü tekrim ve teşrif noktasında bazan kendine isnad eder. İşte, burada da, “Resulüm size vazife-i risalet ve tebliğ-i ubudiyet hizmetine mukabil, sizden bir ecir ve ücret ve mükâfat, bir it’âm istemez” mânâsında, “Ben sizi ibadet için halk etmişim, Bana rızık vermek ve it’âm etmek için değil” meâlindeki âyet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ait it’âm ve irzâkı murad etmek gerektir. Yoksa, gayet bedihî bir malûmu ilâm kabilinden olur, i’câz-ı Kur’ân’ın belâgatine uygun gelmez.

İKİNCİ VECİH: İnsan rızka çok müptelâ olduğu için, rızka çalışmak bahanesi, ubudiyete mâni tevehhüm edip kendine bir özür bulmamak için, âyet-i kerime diyor ki:

“Siz ubudiyet için halk olunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlâhî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlûkatım ve rızıklarını deruhte ettiğim nefisleriniz ve iyâliniz ve hayvânâtınızın rızkını tedarik etmek, adeta Bana ait rızık ve it’âmı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünkü Rezzak Benim. Sizin müteallikatınız olan ibâdımın rızkını Ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terk etmeyiniz.”

Eğer bu mânâ olmazsa, Cenâb-ı Hakka rızık vermek ve it’âm etmek muhâliyeti bedihî ve malûm olduğundan, ilâm-ı malûm kabilinden olur. İlm-i belâgatte bir kaide-i mukarreredir ki, bir kelâmın mânâsı malûm ve bedihî ise, o mânâ murad değil, onun bir lâzımı, bir tâbii muraddır. Meselâ, sen birisine desen “Sen





Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
Resul: Allah’ın elçisi; Hz. Muhammed (a.s.m.) Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
Rezzak: bütün varlıkların rızıklarını veren Allah bedihî: açık, aşikâr
belâgat: maksada ve hale uygun düzgün ve güzel söz söyleme beyan etmek: açıklamak
deruhte etmek: üzerine almakecir: karşılık, bedel
emr-i İlâhî: Allah’ın emri feyz: ilham, bereket
halk: yaratma, var etme hayvânât: hayvanlar
ibâd: kullar icmâlen: kısaca
ihzar etmek: hazırlamak ilm-i belâgat: belâgat ilmi
ilâm: duyurma, bildirme ilâm-ı malûm: bilineni bildirme
irzâk: rızıklandırma, rızık verme isnad etmek: dayandırmak
it’âm: nimet vermek, yedirip içirmeiyâl: aile fertleri
i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği kabilinden olma: gibi olma, türünden olma
kaide-i mukarrere: kesinlik kazanmış kaide, kuralkelâm: ifade, söz
mahlûkat: yaratılmışlar, yaratıklar malûm: bilinen
meâl: açıklama, anlammuhâliyet: imkansızlık
mukabil: karşılıkmurad etmek: kastetmek
mâni: engelmükâfat: ödül
müptelâ: bağımlımüteallikat: ilgili ve bağlantılı olan şeyler
nefis: bir kimsenin kendisi netice-i hilkat: yaratılışın sonucu
nevi: çeşit, türrızık: Allah’ın ihsan ettiği nimetler, yiyecekler
tebliğ-i ubudiyet: kulluğu bildirme tedarik etmek: elde etmek
tefsir: Kur’ân âyetlerinin çeşitli yönleriyle yorumlandığı eser tekrim: şanını yüceltme
tevehhüm etmek: sanmak, zannetmekteşrif: şeref verme
ubudiyet: kulluk vazife-i risalet: peygamberlik vazifesi
vecih/veçh: yönzahir: açık, görünen
âyet: Kur’ân’da yer alan her bir cümleâyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 461

hafızsın,” o malûmunu ilâm kabilinden olur. Demek maksud mânâsı budur ki, “Ben senin hafız olduğunu biliyorum.” Bildiğimi bilmediği için ona bildiriyorum.

İşte, bu kaideye binaen, âyet, Cenâb-ı Hakka rızık vermeyi ve it’âm etmeyi nefyetmekten kinaye olan mânâ şudur:

“Bana ait olup ve rızıklarını taahhüt ettiğim mahlûkatıma rızık yetiştirmek için halk olunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubudiyettir. Evâmirime göre rızka çabalamak da bir nevi ibadettir.”

ÜÇÜNCÜ VECİH: Sûre-i İhlâsta, nasıl ki 1 لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ zâhir mânâsı malûm ve bedihî olduğundan, o mânânın bir lâzımı muraddır. Yani, “Valide ve veledi bulunanlar ilâh olamazlar” mânâsında ve Hazret-i İsâ (a.s.) ve Üzeyr (a.s.) ve melâike ve nücumların ve gayr-ı hak mâbudların ulûhiyetlerini nefyetmek kastıyla, “ezelî ve ebedî” mânâsında, Cenâb-ı Hakkın لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ gayet bedihî ve malûm hükmettiği gibi, aynen onun gibi, bu misalimizde de “Rızık ve it’âm kabiliyeti olan eşya, ilâh ve mâbud olamazlar” mânâsında, “Mâbudunuz olan Rezzâk-ı Zülcelâl, sizden kendine rızık istemez ve siz Onu it’âm için yaratılmamışsınız” meâlindeki, “Rızka muhtaç ve it’âm edilen mevcudat, mâbudiyete lâyık değiller” demektir.


Said Nursî



endOfSection.gif
endOfSection.gif




[NOT]Dipnot-1 “O doğmamış ve doğurulmamıştır.” İhlâs Sûresi, 112:3.
[/NOT]





Cenâb-ı Hak
: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah





Hazret-i İsâ
: [bk. bilgiler – İsâ (a.s.)]
Refet: (bk. bilgiler – Refet Barutçu)Rezzâk-ı Zülcelâl: bütün varlıklara rızkını veren ve sonsuz haşmet sahibi Allah
Said Nursî: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)Sûre-i İhlâs: İhlâs Sûresi, Kur’ân-ı Kerimin 112. sûresi
bedihî: açık, aşikârbinaen: dayanarak
evâmir: emirlerezelî ve ebedî: varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, sonsuz
eşya: varlıklargayr-ı hak: doğru ve gerçek olmayan
hafız: Kur’ân’ı ezberleyen kişi halk olmak: yaratılmış olmak
ilâh: yaratıcı, tanrı ilâm: bildirme
it’âm etmek: nimet vermek, yedirip içirmekkabilinden olma: gibi olma, türünden olma
kaide: kuralkast: amaç, hedef
kinaye: bir sözü üstü kapalı olarak ifade etmelâzım: gerektiren sebep
mahlûkat: varlıklar maksud: kastedilen
malûm: bilinen melâike: melekler
mevcudat: varlıklar meâl: açıklama, anlam
murad: kast edilen, istenen mâbud: kendisine ibadet edilen
mâbudiyet: kendisine ibadet edilmeye layık olma nefyetmek: inkâr etmek
nevi: çeşit, türnücum: yıldızlar
rızık: Allah’ın ihsan ettiği nimetler, yiyecekler taahhüt etmek: garanti vermek
ubudiyet: kulluk ulûhiyet: ibadete ve itaat edilmeye layık olma, İlâhlık
valide: annevecih: yön
veled: çocukzâhir: açık, görünen
Üzeyr: [bk. bilgiler – Üzeyr (a.s.)]âyet: Kur’ân’da yer alan her bir cümle
âyet-i celile: büyük ve yüce anlamları içinde bulunduran âyet

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 462

Yirmi Üçüncü Nükte

Tarafgirâne ve Risale-i Nur’a rakibâne söylenen sözlere mukabildir

Ger methetmekse tefahurla kendinizi maksadın,
Risale-i Nur’un en sönük yıldızının peykisiniz.
Zinhar seyyare zannetme kardeşim, Risale-i Nur’un,
Arz değil, âfitab dahi peykidir onun.
Pek yakında parlayacaktır âlemde Risale-i Nur,
Sönmez, belki gizlenir, zira nûrun alâ nûr.
Bir nur ki, bahr-i hakikat ve mahz-ı hidâyettir o.
مَنْ اَصْحَابُ الصِّراَطِ السَّوِىِّ وَمَنِ اهْتَدٰى 1 yı oku.
Haktan olmaz şikâyet, belki maksat hikâyet.
Şer’in üzere giderken Hakka malûm,
Risale-i Nur’a ki eylemiştim hem de hizmet,
Risale-i Nur ki, Aliyyü’l-Murtezâ ve Gavs-ı Âzam,
Celcelûtiyede ve bazı kasâidde etmişler işaret.
Risale-i Nur ki urvetü’l-vüska, lenfisâm,
Temessük etmiştim, zira hem hidâyet ve ayn-ı hakikat,
Koydular bizleri ki orada durmuştu Yusuf Aleyhisselâm
Hem de beraberimizde idi Hazret-i Üstad.


Halil İbrahim


endOfSection.gif
endOfSection.gif




[NOT]Dipnot-1 “Dos doğru yolun yolcusu olan ve hidâyete eren kimmiş.” Tâhâ Sûresi, 20:135.[/NOT]




Aleyhisselâm
: Allah selamı onun üzerine olsun




Aliyyü’l-Murtezâ
: Hz. Ali’nin “kendisinden razı olunmuş” anlamlarına gelen bir ünvanı [bk. bilgiler – Ali (r.a.)]
Celcelûtiye: Peygamberimizin (a.s.m.) derslerine dayanarak ebced ve cifir hesabıyla alâkalı, Hz. Ali (r.a.) tarafından te’lif edilen bir kaside Gavs-ı Âzam: (bk. bilgiler – Abdulkâdir-i Geylânî)
Hak: varlığı doğru ve gerçek olan, herşeyi hakkıyla yaratan ve her hakkın sahibi olan Allah Halil İbrahim: (bk. bilgiler – Halil İbrahim Çöllüoğlu)
Yusuf: [bk. bilgiler – Yusuf (a.s.)]arz: yeryüzü
ayn-ı hakikat: hakikatin tâ kendisi bahr-i hakikat: hakikat denizi
ger: eğerhidâyet: doğru yol
hikâyet: hikayeler, haberlerkasâid: kasideler; kâfiyeli olarak büyük şahsiyetleri övmek için yazılan şiirler
lenfisâm: kopmaz olanmahz-ı hidâyet: tam anlamıyla hidâyet
maksad: amaç, hedef malûm: bilinen
methetmek: övmekmukabil: karşılık
nurun alâ nur: nur üstüne nur nükte: ince ve derin anlamlı söz
peyk: uydurakibâne: rakip olarak
seyyare: gezegentarafgirâne: taraf tutarak
tefahur: övünme, böbürlenmetemessük etmek: sıkıca sarılmak
urvetü’l-vüska: kopmaz ve sağlam kulpzinhar: sakın
zira: çünküâfitab: Güneş
âlem: dünya, evren Şer’: İslâm şeriatı

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 463

Yirmi Dördüncü Nükte

Zekâi’nin Rüyası

Bu sabah rüyamda, İstanbul’un Tophane sahiline benzer, saf ve berrak bir deniz kenarındayım. Kuşluk zamanında olduğunu zannettiğim güneşin ziyası, o derya-yı azîmin üzerinde hoş parıltılar husule getiriyor. Ben deryaya müteveccihim. Denizin orta ve cenubu tarafından yüze yüze sahile gelen bir genç, omuzundaki bir sabanı sahile çıkardı. Orada bütün kardeşlerimize tahliyeden sonra istikbal edilmekteler iken, sahil boyunu takiben, garptan dolu dizgin iki atlı geliyor. “Üstad geliyor” dediler. Bu izdiham yarıldı. Hiç durmaksızın, bu mühib yağız atlı ve esmer çehreli iki zat, şarka doğru uzaklaştılar. Ben o deryaya dalmak üzere iken uyandım.


Zekâi


endOfSection.gif
endOfSection.gif






Tophane
: (bk. bilgiler)




berrak
: duru, temiz
cenub: güneyderya: deniz
derya-yı azîm: büyük deniz garp: batı
husule getirmek: ortaya çıkarmakistikbal etmek: karşılamak
izdiham: yoğun kalabalıkkuşluk zamanı: güneşin doğuşundan yaklaşık iki saat sonrasından başlayıp öğle vaktine kadar devam eden zaman dilimi
mühib: heybetlimüteveccih: yönlenmiş, yönelen
nükte: ince ve derin anlamlı sözsaban: çiftçilerin toprağı sürmek için kullandıkları bir araç
tahliye: serbest bırakılmatakiben: takip ederek
yağız: esmer, çevik ve hareketliziya: ışık
çehre: yüzİstanbul: (bk. bilgiler)
şark: doğu

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 464

Yirmi Beşinci Nükte

Bu Lem’anın başında İmam-ı Ali (r.a.) Risale-i Nur’a işaret ettiğinden, bir kardeşimiz heyecanlı bir iştiyakla Risale-i Nur’a “Elmas, Cevher, Nur” ismini takıp tekrar ederek yazmıştı. Bu Lem’anın âhirinde derci münasip görüldü.

Takvâ dairesinde bulunan talebe deli de olsa, acaba Risale-i Nur’un ve kıymetli Elmasın nurundan ayrılabilir mi? Öyle tahmin ederim ki, Risale-i Nur’un, bu âciz talebeniz kadar kerametini, faziletini, lezzetini yiyen, tatlı meyvesinden koparan nâdirdir. Hem bu kadar âcizliğimle beraber, Risale-i Nur’a hizmet edemediğim halde göstermiş olduğunuz teveccühe medyûn-u şükranım. Binaenaleyh, Risale-i Nur’dan bendeniz değil, hiçbir talebeniz o mübarek Elmastan ve lezzetten ayrılamaz.

Affınıza mağruren, Risale-i Nur’un bu defaki taharriyâtında iki kerameti meydana aynen çıkmıştır. Hapishane içerisinde polis, jandarma ve gardiyanlar müthiş arama yaparken, o esnâda hiç kimse görmeden, yedi sekiz yaşında, hemşiremin mahdumu, mektep çantasının içerisine Risale-i Nur’un nüshalarını koyarak alıp gitmiştir. Arama, bendenizin odasındaydı. Çocuk odaya geldi; odada telâş görünce, odanın bir tarafında ayrıca duran Risale-i Nur’ları çantasına koydu ve içerideki memurların hiçbirisi farkına varmadı, çocuğa da birşey demediler.

Fedakâr çocuk doğruca validesine gidiyor, “Dayımın daima bize okuduğu Risale-i Nur’ları getirdim. Bunları alacaklarmış. Ben onların haberi olmadan, onlar başka mektup, kitap karıştırırlarken aldım, çantama koydum. Bunları iyice bir yere koyunuz, muhafaza ediniz. Ben bunların okunmasını çok seviyorum. Dayım bize bunları okuyordu. O okurken ben başka bir hâlet kesb ediyordum” diye validesine söylüyor ve mektebine avdet ediyor. Bu sayede Elmas, Cevher, Nurlar ele geçmemiş oluyor.

Bu keramet değil de nedir? Kur’ânî bir mucize değil de nedir? Acaba bu fazilet, acaba bu lezzet, acaba bu Elmas, Cevher hangi telifatta vardır ki, bu Elmas, Cevher, Nurlar şimdiye kadar hangi zâtın ağzından dökülmüştür? Ben de, hapis değil, bu Elmas, Cevher, Nurlar için, her an, her dakika, her fedakârlığı memnuniyetle kabul ederim. Benden sonra bu Elmas, Cevher, Nurlar yoluna evlâdım Emin de bütün hayatını sarf etmeye hazırdır.




avdet etmek: geri dönmekbinaenaleyh: bundan dolayı
derc etmek: yerleştirmekesnâ: vakit, zaman
fazilet: değer, üstün özellik hemşire: kız kardeş
hâlet: durum, hâliştiyak: şiddetli arzu ve istek
keramet: Allah’ın bir ikramı olarak verilen olağanüstü hâl ve özellik kesb etmek: kazanmak
lem’a: parıltımahdum: oğul
mağruren: inanarak, güvenerek medyûn-u şükran: teşekkür borçlu
mekteb: okul muhafaza etmek: korumak
mu’cize: Allah tarafından verilen ve bir benzerini yapmada insanların aciz kaldığı olağanüstü hâl ve özellik mübarek: bereketli, değerli
münasip: uygun nâdir: ender bulunan
nükte: ince ve derin anlamlı söznüsha: kopya
taharriyât: araştırmalartakvâ: Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma
talebe: öğrenci telifat: kitap olarak kaleme alınan eserler
teveccüh etmek: ilgi göstermekvalide: anne
âciz: güçsüz âhir: son
İmam-ı Ali: [bk. bilgiler – Ali (r.a.)]

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 465

İşte bu Elmas, Cevher, Nurun ikinci kerametini ispat ile, üç yaşından sekiz yaşına kadar akrabalarım ve evlâdım, bu Elmas, Cevher, Nurlar için fedakârâne ve bu yolda hayatlarını hiç düşünmeden feda edeceklerini ispat ederim. Çünkü bu Elmas, Cevher, Nuru okurken hepsi başıma toplandı. Onları sevdim ve birer çay verdim, bu Elmas, Cevher, Nuru okumaya devam ettim. Hepsi birden “Bu nedir, bu yazı nasıl yazıdır?” sordular. Ben de dedim: “Bu Elmas, Cevher, Nurdur” diye bunlara okumaya başladım.

Onuncu Sözü okurken saatler geçmiş. Çocuklar, merakından, anlayamadıkları zaman hemen bendenize soruyorlardı. Ben de bu Elmas, Cevher, Nuru onların anlayabileceği şekilde izah ederken, çocukların renkleri, renk renk oluyordu ve güzelleşiyordu. Bendeniz de çocukların yüzüne baktıkça, hepsinde ayrı ayrı nurlu Said görüyordum.

Suallerinde “Nur hangisi, Cevher hangisi ve Elmas hangisi?” diye sorduklarında, “Evet, Nur bunu okumaktır. Bak, sizde bir güzellik meydana geldi.” Onlar da birbirinin yüzüne baktılar ve tasdik ettiler.

“Ya Elmas nedir?”

“Bu Sözleri yazmaktır. O zaman, yani yazdığınız zaman sizin yazılarınız elmas gibi kıymetli olur.” Tasdik ettiler.

“Ya Cevher nedir?”

“İşte o da bu kitaptan aldığınız imandır.” Hepsi birden şehadet getirdiler.

Bu sohbette üç dört saat geçmiş; bendeniz farkına varmadım. “İşte Elmas, Cevher, Nur budur” dedim. Tasdik ettiler. Hepsi birden bana bakıyorlardı ve “Bunu kim yazdı?” diyorlardı.


Âciz talebeniz Şefik


endOfSection.gif
endOfSection.gif






keramet: Allah’ın bir ikramı olarak verilen olağanüstü hâl ve özellik kıymetli: değerli
talebe: öğrenci tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak
âciz: güçsüz Şefik: (bk. bilgiler – Şefik Sarıoğlu)
şehadet getirmek: “Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ise Allah’ın Resulüdür” kelamına inanarak söylemek

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 466

Yirmi Altıncı Nükte

besmele.jpg


وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ اْلاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍ يَخْلُقُكُمْ فِى بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فِى ظُلُمَاتٍ ثَلٰثٍ 1
âyeti, 2 وَاَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ âyetinde beyan ettiğimiz nüktenin aynını tazammun edip, hem onu te’yid ediyor, hem onunla teeyyüd ediyor.Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân Sûre-i Zümer’de3 وَخَلَقَ لَكُمْ مِنَ اْلاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍ demeyip,4 وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ اْلاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍ demesiyle ifade ediyor ki: “Sekiz nevi hayvânât-ı mübârekeyi size hazine-i rahmetinden, güya Cennetten nimet olarak indirilmiş, gönderilmiş.” Çünkü o mübârek hayvanlar, bütün cihetleriyle, bütün beşere nimet olduğundan, saçından bedevîlere seyyar hâneler, elbiseler, etinden güzel yemekler, sütünden güzel, leziz taamlar ve derilerinden pabuçlar ve saire, hattâ gübreleri mezrûâtın erzâkı ve insanların mahrûkàtı hükmünde olup, güya o mübârek hayvanlar, tecessüm etmiş ayn-ı nimet ve rahmettirler.

Onun içindir ki, yağmura “rahmet” nâmı verildiği gibi, bu mübârek hayvanlara da “en’âm” nâmı verilmiş. Güya nasılki rahmet tecessüm etmiş, yağmur olmuş; öyle de nimet dahi tecessüm etmiş, keçi, koyun, öküz ile manda ve deve şekillerini almış. Çendan cismânî maddeleri yerde halk olunuyor; fakat nimetiyet



[NOT]Dipnot-1 “Sizin için erkekli dişili sekiz çift ehlî hayvan indirdi. Annelerinizin karnında sizi üç karanlık içinde, bir yaratılıştan diğerine çevirerek yaratıyor.” Zümer Sûresi, 39:6.Dipnot-2 “Demiri indirdik.” Zümer Sûresi, 39:6.
Dipnot-3 “Sizin için erkekli dişili sekiz çift ehlî hayvan yarattı.” Zümer Sûresi, 39:6.
Dipnot-4 “Sizin için erkekli dişili sekiz çift ehlî hayvan indirdi.” Zümer Sûresi, 39:6.[/NOT]






Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân Sûre-i Zümer: Zümer Sûresi; Kur’ân-ı Kerimin 39. sûresi
ayn-ı nimet ve rahmet: rahmetin ve nimetin ta kendisi bedevî: çölde yaşayan, göçebe
beyan etmek: açıklamak beşer: insan
cihet: taraf, yöncismânî: maddî yapısı olan
en’âm: deve, sığır, koyun gibi evcil hayvanlar; nimetler erzâk: gıda
güya: sankihalk olunmak: yaratılmak
hayvânât-ı mübâreke: mübârek hayvanlar hazine-i rahmet: Allah’ın rahmet hazinesi
hâne: evleziz: lezzetli
mahrûkàt: odun kömür gibi yakılacak şeylermezrûât: tarlaya ekilen tohumlar
mübârek: hayırlı, bereketli nevi: çeşit
nimet: Allah’ın rızık olarak verdiği, ihtiyaç duyulan herşey nâm: ad
nükte: ince ve derin anlamlı sözrahmet: İlâhî şefkat, merhamet
sair: diğerseyyar: gezen, dolaşan
taam: yiyecektazammun etmek: içermek
tecessüm etmek: cisimleşmekteeyyüd etmek: desteklenmek
te’yid etmek: kuvvetlendirmekâyet: Kur’ân’da yer alan her bir cümle
çendan: gerçi

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 467

sıfatı ve rahmetiyet mânâsı, maddesine tamamiyle galebe ettiğinden, 1 اَنْزَلْنَا tâbiriyle, doğrudan doğruya bu mübârek hayvanları hazine-i rahmetin birer hediyesi olarak, Hâlik-ı Rahîm, yüksek mertebe-i rahmetinden ve mânevî, âli Cennetinden yeryüzüne indirmiş.

Evet, nasıl ki bazan beş paralık bir maddede beş liralık bir san’at derc edilir. O zaman o şeyin maddesi nazara alınmıyor; san’at noktasında kıymet veriliyor: sineğin küçücük maddesi ve içindeki pek büyük san’at-ı Rabbâniye gibi. Bazan beş liralık bir maddede beş kuruşluk bir san’at bulunur; o vakit hüküm maddenindir.

Aynen onun gibi, bazan cismânî bir maddede o kadar nimet ve rahmet mânâsı bulunur ki, yüz defa maddesinden ziyade ehemmiyetli oluyor. Âdetâ cismânî maddesi gizlenir; hüküm, nimetiyet cihetine bakar. İşte, demirin pek azîm menâfii ve çok semereleri, onun maddî maddesini gizlediği gibi, mezkûr mübârek hayvanların dahi her cüz’ünde nimet bulunması, onların cismânî maddelerini güya nimete kalb ettirmiş. Onun içindir ki, cismânî maddelerinin hükmü nazara alınmadan mânevî sıfatları nazara alınmış, وَاَنْزَلْنَا, وَاَنْزَلَ tâbir edilmiştir.

Evet, وَاَنْزَلْنَا, وَاَنْزَلَ hakikat itibârıyla sâbık nükteyi ifade ettikleri gibi, belâgat noktasında da ehemmiyetli bir mânâyı mûcizâne ifade ediyorlar. Şöyle ki:

Demir gayet sert fıtratıyla ve gizliliği ve derinliğiyle beraber, her yerde hazır bulunmak ve hamur gibi yumuşatmak hâsiyetini ihsân ettiğinden, herkes, her yerde, her işte kolayca elde etmesini ifade etmek için, 2 وَاَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ tâbiriyle, güya fıtrî ve semâvî nimetler gibi, demir âletlerini yukarı bir tezgâhtan indirip beşerin ellerine verilmiş gibi kolaylıkla elde ediliyor.

Hem hayvânât cinsinden, sivrisinekten tut, tâ yılan, akrep, kurt, arslana kadar insanlara zararlı vaziyetleriyle beraber, hayvânâtın mühimlerinden olan koca

[NOT]Dipnot-1 “İndirdik.” Zümer Sûresi, 39:6.Dipnot-2 “Demiri indirdik.” Zümer Sûresi, 39:6.[/NOT]




Hâlik-ı Rahîm: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi ve herşeyi yaratan Allah azîm: büyük
belâgat: maksada ve hale uygun düzgün ve güzel söz söyleme beşer: insan
cihet: taraf, yöncüz’: kısım, parça
derc edilmek: yerleştirilmekehemmiyetli: değerli, önemli
fıtrat: yaratılış, mizaç fıtrî: doğal, yaratılıştan gelen
galebe etmek: üstün gelmekhakikat: gerçek, esas
hayvânât: hayvanlar hazine-i rahmet: Allah’ın rahmet hazinesi
hâsiyet: özellikhüküm: karar
ihsân etmek: bağışlamak, sunmak itibârıyla: yönüyle
kalb etmek: dönüştürmekkıymet: değer
menâfi: faydalar, yararlarmertebe-i rahmet: rahmet derecesi
mezkûr: adı geçenmûcizâne: mucizeli bir şekilde
mühim: önemlinazara alınmak: dikkate alınmak
nimet: Allah’ın rızık olarak verdiği, ihtiyaç duyulan herşey nimetiyet: nimet olma özelliği
nükte: derin ve ince anlamlı sözrahmetiyet: rahmet olma özelliği
san’at-ı Rabbâniye: her şeyin Rabbi olan Allah’ın san’atı semere: meyve
semâvî: gökten gelen sâbık: önceki, geçmiş
sıfat: özellik tâbir: ifade etme, adlandırma
tâbir etmek: ifade etmek vaziyet: durum
ziyade: çok, fazlaâli: yüce

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 468

manda ve öküz ve deve gibi büyük mahlûkat gayet derece musahhar, mutî; hattâ zayıf bir çocuğa da yularını verip itaat etmek mânâsını ifade için, 1 وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ اْلاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ tâbiriyle, güya bu mübârek hayvanlar dünya hayvanları değil ki, içinde tevahhuş ve zarar bulunsun. Belki mânevî bir Cennetin hayvanları gibi menfaattar, zararsızdırlar. Yukarıdan, yani, rahmet hazinesinden indirilmiştir, diye ifade ediyor.

Muhtemeldir ki, bazı müfessirlerin bu hayvanlar hakkında “Cennetten indirilmiştir” dedikleri, bu mânâdan ileri gelmiştir. Zahrında HAŞİYE-1 Kur’ân-ı Hakîmin bir harfi için bir sahife yazılsa, uzun olmuş denilmemeli. Çünkü kelâmullahtır. Onun için اَنْزَل tâbiri için iki üç sayfa yazılmakla israf edilmiş olmaz. Bazan Kur’ân’ın bir harfi, bir hazine-i mâneviyenin anahtarı olur.


endOfSection.gif
endOfSection.gif



[NOT]Dipnot-1 “Sizin için sekiz hayvan indirdi.” Zümer Sûresi, 39:6.
Haşiye-1 Bazı müfessirler, “Mebde’leri semâvâttan gelmişler” demelerinden muradları şudur ki: Bu en’âm denilen hayvânâtın bekàları rızık iledir ve rızıkları ottur; onların rızkı da yağmurdur. Yağmur ki, âb-ı hayattır ve rahmettir; ve rızık da semâvâttan gelir. “Ve fi’s-semâi rizgukum” âyeti buna işaret eder. Madem o hayvanların devam eden müteceddit vücutları semâvâttan gelen yağmur içindedir; semâdan indirilmiş mânâsını ifade eden “Enzele” tâbiri yerindedir.[/NOT]




Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân

<TBODY>
</TBODY>

<TBODY>
</TBODY>
bekâ: varlığı devam ettirme

<TBODY>
</TBODY>
en’âm: deve, sığır, koyun gibi evcil hayvanlar; nimetler
hazine-i mâneviye: mânevî hazine
haşiye: dipnot
israf: savurganlık
kelâmullah: Allah’ın kelâmı
mahlûkat: yaratılanlar, yaratıklar
mebde: başlangıç
menfaattar: faydalı, yararlı
muhtemel: ihtimal dahilinde
murad: kastedilen
musahhar: boyun eğmiş
mutî: emre uyan, itaat eden
mübârek: hayırlı, bereketli
müfessir: Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından tefsir eden, yorumlayan kimse
müteceddit: yenilenen
rahmet: İlâhî şefkat, merhamet
rızık: yenip içilen şeyler
semâ: gökyüzü
semâvât: gökler
tevahhuş: korkma, çekinme
vücut: beden
âb-ı hayat: hayat suyu
âyet: Kur’ân’da yer alan her bir cümle

<TBODY>
</TBODY>

 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 469

Yirmi Yedinci Nükte

besmele.jpg


اِنَّ النَّفْسَ َلاَمَّارَةٌ بِالسُّوۤءِ 1


Meâli: HAŞİYE-1 “Nefis daima kötü şeylere sevk eder” âyetinin, hem de
اَعْدٰى عَدُوِّكَ نَفْسُكَ الَّتِى بَيْنَ جَنْبَيْكَ mânâ-yı şerifi: “Senin en zararlı düşmanın, nefsindir” 2 hadisinin bir nüktesidir.

Tezkiyesiz nefs-i emmâresi bulunmak şartıyla, kendi nefsini beğenen ve seven adam başkasını sevmez. Eğer zâhirî sevse de samimî sevemez; belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır. Ve kusurunu nefsine almaz, belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalâğalarla, belki yalanlarla nefsini medih ve tenzih ederek, adeta takdis eder ve derecesine göre, 3 مَنِ اتَّخَذَ اِلٰـهَهُ هَوٰيهُ âyetinin bir tokadını yer.

Temeddühü ve sevdirmesi ise, aksülâmelle istiskali celb eder, soğuk düşürtür. Hem amel-i uhrevîde ihlâsı kaybeder, riyâyı karıştırır. Âkıbeti görmeyen ve neticeleri düşünmeyen ve lezzet-i hazıraya müptelâ olan hisse ve hevâ-yı nefse mağlûp olup, yolunu şaşırmış hissin fetvâsıyla, bir saat lezzet için bir sene hapiste yatar. Bir dakika gurur veya intikam yüzünden on sene ceza görür. Adeta, ders aldığı Amme cüz’ünü birtek şekerlemeye satan havâi bir çocuk gibi, elmas kıymetinde bulunan hasenâtını, hissini okşamak için ve hevâsını memnun etmek için ve hevesini tatmin etmek için, ehemmiyetsiz cam parçaları hükmündeki lezzetlere, enâniyetlere vesile edip, kârlı işlerde hasâret eder.

اَللّٰهُمَّ احْفَظْنَا مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَالشَّيْطَانِ وَمِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَاْلاِنْسَانِ 4



[NOT]Dipnot-1 Yusuf Sûresi, 12:53.
Haşiye-1 Bu parçanın da herkese faydası var.
Dipnot-2 el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:143; Gazâlî, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn, 3:4.
Dipnot-3 “Hevâ ve heveslerini kendisine mâbud edinen kimse...” Furkan Sûresi, 25:43.
Dipnot-4 Allahım! Bizi nefsin, şeytanın, cinin ve insanın şerrinden muhafaza et.[/NOT]




Amme cüz’ü
: Amme Sûresiyle başlayan Kur’ân-ı Kerim’in son cüz’ü



aksülâmel
: ters tepki gösterme
amel-i uhrevî: âhirete yönelik gerçekleştirilen iş, hizmet celb etmek: çekmek
enâniyet: benlikfetvâ: hüküm verme
hadis: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış hasenât: iyilikler, sevaplar
hasâret: zararhavâi: hoppa, uçarı
haşiye: dipnotheves: gelip geçici arzu ve istek
hevâ: gelip gecici arzu ve istekler hevâ-yı nefis: nefsin arzuları
ihlâs: ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme istiskal: hoşnutsuzluğu belli ederek karşı tarafı çekilmez görme
lezzet-i hazıra: şu anki lezzet, hemen elde edilen lezzetmağlûp olmak: yenilmek
medih: övgümeâl: açıklama, anlam
mânâ-yı şerif: değerli ve şerefli anlam mübalâğa: abartı
müptelâ: bağımlınefis/nefs-i emmâre: insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu; kişinin kendisi
nükte: derin ve ince anlamlı sözriyâ: iki yüzlü olma
sevk etmek: yönlendirmektakdis: her türlü kusur ve eksiklikten arındırma, kutsama
tebrie etmek: kusur ve noksandan uzak tutmatemeddüh: böbürlenme
tenzih: eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma tezkiyesiz: nefsi temize çıkarmaksızın
vesile: aracızâhirî: görünüşte
âkıbet: netice, sonâyet: Kur’ân’da yer alan her bir cümle

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 470

Yirmi Sekizinci Lem’anın Yirmi Sekizinci Nüktesi

besmele.jpg


لاَ يَسَّمَّعُونَ اِلَى الْمَلاَِ اْلاَعْلٰى وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِبٍ دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ اِلاَّ مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاِقبٌ
1


وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاۤءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ
2


gibi âyetlerin mühim bir nüktesi, ehl-i dalâletin bir tenkidi münasebetiyle beyan edilecek. Şöyle ki:

Cin ve şeytanın casusları, semâvat haberlerine kulak hırsızlığı yapıp, gaybî haberleri getirerek, kâhinler ve maddiyyunlar ve bazı ispritizmacılar gibi gaipten haber vermelerini, nüzûl-ü vahyin bidâyetinde, vahye bir şüphe getirmemek için onların o daimî casusluğu o zaman daha ziyade şahaplarla recm ve men edildiğine dair olan mezkûr âyetler münasebetiyle, gayet mühim üç başlı bir suale muhtasar bir cevaptır.

Sual: Şu gibi âyetlerden anlaşılıyor ki, cüz’î ve bazan şahsî bir hadise-i gaybiyeyi de haber almak için, gayet uzak bir mesafe olan semâvat memleketine casus şeytanların sokulması ve o çok geniş memleketin her tarafında o cüz’î hadisenin bahsi varmış gibi, hangi şeytan olsa, hangi yere sokulsa, yarım yamalak o haberi işitecek, getirecek diye bir mânâyı akıl ve hikmet kabul etmiyor.

Hem, nass-ı âyetle, semâvâtın üstünde bulunan Cennetin meyvelerini bazı ehl‑i risalet ve ehl-i keramet, yakın bir yerden alır gibi alıyormuş, bazan yakından

[NOT]Dipnot-1 “Onlar yüce âlemlerdeki melekleri dinleyemezler; her taraftan taşlanıp kovulurlar. Âhirette ise onlar için daimî bir azap vardır. Kulak hırsızlığı yapıp birşeyler dinleyenleri ise, delip geçen yakıcı bir yıldız takip eder.” Sâffât Sûresi, 37:8-10.Dipnot-2 “And olsun ki, dünya semâsını Biz kandillerle süsledik ve onları şeytanlar için birer taş yaptık.” Mülk Sûresi, 67:5.
[/NOT]



bahis
: konu




beyan etmek
: açıklamak, anlatmak

bidâyet: başlangıç
cüz’î: sınırlı, ferdî, kişisel
daimî: devamlı, sürekli
ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapanlar, inançsız kimseler
ehl-i keramet: Allah’ın bir ikramı olarak, olağanüstü hâl ve hareketler gösteren kimseler
ehl-i risalet: peygamber olarak gönderilen kimseler
gaip: görünmeyen âlem
gaybî: bilinmeyen, gayb âlemine ait
hadise-i gaybiye: gayb aleminde gerçekleşen olay
hikmet: ilim, yüksek bilgi
ispritizmacı: ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan ve bu maksatla deneyler yapan kişi
kâhin: gelecekten haber veren kimse
maddiyyun: maddeciler, materyalistler
men edilmek: yasaklanmak
mesafe: uzaklık
mezkûr: zikredilen, anılan
muhtasar: kısa, özet
mühim: önemli
münasebet: bağlantı, ilişki
nass-ı âyet: âyetin kesin ifadesi
nükte: ince ve derin anlamlı söz
nüzûl-ü vahy: Allah’ın Cebrail (a.s.) vasıtası ile emirlerini Hz. Peygamber’e iletmesi
recim: taşlama
semâvât: gökler
tenkid: eleştiri
vahiy: Allah tarafından gelen emir ve yasaklar
ziyade: çok, fazla
âyet: Kur’ân’da yer alan her bir cümle
şahap: göktaşı
şahsî: kişisel

<TBODY>
</TBODY>

 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 471

Cenneti temâşâ ediyormuş diye, nihayet uzaklık, nihayet yakınlık içinde bir meseledir ki, bu asrın aklına sığmaz.

Hem cüz’î bir şahsın cüz’î bir ahvâli, küllî ve geniş olan semâvat memleketindeki mele-i âlânın medar-ı bahsi olması, gayet hakîmâne olan tedvîr-i kâinatın hikmetine muvafık gelmiyor. Halbuki bu üç mesele de hakaik-i İslâmiyeden sayılıyor.

Elcevap:

Evvelâ: On Beşinci Söz namındaki bir risalede, Yedi Basamak namında yedi kat’î mukaddime ile,
وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاۤءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ 1
âyetinin ifade ettiği, yıldızlarla, şeytan casusların semâvattan ref ve tardı öyle bir surette ispat edilmiş ki, en muannid maddiyyunu dahi iknâ eder, susturur ve kabul ettirir.

Saniyen: Bu uzak zannedilen o üç hakikat-i İslâmiyeyi kısa zihinlere yakınlaştırmak için bir temsil ile işaret edeceğiz.

Meselâ, bir hükûmetin daire-i askeriyesi memleketin şarkında ve daire-i adliyesi garbında ve daire-i maarifi şimalinde ve daire-i ilmiyesi cenubunda ve daire-i mülkiyesi ortasında bulunsa; telsiz, telefon, telgrafla, gayet muntazam bir surette, her daire alâkadar olduğu vaziyetleri görse, haber alsa; adeta umum o memleket, adliye dairesi olduğu halde, askerî dairesidir ve mülkiye dairesi olduğu gibi, ilmiye dairesi oluyor.

Hem meselâ, müteaddit devletler ve ayrı ayrı payitahtları bulunan hükûmetlerin, bazan oluyor ki, müstemlekât cihetiyle veya imtiyazat haysiyetiyle veya ticaretler münasebetiyle birtek memlekette ayrı ayrı hâkimiyetlikleri bulunur.


[NOT]Dipnot-1 “And olsun ki, dünya semâsını Biz kandillerle süsledik ve onları şeytanlar için birer taş yaptık.” Mülk Sûresi, 67:5.
[/NOT]





ahvâl
: hâller, davranışlar




alâkadar
: alakalı, ilgili
asır: yüzyılcenub: güney
cihet: taraf, yöncüz’î: ferdî, sınırlı
daire-i adliye: adliye dairesi daire-i askeriye: askerlik dairesi
daire-i ilmiye: ilim dairesi, millî eğitim dairesi daire-i maarif: eğitim-öğretim dairesi
daire-i mülkiye: askeriye ve millî eğitim dışındaki devlet idaresine bakan daireler evvelâ: ilk olarak
garb: batıhakaik-i İslâmiye: İslâmiyetin hakikati, doğru olan gerçeği
hakikat-i İslâmiye: İslâm hakikatleri, gerçekleri hakîmâne: bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde
haysiyet: itibar, özellikhikmet: fayda, gaye
hâkimiyetlik: egemenlik imtiyazat: ayrıcalıklar
kat’î: kesinküllî: geniş ve kapsamlı
maddiyyun: maddeci, materyalistmedar-ı bahs: söz konusu, konuşmaya sebep olan
mele-i âlâ: gayb âleminde en yüksek ve Allah’a en yakın makammuannid: inatçı
mukaddime: başlangıç, giriş muntazam: düzenli
muvafık: uygunmülkiye: yönetim dairesi
münasebet: bağlantı, ilişki müstemlekât: sömürgeler
müteaddit: bir çok nam: ad, isim
nihayet: sınırsızpayitaht: başkent
ref ve tard: ortadan kaldırma ve kovmarisale: Risale-i Nur’u oluşturan her bir bölüm
saniyen: ikinci olaraksemâvât: gökler
suret: biçim, şekil tedvîr-i kâinat: kâinatın idaresi
temsil: analoji, kıyaslama tarzında benzetme temâşâ etmek: bakmak, seyretmek
umum: bütün, genelvaziyet: durum
âyet: Kur’ân’da yer alan her bir cümleşark: doğu
şimal: kuzey

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 472

Raiyet ve millet bir olduğu halde, herbir hükûmet, kendi imtiyazı cihetiyle, o raiyetle münasebettardır. Birbirinden çok uzak o hükûmetlerin muamelâtı birbirine temas ediyor, her hanede birbirine yakınlaşıyor ve her adamda iştirakleri oluyor. Cüz’î meseleleri, temas noktalarındaki cüz’î bir dairede görülür. Yoksa, her cüz’î bir mesele, daire-i külliyeden alınmıyor. Fakat o cüz’î meselelerden bahsedildiği zaman, doğrudan doğruya daire-i külliyenin kanunuyla olduğu cihetiyle, daire-i külliyeden alınıyor gibi ve o dairede medar-ı bahis olunmuş bir mesele şekli verilir tarzda ifade edilir.

İşte bu iki temsil gibi, semâvat memleketi, payitaht ve merkez itibarıyla gayet uzak olduğu halde, arz memleketinde insanların kalblerine uzanmış mânevî telefonları olduğu gibi, semâvat âlemi, yalnız âlem-i cismanîye bakmıyor; belki âlem-i ervâhı ve âlem-i melekûtu tazammun ettiğinden, bir cihette perde altında âlem-i şehadeti ihata etmiştir.

Hem âlem-i bâkiden ve dâr-ı bekàdan olan Cennet dahi, hadsiz uzaklığıyla beraber, yine o daire-i tasarrufâtı, perde-i şehadet altında, her tarafta nuranî bir surette uzanmış, yayılmış. Sâni-i Hakîm-i Zülcelâlin hikmetiyle, kudretiyle, nasıl ki insanın başında yerleştirdiği duygularının merkezleri ayrı ayrı olduğu halde, herbiri umum o vücuda, o cisme hükmediyor ve daire-i tasarrufuna alabiliyor. Öyle de, bu insan-ı ekber olan kâinat dahi, mütedahil ve birbiri içinde bulunan daireler gibi, binler âlemleri ihtivâ ediyor. Onlarda cereyan eden ahvâlin ve hadiselerin küllî ve cüz’iyeti ve hususiyeti ve azameti cihetiyle medar-ı nazar olur, yani, o cüzler cüz’î ve yakın yerlerde ve küllî ve azametliler küllî ve büyük makamlarda görülür.

Fakat bazan cüz’î ve hususî bir hadise büyük bir âlemi istilâ eder. Hangi köşede dinlenilse, o hadise işitilir. Ve bazan da büyük tahşidat, düşmanın kuvvetine karşı değil, belki izhar-ı haşmet için yapılır. Meselâ, hadise-i Muhammediye





Sâni-i Hakîm-i Zülcelâl: herşeyi san’atla ve hikmetle yaratan, sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Allah ahvâl: hâller, davranışlar
arz: yeryüzüazamet: büyüklük
cereyan eden: gerçekleşencihet: taraf, yön
cüz: kısım, parça cüz’iyet: ferdî, kişisel
cüz’î: sınırlı, ferdî daire-i külliye: geniş ve kapsamlı daire
daire-i tasarruf: tasarruf ve faaliyet dairesi, alanı daire-i tasarrufât: tasarruf etme dairesi, faaliyetler alanı
dâr-ı bekà: sonsuzluk yurdu, âhiret hadise-i Muhammediye: Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamber olarak görevlendirilmesi
hadsiz: sayısızhane: ev
hikmet: Allah’ın her bir varlığı bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratması hususiyet: özel olma, hususîlik
hususî: özelihata etmek: içine almak, kapsamak
ihtivâ etme: içine almainsan-ı ekber: en büyük insan
istilâ: işgal izhar-ı haşmet: ihtişamın, heybetin açığa vurulması
iştirak: ortaklıkkudret: güç, iktidar
kâinat: evren küllî: geniş ve kapsamlı
makam: derecemedar-ı bahis: söz konusu
medar-ı nazar: dikkatin üzerinde toplanması muamelât: uygulamalar
münasebettar: ilgili, bağlantılı mütedahil: birbiri içinde
nuranî: nurlu, parlak payitaht: başkent
perde-i şehadet: görünen âlem, dünya perdesi raiyet: halk
semâvât: gökler suret: biçim, şekil
tahşidat: yığınak yapmatarz: biçim, şekil
tazammun etmek: içermektemsil: analoji; kıyaslama tarzında benzetme
umum: bütün, genelvücud: varlık
âlem: dünya, evren âlem-i bâki: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi
âlem-i cismanî: maddî âlem âlem-i ervâh: ruhlar alemi
âlem-i melekût: İlâhî hükümranlığın tam olarak tecellî ettiği, görünmeyen mânâ âlemi âlem-i şehadet: görünen alem

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 473

(a.s.m.) ve vahy-i Kur’ân’ın hadise-i kudsiyesi, umum semâvat memleketinde, hattâ o memleketin her köşesinde en mühim bir hadise olduğundan, doğrudan doğruya çok uzak ve çok yüksek olan koca semâvâtın burçlarına nöbettarlar dizilip, yıldızlardan mancınıkları atarak casus şeytanları tard ve def ediyorlar vaziyetinde göstermek ve ifade etmekle, vahy-i Kur’ânînin derece-i haşmetini ve şâşaa-i saltanatını ve hiçbir cihette şüphe girmeyen derece-i hakkaniyetini ilâna bir işaret-i Rabbâniye olarak, o vakitte ve o asırda daha ziyade yıldızlar düşürülüyormuş ve atılıyormuş. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan dahi, o ilân-ı tekvîniyeyi tercüme edip ilân ediyor ve o işaret-i semâviyeye işaret eder.

Evet, bir melâikenin üfürmesiyle uçurulabilir olan casus şeytanları böyle bir işaret-i azîme-i semâviye ile, melâikelerle mübareze ettirmek, elbette o vahy-i Kur’ânînin haşmet-i saltanatını göstermek içindir. Hem bu haşmetli olan beyan‑ı Kur’ânî ve azametli tahşidât-ı semâviye ise, cinnîlerin, şeytanların, semâvat ehlini mübarezeye ve müdafaaya sevk edecek bir iktidarları, bir müdafaaları bulunduğunu ifade için değil, belki kalb-i Muhammedîden (a.s.m.) tâ semâvat âlemine, tâ Arş-ı Âzama kadar olan uzun yolda, hiçbir yerde cin ve şeytanın müdahaleleri olmamasına işaret için, vahy-i Kur’ânî, koca semâvatta, umum melâikece medar-ı bahis olan bir hakikattir ki, bir derece ona temas etmek için, şeytanlar tâ semâvâta kadar çıkmaya mecbur olup, hiçbir şeye muvaffak olamayarak recmedilmesiyle işaret ediyor ki, kalb-i Muhammedîye (a.s.m.) gelen vahiy ve huzur-u Muhammediyeye (a.s.m.) gelen Cebrâil ve nazar-ı Muhammedîye (a.s.m.) görünen hakaik-i gaybiye, sağlam ve müstakimdir, hiçbir cihetle şüphe girmez diye, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, mucizâne haber veriyor.





Arş-ı Âzam: Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer Cebrâil: (bk. bilgiler)
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân asır: yüzyıl
azametli: çok büyük beyan-ı Kur’ânî: Kur’ân’ın açıklaması
burc: belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesicihet: taraf, yön
cinnî: cinlerden olanderece-i hakkaniyet: gerçeklik, doğruluk derecesi
derece-i haşmet: heybet ve görkemin derecesihadise-i kudsiye: kutsal olay
hakaik-i gaybiye: bilinmeyen ve görünmeyen âlemlere ait gerçekler hakikat: doğru gerçek
haşmet-i saltanat: saltanatın görkemi haşmetli: büyük, görkemli
huzur-u Muhammediye: Hz. Peygamberin huzuru, bulunduğu yer iktidar: güç, kuvvet
ilân-ı tekvîniye: varlıkların yaratılışıyla insanlara duyurulan gerçekler işaret-i Rabbâniye: Allah’ın işareti
işaret-i azîme-i semâviye: göklerde sergilenen büyük işaretler işaret-i semâvî: Allah tarafından gösterilen işaret
kalb-i Muhammedî: Hz. Peygamberin mânevî kalp duygusu medar-ı bahis: üzerinde konuşulan
melâike: melek mucizâne: mucizeli bir şekilde
muvaffak olma: başarılı olma, erişmemübareze: karşılıklı mücadele, çatışma
müdafa: savunmamüdahale: karışma
mühim: önemlimüstakim: dosdoğru olan
nazar-ı Muhammedî: Hz. Muhammed’in (a.s.m.) bakışı recmedilme: taşlanma
semâvât: gökler semâvât ehli: göklerde yaşayan manevî varlıklar
sevk eden: yönlendirentahşidât-ı semâviye: göğün üzerinde çokça durma, gökten çok bahsetme
tard ve def etme: kovma ve çıkarmatemas etmek: bahsetmek
umum: bütün, genelvahiy: Cenâb-ı Allah’ın emir ve yasaklarını peygamberlere bildirmesi
vahy-i Kur’ânî: vahiyle gelen Kur’ân-ı Kerim vaziyet: durum
ziyade: çok, fazlaâlem: dünya, evren
şâşaa-i saltanat: gösterişli ve göz alıcı saltanat

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 474

Amma Cennetin uzaklığıyla beraber, âlem-i bekàdan olduğu halde en yakın yerlerde görülmesi ve bazan ondan meyve alınması ise, evvelki iki temsil sırrıyla anlaşıldığı gibi, bu âlem-i fâni ve âlem-i şehadet ise, âlem-i gayba ve dâr-ı bekàya bir perdedir. Cennetin merkez-i kübrâsı uzakta olmakla beraber, âlem-i misal âyinesi vasıtasıyla her tarafta görünmesi mümkün olduğu gibi, hakkalyakin derecesindeki imanlar vasıtasıyla, Cennetin bu âlem-i fânide—temsilde hata olmasın—bir nevi müstemlekeleri ve daireleri bulunabilir. Ve kalb telefonuyla, yüksek ruhlarla muhabereleri olabilir, hediyeleri gelebilir.

Amma bir daire-i külliyenin cüz’î bir hadise-i şahsiye ile meşgul olması, yani, kâhinlere gaybî haberleri getirmek için şeytanlar tâ semâvâta çıkıp kulak veriyorlar, yarım yamalak yanlış haberler getiriyorlar diye tefsirlerdeki ifadelerin bir hakikati şu olmak gerektir ki:

Semâvat memleketinin payitahtına kadar gidip o cüz’î haberleri almak değildir. Belki cevv-i havaya dahi şümulü bulunan semâvat memleketinin—teşbihte hata yok—karakolhaneleri hükmünde bazı mevkileri var ki, o mevkilerde arz memleketiyle münasebettarlık oluyor. Cüz’î hadiseler için, o cüz’î makamlardan kulak hırsızlığı yapıyorlar. Hattâ kalb-i insanî dahi o makamlardan birisidir ki, melek-i ilham ile şeytan-ı hususî, o mevkide mübareze ediyorlar. Ve hakaik-i imaniye ve Kur’âniye ve hâdisât-ı Muhammediye (a.s.m.) ise, ne kadar cüz’î de olsa, en büyük, en küllî bir hadise-i mühimme hükmünde, en küllî bir daire olan Arş-ı Âzamda ve daire-i semâvatta—temsilde hata olmasın—mukadderât-ı kâinatın mânevî ceridelerinde neşrolunuyor gibi, her köşede medar-ı bahis oluyor diye beyan ile beraber, kalb-i Muhammedîden (a.s.m.) tâ daire-i Arşa varıncaya kadar ise, hiçbir cihetle müdahale imkânı olmadığından, semâvâtı dinlemekten





Arş/Arş-ı Âzam: Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer arz: dünya
beyan: açıklama, anlatım ceride: gazete
cevv-i hava: hava boşluğucihet: yön
cüz'î: küçük, sınırlı, ferdî daire-i külliye: büyük ve geniş kapsamlı daire
daire-i semâvât: gökler dairesi dâr-ı bekà: sonsuzluk yurdu, âhiret
gaybî: bilinmeyen, gayba ait olan hadise-i mühime: önemli olay
hadise-i şahsi: şahsi olay hakaik-i imaniye ve Kur'âniye: iman ve Kur’ân hakikatleri
hakikat: gerçek hakkalyakin: bizzat yaşamak suretiyle, kesin bilgiye ulaşma
hâdisât-ı Muhammediye: Hz. Muhammed (a.s.m.) ile ilgili gelişen olaylar kalb-i Muhammedî: Hz. Peygamberin mânevî kalp duygusu
kalb-i insanî: insanın mânevî kalbikâhin: gelecekten haber veren kimse
küllî: geniş, kapsamlı makam: derece
medar-ı bahis: söz konusumelek-i ilham: ilham meleği
merkez-i kübrâ: en büyük merkez mevki: yer, konum
muhabere: haberleşmemukadderât-ı kâinat: kâinatın plânları, programları
mübareze: karşılıklı mücadele, çatışmamünasebettar: ilgili, bağlantılı
müstemleke: başka bir devletin idaresi altında bulunan memleket, yer, sömürge nevi: çeşit, tür
neşrolmak: yayınlanmakpayitaht: merkez, başkent
semâvât: gökler tefsir: Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından açıklayan, yorumlayan kitap
temsil: analoji, kıyaslama tarzında benzetme teşbih: benzetme
vasıta: aracıâlem-i bekà: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi
âlem-i fâni: gelip geçici dünya âlem-i gayb: gayb âlemi, görünmeyen âlem
âlem-i misal: bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem âlem-i şehadet: görünen alem, dünya
şeytan-ı hususî: özel şeytanşümul: kapsam

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Sekizinci Lem'a - Sayfa 475

başka şeytanların çaresi kalmadığını ifade ile, vahy-i Kur’ânî ve nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) ne derece yüksek bir derece-i hakkaniyette olduğunu ve hiçbir cihetle hilâf ve yanlış ve hile ile ona yanaşmak mümkün olmadığını, gayet beliğane, belki mucizâne ilân etmek ve göstermektir.


Said Nursî



سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 1



endOfSection.gif
endOfSection.gif





[NOT]Dipnot-1 “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Bakara Sûresi, 2:32.[/NOT]



Said Nursî: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)
beliğane: beliğ bir şekilde
cihet: yön
derece-i hakkaniyet: gerçeklik derecesi
hilâf: ayrılık, terslik
ilân etmek: duyurmak
mucizâne: mucizeli bir şekilde
nübüvvet-i Ahmediye: Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği
vahy-i Kur'ânî: vahiyle gelen Kur’ân-ı Kerim

<TBODY>
</TBODY>
 
Üst