Yirmiüçüncü Lema-Tabiat Risalesi.

ademyakup

Well-known member
Yani bir polisin devlete dayanmasıyla,en büyük kişiyi yakalayabilir...polis devlete bağlılığını kesse ,işine son verilse..hiç kimseyi yakalayamaz...

işte varlıkları Allaha versek,hepsini sonsuz kudretiyle yaratır..Allaha vermesek,bir elmayı bize kim verebilir...

tüm bilimadamları yapamıyor da,ilimsiz akılsız tabiat mı yapacak..
 

ademyakup

Well-known member
Bir köyde iki muhtar olmasıyla karışıklık olur,işler yürümez..

Bir ilde iki vali olmasıyla karışıklık olur,işler yürümez.

Bir devlete iki başkan olunca da ,işler yürümez..

Bir askeri ve çok askeri bir komutan kolaylıkla idare eder...ama on komutana verilse,işler yürümez...bir anda on komutan dese gel asker,asker kime gidecek...

bu temsilleri anladıksa,hakikata tatbik edeceğiz ki ve Anlayacağız ki Allah ehaddir,tekdir.
 

ademyakup

Well-known member
Nasıl ki karınca o memuriyet cihetiyle Firavunun sarayını harap ediyor. Sinek o intisapla Nemrud'u gebertiyor. Ve o intisapla, buğday tanesi gibi bir çam çekirdeği, koca çam ağacının bütün cihazatını yetiştiriyor. Haşiye
Eğer o intisap kesilse, o memuriyetten terhis edilse, yapacağı işlerin cihazatını ve kuvvetini, belinde ve bileğinde taşımaya mecburdur. O vakit, o küçücük bileğindeki kuvvet miktarınca ve belindeki cephane adedince iş görebilir. Evvelki vaziyette gayet kolaylıkla gördüğü işleri bu vaziyette ondan istenilse, elbette bileğinde bir ordu kuvvetini ve belinde bir padişahın cihazat-ı harbiye fabrikasını yüklemek lâzım gelir ki, güldürmek için acip hurafeleri ve masalları hikâye eden maskaralar dahi bu hayalden utanıyorlar.
Elhasıl, Vâcibü'l-Vücuda(ALLAHA) her mevcudu(CANLIYI) vermek, vücub(ZARURİ OLMA) derecesinde bir suhuleti(KOLAYLIĞI) var. Ve tabiata icad cihetinde vermek, imtinâ derecesinde müşkül ve haric-i daire-i akliyedir.


Haşiye: Evet, eğer intisap olsa, o çekirdek, kader-i İlâhîden bir emir alır, o harika işlere mazhar olur. Eğer o intisap kesilse, o çekirdeğin hilkati, koca çam ağacının hilkatinden daha ziyade cihazat ve iktidar ve san'atı iktiza eder. Çünkü, dağdaki, kudret eseri olan mücessem çam ağacının, bütün âzâları ve cihazatıyla, o çekirdekteki kader eseri olan mânevî ağaçta mevcut bulunması lâzım gelir. Çünkü o koca ağacın fabrikası o çekirdektir. İçindeki kaderî ağaç, kudretle hariçte tezahür eder, cismanî çam ağacı olur.
 

ademyakup

Well-known member
ÜÇÜNCÜ MUHAL
Bu Muhali izah edecek, bazı risalelerde beyan edilen iki misal:
BİRİNCİ MİSAL: Bütün âsâr-ı medeniyetle(MEDENİYETİN ESERLERİYLE) tekmil(TAMAMLANMIŞ) ve tezyin edilmiş(SÜSLENDİRİLMİŞ), hâli bir sahrâda kurulmuş, yapılmış bir saraya gayet vahşî bir adam girmiş, içine bakmış. Binlerle muntazam (DÜZENLİ,ÖLÇÜLÜ,DENGELİ) san'atlı eşyayı görmüş. Vahşetinden, ahmaklığından, "Hariçten kimse müdahale etmeyip, o saray içinde o eşyadan birisi o sarayı müştemilâtıyla(İÇİNDEKİLERİYLE) beraber yapmıştır" diye taharrîye(ARAŞTIRMAYA) başlıyor. Hangi şeye bakıyor, o vahşetli aklı dahi kabil görmüyor ki, o şey bunları yapsın.

Sonra, o sarayın teşkilât programını(PROJESİNİ) ve mevcudat fihristesini ve idare kanunları içinde yazılı olan bir defteri görür. Çendan, elsiz ve gözsüz ve çekiçsiz olan o defter dahi, sair içindeki şeyler gibi, hiçbir kabiliyeti yoktur ki, o sarayı teşkil(OLUŞTURSUN) ve tezyin etsin(SÜSLENDİRSİN). Fakat muztar(MECBUR) kalarak, bilmecburiye,(MECBURİ OLARAK) eşya-yı âhare(DİĞER EŞYALARA) nispeten, kavânîn-i ilmiyenin(İLMİ KANUNUNLARIN) bir ünvanı olmak cihetiyle, o sarayın mecmuuna (BÜTÜNÜNE) bu defteri münasebettar gördüğünden, "İşte bu defterdir ki, o sarayı teşkil, tanzim ve tezyin edip bu eşyayı yapmış, takmış, yerleştirmiş" diyerek, vahşetini ahmakların, sarhoşların hezeyanına çevirmiş.

İşte, aynen bu misal gibi, hadsiz derecede misaldeki saraydan daha muntazam, daha mükemmel ve bütün etrafı mucizâne hikmetle dolu şu saray-ı âlemin(DÜNYA SARAYININ) içine, inkâr-ı ulûhiyete(ALLAHI İNKAR ETMEYE) giden tabiiyyun fikrini taşıyan vahşî bir insan girer. Daire-i mümkinat(MÜMKİN OLANLARIN DAİRESİNİN) haricinde(DIŞINDA) olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun(VARLIĞI VACİB,SABİT OLAN ALLAHIN) eser-i san'atı (SANAT ESERİ) olduğunu düşünmeyerek ve Ondan i'râz ederek(YÜZÇEVİREREK), daire-i mümkinat (MÜMKİN OLAN BU ALEMLER) içinde, kader-i İlâhînin yazar bozar bir levhası hükmünde ve kudret-i İlâhiyenin kavânîn-i icraatına(İCRAAT KANUNLARINA) tebeddül(HALDEN HALE) ve tagayyür eden(DEĞİŞEN) bir defteri olabilen ve pek yanlış ve hata olarak "tabiat" namı verilen bir mecmua-i kavânîn-i âdât-ı İlâhiye(ALLAHIN ADET KANUNLARININ TÜMÜ) ve bir fihriste-i san'at-ı Rabbâniyeyi(RABBANİ SANATLARIN FİHRİSTESİNİ) görür. Ve der ki: "Madem bu eşya bir sebep ister. Hiçbir şeyin bu defter gibi münasebeti görünmüyor. Çendan hiçbir cihetle akıl kabul etmez ki, gözsüz, şuursuz, kudretsiz bu defter, rububiyet-i mutlakanın işi olan ve hadsiz bir kudreti iktiza eden icadı yapamaz. Fakat madem Sâni-i Kadîmi(ALLAHI) kabul etmiyorum; öyleyse, en münasibi, 'Bu defter bunu yapmış ve yapar' diyeceğim" der.
 

ademyakup

Well-known member
Biz de deriz: Ey ahmaku'l-humakadan(AHMAKLARIN EN AHMAĞINDAN) tahammuk etmiş(AHMAKLAŞMIŞ) sarhoş ahmak! Başını tabiat bataklığından çıkar, arkana bak. Zerrattan(ATOMLARDAN) seyyârâta(GEZGENLERE) kadar bütün mevcudat(VARLIKLAR), ayrı ayrı lisanlarla şehadet ettikleri ve parmaklarıyla işaret ettikleri bir Sâni-i Zülcelâli gör. Ve o sarayı yapan ve o defterde sarayın programını yazan Nakkaş-ı Ezelînin cilvesini gör, fermanına bak, Kur'ân'ını dinle, o hezeyanlardan(SAÇMALIKLARDAN) kurtul.
 

ademyakup

Well-known member
İKİNCİ MİSAL: Gayet vahşî bir adam, muhteşem bir kışla dairesine girer. Gayet muntazam(DÜZENLİ) bir ordunun umumî, beraber talimlerini, muntazam hareketlerini görür. Bir neferin hareketiyle bir tabur, bir alay, bir fırka kalkar, oturur, gider, bir ateş emriyle ateş ettiklerini müşahede eder(GÖRÜR). Onun kaba, vahşî aklı, bir kumandanın, devletin nizâmâtıyla(DÜZENİYLE) ve kanun-u padişahî (PADİŞAHIN KANUNUYLA)ile o kumandanın emrini, kumandasını anlamayıp inkâr ettiğinden, o askerlerin iplerle birbiriyle bağlı olduklarını tahayyül eder(HAYAL EDER). O hayalî ip ne kadar harikalı bir ip olduğunu düşünür, hayrette kalır.


Sonra gider, Ayasofya gibi gayet muazzam (BÜYÜK) bir camie, Cuma gününde dahil olur. O cemaat-i Müslimînin(MÜSLÜMAN CEMATİN), bir adamın sesiyle kalkar, eğilir, secde ederek oturduklarını müşahede eder(GÖRÜR). Mânevî ve semâvî kanunların mecmuundan(BÜTÜNÜNDEN) ibaret olan şeriatı ve Şeriat Sahibi, nin emirlerinden gelen mânevî düsturlarını anlamadığından, o cemaatin maddî iplerle bağlandığını ve o acip ipler onları esir edip oynattığını tahayyül(HAYAL) ederek, en vahşî, insan suretindeki canavar hayvanları dahi güldürecek derecede maskaralı(SAÇMA) bir fikirle çıkar, gider.


İşte, aynı bu misal gibi, Sultân-ı Ezel ve Ebedin(BAŞLANGICI VE SONU OLMAYAN ALLAHIN) hadsiz(SINIRSIZ) cünudunun(ORDUSUNUN) muhteşem bir kışlası olan şu âleme ve o Mâbûd-u Ezelînin muntazam bir mescidi olan şu kâinata, mahz-ı vahşet (SADECE VAHŞET) olan inkârlı fikr-i tabiatı taşıyan bir münkir (İNKARCI) giriyor. O Sultan-ı Ezelinin(ALLAHIN) hikmetinden gelen nizâmât-ı kâinatın(KAİNAT DÜZENİNİN) mânevî kanunlarını birer maddî madde tasavvur ederek (DÜŞÜNEREK)ve saltanat-ı rububiyetin(TERBİYECİLİK SALTANATININ) kavânîn-i itibariyesi(İTİBARİ ,GÖRÜNMÜYEN VARLIĞI NETİCELERİNDEN BİLİNEN KANUNLARI..MESELA YERÇEKİMİ GÖRÜNMÜYOR..AMA MADDEYİ ÇEKMESİYLE BİLİNİYOR)) ve o Mâbûd-u Ezelînin (BAŞLANGICI OLMAYAN KENDİSİNE SADECE İBADET EDİLECEK OLAN ALLAHIN) şeriat-ı fıtriye-i kübrâsının,(BÜYÜK YARATILIŞLA İLGİ ŞERİATININ YANI ADETULLAHIN) mânevî ve yalnız vücud-u ilmîsi(İLMİ OLARAK VAR OLAN) bulunan ahkâmlarını(KANUNLARINI) ve düsturlarını, birer mevcud-u haricî(MADDİ VE HAKİKİ BİR VARLIĞI OLAN OLARAK) ve maddî birer madde tahayyül (HAYAL)ederek, kudret-i İlâhiyenin (ALLAHIN KUDRETİNİN) yerine, o ilim ve kelâmdan gelen ve yalnız vücud-u ilmîsi (İLMİ OLARAK VAR )bulunan o kanunları ikame etmek ve ellerine icad vermek, sonra da onlara "tabiat" namını takmak ve yalnız bir cilve-i kudret-i Rabbâniye (ALLAHIN KUDRETİNİN BİR YANSIMASI) olan kuvveti, bir zîkudret(KUDRET SAHİBİ) ve müstakil(KENDİ BAŞINA ,TEK) bir kadîr (KUDRET SAHİBİ) telâkki etmek(KABUL ETMEK YANİ TABİATI KENDİLİĞİNDEN KUDRET SAHİBİ OLDUĞUNU KABUL ETMEK), misaldeki vahşîden bin defa aşağı bir vahşettir.
 

ademyakup

Well-known member
Elhasıl, tabiiyyunların(TABİATA TAPANLARIN), mevhum (OLMADIĞI HALDE VAR SANILAN) ve hakikatsiz, tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-i hariciye sahibi ise, ancak bir san'at olabilir, sâni (SANATI YAPAN) olamaz. Bir nakıştır, nakkaş(NAKIŞI YAPAN) olamaz. Ahkâmdır(KANUNDUR), hâkim (KANUN YAPAN) olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir(FITRI ŞERİATTIR) , şâri'(ŞERİATI KOYAN) olamaz. Mahlûk bir perde-i izzettir(İZZETİN PERDESİDİR), hâlık(YARATICI) olamaz. Münfail(TESİR ALTINDA KALAN) bir fıtrattır, fâtır (YARATICI) bir fâil(FİİLİ HAKEDEN) olamaz. Kanundur, kudret değildir, kadîr olamaz. Mistardır(vasıtadır), masdar (kaynak)olamaz.
 

ademyakup

Well-known member
Elhasıl: Madem mevcudat var. Madem On Altıncı Notanın başında denildiği gibi, mevcudun vücuduna, taksim-i aklî ile, dört yoldan başka yol tahayyül edilmez. O dört cihetten üçünün-herbirinin üç zâhir muhallerle-butlanı(BATIL OLDUĞU) katî(KESİN) bir surette ispat edildi. Elbette, bizzarure(ZARURETEN) ve bilbedâhe(AÇIKÇA), dördüncü yol olan vahdet(BİRLİK) yolu, katî (KESİN) bir surette ispat olunuyor.
O dördüncü yol ise, baştaki
b723.gif

"Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah hakkında şüphe olur mu?" İbrahim Sûresi: 14:10.
-âyeti, şeksiz ve şüphesiz, bedâhet(AÇIK) derecesinde, Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun uluhiyetini ve herşey doğrudan doğruya dest-i kudretinden çıktığını ve semâvat ve arz kabza-i tasarrufunda bulunduğunu gösteriyor.
 

ademyakup

Well-known member
Ey esbabperest(SEBEBE TAPAN) ve tabiata tapan biçare(ÇARESİZ) adam! Madem herşeyin tabiatı, herşey gibi mahlûktur(YARATILMIŞTIR); çünkü san'atlıdır ve yeni oluyor. Hem her müsebbeb (NETİCE) gibi, zâhirî (GÖRÜNÜŞTEKİ) sebebi dahi masnudur(SANATLIDIR). Ve madem herşeyin vücudu pek çok cihazat ve âletlere muhtaçtır.

O halde, o tabiatı icad eden ve o sebebi halk eden bir Kadîr-i Mutlak (SONSUZ KUDRET SAHİBİ) var. Ve o Kadîr-i Mutlakın ne ihtiyacı var ki, âciz vesâiti(SEBEPLERİ) rububiyetine(TERBİYECİLİĞİNE) ve icadına teşrik(ORTAK) etsin? Hâşâ!

Belki doğrudan doğruya, müsebbebi(NETİCEYİ) sebep ile beraber halk ederek(YARATARAK), cilve-i esmâsını(İSİMLERİNİN GÖRÜNTÜSÜNÜ) ve hikmetini göstermek için, bir tertip(SIRAYA DİZME) ve tanzim (DÜZEN) ile zâhirî(GÖRÜNÜŞTE) bir sebebiyet, bir mukarenet(YAKINLIK) vermekle, eşyadaki zâhirî kusurlara, merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci(KAYNAK) olmak için, esbab (SEBEB)ve tabiatı(KANUNLARI) dest-i kudretine(KUDRET ELİNE) perde etmiş, izzetini o suretle muhafaza etmiş.

Acaba bir saatçi, saatin çarklarını yapsın, sonra saati çarklarla tertip edip(SIRAYA DİZİP) tanzim etsin(DÜZELTSİN), daha mı kolaydır? Yoksa harika bir makineyi o çarklar içinde yapsın, sonra saatin yapılmasını o makinenin câmid (CANSIZ) ellerine versin, tâ saati yapsın, daha mı kolaydır? Acaba imkân(OLABİLİRLİK) haricinde(DIŞINDA) değil midir? Haydi, o insafsız aklınla sen söyle, sen hâkim ol.

Veyahut bir kâtip mürekkep, kalem, kâğıdı getirdi. Onunla kendi bizzat o kitabı yazsa daha mı kolaydır? Yoksa o kâğıt, mürekkep, kalem içinde, o kitaptan daha san'atlı, daha zahmetli, yalnız o tek kitaba mahsus olarak bir yazı makinesi icad etsin, sonra o şuursuz makineye "Haydi, sen yaz" desin de kendi karışmasın, daha mı kolaydır? Acaba yüz defa yazıdan daha müşkül değil midir?

Eğer desen: Evet, bir kitabı yazan makinenin icadı o kitaptan yüz defa daha müşküldür(ZORDUR). Fakat o makine, aynı kitabın birçok nüshalarını (KOPYALARINI)yazmasına vasıta olmak cihetiyle, belki bir kolaylık var.
 

ademyakup

Well-known member
Elcevap: Nakkaş-ı Ezelî(BAŞLANGICI OLMAYAN NAKKAŞ OLAN ALLAH), hadsiz(SINIRSIZ) kudretiyle, nihayetsiz(SONSUZ) cilve-i esmâsını(İSİMLERİNİN GÖRÜNTÜSÜNÜ) her vakit tazelendirmekle ayrı ayrı şekilde göstermek için, eşyadaki teşahhusları (ŞAHISLARI) ve hususî simaları öyle bir surette halk etmiştir ki, hiçbir mektub-u Samedânî (ALLAHIN MEKTUBLARI OLAN VARLIKLARIN ŞEKİLLERİ,SİMALARI)ve hiçbir kitab-ı Rabbânî,(RABBANİ KİTAP OLAN CANLILAR) diğer kitapların aynı aynına olamıyor(MESELA BİR İNSAN MEKTUBDUR,AYNI ZAMANDA KİTAPDIR.BU İNSAN DİĞER 7 MİLYAR HİÇBİR İNSANA BENZEMİYOR.HELE SİMASI ,FITRATI TAM AYNI DEĞİL).

Alâküllihal(İSTER İSTEMEZ), ayrı mânâları ifade etmek için, ayrı bir siması bulunacak. Eğer gözün varsa, insanın simasına(YÜZÜNE) bak, gör ki: Zaman-ı Âdem'den(ADEM BABAMIZDAN) şimdiye kadar, belki ebede kadar, bu küçük simada,(YÜZDE) âzâ-yı esasîde(AZALARI AYNI YANİ HEPSİNDE İKİ KULAK,BURUN,GÖZ,EL,AYAK VAR) ittifakla beraber, herbir sima(YÜZ), umum (BÜTÜN İNSAN )simalara(YÜZLERİNE) nispeten, herbirisine karşı birer alâmet-i farikası(FARKLILIK ÖZELLİĞİ) var olduğu kat'iyen(KESİN) sabittir.

Bunun için, herbir sima(YÜZ) ayrı bir kitaptır. Yalnız san'atın tanzimi (DÜZENİ)için ayrı bir yazı takımı ve ayrı bir tertip(SIRALAMA) ve telif ister. Ve maddelerini hem getirmek, hem yerleştirmek ve hem de vücuda(VARLIĞA) lâzım olan herşeyi derc etmek(YERLEŞTİRMEK) için, bütün bütün başka bir tezgâh ister.

Haydi, farz-ı muhal(FARZ EDELİM,OLMAZ OLUR KABUL EDELİM) olarak, tabiata bir matbaa nazarıyla baktık. Fakat bir matbaaya ait olan tanzim ve basmak, yani, muayyen(BELLİ OLAN) intizamını(DÜZENİNİ) kalıba sokmaktan başka, o tanzimin(DÜZENİN) icadından, icadları yüz derece daha müşkül(ZOR) bir zîhayatın(CANLININ) cismindeki maddeleri aktâr-ı âlemden(ALEMİN HER TARAFINDAN) mizan-ı mahsusla (MAHSUS ÖLÇÜLE) ve has bir intizamla (DÜZENLE) icad etmek ve getirmek ve matbaa eline vermek için, yine o matbaayı icad eden Kadîr-i Mutlakın (ALLAHIN) kudret ve iradesine muhtaçtır. Demek bu matbaalık ihtimali ve farzı, bütün bütün mânâsız bir hurafedir.(MASALDIR).

İşte bu saat ve kitap misalleri gibi, Sâni-i Zülcelâl,(SONSUZ CELAL SAHİBİ SANATKAR) Kadîr-i Külli Şey(HERŞEYE GÜCÜ YETERN ALLAH), esbabı(SEBEBİ) halk etmiş(YARATMIŞ), müsebbebâtı da(NETİCELERİ DE) halk ediyor. Hikmetiyle, müsebbebâtı (NETİCELERİ) esbaba (SEBEBE )bağlıyor(YANİ ÇOÇUK OLACAK,AMA ANNE BABA SEBEP...YUMURTA YARATILACAK AMA TAVUK SEBEB..BU SEBEBLERE TESİR VERMEMİŞ.BUNLAR SADECE SEBEB.HALK EDEN YARATAN ALLAH)

. Kâinatın harekâtının tanzimine (DÜZENİNE) dair kavânîn-i âdetullahtan (ALLAHIN SÜNNET KANUNLARINDAN)ibaret olan şeriat-ı fıtriye-i kübrâ-yı İlâhiyenin(İLAHİ BÜYÜK FITRİ kanunların) bir cilvesini(GÖRÜNTÜSÜNÜ) ve eşyadaki o cilvesine yalnız bir ayna ve bir mâkes(AKSEDİLEN YER) olan tabiat-ı eşyayı(EŞYANIN TABİATINI,MAHİYETİNİ), iradesiyle tayin etmiştir. Ve o tabiatın vücud-u haricîye(MADDİ VARLIĞA) mazhar (SAHİP) olan veçhini(TARaFINI), kudretiyle icad etmiş ve eşyayı o tabiat üzerinde halk etmiş, birbirine mezc etmiş(KATMIŞ).

Acaba gayet derecede mâkul(akla uygun) ve hadsiz bürhanların (delillerin)neticesi olan bu hakikatin kabulü mü daha kolaydır? Acaba vücub(OLMAMASI MÜMKÜN OLMAYAN) derecesinde lâzım değil midir? Yoksa câmid(CANSIZ), şuursuz(AKILSIZ), mahlûk(YARATILMIŞ), masnu, (SANATLI) basit olan o sebep ve tabiat dediğiniz maddelere, herbir şeyin vücuduna lâzım hadsiz cihazat ve âlâtı verip hakîmâne(BELLİ GAYEYE YÖNELİK) , basîrâne olan işleri kendi kendilerine yaptırmak mı daha kolaydır? Acaba imtinâ (MÜMKÜN OLMAYAN) derecesinde imkân haricinde(DIŞINDA) değil midir? Senin o insafsız aklının insafına havale ediyoruz.

Münkir(İNKARCI) ve tabiatperest(TABİATA TAPAN) diyor ki: "Madem beni insafa davet ediyorsun. Ben de diyorum ki: Şimdiye kadar yanlış gittiğimiz yol hem yüz derece muhal(İMKANSIZ), hem gayet zararlı ve nihayet derecede çirkin bir meslek olduğunu itiraf ediyorum. Sabık(GEÇMİŞ) tahkikatınızdan, zerre miktar(AZICIK) şuuru (AKLI) bulunan anlayacak ki, esbaba(SEBEBE), tabiata icad vermek mümtenidir(MÜMKÜN DEĞİLDİR), muhaldir(İMKANSIZDIR). Ve herşeyi doğrudan doğruya Vâcibü'l-Vücuda (ALLAHA) vermek vâciptir, zarurîdir. Elhamdü lillâhi ale'l-îmân deyip İmân ediyorum.
 

ademyakup

Well-known member
Yalnız bir şüphem var: Cenâb-ı Hakkın Hâlık olduğunu kabul ediyorum. Fakat bazı cüz'î esbabın(SEBEPLERİN) ehemmiyetsiz şeylerde icada müdahaleleri ve bir parça medh ü senâ (ÖVGÜ)kazanmaları, saltanat-ı rububiyetine ne zarar verir? Saltanatına noksaniyet gelir mi?"
Elcevap:
Bazı risalelerde gayet katî ispat ettiğimiz gibi, hâkimiyetin(HÜKÜMDARLIĞIN) şe'ni(GEREĞİ), müdahaleyi reddetmektir. Hattâ, en ednâ(ZAYIF) bir hâkim, bir memur, daire-i hâkimiyetinde oğlunun müdahalesini kabul etmiyor. Hattâ, hâkimiyetine müdahale tevehhümüyle(VEHMİYLE), bazı dindar padişahlar, halife oldukları halde mâsum evlâtlarını katletmeleri, bu redd-i müdahale(KENDİ İŞİNE BAŞKASININ KARIŞMASINI REDETME ) kanununun hâkimiyette(HÜKÜMVERMEDE) ne kadar esaslı hükmettiğini gösteriyor. Bir nahiyede(İLDE) iki müdürden tut, tâ bir memlekette iki padişaha kadar, hâkimiyetteki istiklâliyetin(BAĞIMSIZLIĞIN) iktiza ettiği(GEREKTİRDİĞİ) men-i iştirak(ORTAKLIĞI MEN) kanunu, tarih-i beşerde(İNSAN TARİHİNDE) çok acip hercümerc(KARIŞIKLIK) ile kuvvetini göstermiş.

Acaba âciz ve muavenete(YARDIMA) muhtaç insanlardaki âmiriyet(EMİRVERME) ve hâkimiyetin(HÜKÜMDARLIĞIN) bir gölgesi bu derece müdahaleyi reddetmeyi ve başkasının müdahalesini men etmeyi ve hâkimiyetinde (HÜKÜMVERMEDE) iştirak(ORTAK) kabul etmemeyi ve makamında istiklâliyetini(BAĞIMSIZLIĞINI) nihayet taassupla muhafazaya çalışmayı gör;

sonra, hâkimiyet-i mutlaka(SINIRSIZ HÜKÜMDARLIK) rububiyet derecesinde; ve âmiriyet-i mutlaka (SINIRSIZ EMİRVERME) ulûhiyet derecesinde; ve istiklâliyet-i mutlaka(SINIRSIZ BAĞIMSIZLIK) ehadiyet derecesinde; ve istiğnâ-yı mutlak(SINIRSIZ MUHTAÇ OLMAMA) kadîriyet-i mutlaka derecesinde biR
Zât-ı Zülcelâlde, bu redd-i müdahale ve men-i iştirak(ORTAKLIĞI MEN) ve tard-ı şerik(ORTAKLIĞI TARD ETME), ne derece o hâkimiyetin (HÜKÜMDARLIĞIN) zarurî bir lâzımı ve vâcip bir muktezası (GEREĞİ) olduğunu, kıyas edebilirsen et.
 

ademyakup

Well-known member
Amma ikinci şık şüphen ki: Bazı esbab, bazı cüz'iyâtın bazı ubudiyetlerine (İBADETLERİNE) merci(KAYNAK) olsa, o Mâbûd-u Mutlak (SINIRSIZ KENDİSİNE İBADET EDİLEN) olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücuda (ALLAHA) müteveccih(YÖNELMİŞ), zerrattan seyyârâta kadar mahlûkatın ubudiyetlerinden(İBADETLERİNDE) ne noksan gelir?
Elcevap: Şu kâinatın Hâlık-ı Hakîmi, kâinatı bir ağaç hükmünde halk edip, en mükemmel meyvesini zîşuur(AKIL SAHİBİ), ve zîşuurun içinde en câmi meyvesini insan yapmıştır. Ve insanın en ehemmiyetli, belki insanın netice-i hilkati(YARATILIŞININ NETİCESİ) ve gaye-i fıtratı(FITRATININ ,VİCDANININ GAYESİ) ve semere-i hayatı (HAYATININ MEYVESİ) olan şükür ve ibadeti, o Hâkim-i Mutlak(SINIRSIZ HÜKÜMDAR) ve Âmir-i Müstakil(TEK EMİR VEREN OLAN ALLAH), kendini sevdirmek ve tanıttırmak için kâinatı halk eden o Vâhid-i Ehad,(TEK OLAN ALLAH) bütün kâinatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi? Bütün bütün hikmetine zıt olarak, netice-i hilkati ve semere-i kâinatı abes (BOŞ,FAYDASIZ) eder mi? Hâşâ ve kellâ, hem hikmetini ve rububiyetini inkâr ettirecek bir tarzda, mahlûkatın ibadetlerini başkalara vermeye rıza gösterir mi? Hiç müsaade eder mi? Ve hem hadsiz bir derecede kendini sevdirmeyi ve tanıttırmayı ef'âliyle (FİİLLERİYLE,MESELA RIZIK VERMESİ BİR FİİLDİR.BUNUNLA) gösterdiği halde, en mükemmel mahlûkatının şükür ve minnettarlıklarını, tahabbüb(SEVGİ) ve ubudiyetlerini başka esbaba vermekle kendini unutturup, kâinattaki makasıd-ı âliyesini(YÜKSEK GAYESİNİ) inkâr ettirir mi?

Ey tabiatperestlikten (TABİATA TAPMAKTAN) vazgeçen arkadaş, haydi sen söyle.

O diyor: "Elhamdü lillâh, bu iki şüphem hallolmakla beraber, vahdâniyet-i İlâhiyeye dair ve Mâbûd-u Bilhak O olduğuna ve Ondan başkaları ibadete lâyık olmadığına o kadar parlak ve kuvvetli iki delil gösterdin ki, onları inkâr etmek, güneşi ve gündüzü inkâr etmek gibi bir mükâberedir."
 

ademyakup

Well-known member
inşaallah bu çalışmamız..çok kimseye tabiat risalesini anlamaya vesile olur.Zaten amacımız tabiat risalesinin bir nebze olsada anlaşılmasına vesile olmak idi.Gayemiz rıza ilahi.O razı olursa inşallah.bu tabiat risalesini okuyanlar ..anlarlar ve bize dua ederler...burda yazılanları isteyen başka forumlarada ekleyebilirler..
 

ademyakup

Well-known member
Başka forumda miftah123 kardeş sormuş:

Çalışmalarınızdan dolayı Allah razı olsun, inşaAllah istifade etmeye çalışacağım. Benim kafama takılan bir soru var ? Buradaki büyük ve birbirine zıt olan tabirinden ne anlamalıyız ? Sebeplerin birbirine zıt olması ne demektir, açıklar mısınız ?

cevab ademyakup;

sebepler sağır,cahil,kaba ...ama sebeplerin,sebep oldukları ise tamamen sanatlı,bedi,gayeli ,amaçlı,şuurlu...işte bunlar sebeplerin zıddı...

yumurta sebep..ama şuursuz,sağır...bakıyorsun böyle bir sebpden,sanatlı,eşsiz,hayatlı civciv çıkıyor...

bu ise sebebin zıttı demektir...işte şayet sebep yapsaydı..kendine zıt olan bu şeylerinde sebebde olması lazım...

yani neticedeki şeyler,neticeye sebep olanın zıttı..dır demek isteniyor..

zıttı olunca nasıl yapacak...

mesela atomlar sebep hemde cansızdır,camiddir,akılsızdır,şuursuzdur.....ama bunlardan hayatlı ağaçlar şuurlu canlılar,sanatlı mahluklar yaratılıyor..bunlarda sebep olan atomun tamemen zıttıdır...
 

ademyakup

Well-known member
Nasıl ki küfür, mevcudata karşı bir tahkirdir; terk-i ibadet dahi, kâinatın kemâlâtını bir inkârdır.

Yazar: Sorularla Risale, 26-10-2006

Ağaca değer kazandıran meyveleridir. Her tarafa dal budak salmış muhteşem bir meyve ağacı, meyve vermiyorsa onun mükemmelliğinden söz edilemez.

Muhteşem bir sarayda, sultanı tanımayan hatta onu inkâr eden asiler yerleşmişlerse, bu hâl o sarayın değerini düşürür. Bu asilerin devlet güçleriyle çatışmaya girmeleri halinde, sarayın yerle bir edilmesinde bir sakınca görülmez.Bir fuarın bütün ziyaretçileri ticaretle ve sanatla hiç ilgisi olmayan kimselerse, o sergilere, galerilere, reyonlara kimse iltifat etmiyorsa, fuarın kuruluş gayesinin yerine geldiği söylenemez.

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” mealindeki ayet-i kerimenin verdiği habere göre, insanların yaratılış gayesi, Allah’ı tanımak, O’na iman ve ibadet etmek, O’nun rıza çizgisinde yürümektir. Bütün varlıkların, kendilerine verilen görevleri aksatmadan yerine getirmekle yaptıkları ibadetler, insanda kemâlini bulmuş ve son noktasına varmıştır.

Her şey Allah’ı tespih eder, ama bu tespihin en mükemmel şeklini insan icra eder. Melekler de bu kâinattaki İlâhî eserleri tefekkür ederler, lakin bu tefekkürün de en ileri seviyesini insan ortaya koyar.İbadetin zıddı isyandır. Allah’ın rızası yolunda yürümeyen insan, isyan yolunu tutuyor demektir. İsyan ise “kâinatın kemâlâtını inkâr”dır. Çünkü, isyan eden insan da kâinat ağacının bir meyvesidir ve bütün bir ağacı, kendi isyanına hizmet ettirmektedir. İbadetsiz birine yol göstermek, güneş için bir kemâl olmadığı gibi, böyle birinin kanını temizlemek de hava için bir kemâl değildir. Aynı şekilde, böyle birini sırtında gece gündüz gezdirmek de yer küresi için kemâl sayılamaz.

İnsanın hizmetine verilen bütün varlıklar ve yine insana ihsan edilen bütün duygular ve organlar bu mânâda değerlendirildiğinde, ibadeti terk etmenin şu muhteşem kâinatın kemâlini görmemek ve gafletle perdelemek olacağı daha iyi anlaşılır.
 

ademyakup

Well-known member
"Herbir zîhayat, elbette zîhayat bir macundur. Ve herbir nebat, hayattar bir tiryak gibidir ki, çok müteaddit eczalardan, çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçüyle alınan maddelerden terkip edilmiştir." cümlelerini açıklar mısınız?

Yazar: Sorularla Risale, 08-4-2009

İnsan eczanesindeki ilaçlar ve ilaçların hammaddeleri, nasıl hassas mizanları ve ölçüleri ile hikmetli bir kimyageri akla gösteriyor, aynı şekilde kainat eczanesindeki canlı ve bitkiler de, o ilaç ve hammaddeler gibi hassas mizan ve ölçüleri ile nihayetsiz hikmet sahibi Allah’ı akla gösteriyor.

İnsan eczanesindeki ilaçlar ve hammaddeler, kainat eczanesindeki canlı ve bitkilerler ile eş değerde, hatta canlı ve bitkiler daha mükemmel olarak gösteriliyor.
Bir ilacı tesadüfe vermek nasıl imkansız ise; bir elma ya da fosfatı tesadüfe vermek o denli imkansız denmek isteniyor. Zihayatın macun olması, hammadde noktasından, bitkilerin ilaç olması da hem yaratılış hem de fayda noktasından, ilaçtan daha hikmetli olmasına bakıyor.
 

ademyakup

Well-known member
Bir mevcudun vahdeti varsa, elbette bir vâhidden, bir elden sudur edebilir..." cümlesini ve Üçüncü Muhali açıklar mısınız?
Yazar: Sorularla Risale, 10-4-2009
"ÜÇÜNCÜ MUHAL"
"
20756-arapca-1.jpg
kaide-i mukarreresiyle, "Bir mevcudun vahdeti varsa, elbette bir vâhidden, bir elden sudur edebilir." Hususan o mevcut, gayet mükemmel bir intizam ve hassas bir mizan içinde ve câmi bir hayata mazhar ise, bilbedâhe, sebeb-i ihtilâf ve keşmekeş olan müteaddit ellerden çıkmadığını, belki gayet kadîr, hakîm olan birtek elden çıktığını gösterdiği halde; hadsiz ve câmid ve cahil, mütecaviz, şuursuz, karmakarışıklık içinde, kör, sağır esbab-ı tabiiyenin karmakarışık ellerine -hadsiz imkânat yolları içinde ve içtima ve ihtilâtla o esbabın körlüğü, sağırlığı ziyadeleştiği halde- o muntazam ve mevzun ve vâhid bir mevcudu onlara isnad etmek, yüz muhali birden kabul etmek gibi akıldan uzaktır."
(1)
Bir köyde iki muhtar, bir vilayette iki vali olsa, orada intizam ve ahenk kalmaz. Ya da bir köyde veya vilayette birlik ve ahenk var ise; orada hakim ve müdebbir tek ve birdir demektir. Bir yere çok eller karışır ise, orada karmaşa ve anarşi hüküm sürer, birlik ve ahenk kalmaz. İşte "bir mevcudun vahdeti varsa" cümlesinde Üstad, bu manaya işaret ediyor.

Bu noktadan kainata dikkat ile bakıldığında, kainatta muazzam bir birlik ve intizam hükmediyor. Bu da usta ve sanatkarının tek ve yekta olduğunu, akla kati bir surette ispat ediyor. Şayet kainata çok eller müdahale etse idi; karmaşa ve anarşi, bu muazzam intizam ve ahengi yerle bir eder, her şey harap olurdu. Bir de bu kainatta birlik ve intizamın yanında, mevcudat mükemmel bir sanat ve ölçü içerisinde ise; çok eller hükmünde olan sebeplerin müdahil olmadıkları, zahir bir şekilde sabit olur. Zira çok ellerin müdahil olduğu bir yerde, karmaşa ve ihtilaf hakim olur. Karmaşa ve ihtilafın hükmettiği bir yerde de, intizam ve ölçü kalmaz.

Demek kainattaki muazzam intizam ve ölçü, kudret ve iradesi sonsuz olan bir zata işaret ve delalet ediyor. Bütün bu intizamlı ve ölçülü işler, ancak O’nun nihayetsiz kudret ve iradesinden çıkabilir, diye akla ispat ediyor. Yoksa ilim, irade ve kudretten yoksun olan; kör, sağır ve cansız sebepler, kainatta işleyip icraat yapmıyorlar. Onlar ancak Allah’ın sonsuz kudret ve iradesinin birer bahanesi, birer perdeleri hükmündeler.
"Haydi, bu muhalden kat-ı nazar, esbab-ı maddiyenin elbette tesirleri, mübaşeretle ve temasla olur. Halbuki, o esbab-ı tabiiyenin temasları, zîhayat mevcutların zâhirleriyledir. Halbuki görüyoruz ki, o esbab-ı maddiyenin elleri yetişmediği ve temas edemedikleri o zîhayatın bâtını, on defa zâhirinden daha muntazam, daha lâtif, san'atça daha mükemmeldir. Esbab-ı maddiyenin elleri ve âletleriyle hiçbir cihetle yerleşemedikleri, belki tam zâhirine de temas edemedikleri küçücük zîhayat, küçücük hayvancıklar, en büyük mahlûklardan daha ziyade san'atça acip, hilkatçe bedî bir surette oldukları halde, o câmid, cahil, kaba, uzak, büyük ve birbirine zıt olan sağır, kör esbaba isnad etmek, yüz derece kör, bin derece sağır olmakla olur."(2)
Maddi alemde tesir ve tedbir ancak temas ile olur. Yani dokunmadan ve temas etmeden, bir şeye tedbir ve tesir etmek mümkün değildir. Mesela; insan bir bardak su içmek için, eli ile bardağı kavramadan, onu tutmadan suyu içemez. Madem maddi alemde işler temas ve dokunmak ile oluyor, sebepler kainatta yaratıyor ise; sebeplerin de her şeye temas ve dokunmak ile tesir ve tedbir etmesi gerekir. Halbuki sebepler, mevcudatın ancak zahir kısmı ile temas halindeler, mevcudatın bir de iç yüzleri ve batınları var. Mevcudatın iç yüzleri ve batınları dış yüzlerinden daha mükemmel bir sanat ve incelik içindeler. Sebeplerin ise bu mevcudatın iç yüzleri ile temas ve münasebeti görünmüyor.

Demek sebepler yaratmıyorlar. Sebeplerin ekseri olarak, fıtratları kaba ve tahripkardır. En büyük dört sebep olan toprak, su, ateş ve hava; hepsinin tabiatı kaba ve tahripçidir. Mesela; insanın hassas ve nazik olan ciğer ve gözüne şu unsurlar temas etse insan ölür. Topraktan az bir miktar ciğere gitse insan anında ölür. Demek sebepler, mevcudatta hakiki fail ve yaratıcı değiller. Kainatta her şeyin en ince haline nüfuz ederek tedbir ve tasarruf eden Allah’ın irade ve kudretidir; yoksa kaba, tahripkar, kör, cansız ve şuursuz sebepler değildir.
 

ademyakup

Well-known member
Şu halde, iki sineğin iğne ucu gibi parmakları yerleşmeyen o hücrecikte, erkân-ı âlem ve anâsır ve tabâyiin, maddeten içinde bulunup.. Cümlesini açar mısınız?

Yazar: Sorularla Risale, 15-4-2009

Otuzuncu Lem'a ism-i fert' bahsinde geçen bu ifade, şirkin muhaliyetine getirilen en önemli delillerden biridir. Mezkur risalede de ifade edildiği gibi, her zihayat bir hülasa ve özetten yaratılmıştır. Özetini kim yaratmışsa, açılımını da o yaratmıştır. Her ağaç, bir çekirdekten çıkmaktadır. Ağacın yaratılmasında şerik kabul edilmesi halinde, çekirdeğin yapılmasında da şerikin kabul edilmesi lazımdır. Zira ağacı kim yaptıysa çekirdeği de o yapmıştır. İnsanı kim yaptıysa, spermi de o yapmıştır. Kuşları kim yaptıysa, yumurtaları da o yapmıştır.

Halbuki; bir çekirdeğin içine iki sineğin parmağı dahi girip işleyemez. Kaldı ki iki şerik, bir çekirdekte iş görebilsin; bu mümkün mü? denmektedir.
 

ademyakup

Well-known member
İşte bu saat ve kitap misalleri gibi, Sâni-i Zülcelâl, Kadîr-i Külli Şey, esbabı halk etmiş, müsebbebâtı da halk ediyor... Cümlesini devamıyla izah eder misiniz?

Yazar: Sorularla Risale, 15-4-2009

Sebep ve müsebbep, her ikisi de yaratılıyor ve her ikisini de yaratan Allah'tır. Ancak hikmetler dünyasının icabı olarak, gerek sebebin hilkatinde ve gerekse müsebbebin yaratılmasında bazı kanun silsileleri kendini gösteriyor. Bu kanunları eşyanın mahiyetine yerleştiren yine Allah'tır.

Mesela, yumurtanın mahiyetine tavus kuşu olma programı olan özelliği ALLAH koymuş. Ayrıca kuş oluncaya kadar takip edilen süreci de bir kanuna bağlayan yine Allah'tır. Biz buna, yumurtanın tabiatı diyoruz. Gerçekte ise bu, şeriat-ı fıtriye-i kübra-yı ilahiyenin bir cilvesininin eşyada tecellisinden ibarettir. Bu yumurtalık özelliği olan programın daha sonra açılıp ve maddi şekil kazanması da yine Allah'ın kudretiyledir. Yoksa programın kendisi, maddi bir şekil meydana getirmiyor.

Allah, eşyanın o maddi vechesini yaratırken, o eşyadaki özelliğe göre yaratıyor. Yani, Allah'ın kudreti hangi şeyi yaratırsa kavanini adet dediğimiz programa göre yaratıyor.

Maddecileri de aldatan bu inceliği fark etmemeleridir. Eğer yumurtadan elma, elmadan da tavuk çıkmış olsaydı, belki o zaman dışarıdan farklı bir iradenin müdahalesini kabul edeceklerdi. Zira onlar, "yumurtadan zaten tavuk çıkar" demek suretiyle, yaratılışı Allah'a vermek istemiyorlar.

Halbuki, hem yumurtalık özelliğini ve hem de o özellik istikametinde maddi şekli verip yaratan Allahtır.
 

ademyakup

Well-known member
Eğer mevcudatta, hususan zîhayatta görünen, basîrâne, hakîmâne olan san'at ve icad Şems-i Ezelînin kalem-i kader ve kudretine verilmezse... Diye başlayan bölümü açıklar mısınız?

Yazar: Sorularla Risale, 21-5-2009

"Eğer mevcudatta, hususan zîhayatta görünen, basîrâne, hakîmâne olan san'at ve icad Şems-i Ezelînin kalem-i kader ve kudretine verilmezse, belki kör, sağır, düşüncesiz olan tabiata ve kuvvete isnad edilse, lâzım gelir ki, tabiat, icad için herşeyde hadsiz mânevî makine ve matbaaları bulundursun; veyahut herşeyde kâinatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet derc etsin. Çünkü, nasıl şemsin cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerrecik cam parçalarında ve katrelerde görünüyor. Eğer o misalî ve aksî güneşçikler semâdaki tek güneşe isnad edilmese, lâzım gelir ki, bir kibrit başı yerleşmeyen bir zerrecik cam parçasında tabiî, fıtrî ve güneşin hâsiyetlerine mâlik, zâhiren küçük, mânen çok derin bir güneşin haricî vücudunu kabul ederek, zerrât-ı zücâciye adedince tabiî güneşleri kabul etmek lâzım geldiği gibi; aynen bu misal gibi, mevcudat ve zîhayat doğrudan doğruya Şems-i Ezelînin cilve-i esmâsına verilmezse, herbir mevcutta, hususan herbir zîhayatta, hadsiz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı, bir kuvveti, adeta bir ilâhı, içinde kabul etmek lâzım gelir. Bu tarz-ı fikir ise, kâinattaki muhâlâtın en bâtılı, en hurafesidir. Hâlık-ı Kâinatın san'atını mevhum, ehemmiyetsiz, şuursuz bir tabiata veren insan, elbette yüz defa hayvandan daha hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir."(1)

Kainatta var olan her eşya, gayet derecede mükemmel, sanatlı, hikmetli ve estetik bir şekilde bulunuyor. Bu da eşyanın ustasının gayet derecede ilimli, hikmetli, her şeyi gören ve işiten ve her şeye gücü yeten bir Zat olduğunu akla ispat ediyor.

Tabiatçılığı savunan kafirler ise; bu hikmetli ve gayeli eşyayı ilimsiz, hikmetsiz, cansız ve şuursuz olan tabiat veya sebepler yapıyor diye iddiada bulunuyorlar. Halbuki cansız bir şey canlı bir şeyi, ilimsiz bir şey ilimli bir şeyi, hikmet sahibi olmayan bir şey de hikmetli bir şeyi yapamaz ve yaratamaz. Bu yüzden kainatta var olan bu mükemmel ve hikmetli eşyayı, tabiata ve sebeplere havale etmek imkansız bir muhaldir.

Üstad bu hakikati akla yaklaştırmak için güneş örneğini veriyor. Mesela; güneşin her bir parlak şeyde yansımasını gökteki tek bir güneşe vermez isek, o zaman parlak şeyler adedince güneşleri kabul etmek gerekir ki; bu tam bir safsatadır. Her su damlasının içinde güneş var demek, ahmaklığın en derin mertebesidir. Aynı şekilde her bir eşya üstünde tecelli şeklinde görünen ve parlayan hikmet ve ilimlere bakıp, her bir şeyi ilah zannetmek ve onlara uluhiyet sıfatlarını vermek ahmakça bir safsata olur. Kainattaki her bir eşyanın mucid ve müdebbiri Allah’tır demek, sebepler ve tabiat yapıyor demekten daha mantıklı, daha akli, daha isabetli bir görüştür.
 
Üst