Yirmiüçüncü Lema-Tabiat Risalesi.

fütüvvet1

Active member
BİRİNCİSİ:::::
.....
herbir zîhayat(HAYAT SAHİBİPLERİ YANİ BİTKİLER,HAYVANLAR), elbette zîhayat bir macundur. Ve herbir nebat, hayattar bir tiryak gibidir ki, çok müteaddit eczalardan, çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçüyle alınan maddelerden terkip edilmiştir. Eğer esbaba, anâsıra(ELEMENTLERE) isnad edilse ve "Esbab icad etti" denilse, aynen eczahanedeki macunun, şişelerin devrilmesinden vücut bulması gibi, yüz derece akıldan uzak, muhal ve bâtıldır.

burdaki hayattar macunlar zihayatın eczanedeki ilaçlar gibi tiryaklar gibi olması misalini tam uygun bulamadım..
ilaç başka zihayat olan varlıklar başka gibi geliyor..örnekte geçen ecaneedeki ilaçların deva olması nazara verildiğinden zihayatların bu ilaça örneklenrdirilmesi konusundaki izahınızıda okuduğum halde ikna olamadım..

yani benim anladığım şey şu:ilaç hap gibi şurup gibi iğne gibi penisilin gibi şeylerdir değilmi..peki maydanoz elma çam ağacı sinek kaplumbağa vazifeli birer zihayattır..vazifesini yapıyorlar..ve insana hizmet ediyorlar..yani yaşadığımız dünyadaki vazifeleri ile bize lazım olan şeyleri düzenliyorlar..sebep oluyorlar..
aynen ilaç değil yani..
biraz daha iazah edebilirmisiniz..
 

akna

Well-known member
kardeş verilen örnekler akla yakınlaştırmak içindir
elbetteki yaradılış gerçeğini bire bir yansıtamayabilirler
zaten bizim aklımızda nakıs ve kusurlu olduğundan ancak örneklerle idrak edeiliriz

ilaç derken hap, şurup.. vs akla geliyor demişsiniz
bu ilaçlar kendi kendilerine oluşmuyor elette
onları yapan ilim sahibi insanlar var
sadece ilim sahibi olmaları yetmiyor
güç, kuvvet, malzeme, istidat.. bir çok şeyin bir araya gelmesi gerekki
insanlara ya da canlılara şifa vesilesi ilaçlar ortaya çıkabilsin

bir insan diyebilirmiki
rüzgarın esmesi ile, eczahanedeki şişelerin devrilip dökülmeleri
tesadüfen karışmaları ile ortaya bir ilaç çıksın
böyle birşeyi akıl kabul edermi
ilaç için gereken maddeler dökülüp bir araya gelseler dahi
oranları, miktarları uyuşmaz belki zehir olur

işte aynen bunun gibi
bir çiçeğe, bir böceğe, hatta insana baktığımız zaman
çok muntazam ve ölçülü bir şekilde yaratıldıklarını görüyoruz
hem güzel, hem süslü, hem hikmetli, hem faydalı, birbirleri ile alakalı yaratılmış tüm canlılar
birde hepsi birbirlerine benziyorlar ama aslında hepsi bir birinden farklı yaratılmış
yağdırılan milyarlarca kar tanesinin benzeyip birbirinden farklı olması
ya da bir ağacın dallarında bulunan yaprakların birbirine benzemesi fakat farklı olmaları gibi..

şifa vesilesi olan basit bir ilaç dahi
ilim isterken, kuvvet isterken, istidat isterken, cihazat isterken, malzeme isterken..
herşeyden önemlisi kendi kendine olamazken
onu yapan birini isterken
bu kadar mükemmel ve kusursuz yaratılmış mevcudat tesadüf eseri ya da kendi kendine oluşmuş olabilir mi
bunu akıl kabul eder mi !!!

yani ilaç ile hayat sahipleri arasındaki bağlantı
yaratılışlarındaki benzerlik
ve içlerindeki malzemelerin düzenliliğinden dolayı verilmiş diye anlıyorum ben
 

ademyakup

Well-known member
elmada ilaçtır,maydanozda ilaçtır,portakalda ilaçtır,buğdayda ilaçtır,nane bitkiside ilaçtır,ıhlamurda ilaçtır...ette ilaçtır,sütte ilaçtır.

vb..bunlar hep ilaçtır...şimdi yeniden okuyalım:

herbir zîhayat(HAYAT SAHİPLERİ YANİ BİTKİLER,HAYVANLAR), elbette zîhayat bir macundur. Ve herbir nebat, hayattar bir tiryak gibidir ki, çok müteaddit eczalardan, çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçüyle alınan maddelerden terkip edilmiştir.
 

fütüvvet1

Active member
ilaç olma hususiyetlerini biraz daha açabilirmisiniz..

yaratılış gayeleri ilaç dır denebilirmi ?

veya yaratılış hikmetlerinden birisi ilaç olma hususiyetidir denebilirmi ?

czanedeki ilaçlarla tam bir mutabakat kurabilirmiyiz veya ikna edecek kadar da olsa..
 

ademyakup

Well-known member
elmanın insana faydaları ,hurmanın faydaları,balın faydaları,etin faydaları bu noktadan düşünecek olursak bizim için ilaçtır.

bal ilacı yüzer bitkilerden alınarak,yaptırılıyor...gayet dikkat ister..balın yapılması..aynen ilaçı kimyacının yapması gibi.

elmada çok dikkatle farklı maddelerden,elementlerden alınarak yaptırılıyor.

birinde bir element veya madde noksan olsa..ne bal olur nede elma olur...nede kimyacının yaptığı ilaç olur...

her şeyin yaratılışında çok hikmetler vardır...

birisi de bu ilaç olması hikmeti bizlere...
 

ademyakup

Well-known member
Allahın iki tür yaratması vardır..tabiat risalesinde zaten anlatılıyor..biri hiçten diğeri ,ise yarattığı şeylerden inşa ediyor...


inşa da toplama vardır..mesela elementleri bir araya getirerek molekülleri yaratıyor...baldaki gibi bitki özlerini toplattırarak balı yaratıyor...
 

ademyakup

Well-known member
Hâkimiyet-i mutlaka, Rububiyet derecesinde; ve âmiriyet-i mutlaka, Ulûhiyet derecesinde; ve istiklâliyet-i mutlaka, Ehadiyet derecesinde; ve istiğnâyı mutlak, Kadiriyet-i mutlaka derecesinde bir Zât-ı Zülcelâlde...

Yazar: Sorularla Risale, 27-6-2009

Burada özet olarak: Allah'ın Hakimiyeti, Amiriyeti, İstiklaliyeti ve İstiğnasının insanlarınkine benzemediği ve mutlak olduğu, sınırsız olduğu ifade edilmektedir.

Hakimiyet-i mutlaka, Rububiyet derecesinde ifadesini biraz açacak olursak: İnsani sultanlar, belli bir yerin sultanıdırlar. Ama Allah'ın saltanatı sınırsızdır. Diğer tarafatan, insanların hakimiyeti yalnız isimden ibarettir. Her tarafı bizzat kendileri idare etmezler. Yardımcılar vasıtası ile yaparlar. Ama Allah'ın hakimiyeti rububiyet derecesindedir. Yani her şeyi bizzat kendisi terbiye etmekte ve müdahale etmektedir. İşte bu mana rububiyet-i mutlaka ifadesi ile dile getirilmiştir. Yirminci Mektup'ta geçen şu ifadeler de bu cümlenin güzel bir izahı olabilir:

"Yani, nasıl ki ulûhiyetinde ve saltanatında şeriki yoktur; Allah bir olur, müteaddit olamaz. Öyle de, rububiyetinde ve icraatında ve icâdâtında dahi şeriki yoktur.

Bazen olur ki, sultan bir olur, saltanatında şeriki olmaz; fakat icraatında, onun memurları onun şeriki sayılırlar ve onun huzuruna herkesin girmesine mâni olurlar, "Bize de müracaat et" derler. Fakat Ezel-Ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hak, saltanatında şeriki olmadığı gibi, icraat-ı rububiyetinde dahi muinlere, şeriklere muhtaç değildir. Emir ve iradesi, havl ve kuvveti olmazsa, hiçbir şey hiçbir şeye müdahâle edemez. Doğrudan doğruya herkes Ona müracaat edebilir. Şeriki ve muini olmadığından, o müracaatçı adama "Yasaktır, Onun huzuruna giremezsin" denilmez."
(1)

Amiriyet ile uluhiyet arasındaki bağlantı ise, emreden varlık, sıradan bir zat değil, bütün alemlerin Rabbi ve İlahı ünvanı ile bir emeden Allah'tır, denmektedir. Bir onbaşı ile bir yüzbaşının emirlerine olan itaat aynı olmadığı malumdur. Onbaşının emri on kişiye tesir ederken yüzbaşının ve binbaşının emri daha çok kişiye tesir eder. Peki, ya Alemlerin Rabbi olan Allah'ın emirleri...

İstiklal ile Ehadiyet arasındaki bağlantıya gelince: Ehadiyet, Allah'ın birliğini ifade eder. Ancak her mahlukun imdanına bütün isimleri ile ayrı ayrı tecelli eder. Bir masnua tecelli etmesi, diğer mahlukun imdadına koşmasına engel değildir. Mekan ve zaman, istiklaliyetini kayıt altına alamaz. Her zaman, bütün esması ile heryerde mütecellidir denmektedir.

İstiğna ve Kudret arasındaki münasebeti ise şöyle ifade edebiliriz: İstiğna; hiçbir şeye muhtaç olmayacak derecede zengin olmak anlamına gelmektedir. Allah'ın istiğnası, yani zenginliği, sonsuz bir Kudrettir. Sonsuz Kudret ise hiç bir şeye muhtaç olamaz. Her şeyi, her yerde yaratabilen bir kudrettir denilmektedir.
 

ademyakup

Well-known member
Senin vücudunda çalışan zerreler, o münasebâtı bozmamak ve o alâkadarlığı kırmamak için dikkat ediyorlar, öylece ihtiyatla ayaklarını atıyorlar. Sen zâhirî ve bâtınî duygularınla, o zerreler

Yazar: Sorularla Risale, 30-6-2009

Senin vücudunda çalışan zerreler, o münasebâtı bozmamak ve o alâkadarlığı kırmamak için dikkat ediyorlar, öylece ihtiyatla ayaklarını atıyorlar. Güya bütün kâinata bakıyorlar, senin münasebâtını kâinatta görüp öyle vaziyet alıyorlar. Sen zâhirî ve bâtınî duygularınla, o zerrelerin o harika vaziyetine göre istifade edersin.

İnsanın fıtratı ve mahiyeti, hem maddi, hem manevi olarak birbiri ile alakalı ve intizamlı yaratılmıştır. Maddi cesedinde bir arıza olsa, manevi hissiyatını etkiler; manevi bir rahatsızlık olsa, maddi cismini de rahatsız eder.

Maddi bedenimizde bir aza görev yapmadığı zaman, bütün maddi ve manevi intizam çöker ve hayat gider. Batıni duygularımız, belki maddi zerreler ile direkt bağlantısı olmayabilir; ama sistemin parçaları olmasından dolayı her şeyin, her şeyle açık, kapalı direkt ve dolaylı bir alaka ve ilgisi vardır.

İnsanın mahiyetinde vazifeli her şeyin bir biri ile alakası olduğu gibi, bir birinin vaziyetinden ve vazifesinden de faydalanabilir.

Mesela, ruh, manevi ve latif olmasına rağmen, maddi ve kesif olan cesedin azalarından istifade edebiliyor.

Maddi gözün, güzel bir manzarayı seyretmesinden ruh da istifade ediyor. İnsan aleminde, o zerrelerin vaziyet ve vazifelerinden bütün maddi, manevi hissiyatları direkt veya dolaylı istifade ederler. Bu istifade, bazen zahir olur; bazen gizli bir münasebetle olur.
 

ademyakup

Well-known member
Tabiat Risalesi, birinci muhalde anlatılan şey, evrimcilerin insanların nasıl evrimleştiğini savunduğu şeyler mi? Ayrıca o anlatılan üç muhalin herbirini kimler savunuyor, kısaca açar mısınız?

Yazar: Sorularla Risale, 09-7-2009

"Mukaddime

"Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz.

"Birincisi: Evcedethu'l-esbab, yani, "Esbab bu şeyi icad ediyor."

"İkincisi: Teşekkele binefsihî, yani, "Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor."

"Üçüncüsü: İktezathu't-tabiat, yani, "Tabiîdir, tabiat iktiza edip icad ediyor."(1)

Üstad burada küfür ve şirkin temelini oluşturan üç önemli fikri alıp, bunların aklen imkansız ve muhal olduğunu ispat ediyor. Zaten diğer bütün inkar fikirleri de bu üç fikir temeline dayanıyor.

Bunlardan birisi; her şeyin icad edicisi ve yaratıcısı sebepler diyenlerdir. Felsefede bu fikre Determinizm felsefesi deniyor, yani her şey sebep-sonuç ilişkisi ile izah edilir. Üstad bu fikrin esassız ve bozuk olduğunu kati olarak ispat ediyor.

İkinci düşünce ise; her şey tesadüfen kendi kendine oluşuyor fikridir. Bu fikrin batıllığı ve aklen mümkün olmaması çok zahirdir ve Üstad bu fikri de kati bir şekilde çürütüyor.

Üçüncü fikir ise; her şeyin yaratıcısı ve icad edeni tabiattır diyenlerdir. Tabiat dedikleri ise; kainattaki külli unsurların birleşmesinden hasıl olan, zihni ve hayali bir kurgudur. Yani; insan zihninin ürettiği, hakikati olmayan muhayyel bir şeydir. Bu muhayyel şey zamanla müşahhaslaşarak ilahlaştırılmıştır. Günümüzde maddeci felsefenin savunduğu en son ve en geniş fikir; bu tabiat fikridir.

Birinci muhalde anlatılan şey; her şeyi sebepler icad edip yaratıyor diyen felsefi ekole, yani determinizm felsefesine bir cevap veriliyor. Evrim fikrine direkt değil, dolaylı bir cevaptır. Bu muhalde sebeplerin neticeyi yaratmasının imkansızlığı vurgulanıyor.
 

ademyakup

Well-known member
Hakimiyetin şe'ni redd-i müdahaledir,.. cümlesini açıklar mısınız?

Yazar: Sorularla Risale, 18-7-2009

Bir şeye ve bir yere tam anlamı ile hakim olmak, başka birilerinin hakim olmasını reddetmekle mümkündür. Yani bir padişahın bir memlekete tam manası ile hakim olabilmesi, başka padişahların olmamasını gerektirir. Bir memlekette iki padişah hükmediyorsa orda her iki padişah da hakim değildir demektir. Bir padişahın tam hakimiyeti başka hakimlerin reddini gerektirir.

Cüzi ve basit iktidar sahibi olan insanın cüzi hakimiyetinde bu denli başka müdahale ve hakimiyetler mümkün olmaz ise, hakimiyeti ve kudreti sonsuz olan Allah’ın saltanatında hakimiyet ve müdahale muhal içinde muhaldir. Yani Allah’ın sonsuz kudretinde ve saltanatında başkaların müdahale ve hakimiyet sahibi olması imkansız ve muhal bir durumdur.
 

ademyakup

Well-known member
"Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tâbi birer memur olmasalar, o vakit herbir zerre, umum o cesetteki zerrelere hem hâkim-i mutlak, hem herbirisine mahkûm-u mutlak, hem herbirisine misil, hem hâkimiyet noktasında zıt, hem yalnız Vâcibü’l-Vücuda mahsus olan ekser sıfâtın masdarı, menbaı, hem gayet mukayyet, hem gayet mutlak bir surette olmakla beraber, sırr-ı vahdetle yalnız bir Vâhid-i Ehadin eseri olabilen gayet muntazam bir masnu-u vâhidi o hadsiz zerrâta isnad etmek—zerre kadar şuuru olan, bunun pek zâhir bir muhal, belki yüz muhal olduğunu derk eder."(1)

Aynı rütbe ve makamda olan bir bölük asker düşünelim. Bu askerlerin mükemmel bir vaziyet ve nizam oluşturması gerekiyor. Bu vaziyet ve nizamın olabilmesi iki türlü olabilir; birisi bir komutanın hariçten emir ve komutu ile olur. Diğeri ise aynı rütbe ve makamda olan askerlerin biribirine hükmedip hem komutan hem de asker olması ile mümkündür.

İkinci tarz, hem imkansız hem de akıl dışı bir tarzdır. Zira bir askerin hem er, hem de komutan olması; iki zıddın bir arada olmasıdır ki, bu imkansızdır. Tıpkı bir şeyin eş zamanlı olarak hem var, hem de yok olması gibi. İşte misil olması, asker olması anlamında; hakimiyet noktasında zıt olması ise, komutan anlamında kullanılmıştır. Yani asker o nizam ve vaziyete girebilmek için hem emir alan bir er olacak, hem de emir veren bir komutan olacak. Ama hariçten bir komutan bu askerlere o nizam ve vaziyeti kolaylıkla verebilir. Zira komutan, rütbe ve makam olarak askerlerden farklıdır. Askerlerin kayıt ve kuralları komutanı bağlamaz.

Zerreler de misaldeki askerler gibidir. Şayet elmanın vücudundaki çalışan zerreleri, elmanın sanatkarı ve yaratıcısı olarak kabul edersek, o zerreler hem ilah hem de mahluk olmaları gerekir. Zira elmanın oluşumu için hem emir alacak, hem de emir verecek bir vaziyete girmesi gerekir ki, bu tam bir safsatadır.
İlah olan, emir almaz, emir verir, mahkum olmaz, hakim olur, mekanda olmaz, mekandan münezzeh olur. Elma içinde çalışan bir zerre ise, hem mahkum, hem mekan içinde, hem de emir alan bir vaziyettedir. Öyle ise elmanın sahibi ve hakimi Allah’tır, zerreler değildir. İşte zerrelerin hem mahkum, hem hakim olma manası, hem her birisine misil, hem hakimiyet noktasında zıt tabiri ile ifade ediliyor.
Yine, bir zerre hem ebedi ve ezeli ilim sahibi olacak, hem de aynı anda cahil ve kayıtlı bir halde olacak. Bir şey ya ilim sahibidir, ya da cahildir. Aynı anda iki sıfatı taşıması muhaldir. Elmanın vücudunda çalışan sayısız zerreler önem ve vazife bakımından bir birleri ile müsavidirler. Öyle ise biribirlerine ilah olmaları, aynı zamanda biribirlerine köle olmaları, aklın kabul edebileceği bir şey değildir. Yani zerre, hem mutlak bir anlamda kayıtsız olacak, hem de mutlak bir anlamda kayıtlı olacak. Bunlar aklen caiz olmayan şeylerdir.

Esere dikkatle bakıldığında, eserin usta ve sanatkarının bir ve yekta olduğu kesindir. Zira bu eserin bir usta ve sanatkarın elinden çıktığına dair çok deliler vardır.
Mesela, bir elmanın vücut bulması için bütün sebeplerin bir araya gelip toplanması gerekir. Bütün sebepleri ise ancak sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Zat bir araya toplaya bilir. Öyle ise elmanın sahibi kim ise, bütün sebeplerin de sahibi aynı zattır. Hal böyle iken, nasıl olur da elmayı zerrelere verebiliriz. Üstat bu manaya şu ibareler ile işaret ediyor.
“ Sırr-ı vahdetle yalnız bir Vâhid-i Ehadin eseri olabilen gayet muntazam bir masnu-u vâhidi o hadsiz zerrâta isnad etmek-zerre kadar şuuru olan, bunun pek zâhir bir muhal, belki yüz muhal olduğunu derk eder.”(2)
 

ademyakup

Well-known member
Varlığın, Hem Zıt ve Hem de Misil/Misl Olmasını Nasıl Anlamalıyız?

Yazar: Sorularla Risale, 17-8-2009

Aynı rütbe ve makamda olan bir bölük asker düşünelim. Bu askerlerin mükemmel bir vaziyet ve nizam oluşturması gerekiyor. Bu vaziyet ve nizamın olabilmesi de iki türlü olabilir. Birisi bir komutanın hariçten emir ve komutu ile olur; diğeri ise aynı rütbe ve makamda olan askerlerin bir birine hükmedip hem komutan hem de asker olması ile mümkündür.

İkinci tarz hem imkansız hem de akıl dışı bir tarzdır. Zira bir askerin hem er hem de komutan olması; iki zıddın bir arada olmasıdır ki, bu imkansızdır. Tıpkı bir şeyin eş zamanlı olarak hem var, hem de yok olması gibi. İşte misil olması, asker olması anlamında; hakimiyet noktasında zıt olması ise, komutan anlamında kullanılmıştır. Yani asker o nizam ve vaziyete girebilmek için hem emir alan bir er olacak, hem de emir veren bir komutan olacak.

Ama hariçten bir komutan bu askerlere o nizam ve vaziyeti kolaylıkla verebilir. Zira komutan rütbe ve makam olarak askerlerden farklıdır. Askerlerin kayıt ve kuralları komutanı bağlamaz.

Zerreler de misaldeki askerler gibidir. Şayet elmanın vücudunda çalışan zerreleri, elmanın sanatkarı ve yaratıcısı olarak kabul edersek, o zerrelerin hem ilah hem de mahluk olmaları gerekir. Zira elmanın oluşumu için hem emir alacak hem de emir verecek bir vaziyete girmesi gerekir ki, bu tam bir safsatadır.

İlah olan emir almaz, emir verir; mahkum olmaz, hakim olur; mekanda olmaz, mekandan münezzeh olur.

Elma içinde çalışan bir zerre ise, hem mahkum hem mekan içinde, hem de emir alan bir vaziyettedir. Öyle ise elmanın sahibi ve hakimi Allah’tır, zerreler değildir.

İşte zerrelerin hem mahkum hem hakim olma manası, hem her birisine misil, hem hakimiyet noktasında zıt tabiri ile ifade ediliyor.
 

ademyakup

Well-known member
Hattâ, hâkimiyetine müdahale tevehhümüyle, bazı dindar padişahlar, halife oldukları halde mâsum evlâtlarını katletmeleri, bu redd-i müdahale kanununun hâkimiyette ne kadar esaslı hükmettiğini gösteriyor. İfadelerini açar mısınız?

Yazar: Sorularla Risale, 15-9-2009

"Elcevap: Bazı risalelerde gayet kat'î ispat ettiğimiz gibi, hâkimiyetin şe'ni, müdahaleyi reddetmektir. Hattâ, en ednâ bir hâkim, bir memur, daire-i hâkimiyetinde oğlunun müdahalesini kabul etmiyor. Hattâ, hâkimiyetine müdahale tevehhümüyle, bazı dindar padişahlar, halife oldukları halde mâsum evlâtlarını katletmeleri, bu redd-i müdahale kanununun hâkimiyette ne kadar esaslı hükmettiğini gösteriyor. Bir nahiyede iki müdürden tut, tâ bir memlekette iki padişaha kadar, hâkimiyetteki istiklâliyetin iktiza ettiği men-i iştirak kanunu, tarih-i beşerde çok acip hercümerc ile kuvvetini göstermiş."

"Acaba âciz ve muavenete muhtaç insanlardaki âmiriyet ve hâkimiyetin bir gölgesi bu derece müdahaleyi reddetmeyi ve başkasının müdahalesini men etmeyi ve hâkimiyetinde iştirak kabul etmemeyi ve makamında istiklâliyetini nihayet taassupla muhafazaya çalışmayı gör; sonra, hâkimiyet-i mutlaka rububiyet derecesinde; ve âmiriyet-i mutlaka ulûhiyet derecesinde; ve istiklâliyet-i mutlaka ehadiyet derecesinde; ve istiğnâ-yı mutlak kadîriyet-i mutlaka derecesinde bir Zât-ı Zülcelâlde, bu redd-i müdahale ve men-i iştirak ve tard-ı şerik, ne derece o hâkimiyetin zarurî bir lâzımı ve vâcip bir muktezası olduğunu, kıyas edebilirsen et."
(1)

Hakimiyet başkaların müdahalesini ve tasarrufunu kabul etmez. Bir köyde iki muhtar, bir şehirde iki vali, bir ülkede iki padişah olmaz ve olamaz. Bu hakimiyet kanununa aykırı bir durumdur. Hal böyle iken nasıl olur da kainatta iki İlah, iki Rab olabilir diyerek hakimiyetin tevhidi gerektirdiği vurgulanıyor.

Osmanlı döneminde şehzadeler doğal olarak padişah adayı olmasından dolayı, kudretli ve kuvvetli padişahlar ülke idaresinde hakimiyetini temin maksadı ile kardeşlerini katletmişler. Şayet kardeşleri ülke idaresinde hakimiyet talep ederlerse ülkenin birlik ve dirliği bozulacağı için, zaman zaman kardeşlerini katletmişler ki; bu dinen caiz değildir.

Üstad Hazretlerinin bu realiteyi hakimiyet fikrine delil ve örnek göstermesi, bunu caiz ve meşru gördüğü için değil, bir realite olduğu içindir. Zira Kur’an’ın tam adalet anlayışına göre toplum için fert feda edilemez. Ülkenin selameti ve dirliği için de olsa, şahısların hakkı mahfuz ve kudsidir, ülke için feda edilemez.

Zayıf ve aciz insanlar bile, hakimiyetin küçük bir tecellisi ile başkaların müdahale ve karışmasını kabullenemiyorken, kudret ve iradesi sonsuz olan Allah, elbette şirki ve müdahaleyi reddedip kabul etmez, hakikatine işaret için bu misal verilmiştir.
 

ademyakup

Well-known member
"Hakikat-i hariciye sahibi ise, ancak bir sanat olabilir, sâni olamaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Ahkâmdır, hâkim olamaz." cümlesini nasıl anlamalıyız?

Yazar: Sorularla Risale, 21-10-2009

Bir bina düşünelim, bu binanın ilk merhalesi plan ve proje kısmıdır; binanın bütün ayrıntıları ve keyfiyeti öncelik olarak bu plan ve programda tayin edilir. Bu kısımda işleyen ilim ve kaderdir. İşte binanın bu kısım ve merhalesine “İmam-ı Mübin” diyoruz.

Kainat aynı bu bina gibi, önce Allah'ın ilm-i ezeliyesinde tasarlandı ve planlandı, sonra vücuda çıkacak olan bu kainat, bu plan ve program üzere hareket eder, onun çizdiği hattın dışına çıkamaz; daha çok kainatın mazi ve müstakbelini temsil eder. Alem-i şehadetten çok, alem-i gayba bakar. Bir ağacın çekirdeği ve kökleri imam-ı mübini andırır ve adeta somut bir kader gibidir. Tabiat dedikleri mevhum şey, aslında kaderin bu manevi kalıbının, insan zihnindeki iz düşümüdür. Ama maddeci felsefe buna uluhiyet isnat ediyor.

"Kitab-ı Mübin" ise; o bina ve kainatın plan ve program kısmının, yani İmam-ı Mübin'in hayata geçirilmesi, harici bir vücut verilmesinin adıdır. Burada Allah'ın kudret sıfatı hükmeder ve iş görür. Mazi ve müstakbelden ziyade, şimdiki hale bakar, yani alem-i gaybdan çok, alem-i şehadeti temsil eder. Binanın “İmam-ı Mübin” kısmını mühendis tayin eder, binanın hayata geçirilmesi işini ise işçi ve ustalar yapar, burada mühendis ilim sıfatı, usta ve amele ise; kudret sıfatıdır.

Bu noktadan bakacak olursak, tabiat denilen şeyi planlayıp program haline getiren; kaderdir, bu plan ve programı eyleme ve amele dönüştürüp tatbik eden de; Allah’ın kudret sıfatıdır.
 

ademyakup

Well-known member
"Tabiat Allah'ın sanatı ve şeriatı fıtriyesidir. Nevamis ise onun meseleleridir. Kuva dahi o meselelerin hükümleridir" ve "Yalnız bir cilve-i kudreti rabbaniye olan kuvveti, kudret ve müstakil bir kadir telakki etmek" Cümlelerini açar mısınız?

Yazar: Sorularla Risale, 23-11-2009

Felsefenin hükmettiği fen ilimleri, işin maddi ve sebepler boyutunu inceliyor, sebeplerin arkasında hakiki anlamda iş gören Allah’ın kudretini göremiyorlar. Onlar o sebebe bir isim ve unvan takmakla işi çözdüklerini zannediyorlar. Halbuki isim ve unvan vermek, işin mahiyet ve hakikatini tam anlamı ile çözüp tanımlayamıyor.

Materyalist ve pozitivist felsefe, bir türlü kanun dedikleri şeyin arka cephesinde iş gören gerçek faili görmek istemiyor. Yani kanun dedikleri şeyin, Allah’ın kudreti ile kaim ve onunla devam eden bir şey olduğunu anlamak istemiyorlar. Kudret ile kanun arasındaki kuvvetli bağı ve münasebeti koparıp, kanunu ya kendi kendine olan ya tabiat dedikleri muhayyel bir şeye dayandırmaya çalışıyorlar.

Kainattaki bütün kanunlara, prensiplere, kurallara, Allahın kudret sıfatının birer tecellisi, birer cilvesi nazarı ile bakabiliriz. İrade sıfatının arşı olan alem-i emirde, kanunların emri yazıldıktan ve verildikten sonra, o emrin tatbik ve uygulamasını kudret sıfatı yapar. Mesela; alem-i emirde suya kaldırma kuvveti, güneşe itme ve çekme kuvveti emir olarak verilir, verilen bu emrin tatbik işini ise kudret sıfatı yapar.

Bir şeyin var olması için ille gözle görülür, elle tutulur olması gerekmiyor. Elle tutamadığımız gözle göremediğimiz o kadar çok varlıklar var ki hesaba sığmaz, şimdi bunlar tutulmuyor ve görülmüyor denilerek inkar mı edilecek? Halbuki fen ilimleri bunların varlığını kati olarak ispat ediyor. Demek varlık sadece şu maddi teraziye münhasır bir kavram değildir. Allah’ın kudretinin görülememesinin diğer bir sebebi de; mübaşeretsiz yani temassız tecelli etmesindendir. Yani Allah işleri ve icraları bizim gibi temas ederek değil, ol der olu verir emri ile yapıyor. Bu yüzden maddenin ardında somut ve elle tutulur bir kudret aramak yanlış olur.

Üstad bu hususa şöyle işaret eder;

“Fakat caizdir ki, herbir şeyin esası zannettikleri olan cezb, def, hareket, kuva gibi emirler, adetullahın kanunlarına birer isim olsun. Lakin kanun, kaidelikten tabiiliğe ve zihnilikten hariciliğe, itibariden hakikate ve aletiyetten müessiriyete geçmemek şartıyla kabul ederiz. Mesnevî-i Nuriye – Nokta

Kudretin sonsuz gücü, kudretin bir cilvesinde de vardır. Yani aynı kudret, bir cilvenin ardında da vardır, binlerce cilvenin ardında da vardır. Bir karıncayı hangi kudret yarattı ise, bütün kainatı da aynı kudret yaratmıştır. Kainat ve karınca cilve olma noktasından, büyüklük küçüklük noktasından farklı olabilirler; ama bu cilveler ardında tecelli eden sonsuz kudret aynıdır değişmez. Kudret sıfatının büyüğe çok, küçüğe az şeklinde bir tecellisi söz konusu değildir. Devlet kuvvet olarak nasıl ordunun da, ordu mensubu olan bir askerin de ardında eşit ise, Allah’ın kudreti ile bir cilvesi arasında fark yoktur eşittir. İşte tabiatçıları yanıltan nokta; kudret ile kudretten bir cilve olan kuvvet arasında bir farkın olmamasıdır. Yani Allah’ın kudreti, bir cilvesi olan kuvvetin yanında, tam tekmil hazır ve nazır olduğu için, tabiatçılar o kuvvete İlah tasvirini yapıyorlar.
 

ademyakup

Well-known member
"Daire-i mümkinat içinde, kader-i İlâhînin yazar bozar bir levhası hükmünde ve kudret-i İlâhiyenin kavânîn-i icraatına tebeddül ve tagayyür eden bir defteri olabilen ve pek yanlış ve hata olarak tabiat..." İzahını yapar mısınız?

Yazar: Sorularla Risale, 23-11-2009

Kader; Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını ve sâir geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması demektir. Takdir-i İlâhî anlamına geliyor.

Levh-i Mahfuz ise; her şeyin kayıt altına alındığı büyük defter manasına geliyor. Kader ise bu defteri dolduran bir kalem gibidir. Yani bu deftere yazılan bütün yazılar kaderden geliyor demektir.

Levh-i Mahv-ı İspat:

Lehv :
Eşya ve mevcudatın zaman nehrine girmesi demektir. Yani Allah’ın ilminde plan ve proje olarak ve ilmi bir vücut ile bekleyen mevcudatın, zaman ve mekan boyutuna intikal edip görünmesi ve varlık kazanması demektir.

Mahv: Zaman sahnesine çıkan eşyanın ve mevcudatın, ölüm ve zeval ile tekrar zaman sahnesinden çekilip gitmesi demektir.

İspat: Zaman sahnesine çıkmak için sırada bekleyen eşyanın, tekrar zaman sahnesine çıkıp manasını göstermesi anlamındadır.

Allah’ın ilminde varlık sahnesine çıkmayı bekleyen diğer mevcudat, plan ve proje olarak varlık sahasına çıkmayı bekliyorlar. İşte vakti gelince bunların varlık sahnesine çıkmalarına ispat denir.

Kalem ve defter tabirleri; bir temsil ve teşbihtir. Malum; ince ve latif hakikatler temsil ve teşbih dürbünü ile akla yaklaştırılır. Buradaki defter ve kalem tabirlerinden, kalem kaderi temsil ediyor, Kudretin yazar bozar defteri ise; levh-i mahv-ı ispattır.

Materyalist tabiatçılar ise; levh-i mahv-ı ispatın manevi vücudunu hissedip, yanlışlıkla tabiat demişler. Kainattaki bütün kanun ve tabi addedilen şeylerin esası ve özü; levh-i mahv-ı ispattan geliyor.
 

ademyakup

Well-known member
"Belki, birbirinin içine girip muntazam bir vaziyetle senin cesedin gibi bir şekil alıyorsa, o vakit herbir dairede, herbir cüz için, o mürekkebat adedince kalıplar lâzım geliyor." cümlesini açıklar mısınız?

Yazar: Sorularla Risale, 25-11-2009

Sanatlı ve mükemmel bir kitabın yazılmasında iki seçenek var. Birisi; matbaa ile yazılması, diğeri ise mükemmel bir katibin kalemi ile yazılması.

Bir kitabın matbaa tarafından yazılmasında, kitabın her bir harfini basacak demir harflerin olması gerekiyor. Şayet bu kitap içinde bir de güzel hat sanatı ile Yasin Harfi içine ince ve latif harfler ile Yasin Suresi yazılmak istenirse, bunu basacak matbaaya böyle kabiliyetli ve mükemmel hazırlanmış ince ve latif demir harflerin bulunması gerekiyor. Yani kitabı matbaanın yazabilmesi için, matbaanın da kitap gibi mükemmel ve sanatlı olması iktiza ediyor. Ayrıca kitabı yazacak matbaayı da basacak aynı kıymette başka bir matbaanın olması ve onu basacak diğer bir matbaanın olması şeklinde uzayıp gider ki bu imkansızdır. Kitabın yazılmasındaki bu seçenek imkansız bir seçenektir.

Temsildeki kitap; şu kainat ve içindeki sanatları temsil ediyor. Matbaa ise; tabiatı temsil ediyor. Nasıl temsilde matbaanın bir kitabı kendi başına basması ve yazması imkansız ise, kainat içinde bulunan bir sanatı tabiatın icat edip yaratması imkansız bir şeydir.

Mesela; bir karınca üstündeki sanat öyle bir sanattır ki, tabiatın bu sanatı basıp yaratabilmesi için, bütün kainatı eleyip süzmesi iktiza eder, zira karıncadaki hayatın oluşması ve devam etmesi, bütün kainatın çarklarının işlemesi ile hasıl oluyor. Öyle ise karıncanın icadı için bütün kainatın avuç içinde olması gerekir. Yasin harfinde Yasin Suresi'nin ince harflerle yazılması misüllü, kainatın kalın ve azametli sanatları karınca içinde ince ve nurani bir şekilde yazılmıştır. Kör, şuursuz ve sağır tabiatın böyle mükemmel sanatları icat etmesi imkansızdır.

İkinci seçenek ise; bir tek Allah’ın her şeyi sonsuz ilim, irade ve kudreti sıfatları ile icat etmesi ki; en makul ve kabul edilebilir fikir budur.
 
Üst