''Mâdem güneş gibi âciz ve musahhar mahlûklar ve ruhânî gibi madde ile mukayyed nimnurânî masnu'lar, nurâniyet sırrıyla, bir yerde iken, pek çok yerlerde bulunabilirler; mukayyed bir cüz'î iken, mutlak bir küllî hükmünü alırlar; bir anda cüz'î bir ihtiyâr ile, pek çok işleri yapabilirler. Acaba, maddeden mücerred ve muallâ ve tahdid-i kayd ve zulmet-i kesâfetten münezzeh ve müberrâ; ve şu umum envâr ve bütün nurâniyât Onun envâr-ı kudsiye-i esmâsının bir kesif zılâli; ve umum vücud ve bütün hayat ve âlem-i ervâh ve âlem-i misâl nimşeffaf bir âyine-i cemâli; ve sıfâtı muhîta; ve şuûnâtı külliye olan bir Zât-ı Akdesin irâde-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhîtle tecellî-i sıfâtı ve cilve-i ef'âli içindeki teveccüh-ü Ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir, hangi ferd uzak kalabilir, hangi şahsiyet külliyet kesb etmeden ona yanaşabilir?
Evet, nasıl güneş, kayıtsız nuru, maddesiz aksi vâsıtasıyla, sana senin gözbebeğinden daha yakın olduğu halde, sen mukayyed olduğun için ondan gayet uzaksın, ona yaklaşmak için çok kayıtlardan tecerrüd etmek, çok merâtib-i külliyeden geçmek lâzım gelir; âdetâ mânen yer kadar büyüyüp kamer kadar yükselip, sonra doğrudan doğruya güneşin mertebe-i asliyesine bir derece yanaşabilir ve perdesiz görüşebilirsin; öyle de, Celîl-i Zülcemâl, Cemîl-i Zülkemâl, sana gayet yakındır. Sen Ondan gayet uzaksın. Kalbin kuvveti, aklın ulviyeti varsa, temsildeki noktaları hakikate tatbike çalış.''
(Sözler/16.Söz)