Otuz İkinci Söz - Sayfa 844
Aynen öyle de, şu saray-ı âlem, şu mükemmel, müzeyyen eser, bilbedâhe, gayet kemâldeki ef’âle delâlet eder. Çünkü, eserdeki kemâlât, o ef’âlin kemâlâtından ileri gelir ve onu gösterir.
Kemâl-i ef’âl ise, bizzarure, bir Fâil-i Mükemmele ve o Fâilin kemâl-i esmâsına, yani, âsâra nisbeten Müdebbir, Musavvir, Hakîm, Rahîm, Müzeyyin gibi isimlerin kemâline delâlet eder.
İsimlerin ve ünvanların kemâli ise, şeksiz şüphesiz, o Fâilin kemâl-i evsâfına delâlet eder. Zira, sıfat mükemmel olmazsa, sıfattan neş’et eden isimler, unvanlar mükemmel olamaz.
Ve o evsâfın kemâli, bilbedâhe, şuûnât-ı zâtiyenin kemâline delâlet eder. Çünkü, sıfatın mebdeleri, o şuûn-u zâtiyedir.
Ve şuûn-u zâtiyenin kemâli ise, biilmilyakîn, Zât-ı Zîşuûnun kemâline ve öyle lâyık bir kemâline delâlet eder ki, o kemâlin ziyası şuûn ve sıfât ve esmâ ve ef’al ve âsâr perdelerinden geçtiği halde, şu kâinatta yine bu kadar hüsnü ve cemâli ve kemâli göstermiş.İşte, şu derece hakikî kemâlât-ı zâtiyenin burhan-ı kat’î ile vücudu sabit olduktan sonra, gayra bakan ve emsal ve ezdâda tefevvuk cihetiyle olan nisbî kemâlâtın ne ehemmiyeti kalır, ne derece sönük düşer, anlarsın.
İkinci hüccet: Şu kâinata nazar-ı ibretle bakıldığı vakit, vicdan ve kalb bir hads-i sadıkla hisseder ki, şu kâinatı bu derece güzelleştiren ve süslendiren ve envâ-ı mehâsinle tezyin edenin, nihayet derecede bir cemâl ve kemâlâtı vardır ki şöyle yapıyor.
Üçüncü hüccet: Malûmdur ki, mevzun ve muntazam ve mükemmel ve güzel
<tbody>
</tbody>
Aynen öyle de, şu saray-ı âlem, şu mükemmel, müzeyyen eser, bilbedâhe, gayet kemâldeki ef’âle delâlet eder. Çünkü, eserdeki kemâlât, o ef’âlin kemâlâtından ileri gelir ve onu gösterir.
Kemâl-i ef’âl ise, bizzarure, bir Fâil-i Mükemmele ve o Fâilin kemâl-i esmâsına, yani, âsâra nisbeten Müdebbir, Musavvir, Hakîm, Rahîm, Müzeyyin gibi isimlerin kemâline delâlet eder.
İsimlerin ve ünvanların kemâli ise, şeksiz şüphesiz, o Fâilin kemâl-i evsâfına delâlet eder. Zira, sıfat mükemmel olmazsa, sıfattan neş’et eden isimler, unvanlar mükemmel olamaz.
Ve o evsâfın kemâli, bilbedâhe, şuûnât-ı zâtiyenin kemâline delâlet eder. Çünkü, sıfatın mebdeleri, o şuûn-u zâtiyedir.
Ve şuûn-u zâtiyenin kemâli ise, biilmilyakîn, Zât-ı Zîşuûnun kemâline ve öyle lâyık bir kemâline delâlet eder ki, o kemâlin ziyası şuûn ve sıfât ve esmâ ve ef’al ve âsâr perdelerinden geçtiği halde, şu kâinatta yine bu kadar hüsnü ve cemâli ve kemâli göstermiş.İşte, şu derece hakikî kemâlât-ı zâtiyenin burhan-ı kat’î ile vücudu sabit olduktan sonra, gayra bakan ve emsal ve ezdâda tefevvuk cihetiyle olan nisbî kemâlâtın ne ehemmiyeti kalır, ne derece sönük düşer, anlarsın.
İkinci hüccet: Şu kâinata nazar-ı ibretle bakıldığı vakit, vicdan ve kalb bir hads-i sadıkla hisseder ki, şu kâinatı bu derece güzelleştiren ve süslendiren ve envâ-ı mehâsinle tezyin edenin, nihayet derecede bir cemâl ve kemâlâtı vardır ki şöyle yapıyor.
Üçüncü hüccet: Malûmdur ki, mevzun ve muntazam ve mükemmel ve güzel
Fâil: her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah (bk. f-a-l) | Fâil-i Mükemmel: her fiili ve işi mükemmel olan Allah (bk. f-a-l; k-m-l) |
Hakîm: herşeyi hikmetle yapan Allah (bk. ḥ-k-m) | Musavvir: herşeyi istediği surette ve mükemmel bir şekilde yapan Allah (bk. ṣ-v-r) |
Müdebbir: idare eden, ilmiyle herşeyin sonunu görüp, ona göre hikmetle iş yapan Allah (bk. d-b-r) | Müzeyyin: herşeyi eşsiz sanatıyla süsleyen, güzelleştiren Allah (bk. z-y-n) |
Rahîm: rahmeti herşeyi kuşatan, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah (bk. r-ḥ-m) | Zât-ı Zîşuûn: şuûn sahibi Zât, Allah (bk. ẕî; ş-e-n) |
biilmilyakîn: şüphesiz bir ilimle bilme (bk. a-l-m; y-ḳ-n) | bilbedâhe: ap açık bir şekilde |
bizzarure: zorunlu olarak | burhan-ı kat’î: kesin delil |
cemâl: güzellik (bk. c-m-l) | cihet: yön |
delâlet: delil olma, işaret etme | ef’âl: fiiller, işler (bk. f-a-l) |
emsal: benzerler (bk. m-s̱-l) | envâ-ı mehâsin: güzellik çeşitleri, türleri (bk. ḥ-s-n) |
esmâ: isimler (bk. s-m-v) | evsâf: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f) |
ezdâd: zıtlar | gayet: son derece |
gayr: diğeri, başkası | hads-i sadık: doğru sezgi (bk. s-d-ḳ) |
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) | hüccet: delil |
hüsn: güzellik (bk. ḥ-s-n) | kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l) |
kemâl-i ef’âl: fiillerdeki mükemmellik (bk. k-m-l; f-a-l) | kemâl-i esmâ: isimlerin mükemmelliği (bk. k-m-l; s-m-v) |
kemâl-i evsaf: vasıf ve özelliklerin mükemmelliği (bk. k-m-l; v-ṣ-f) | kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l) |
kemâlât-ı zâtiye: zâtına mahsus mükemmellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l) | kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) |
malûm: bilinen (bk. a-l-m) | mebde’: başlangıç |
mevzun: ölçülü (bk. v-z-n) | muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m) |
müzeyyen: süslü (bk. z-y-n) | nazar-ı ibret: ibretli bakış (bk. n-ẓ-r) |
neş’et etmek: doğmak, ortaya çıkmak | nihayet: son |
nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b) | nisbî: kıyaslama ile olan, göreceli (bk. n-s-b) |
saray-ı âlem: dünya sarayı (bk. a-l-m) | sıfât: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f) |
tefevvuk: üstünlük | tezyin: süsleme (bk. z-y-n) |
vücud: varlık (bk. v-c-d) | zira: çünkü |
ziya: ışık | âsâr: eserler |
şeksiz: kuşkusuz, şüphesiz | şuûn/şuûnât-ı zâtiye: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden kutsal Zâtına ait özellikler (bk. ş-e-n) |
<tbody>
</tbody>