Yaratılanı Sevelim, Yaratandan Ötürü

uður1

Well-known member
Muhabbet Edebi

Muhabbet Edebi
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Kullarıma söyle, en güzel sözü söylesinler!..” (İsrâ, 53)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Bedende hiçbir uzuv yoktur ki, Allâh’a, dilin lüzumsuz ve çirkin konuşmalarından şikâyet etmesin!” (Heysemî, X, 302)
Hz. Ali’nin rivâyetine göre Rasûlullah (sav):
“–Cennet’te birtakım köşkler vardır. Dışları içlerinden, içleri de dışlarından görülür.” buyurmuştu.
Bunu işiten bir bedevî ayağa kalkıp:
“–Bu köşkler kimler içindir ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordu.
Fahr-i Kâinât (sav) Efendimiz:
“–Sözünü güzel ve hoş söyleyen, tatlı dilli, yemek yediren, oruca devâm eden ve gece herkes uyurken kalkıp Allah için namaz kılan kimseler içindir!” buyurdu. (Tirmizî, Birr, 53/1984; Ahmed, I, 155)
Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Kerîm: Keremi, yardımı ve ikramı sonsuz olan, hiçbir karşılık beklemeden veren, ihsan eden, cömertlikte, eli açıklıkta tek olan, her türlü iyiliğin, faziletin sahibi olan demektir.
Kısa Günün Kârı
Câhil ile sakın latîfe yapma! Dili zehirli olduğundan gönlünü yaralar. Hazret-i Ali
Lügatçe
uzuv: Organ.
 

uður1

Well-known member
Kur'anı Risale-i Nur'dan öğrendim-1

Kur'anı Risale-i Nur'dan öğrendim-1
26 Eylül 2011 Pazartesi 06:11
Ne zaman Risale-i Nurlar ile iştigalı arttırsam onunla hemhâl oluyorum. Mübalağa yapmıyorum. Risale-i Nurlar aynı zamanda benim Kur'an-ı Kerim hocam. Elif-ba'yı zar zor okuyabildiğim zamanlarda bir arkadaşımdan bana Kur`an öğretmesini istemiştim. Çalışacak Kur`an dili kitabımız yoktu. Belki de vardı ben çok hazzetmemiş de olabilirim. Risale-i Nurların büyük boy Sözler`ini açtık ve nerede ayet var ise arkadaş tek tük okumasını öğretti. Şimdi anlıyorum ki çok çabuk öğrenmemdeki sır Risale-i Nur'da imiş. Belki inanmıyacaksınız ama o ayetleri okumaya başlamıştım ve o sene içerisinde rahatlıkla Kur`anı tilavet edebiliyordum. Malum haftalık çe-te-le-lerimiz de, Kur'anı öğrendikten bir sene sonra ki ramazanda 1 hatim indirebilmiştim. Kur`an ve onun elmastan kılıncı olan tefsir-i azamı Risale-i Nur'ların, elimden tutması ve bana acıması sayesinde bugün bir sayfayı 2 dk'da ve bazı hocalarımızın da yardımıyla yanlışsız okumaya gayret ediyorum. Ne kadar hamd edilse az.
Risale-i Nur'ların iklimine ve onun sabah esintisi ve nisan yağmuru gibi rahmet kokulu sayfalarına ve hatta satırlarına dünyalar verilse az. Rahmet, o'nun sayfalarına içirilmiş adeta. Rahmet-i mücesseme Aleyhissalatu vesselam sanki sayfalarda sizinle diz dize oturuyor ve sohbet ediyor ve taa ötelerden insibağ-ı nuranisinin esintilerini sayfalarda hissettiriyor. Ayrı bir sîbgası var. Risaleler işte bu yüzden okunurken rahatsızlık vermiyor. Risaleler benim hocam! Nur Risaleleri alaka nisbetinde bizleri adım adım takip ediyor.
Bizi takip edip yol gösterici eserler
Birgün Safa isimli bir çocuğu "bununla ilgilen" diye bana teslim ettiler. Ben Kur`an öğretmeye başladım. ama başlayamadım. Safa ismi itibariyle hakikaten safiyane ve herşeye öyle çok aklı ermeyen ve çevresel şartların biraz bozduğu ama kalbindeki temizliğin nişanesi yüzüne ve sözlerine akseden nurani hali beni çok etkilemiş ve bende çok derin izler bırakmıştı.
Safa adeta saf çocuğuydu masum Anadolu'nun. Safa, ilk defa benim yanımda abdest almış ve ilk defada bizimle herhalde namaza durmuştu. Safa'nın bir diğer özelliği Arapça duaların ve namazlardaki telaffuzların hemen hemen hiçbirini çıkartamamasıydı ki 50 yıllık Kur'an hocası Nizam Hocamı bile çileden çıkartmıştı. Dili dönmüyordu ve çıkartamıyordu. Artık onu öylece kabullenmiştik. Ben o'nu çok seviyordum. Kafası basmaz gibi görünürdü ama sevdiği kişinin uğrunda yapamayacağı şey yok idi ve sadıktı. Hatta sıddık olma potansiyeline bile sahipti. Allah kabul etsin beni takip ederek bir keresinde namaz kıldık. O sadece takip ediyor. Oturmasını kalkmasını beceremiyor ve çok zorlanıyordu. Namaz bitince tesbih ve duasını göstererek öğrettim. Bitiminde de Risale'yi aldım elime ve tefe'ül yaptım. Tefe'ül de neyi niyetlendiğimi bilmiyorum şimdi ama çıkan bölüm o kadar enteresandı ki benim için inanılmazdı:
"O Mâlik hem Kadîrdir, hem Rahîmdir. Kudretine istinad et; rahmetini itham etme. Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safâyı bul. Hem der ki: Mânen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîmin mülküdür. Mülkü sahibine teslim et. Ona bırak; cefâsını değil, safâsını çek." (20. Mektub 4. kelime) Bu paragraf ile karşılaşıpta okuduktan sonra Safa'ya durup dedim ki: "Sana müjde Safacım. Üstad seninle ilgilenmemi istiyor. Bak Safa'yı bul ve Safa'yı çek diyor yani ilgilen diyor" dedim. "Bundan sonra hiçbiryere ayrılma" dedim.
Evet Risaleler bizleri terbiye ediyor ve eğitiyor ve yol gösteriyor. Hatta Risale-i Nur'lar bizi adım adım takip ediyor. Kudsi hadiste belirtilen dünyaya muhabbetten ve arkasından koşturanlardan , dünyanın insandan kaçması hadisesinin tam tersine Risale-i Nur'lara ilgi, alaka, aşk ve muhabbet artıkça eşsiz güzelliğinin önündeki peçeyi sıyırıyor ve harîm-i pakine sizi alıp sizin gerçek bir enis'iniz oluyor. Çevrenizdeki Safa-misalleri bulun ve ilgilenin onlarla... Belki bu sayede iki cihanda safayı bulmuş oluruz.
Risale-i Nurlar alaka nisbetinde bizleri adım adım takip ediyor.
 

uður1

Well-known member
Cevap: Kur'anı Risale-i Nur'dan öğrendim-1

Said Nursi: M. Kemal'in oğlu da olsa...
27 Eylül 2011 / 06:43
Üstadımız her gelen siyasilere veya hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara şu tarzda ders verirdi

Risale Haber-Haber Merkezi
Son Şahitlerden Bayram Yüksel anlatıyor:
Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi her gelen siyasilere veya hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara şu tarzda ders verirdi:
"Nur Risalelerinin ve Nurcuların siyasetle alakaları yok. Ehl-i dünya Nur Talebelerinden hiç evham etmesinler. Çünkü bizim hizmetimiz dünyevî değil, uhrevîdir. Risale-i Nur, rıza-i İlâhiden başka hiçbir şeye âlet edilmediğinden mümkün olduğu kadar Risale-i Nurun mensubları içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar. Çünkü iman dersi için gelenlere, tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman, derste farketmez."
Hattâ bir gün bize, "M. Kemal'in oğlu da olsa, Abdülmecid'in oğlu ile Nur dersinde beraber hissesini alırlar, hiçbir zaman tefrik olunmaz. Halbuki siyaset tarafgirlik, bu mânâyı zedeler. İhlas kırılır. Onun içindir ki Nurcular, emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nuru hiçbir şeye alet etmediler. Siyaset topuzuna el atmadılar. Hem Nur Risaleleri küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altındaki anarşiliği ve üstündeki istibdad-ı mutlakı kırdığı cihetle bir nevi siyasete teması var" demiştir.
Bir tek mesele-i imaniyeyi dünya saltanatına değişmediğini, mahkemelerde dava edip yirmi beş sene tarz-ı hayatıyla ve emarelerle ispat etmiştir.
(Son Şahitler)
 

uður1

Well-known member
Cevap: Kur'anı Risale-i Nur'dan öğrendim-1

Özgürlüğün bedeli
27 Eylül 2011 / 10:15
Her zaman olduğu gibi gülümsedi. Ama bu gülümseme, hayatın bütününe karşı duyduğu saygının tüm motiflerini yansıtan ruh halinin gülümsemesiydi...

Cemil Karakullukçu'nun yazısı...
Oymalı kapının pirinç kolunu zorla çevirdi. Kapıdan içeri girip çalışma masasına yakın odanın tam ortasına gelince, içinde ne olmuşsa, sanki bir depreme tutulmuş gibi sarsıldı. İçine kulak kesildi. Fizyolojik yapısında bir şeyin olmadığı kesindi. Ama onu sarsan ne ise, çok derinden geliyordu. Belki varoluşunun tellerinden birine dokunulmuştu. Saçından tırnak uçlarına dek sarsılmamış yeri kalmamıştı. Doğrusu bir acayip olmuştu. Ama " Şuramda, şuracığımın bir yerinde şöyle, böyle bir şey oldu" diye de bunu niteleyebilmekten uzaktı işte. Film gibi geçmişini yaşadı. Geleceğini de görür gibi oldu. Ölüm anına ve ölüm sonrasına uzandı. Saniyenin bilmem kaçı kadar süratte, oracıkta hem bir bebek, ölüm meleğinin karşısında hem ak saçlı, titrek ve kambur bir ihtiyar oluvermişti.
Kendine gelince "Hayır!" dedi. "Hayır" sesi başkasının bulunmadığı evinin içinde yankılandı. İçindeki direnişe bir ret haykırışıydı bu. Doğrusu özgürlüğünün sesiydi. İçsel baskıya bir baş kaldırışıydı. Kararlılığı yüzüne yansımıştı. İrileşen siyah gözlerini bir sağa, bir sola çevirmişti. Bu görünüşüyle, hasmını bir hamlede yere seren tam bir savaşçı gibiydi. Yüzü gerilmişti. Gözlerinin üstünü yapay gibi örten kaşları, yüzüne bir de heybet veriyordu. Tahta tavandan sarkan güllü avizeye gözü ilişince dengesi bozulur gibi oldu. Sağ ayağını hafif kaldırıp sağa kaydırınca dengesine yeniden kavuştu.
"Hayır"ı yüksek sesle seslendirmesine kendisi de şaşırdı ve biraz da utanır gibi oldu. Yüzündeki gerginlik uçuverdi aniden. Yerine bir sevecenlik ve teslimiyet geldi. Kararlı tutumunu yansıtan bir gülümseyişle, "Özgür insan, yalnızlığı da göze alabilendir" diyerek, kendi deneyimi sonucunda ulaştığı ruh halinin bu sözlü ifadesini tane tane, üstelik her kelimeye vurgu yaparak söylemişti. Doğrusu bu sözle kendini uyarmış oluyordu. Bir önceki “Hayır"a karşı, şimdi, âdeta her kelimesi, hatta her harfi bedeninin bir parçası haline gelmiş bu cümlesinin olumlu mesajıyla doluyordu.
Bedeni gevşemişti. O anda tattığı yalnızlık değildi kuşkusuz. Belki de güçlülüğün, moralin ve doluşun ta kendisiydi. Belki de, bunun ötesinde bütün bedenini saran, kendisinin tanımlayamadığı bir haz dalgasının tüm hücrelerince özümsenmesiydi.
Çalışma masasına yöneldi. Üstünde kitaplar yığın yığındı; oldukça da karışıktı. Çoğu sayfaları arasına notlar yazılı kâğıtlar konulan kitaplarını, canlıymışlar gibi, özenle dizdi. Yumuşak uçlu kurşun kalemi ile kırmızı kuru boya kalemini ayrı bir sıcaklıkla elleyip kalemliğe koydu. Bir ayçiçeğine benzeyen masa lambasını boynu büküklükten kurtardı; şamdanını da olduğu yerden biraz öteye çekti. Çalışma odasını şöyle düzene sokarak, her bir eşyasına adeta moral verdi. Bir tür özgürlüklerine kavuşturdu. Ona göre özgürlük, düzendi, moraldi, dirilişti, cesaretti, korkaklık ise hiç değildi. Yalnızlık da değildi hani. Özgürlük bir güçtü. Tüm nesnelere meydan okuyan, potansiyel gücü harekete geçiren ve etki alanına giren her şeye onurlu hayat veren acayip bir iksirdi.
Odasını şöyle bir gözden geçirdi; güleç yüzüyle "Bak! Ne de güzel oldu" dedi duyulacak kadar bir sesle. Çalışma masasına oturdu. Kâh kitaplarına, kâh düzene sokulmuş ve ama pek de öyle yeni olmayan eşyasına baktı. İçindeki özgürlük, yüzüne gülücük ve tatlılık olarak yansımıştı. Odasının içinde kitabından, şamdanından, kurşun kaleminden, avizeden, dayama yastığından, koltuğundan, yerdeki antika kilime kadar hiçbir şey yoktu ki, onun tatlı bu hali ona sinmiş olmasın. Eşyası, odası ve evi gülüyordu.
Kolundaki saate baktı. Saat tam on biri gösteriyordu. Haftanın yalnız Çarşamba, yani bu gün, dersi öğleden sonraydı. Gözünü bir müddet saatten ayırmadı. Bir şey düşündüğü belliydi. Eski sevecen ve güleç hali kaybolmuştu. Pek de tombul olmayan yanakları hafif pembeleşmeye başlamıştı. İçinden geçenleri uzaklaştırmak istercesine aniden pencere tarafına baktı. Camdan sızan ışık huzmesi tam saatinin katranına vuruyordu. Oradan da, o zamana dek seyretmeye doyamadığı duvarda asılı manzaradaki ufkun bittiği noktaya yansıyordu. Ufuk ötesini görür gibi gözleri canlanmıştı bir anda. Yanaklarındaki pembelik de gitmişti.
"Özgür olmanın bir bedeli olmalı" dedi kısık bir sesle. Biraz durdu. Derinden bir nefes aldı. Güzel şeyleri çağrıştırmış olacak ki, " Okul benim fobim olmamalı" sözünü haykırırken, yumruğunu istem dışı masaya vurmuştu. Ama vurmasıyla da, kendine gelmesi bir oldu. Biraz hayret ve biraz da rıza duygusunu yansıtan her zamanki gülüşüyle yüzü yeniden ciddileşti.
Okulda yaptığı şey neydi? Öğrencilerine olan yaklaşımı diğerlerine benzemiyormuş. Öğrencilerin ona ilgisi bir başkaymış. Sahiden ne yapıyordu? Özlü ifadeyle, yapılması gerekeni yapıyordu. Ama kendisiyle birlikte tam on üç öğretmenin bulunduğu bir okulda, öğrencilerin dışında, ortak paydaları öğretmenlik olan bu insanlarla, sıcak ilişkilere girememesinin nedeni ne olabilirdi? Tüm öğrencilerle kurduğu o etkin diyaloga karşılık, öğretmenlerle yabancılık çekmesi ne ile açıklanabilirdi? Bir tarafta onu seven sayısı dört yüzü aşkın bir gençlik, diğer tarafta ona soğuk duran yöneticisiyle birlikte ortak paydaları öğretmenlik olan on iki insan. Burada bir tezat yok muydu? Çoğu günahsız birkaç yüzü bulan öğrenci kitlesinin değer yargısına mı, yoksa hayatın kirlerine bulaşmış bir avuç insanın değer yargısına mı bakılmalı? Olması gereken; yarının büyükleri olacak gençlerin önlerinin açılması, yeteneklerinin gelişmesi değil miydi? Dört yüz bilmem kaç öğrencinin her biri bir çiçek gibi gelişebilecek özgür bir ortam ve ilgi beklemekteydi. Sevgi ve hoşgörüden uzak bir havayı teneffüs ederlerse, kurumaları söz konusu olmaz mıydı? "Olmaz böyle bir şey" dedi. Yüzü sertleşti. Birilerini, ne pahasına olursa olsun, başkalarından korumak için kanat geren bir psikolojiye büründü. Ayağa kalktı. Kilim desenli tekli koltuğuna kadar yürüdü. Sevgi ve hayatın anlamını bekleyen bu günahsız küçük insanlara, gösterilmesi gerekenin sergilenmesi karşısında çekilen bu tatsızlıkların hiç de önemli olmadığını düşündü. On iki insana, meslek arkadaşları da olsa, sırf onları memnun etmek ve onlara yaranmak için, onlardan yana tutum değişikliği girişiminde bulunmasını bir iki yüzlülük olarak kabul ediyordu. Olması gerekenden nasıl uzaklaşabilirdi ki? Etik de olmazdı pedagojik de. Öğretmen demeye dilin varamadığı birkaç kişiye yaranması ve biraz olsun rahatlaması için, empatik yaklaşımlardan, yardımsever duygulardan ve her şeyden önemlisi özgür eğitim anlayışından uzak mı kalsaydı? Öyle mi? Hayır, böyle bir şey olamazdı. Bunları düşünmesi bile iğrenç geliyordu ona.
Onun bir kişiliği yok muydu? Olması gerekeni yapmakla, içsel rahatlığa kavuşan bir kişiliğe sahipti doğrusu. Açığa vurmamış olsalar bile, ona bir anlamda psikolojik baskı yapan arkadaşlarına, hayatı gibi kabul ettiği düşüncelerini, tutumlarını, inancının gerektirdiklerini, özgür davranışlarını, sevgilerini, hayallerini ve ümitlerini bir çırpıda yok sayarak asla yaranamazdı. Buna yeltenmektense, ölümü yeğlerdi. Hem arkadaşlarına karşı bir saygısızlığı yoktu ki. Olumsuz tavırlarını yoğunlaştırdıklarında, ilkin olup bitenin farkına bile varamamıştı. Önce kendini yoklamıştı. Bir anlamda sorgulamıştı. Çünkü onun karşısında tam on iki kişi vardı. Üstelik aynı mesleği paylaşıyorlardı. Onların karşısında tekti ve haksız da olabilirdi.
Ama madalyonun öteki yüzü öyle değildi. Öğrencilerin üzerinde etkin olan oydu. İlgi odağı olmuştu öğrencilerin. Sessiz ve içten dinlenen ders onundu. İple çekilen ders onun dersiydi. Teneffüslerde bile öğrenciler onun etrafını sarıyordu. Derslerinde problem yaşanmayan biri varsa, ancak o olabilirdi. En ideal sınıf onun sınıfıydı. Öğrenciler onunla bambaşka bir havaya girmişlerdi. Hayatın ağırlıklarına katlanmaktan bile zevk duymağa başlamışlardı. Kişiliklerini bulmuşlardı kişiliklerini. Özgürlük nedir, adalet nedir, sevgi ve saygı nedir ve çağdaşlık nedir? Tüm bu ve buna benzer kavramlarla ilk kez onunla tanışıyorlardı. Kocaman birer insan olduklarının farkına yeni yeni varıyorlardı. Öğrencilerde olan bu değişiklikler, öğretmenlerin gözünden kaçıyor muydu sanki? Gelişmelerin merkezinde o vardı hep. Belki bu nedendendi soğuk ve anlamsız tavırları. Belki de ne demek? Başka ne olabilirdi ki? Davranış ve tutumlarına bir isim vermek istemiyordu aslında.
Kıskançlık demek istemiyordu hani. Öyle ya da böyle, bir sıkıntı vardı ve sıkıntının kaynağı da, günahsız bile olsa kendisiydi. Bunu anladı anlamasına, ama doğrusu bilmek istemiyordu. Düşündükçe içi burkuyordu. Onların sergilediği bu soğuk ve bilgisizce tavra kızmıyordu; doğrusu üzülüyordu yalnızca. Bu soğukluğu ne kadar sıcaklığa döndürmek istemişse de başarılı olamamıştı.
Bir yandan bunları düşünürken, diğer yandan da bu okulda göreve başladığının ilk günlerini hatırlamaya çalıştı; tüm geçmişi canlanıverdi karşısında, üstelik tüm ayrıntılarına varıncaya dek. Oldukça fırtınalı bir günde okula gelmişti. O ne müthiş tipiydi! Nerden estiği belirsiz rüzgâr, şemsiyesini alabora edip işe yaramaz hale getirmişti. Kendini sırılsıklam okul kapısından içeri zor atmıştı. İlk rastladığı ve sonradan müstahdem olduğunu öğrendiği birisine müdürü sormuştu. Biraz süzdükten sonra, müdür odasının üst katta, merdiven çıkışının tam karşısında olduğunu, aldırmaz bir tavır içinde, iyi ki söylemişti. Müstahdemin bu tavrı pek de hoşuna gitmemişti ya. Müdür odasına girince, müdürü gürül gürül yanan sobanın başında ancak fark edebildi. Kendini tanıttıktan sonra, "Gelişim fırtınalı bir kış gününde oldu, gidişim baharda güzel bir günde olsa bari" dediğini hatırlamıştı. Müdür alayla karışık babacan bir tavır içinde onu karşılamış ve üzerini kurutması için yer göstermişti. Birkaç dakika sonra zil çalınca, ısınmak için geldikleri müdür odasında öğretmenlerle de tanışmıştı. Yüzlerine dikkatle bakmıştı hepsinin. Aralarında okuyan, araştıran, merak eden ve empatik bir kişiliğe sahip olan hiç kimse yoktu. Hayatın anlamını, öğretme sanatının yüceliğini henüz kavramış olmadıklarını, bunun yanı sıra kaba da olsa kendilerinde olumlu iletişim kırıntısını göremeyince de içinin cızladığını hissetmişti. Daha ilk günde, bu okulda görev yapacağı süre içinde pek de güzel şeylerin olmayacağını kestirmişti. O gün hissettiklerini şimdi yaşıyordu işte. Perşembenin gelişinin çarşambadan belli olduğunu az çok o da tahmin etmişti. Gülümsedi, ama acıları açığa vuran bir gülümsemeydi bu.
Boş geçen Türkçe derslerine, isterse hemen girmesini istemişti müdür bey. Üzerini kuruttuktan sonra bu teklifi o da uygun görmüştü. Hangi sınıfa girdiğini hatırlamamıştı; ama çocukların o karamsar ve ümitsiz yüzlerini hatırlamada gecikmemişti. Üşüdüklerini fark edince, gülerek "siz de üşümüşsünüz!" dediğini, onların da yarı ıslak üst başını süzdüklerini görür gibi olunca da üçüncü kez gülümsedi. Ama gülüşü tatlı bir sevincin belirtisiydi. Onun her gülüşü, ister acıların ve isterse sevinçlerin belirtisi olsun, içinin merhemi gibi onu rahatlatıyordu. O koca üç yılın anıları, tüm ayrıntılarına dek canlanıverdi oracıkta. Üç yıl, küçülmüştü de birkaç saniyelik zaman dilimine sıkışmıştı sanki. Hayal ve ruh için zaman kavramı onu şaşırtmıyor değildi. Ama ne olursa olsun, öğrencilerin karamsar bakışlarında bile bir ümit ışığı görmüştü. Sevgiyle daha çok parıldayacağına ta ilk günlerde inanmaya başlamıştı. "Bakın ben de ıslandım" diyerek, onlarla bir empati kurmak istemişti. Hayatın bu güçlüklerine katlanmanın gerekliliğini vurgulamıştı. Acıların ve acılara dayanmanın basbayağı bir zevk olacağını, ilk kez ondan duyuyorlardı. Gözlerindeki parıltı fazlalaşmıştı. İlerleyen günlerde, öğrencileriyle iyice kaynaşmıştı. Öğrencilerden yana öyle ama, öğretmen arkadaşları arasında böylesi bir kaynaşmayı başlatması şöyle dursun, aralarındaki ilişki, gün geçtikçe daha da soğuk bir havaya giriyordu. Müstahdemin o ilk aldırmaz tavrı ise çoktan saygıya dönüşmüştü.
O üç yılın bilmem hangi zaman diliminde müdür onu odasına çağırmıştı. Her şey güzel de, öğrencilere sergilediği tavrın hiç de disipline uymadığını, biraz sert davranmasının gerektiğini, öğrencilerin yumuşaklıktan anlamadığını, diğer öğretmenlerin etkinliğinin zayıfladığını, kendisinin bu yumuşak tavrından öğrencilerin ilgi odağı olduğunu, çocukların duygularından yakalayıp onları okulun disiplininden uzaklaştırdığını, öğrencileri alışılmışın dışına sürüklediğini ve bir anlamda duygu sömürüsü yaptığını, pek öyle rahat olmayan bir tavır içinde söylerken, yüzünün renkten renge girdiğini o gün gibi görüyordu. Müdürün bir ültimatom anlamındaki cümlelerini peş peşe sıraladığı o an, gözünün önünde canlandıkça da yüzü kâh ekşiyor ve kâh kızarıyordu. Ama acı gülüşlerini de eksik etmiyordu yüzünden.
Zamanın çok geçtiğini sanmıştı. Saatine tekrar bakınca, geçmişe doğru dalıp gittiği yolculuk yarıda kalmıştı. Gerçi olup bitenler çok uzağında değildi. Her an zihnine misafir oluyor ve onu yalnız bırakmıyorlardı. Okuldaki sudan bahanelerden kaynaklanan uyumsuzluk, onu rahatsız etmiyor değildi. Buna bir türlü anlam da veremiyordu. Art niyeti olmayan bir insanın, şimdiye kadar bir özne olarak ele alınıp değerlenmeyen dört yüzü aşkın ve sevgi bekleyen öğrencilerin, biraz da olsa, duygularının, kişiliklerinin ve yaşadıklarının farkına varmalarını hatırlatan pedagojik ve özgür eğitimin yalnız bir ucunu göstermesini çekememenin bir mantığı olabilir miydi? Bunu düşündükçe hem utanıyor ve hem de içten kahroluyordu. Ne vardı bunda? Amaç öğrencinin yetişmesi ise, bir canlılık ve sevgi dalgası sarmıştı okulu. Eğitimin bir diğer amacı çevre ile iletişimse, o geldikten sonra çocuğunun durumunu sormak ya da estirilen bu olumlu havayı tebrik etmek için okula gelip giden velilerin bir hayli olması, yeni bir geleneği de başlatmıştı. Tüm bunların sevinç kaynağı olacağı yerde, yalnızca öğretmenlik mesleğini paylaştığı bu on iki insanın birbirine kenetlenerek sergiledikleri tavra anlam veremediği gibi, şaşıyordu, üzülüyordu. Öylesine bir kenetleme ki, bundan birinin kopmaması tuhaf geliyordu ona. Ne kadar empatik becerilerini kullanmış olsa da, onlardan birisiyle bir saat kadar olsun bir arada bulunma fırsatını bulamamıştı. Onlar da ona bu fırsatı vermiyorlardı ya. Bu üç yıl içinde, dört yüz bilmem kaç öğrenciyle kurduğu sıcak diyalogların yanı sıra, okulda yaşanılan bu gerilimi kimseye açmadan çevre ile de çok iyi ilişkiler içine girmişti. Ya bu on iki insanla? Yok, onların tüm kapıları kapalıydı ya da açmayı becerememişti.
Saat on biri on geçiyordu. Dudaklarını şaşkınlık ifade eden bir biçimde büktü. Sahiden şuracıkta geçmişini yaşamıştı. Zaman sanki durmuştu. "Bu zaman ölçüsü ayrı, hayal zamanı" dedi. Oturduğu yerden kalktı. Zihnen yorulmuştu. Yalnız zihnen mi? Bedeni de yorgun düşmüştü. Duvarda asılan manzaranın tam karşısında gelip durdu. Gülümsedi. Erken de olsa, okula gitmek için, sözleştiği bir yere yetişecekmiş gibi acele ile evden çıktı.
Okula yaklaşınca, bahçede kümelenen öğrenciler dikkatini çekmişti. Bunlar sabahçı öğrencilerdi ve evlerinde olmalıydılar. Okulda da alışılmışın dışında bir hava vardı sanki. Duyguları onu pek yanıltmazdı ya. "Hayırlısı" dedi. Bahçe kapısından içeri girdi; kimi gözü yaşlı öğrencilerin kendisine doğru gelmekte olduğunu görünce şaşkınlığını gizleyemedi. " Ne oldu çocuklar!" dedi. Bir öğrenci, "Sizin tayininiz çıkmış öğretmenim!"der demez, hıçkırıklarını tutamadı. Atanmasından değil de, çocuğun ağlamasından bayağı heyecanlanmıştı. Heyecanlandığını gizlemek için " Öyle mi!" diyerek, alışık oldukları kahkahalarından birini attı. Ama aralarında fazla duramadı.
Öğretmenler odasına çıkınca, artık bu okulda misafir olduğunu anladı. Öğretmenlerde şimdiye kadar görmediği bir hava hissetmişti. Pişmanlığa da benziyordu, suçluluk psikolojisine de, acıma ile karışık bir özür dilemeye de benziyordu halleri. Tuhaf ki sabahçı öğretmenler de oradaydı. Biri "Üzgünüz" dedi. Bir çırpıda hepsinin yüzündeki ifadeleri okudu.
Yüzlerinde gerçekten o eski havadan bir iz bile yoktu; doğrusu üzgündüler. İnsan her şeyi unuturmuş meğer. Ama yine de içinde bir şeyler oldu. En küçük bir heyecan, bir kırgınlık belirtisi göstermeden "Hayırlısı osun!" dedi.
Her zaman olduğu gibi gülümsedi. Ama bu gülümseme, hayatın bütününe karşı duyduğu saygının tüm motiflerini yansıtan ruh halinin gülümsemesiydi.
 

uður1

Well-known member
Cevap: Günün ayeti

Yazıklar olsun o namaz kılanlara...
27 Eylül 2011 / 04:05
Günün Ayet-i Kerime meali...

Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak(c.c), Mâ’ûn suresi 1-7. ayetlerinde mealen şöyle buyuruyor:
1. Gördün mü, o hesap ve ceza gününü yalanlayanı!
2,3. İşte o, yetimi itip kakan, yoksula yedirmeyi özendirmeyen kimsedir.
4. Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki,
5. Onlar namazlarını ciddiye almazlar.
6. Onlar (namazlarıyla) gösteriş yaparlar.
7. Ufacık bir yardıma bile engel olurlar.
 

uður1

Well-known member
Cevap: Kur'anı Risale-i Nur'dan öğrendim-1

Kürt Teali Cemiyeti ve Said Nursi (III)
27 Eylül 2011 Salı 06:11
Konu ile ilgili olarak farklı bir bilgi veya belgeye ulaştığımızda, elbette bunları da çalışmamıza ilave edeceğiz. Hatta bu konuda bir belge veya bilgiye ulaşan arkadaşlarımızın da yardımını beklediğimizi ifade etmeliyim.
Risale-i Nur’un bütünü üzerinde objektif bir nazarla yapılacak bir araştırma, elbette Said Nursi hakkında en doğru ve gerçekçi neticeye ulaştıracaktır. Çünkü Said Nursi hakkında varılabilecek en gerçekçi kanaatin, kendi eseri olan Risale-i Nur kaynaklı olması da en doğrusudur. Bu başka kaynakların güvenilir olmadığı anlamına gelmez. Biz de çalışmalarımızda farklı bazı kaynaklara dayanarak, bazı konulara temas ediyoruz.
Ancak başka bir bilgi, belge veya kaynak bulunmadığı durumlarda, bu konuda dayanabileceğimiz en doğru kaynağın da Risale-i Nur olduğu konusunda bir şüphe olmamalıdır.
Said Nursi’nin ‘’Osmanlıyı yeniden ihya etme’’ konusundaki görüşlerine de kısaca temas etmekte yarar vardır. Osmanlı Devleti elbette mükemmel bir devlet değildi. Gerileme dönemi ile birlikte, değişen ve gelişen dünyaya ve şartlara ayak uydurmakta yetersiz kalınmış ve bu durum neticesinde Osmanlı Devleti büyük sıkıntılarla boğuşmak zorunda kalmıştır. Osmanlının gerilemesinin elbette birçok sebepleri bulunmaktadır. Belki bu vahim durumu, ‘’Mukteza-yı hale mutabık hareket etmemek’’ olarak formüle edebiliriz.
Said Nursi, Osmanlıdaki Meşrutiyet çalışmalarını ve yönetimde yapılmaya çalışılan reorganizasyon gayretlerini ‘’Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal’’ sözleri ile desteklemiştir. Fakat Osmanlı yönetimi ‘’yeni halin’’ tesisinde hem çok geç davranmış, hem başarısız olmuş, hem de içte ve dışta Osmanlıyı yıkmak için gayret gösteren ard niyetli teşebbüslerle mücadele etmekte de yetersiz kalmıştır.
‘’Osmanlıyı yeniden ihya etmek’’ fikri, elbette bütün bu arızalardan arındırılmış, değişen ve gelişen şartlara ayak uydurabilmiş, ‘’yeni hal’’ tesis edebilmiş bir anlayışı ifade etmektedir. Said Nursi’nin ihya etmek istediği Osmanlı anlayışı, Meşrutiyeti tam ve mükemmel bir şekilde uygulama becerisi gösteren, kâmil manada hürriyetlere sahip çıkan ve uygulayan, herhangi bir ırkın üstünlüğüne dayanmayan, hangi ırktan olursa olsun bütün Müslümanları bir ve eşit sayan bir düşüncenin tezahüründen başka bir şey değildir.
Said Nursi’nin eski Said döneminde yazmış olduğu eserlere ve özellikle Münazarat’a bakıldığı zaman, bu manalar açık bir şekilde görülecektir. İhya edilecek Osmanlı düşüncesinde, İslam’la barışık olan evrensel hukukun bütün umdelerinin de uygulanacağı konusunda bir tereddüt olmamalıdır. Sair din mensuplarına gereken azami anlayış ve hoşgörünün gösterileceği bir anlayış içinde, inanç, ibadet ve ticaret hürriyetinin İslam’ın ruhuna uygun bir şekilde uygulanacağı bu düşünce, elbette çağın bütün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde dizayn edilecekti.
Bu konuda izhar edilen bazı tereddüt ve kaygılara hiç yer olmadığı kanaatindeyim. Osmanlılık düşüncesi bu şekilde anlaşılmalıdır. Yoksa herhangi bir ırkın üstünlüğüne dayanan bir yönetim anlayışını bir mümin olarak hiçbirimizin kabul etmesi mümkün değildir. Hatta Said Nursi’nin ihya etmek istediği düşünce, herhangi bir ismin etrafında şekillenen bir anlayış da değildir. Bunun isminin ‘’Osmanlı’’ olması de gerekmez. Ayrıca meseleyi değerlendirirken de ‘’saltanat’’ ve hilafet’’ kavramlarını da birbirinden ayırarak değerlendirmek gerekir. Ülkede yaşayan ve eşit şartlara sahip herkesin mutabakatı ile ‘’ihya’’ edilecek bu anlayış, geleceğe ümitle bakmanın da adresi olacaktı. ‘’Çünkü tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez.’’
Osmanlıyı ihya etmek, bu düşünceler çerçevesinde, İslam birliğini ve kardeşliğini yeniden ihya etmek manasını taşır. Zaten bu mana ‘’fıtratın’’ da sesine kulak vermektir. Ülkelerin belli bazı sınırları da olabilir. Hatta bu ülke içinde bazı ülkeciklerin de belli bazı sınırları ve farklı uygulamaları olabilir. Bu genel sınırlar içinde birbiri ile her türlü işbirliği, hoşgörü ve yardımseverlik duyguları içinde yaşayan insanlar, herhangi bir rekabet ve düşmanlık duygularına hiç yer vermeden başarıya birlikte de ulaşabilirler.
Bu durum elbette bir hayal gibi gelebilir. Fakat biz Müslümanlar olarak bütün müminlerin bir ve beraber yaşayacağı, kardeşlik duygularının en üst noktalara taşınacağı, komşusu aç iken yok yatmanın ıstırabının duyulacağı, bırakın herhangi bir insana zarar vermeyi, bir karıncaya bile bilerek ayak basmamak için azami dikkat gösterilecek bir dünyayı elbirliği ile gerçekleştirmekle vazifeli değil miyiz? Böyle bir dünyanın gerçekleşme şansı çok düşük olsa bile, biz bu yolda gayretlerde bulunmaya devam etmek durumundayız. ‘’Celaleddin-i Harzemşah’ın dediği gibi, ‘’biz İla-yıkelimetullah yolunda cihad etmekle vazifeliyiz. Biz görevimizi yaparız, Cenab-ı Allah’ın vazifesine karışamayız.’’
Bütün bunlarla birlikte, Said Nursi Kürt Teali Cemiyeti kurucuları veya üyeleri arasında bulunmuş olsa bile herhangi bir şey değişmeyecektir. Çünkü Kürt Teali Cemiyeti kurucuları arasında çok farklı görüşlere sahip Kürt kökenli insanlar mevcuttu. Bunların kendi milletlerine ve yakınlarına herhangi bir şekilde hizmet etmek amacıyla bu cemiyete girdiklerini kabul etmek gerekir.
Bu yazı ile birlikte Kürt Teali Cemiyeti ve Said Nursi konusunda yazdığımız yazıları şimdilik noktalıyoruz. Konu ile ilgili olarak yeni bir durum ortaya çıktığında elbette konuyu takip etmeye devam edeceğiz. Said Nursi’nin eseri olan Risale-i Nur Külliyatının, Türklerin ve Kürtlerin kardeşliğini sağlam zeminlerde tahkim edecek ve eskisinden daha kuvvetli bağlarla sürdürebilecek sağlam bir muhtevaya sahip olduğunu ve kabul edilebilir bir referans özelliği taşıdığını da bir kez daha belirtmek istiyoruz.
 

uður1

Well-known member
Cevap: Kur'anı Risale-i Nur'dan öğrendim-1

İnsan küçük bir alem olduğu gibi, alem dahi büyük bir insandır
27 Eylül 2011 Salı 06:14



İBRETLER


"İnsan küçük bir alem olduğu gibi, alem dahi büyük bir insandır."
 

uður1

Well-known member
Cevap: Kur'anı Risale-i Nur'dan öğrendim-1

Çocuklar “sorarken de” güzeldir
27 Eylül 2011 Salı 06:10
Soru sormamayı “fazilet” olarak öğrenmiş bir nesiliz biz. Sorgulamamayı, iyi çocuk olmanın şiarı bellemişiz. Kendi çocukluğumdan hatırlıyorum. Ne zaman cesaretle sorularımı sıralasam, büyüklerimden aldığım nasihat şu idi: “Aman, çok soru sorma! Çok soru sormak iyi değildir. Her ne gelirse insanın başına meraktan gelir.”
Ve büyüdüm. Durum hiç değişmedi. Ne zaman biraz “boyumdan büyük” kelamler etsem, öğretmenlerim de beni susmaya davet ederdi. Söz gümüşse sükût altındı ne de olsa. İnsanın bir dili iki kulağı vardı. Ve yine; “Çok soru sormak iyi bir şey değildi.” Hem bildiğim kadarı bana yeterdi. Susmayı öğrendim en nihayet. Merakım öldü. Lise çağlarımda tükendim. Üniversitede bittim.
Ne tuhaf! Ezber ettirdiler önce resmi gerçekleri, sonra sınavlarda sorularını da gösterdiler. Önce cevaplarım, sonra sorularım oldu benim. Sıralamada bir şeyler yanlıştı, bunu fark ettim. Ama irdeleyemedim. Akışına bıraktım ben de hayatı. Her şeyi akışına... Ve ömrümde bu meraksız sularda aktı, gitti. Engelleyemedim. “Hiç akıl etmez misiniz?” vahyine muhatap doğan ben, hiç akıl etmeden yaşadım, geçtim. Yirmilerime geldim.
Ve bir gün bir âlimin sözleriyle tanıştırdılar beni. Kendi kendisine sağlam sorular soran ve cevaplar veren bir âlim. Soru sormaktan korkmayan ve “korkutmayan” bir âlim. Hakikati ararken muhalif fikre hakk-ı hayat veren bir âlim. O âlimin tedrisinde dizimi kırdım, kitaplarında yeniden “sorabilmeyi” öğrendim.
Öyle hür yetiştiriyordu ki beni; kendi sözlerini bile mihenge vurmamı tavsiye ediyordu. Ve talebeleri ona rahatlıkla sorular sorabiliyorlar, cevaplar alabiliyorlardı. O vakit tekrar fıtratımı kuşandım. Sormanın ayıp olmadığını, aklın da hakkının verilmesi gerektiğini öğrendim. Sordum, irdeledim.
Şimdi yeğenimle oynarken o günleri anımsıyorum, dersimi alıyorum. “Aman sus, bu da sorulur mu?” demiyorum. İnadına elimden geldiğince cevaplar veriyorum, kaçmıyorum. O benim gibi büyümesin istiyorum. Benim gibi soru sormayı ertelemesin, gecikmesin. Fıtratının hakkını versin. İnşallah...
Bu konuda yalnız kendimi sitemkâr sanıyordum ki, elime bir kitap geçti. Yalnız olmadığımı gösterdi. İsmi de şu idi: “Süper Gözlerim Olsa Allah’ı Görebilir miyim?” İsminden de anlaşılacağı üzere bir çocuk kitabıydı bu. Bol resimli, az yazılı...
Beni dosyayı incelerken görenler yaşımla irtibatını kuramayıp gülseler de (hatta dalga geçenler de oldu) keyifle okumayı başardım. Ve “Elhamdülillah” dedim: “Şimdiki çocuklar bizden şanslı. Baksanıza onlara susmayı değil, sormayı öğreten kitaplar var.”
“Aman, kitap işte! Ne farkı var diğerlerinden?” demeyin. Bu kitap önce “sormayı” öğretiyor miniklere. Normalde bizim sürekli ve aşırı bilgi yüklemesine tâbi tuttuğumuz çocuklarımıza, önce bilgiye ihtiyaç duymayı salık veriyor.
Öyle ki, kitapta sürekli sorularıyla ailesini ve öğretmenini meşgul eden minik kahramanımız, kolay kolay ikna da olmuyor. Cevap bulan sorularının ardından sorgulamaya devam ediyor. Böyle bir okumayla alıyor kafasına bilgiye dair her şeyi. Ve taklit etmesi istenen hiçbir fikre razı olmuyor. Bir mana-yı harfî yolculuğuna çıkıyor kâinatta. Her şeyin perde arkasını sorguluyor. Mana-yı harfî bu kitapta “süper gözler” oluyor. Süper gözler terkibiyle ifade ediliyor.
Risale-i Nur öğretisinin çocuk diliyle, masum zihinlere nakış nakış işlendiğini düşündüğüm bu kitap bence pek kıymetli. Dedim ya, bizim sormayı bilen çocuklara çok ihtiyacımız var. Çünkü bizim Üstadımız bize böyle öğretmiş: “Merak ilmin hocasıdır.” Bize öğretildiği gibi dememiş: “İnsanın başına ne gelirse meraktan...”
Eğer biz de çocuklarımızın, şu an sokaklarda görüp de hallerine üzüldüğümüz “meraksız” gençlerden birisi olmasını istemiyorsak, onlara meraklarını kullanabilmeyi öğretmeliyiz. Ve bence Zeynep Sevde Paksu’nun kalem aldığı “Süper Gözlerim Olsa Allah’ı Görebilir miyim?” kitabı bu yolda atılmış doğru bir adım. Ve ebeveynler unutmayın; “önce sorular yaşanır...” Çocuklarınıza sorularını yaşabilmeleri için fırsat verin ki, öğrettiklerinizi sahiplenebilsinler. Onların sorularından korkmayın.

Arap baharı değil, Arap uyanışı

27 Eylül 2011 Salı 06:13
Her değişimin, hormonlu karakteri ne kadar sun’i, siyasi ve gayr-i insani ise, fıtrat kanunlarına uyan gelişmeci ve sabır isteyen dinamikleri ise o kadar kalıcı ve insanidir.
Batının İslam coğrafyasında kurguladığı kukla devletler/yönetimler ve temsilcileri ile halkları arasına koydukları mesafe oranında insani gelişmeye ve hürriyetlere o kadar uzaktırlar.
Bir yönetim sistemi, insanlarını dışlıyor, içerde problem üretip dışarıya servis yapıyorsa, bu hastalıklı bünyenin değişimi şart.
İslam dünyası, işte bu değişimlerden, kendi tabiatına yakışan kalıcı yenilenmenin adımlarını atıyor son yıllarda.
Birikmiş problemlerin halı altına sürülemediği, mızrağın çuvala sığmadığı, kılıfın minareyi örtemediği bir durum var genelde İslam dünyasında, özellikle Arap dünyasında.
Birileri buna Arap baharı diyor. Menşei asaletsiz, ama döneme bulunmuş mevsimlik bir tabir.
Fena değil, ama kurgusu belirsiz. Mevsimlik bir değişim ifadesi.
Oysa ki, asrın sözcüsü 1911 yılında, bundan tam 100 yıl önce Arap uyanışını söylemişti.
Araplar uyanacak. Hakiki kardeşleri olan Türklerle beraber İslam’ın mutluluğuna hizmet edecekler. Diğer kavimler de, bu aile içi kardeşlikten ders alıp büyük aile fotoğrafına dahil olacaklardı.
Bunun için Türkler, Türkçülük perdesi altında bünyelerine uymayan, bedenlerine giydirilen Kemalizm kalıbından sıyrılmaları gerekecek.
Yukarıdaki bu müjdeler kendi mecrasında doğru bir zeminde tarihin perspektifine ışık tutacak kaderi bir dönüşümle ilerliyor.
Siyaset, ticaret, kültür veya milli uyanışlar, bu büyük gayenin tahakkuku için birer araç sadece.
Olayın özü, genetiği ile oynanmış insanlığın son 500 yıllık serencamında, beşer kafilesinde geri kalan İslam toplumlarının artık harekete geçmeleridir.
500 yıldan fazladır uyuyan İslam dünyası, sefaletle boğuşan, gündemini kaybeden ve ırkçılık/kabilecilik belası ile ikame edilen üstünlük tafraları altında ezilen toplumlar ve dünyaya mesaj veremeyen bir kapanma…
Bu kapanma çözülüyor. İslam güneşinin önündeki ay, geri çekiliyor.
Türkler asli ruhuna dönüyor. Araplar uyanıyor. Diğer kavimler kardeşlik özlemini hissediyor.
“İstikbalde hükmedecek hakikat-i İslamiye ve Kur’aniye” sözün sahibi olma yolunda.
Geçici hevesler, dar merkezli dalgalanmalar, devletlerin değişim hızları, batının kıskaç politikaları ve haberlerde üretilen gerilimli haller ve canımızı sıkan acılı/hüzünlü/yakıcı hallerin tamamı, kaderi tezgahta dokunan müjdenin mutluluk öncesi son acıları.
Karanlık gecenin sabahı yakın.
1911 yılında Hutbe-i Şamiye’de ifade edilen “bilhassa İslamın terakkisi onların intibahıyla olan Arabın saadetinin fecr-i sadıkı” dönemini yaşıyoruz.
Krizlerle boğuşan bir batı. Uyanan bir doğu. Değişen liderler/liderlik sultası. Gelişen insanlık vicdanı.
Bu temel dinamiklerin sesi daha çok duyulacak. Toplumların yenilenme talepleri daha çok hız kazanacak.
Arap uyanışı, kalkınmanın hareket pimidir. Sefaletin kol gezdiği yoksul halklar onlara dağıtılan kaynaklarla daha fazla insaniyeti tadacak.
500 yıllık uykudan uyanmanın mahmurluğu birkaç yıl değil 10 yıl da sürse, neticeleri itibariyle kısa süre sayılır.
Arapların uyanış senaryosu 100 yıl önce yazılmış. Senarist Bediüzzaman. Zaman ve zemin tanımları net. Aktörler ise hep değişken olacaktır. Esas olan bu senaryoyu bilmektir.
Sahi, bu senaryoyu yıllar yılı okuyanlar ve bu filmi seyredecek kadar göz hafızası canlı Nur talebeleri için kahraman arayışı olabilir mi? Asla.
Kader hükmünü icra ediyor. Risale-i Nur müjdeleri bir bir gerçekleşiyor. Bu çorbada tuzu olan kainat gemisindeki herkesten Allah razı olsun.
Ve Bediüzzaman Said Nursi’nin beynimize yürek, kalbimize inşirah, ruhumuza inkişaf, duygularımıza heyecan veren haykırması:
“Yaşasın sıdk! Ölsün ye’s! Muhabbet devam etsin! Şura kuvvet bulsun!”
Herkese hayırlı sabahlar! Günaydın!
Uyandık beraberce.
 

uður1

Well-known member
Cevap: Kur'anı Risale-i Nur'dan öğrendim-1

Bedir zaferinden Nur zaferine
26 Eylül 2011 Pazartesi 06:12
Bu ortaklık başka bir ortaklıktır. Bu ortaklık dünya ortak pazarında kurulan uhrevî ticaret fuarında boy gösteren bir ortaklıktır. Ortaklardan bazılarının kâr ettiği yerde bazıları da zarar etmektedir.
Kur’an-ı Kerim’in Asr suresinde bu gerçeğe şöyle işaret edilmiştir; “Asra yemin olsun ki, insanlar hüsrandadır. Ancak, iman edip makbul ve güzel işler yapanlar, bir de birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bundan müstesnadır.”
Asr suresinde “Asr” sözcüğüyle, insanların yegâne sermayeleri olan zamanın maksimum ve minimum periyotları olan çağların ve günlerin kadir ve kıymetini bilmeyenlerin dünya ticaret pazarında ömür sermayelerini hep boşa harcadıkları ve tamamen hüsrana uğrayıp iflas bayrağını açtıkları, tarihî birer ibret levhası olarak aklın dikkatine sunulmuştur.
Bu iflasla ağır hüsrana uğrayanların perişan hallerini seslendiren ayetten sonra, insanların sermayelerine sermaye katan mümtaz ve müstesna şahsiyetlerin takip ettiği yol güzergâhı ise şöyle tarif edilmiştir; “Ancak, iman edip makbul ve güzel işler yapanlar, bir de birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bundan müstesnadır.”
İşte Hz. Adem’den beri bu hak yolu takip edenlerin arasında öncülük yapmış cemaatler, taifeler olmuştur. İslam ümmetinin tarihinde de böyle seçkin taifelerin varlığını haber veren hadisler vardır. Meşhur olan bir hadis-i şerifin manası şöyledir: “Ümmetimden bir taife, Allah emrini getirinceye/kıyamet gelinceye kadar, hak yolda mücadele ve mücahedeye devam edecektir.” (Buharî, i’tisam,10, Tavhid, 29; Müslim, İman, 247, İmare, 170).
Bu hadis-i şerifin verdiği dersin özeti şudur:
İslam ümmetinde, hak yolda yürüyenlere öncülük edecek bir taife, bir topluluk -kıyamete kadar- her zaman tarih sahnesinde yerini alacak, insanların hüsrana uğramamaları için her türlü fedakârlığı gösterecek ve düşmanlarına karşı galibiyet kazanacak ve kıyamet kopuncaya kadar hak yoldaki mücadelesinde üstünlüğü elinde tutmaya devam edecektir.
Bu taifelerin başında gelen ve ilk öncü kuvvetleri ve cihad süvarileri olanlar, hiç şüphesiz sahabe-i güzin taifesidir. Manevî cephede dünyaya üstadlık ettikleri gibi, maddî cephede de ilk zaferlerini Bedir harbinde ilan edip askeri alanda da ümmetin seçkin komutanları, askerleri olduklarını ispat ettiler.
Bu açıklamalardan yola çıkarak diyebiliriz ki, hadiste kendilerinden övgü ve sitayişle bahsedilen bu “İslam cihadının öncü kuvvetleri” unvanına layık olan taifelerin ilk halkası sahabedir ve galibiyetle sonuçlanan ilk cihad/mücahede sahneleri ise Bedir zaferidir.
Bu mücahit taifenin en son halkasını teşkil edenler ise, -tabiidir ki- ahir zamanda gelecektir. Ahir zamanda gelecek olanlar daha çok manevî cihada memurdur. Çünkü ahir zamandaki cihad ilimle olacaktır. Değişik ayet ve hadislerin işaretlerinden bunu anlamak mümkündür. Bediüzzaman hazretlerinin –özetle- ifade ettiği gibi, “Hz. Muhammed’in en büyük mucizesi olan Kur'an-ı Mu'cizü’l-Beyan, Hz. Adem’e isimlerin öğretilmesini ifade eden “talim-i esma” hakikatini ders verirken; hak ve hakikat olan ilimlerin, fenlerin doğru hedeflerini, dünyevî ve uhrevî kemalât ve saadetleri açıkça gösteriyor. Hem insanları bu ilim ve fenleri öğrenmeye teşvik ediyor. Kullandığı üslubun işaretiyle adeta şöyle diyor: "Ey insan! Şu kâinatın yaradılışındaki en yüksek maksat, rububiyetin tezahürüne karşı insanların küllî ubudiyetlerdir. İnsanın en yüksek gayesi ise, ilim ve kemâlat/erdemler ile o kulluk ve ubudiyet mertebesine yetişmektir." Keza Kur’an, kullandığı ifade tarzıyla şöyle işaret eder ki: "Elbette nev'-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir." (Sözler/20. Söz/2. makam)
Bedüzzaman Hazretlerinin kanaatine göre, gerek bu hadis, gerek Asr suresi ve gerek Fatiha suresi, “sırat-ı müstakim ashabı” olarak ifade edilen ve tarih boyunca Allah yolunda cihad/mücadele ve mücahede eden bütün taifelere işaret ettiği gibi, bu taifelerin şu ahir zamandaki temsilcisinin de Risale-i Nur hizmeti ve onun talebelerinin olduğuna da işaret etmektedir. (bk. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.54)
Buna göre, İslam tarihinde hakka hizmette öncülük edenlerin ilki, sahabe ve özellikle Bedir aslanlarıdır. En son hizmet kahramanları ise, bu ahir zaman fitnesi içerisinde hak ve hakikate hizmet eden bütün Müslüman gruplar, cemaatler olmakla beraber, bunların başında Risale-i Nur hizmeti gelir. Çünkü tarihin şahadetiyle İslam hâkimiyetinin son kalesi olan Osmanlı devletinin tarih sahnesinden çekilmesiyle, her taraftan dinsizlik cereyanları ve nifak akımları ortaya çıkmaya başlamıştır. İslam âlimleri ve mürşitlerinin önemli bir kısmı öldürülmüş, diğer kısmı ise şiddetli istibdatların baskısıyla pasifize edilmiştir. Ortada hem dünyasını hem ahiretini Kur’an’a feda etmeye karar veren ve "Yüzer milyon başların feda oldukları bir kutsî hakikate, başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-ı Kur'aniyeye feda olan bu başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşâallah!" (Lemalar/26. Lema/15. Rica) diyen ve Bedüzzaman unvanıyla meşhur olan bir tek adam ayaktadır.
Merhum Osman Serdengedçti’nin o coşkun ifadesiyle;
“Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar. Üç devir: Meşrutiyet, İttihad ve Terakki, Cumhuriyet. Bu üç devir büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur. Yıkılmayan kalmamış! Yalnız bir adam var. O ayakta... Şark yaylalarından; güneş'in doğduğu yerden İstanbul'a kadar gelen bir adam. İmanı, sıradağlar gibi muhkem. Bu adam, üç devrin şerirlerine karşı imanlı bağrını siper etmiş. Allah! demiş, Peygamber demiş, başka bir şey dememiş. Başı Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur. Hiçbir zalim onu eğememiş, hiçbir âlim onu yenememiş... Kayalar gibi çetin, müthiş bir irade... Şimşekler gibi bir zekâ... İşte Said Nur!.. Divan-ı Harpler, mahkemeler, ihtilaller, inkılablar... Onun için kurulan i'dam sehpaları... Sürgünler... Bu müthiş adamı, bu maneviyat adamını yolundan çevirememiş! O, bunlara imanından gelen sonsuz bir kuvvet ve cesaretle karşı koymuş. Kur'an-ı Kerim'de "İnanıyorsanız muhakkak üstünsünüz" (Âl-i İmran suresi âyet 139) buyuruluyor. Bu Allah kelâmı, sanki Said Nur'da tecelli etmiş!” (Tarihçe-i Hayat/tahliller)
Bedir ve Nur cihadı
Bedir savaşı ve zaferi İslam tarihinde yapılan ilk büyük savaş ve ilk büyük zaferdir. Bu savaş, tarafların iradesi dışında gerçekleşti, çok zayıf bir durumda olan Müslümanların ummadıkları bir savaşla karşılaştığı, imanlarının teste tabi tutulduğu, insan iradesinin devre dışı bırakıldığı, yalnız ilahî iradenin konuştuğu harikulade bir hikmet tablosudur. Kur’an-ı hakîm bu harikulade durumu –meal olarak- şöyle ifade etmektedir: “Hatırlayın ki, (Bedir savaşında) siz vâdinin yakın kenarında (Medine tarafında) idiniz, onlar da uzak kenarında (Mekke tarafında) idiler. Kervan da sizden daha aşağıda (deniz sahilinde) idi. Eğer (savaş için) sözleşmiş olsaydınız bile, aralarınızda ihtilâfa düşerdiniz. Fakat Allah, olması gerekli olan bir işi gerçekleştirmesi, netice itibariyle helâk olanın açık bir delille helâk olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı). Çünkü, Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Enfal, 8/42) mealindeki ayette Bedir savaşı ve zaferi gözle görülen bir mucize olarak gösterilmiş ve “Allah, helâk olan açık bir delille helâk olsun, yaşayan da açık bir delille yaşasın diye böyle yaptı” mealindeki ilahî ifadeyle de bundan böyle imanlı hayatı tercih edenler açık bir delile dayalı olarak yaşayacakları; imansız hayatı tercih edenlerin de açık delile rağmen –inat ve mükabereyle- kendilerini helake sürükleyeceklerine vurgu yapılmıştır.
Bu ayetin veciz ve mucizevî ifadesiyle insanlara şu mesaj verilmiştir: “Ey müminler! Düşmanla aranızda herhangi bir savaş ilanı ve bu konuda bir yer tayini olmadığı halde, iradeniz dışında Allah’ın sizi düşmanlarınızla karşı karşıya getirmesinin hikmeti, sizi onlara karşı galip getirip zafere ulaştırmak, maddi güç itibariyle sizden çok daha kuvvetli olan düşmanlarınızı hezimete uğratmak, hakkı batılın üstüne çıkarmaktı. Ta ki, hakkın haklılığı, batılın da batıllığı, İslam’ın doğruluğu, küfrün ise yalancılığı –katî delile dayalı olarak- açıkça ortaya çıksın. Öyle ki, artık bundan böyle aklı başında hiç kimse için İslam’ın hak ve hakikat olduğuna dair hiç bir şüphe ve tereddüde yer kalmasın.”
Bugün Risale-i Nur külliyatını okuyan –her kesimden- milyonlarca insanın kanaati şudur ki; İslam’ın hak ve hakikatli bir din olduğunu, Kur’an’ın Allah’ın hak kelamı olduğunu, Hz. Muhammed’in Allah’ın hak Resulü olduğunu ilmî delillere dayanarak ispat eden bu eserlerin ortaya koyduğu delilleri görüp de iman etmeyenlerin saplandıkları düşünce, tamamen önyargıya dayanan, delilden yoksun, indî bir fikir ve inadî bir küfürdür.
Gerçekten -Bedir zaferiyle ortaya çıkan Kur’an’ın doğruluğunu görenler gibi- bu gün de insanlar, Kur’an’ın nurunu, özellikle Risale-i Nurun ortaya koyduğu Kur’an’ın güneş gibi parlak delilleri ve Hz. Peygamberin açık mucizeleri karşısında artık tercihini bilerek yapmak durumundadır. Küfrü tercih edenler, artık –İslam’ın doğru, küfrün ise yalan olduğunu- gözler önüne sermiş olan delillere rağmen, bilerek nefsin ve şeytanın telkinlerine kapılarak inadî bir şekilde küfür çizgisini devam ettirecekler.
Buna mukabil, imanı tercih edenler de gözle gördükleri hak ve hakikate dayanarak, delile dayalı bir davaya sarılarak mümin kimliklerini ve İslamî hayatlarını devam ettireceklerdir. Çünkü bu gibi canlı mucizeler karşısında ölü olmayan her gönül, kör olmayan her basiret, şaşkın olmayan her akıl şunu anlar ki, “din hayatın hayatı, hem ruhu hem esası; ihyay-ı din ile olur bu milletin ihyası.”
 

uður1

Well-known member
Cevap: Kur'anı Risale-i Nur'dan öğrendim-1

TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ
12.3.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR(DEVAMI)
İslâmiyet düşmanlarının yaptıkları taarruz ve hilâf-ı hakikat menfî propagandalarına mukabil üniversite Nur talebelerinin bir açıklamasıdır.

Aziz, sıddık kardeşlerimiz,

İmtihan ve gazanız geçmiş olsun der, sizi tebrik ederiz. Risale-i Nur’un tahkikî iman dersleriyle iman mertebelerinde terakki ve teâli edip kuvvetli imanı elde eden Nur talebeleri için öyle taarruzlar, bir cihetten bir imtihandır ve kömürle elması tefrik eden bir mihenktir. Nur talebeleri için Allah’a iman, Peygambere ittibâ ve Kur’ân-ı Kerîmle amelden dolayı hapisler bir medrese-i Yusufiyedir. Zulüm ve işkenceler, birer kamçı, birer perçindir. Kader-i İlâhî bize o hücumlarla işaret veriyor ki, “Haydi, durma, çalış!...”

Kur’ân ve iman hizmeti uğrunda mahkemelerde konuşmak, Nur talebelerince bir dostu ile sohbet etmektir. Karakollara götürülüp getirilmek, çarşı pazara gidip gelmekten farksızdır. Kelepçeler, dinî cihâd-ı ekberin birer altın bileziğidirler. Beşerin zulmen mahkûm etmesi ise, hakikatte Hakkın beraat vereceğine bir delildir. Bütün öyle işkence ve zulümler, Nur talebeleri için birer şeref madalyasıdır. Ne mutlu ki, otuz seneden beri Nur talebeleri ağabeylerimiz bu nimetlere mazhar olmuşlar. Maalesef bizlere ki, bizler bu şereflere nail olamadık ve olamayacağız da. Zira bunları kazandıran devir kapanmak üzeredir.

Risale-i Nur, bu vatan ve millete emniyet ve âsâyişi temin eden ve kalblere birer yasakçı bırakan imanî bir eserdir. İslâmiyet düşmanlarının tahrikâtıyla olan müteaddit mahkemelerde Risale-i Nur’a beraatler verilmiş. Temyiz Mahkemesi ittifakla beraat kararını tasdik ederek Risale-i Nur dâvâsı kazıye-i muhkeme halini almıştır. Yirmi beş mahkeme de “Risale-i Nur’da suç bulamıyoruz” diye karar vermiştir. Otuz seneden beri yüz binlerle Nur talebelerinin bir tek vukuatı görülmemiştir. Bunun için, Risale-i Nur’un neşrine mâni olmaya çalışanlar, emniyet
ve âsâyişin düşmanı ve vatan ve millet haini anarşistlerin hesabına bilerek veya bilmeyerek çalışanlardır.

Risale-i Nur’a ilişen hükûmet değildir; çünkü, emniyet ve zabıta anlamış ki, Bediüzzaman ve Nur talebelerinde siyasî bir gaye yoktur. Bunların meşguliyeti, sadece iman ve İslâmiyettir. İşte o gizli din düşmanlarının taarruzları karşısında Nur talebeleri Risale-i Nur’daki tahkikî iman derslerinin verdiği iman kuvvetiyle metin, salâbetli ve mağlûp edilmez bir hizbü’l-Kur’ân ve fethedilmez bir kal’a halindedirler. Din düşmanları tarafından hücumlar oldukça, Nur talebelerinin Risale-i Nur’a ve Üstadlarına olan sadakat ve sebat ve faaliyetleri ziyadeleşir, perçinleşir. Bir talebesi, Üstadımıza şöyle yazmış:

“Ey benim aziz kahraman Üstadım! Muarızlarımız arttıkça kuvvetimiz çoğalıyor. Rabb-i Rahîmimize hadsiz şükürler olsun.”

Evet, o bir zamanlar ki, karanlıklı, zulümatlı ve eşedd-i zulüm ve istibdad-ı mutlak devrinde herkes susturulmuş; fakat tek bir kimse susmamış ve susturulamamış. Bu yektâ ve nadir kimse olan Bediüzzaman’ın talebeleri de mağlûp edilememişlerdir…

Nur talebeleri, evvelâ kendi imanlarını kurtarmak, bununla beraber din kardeşlerinin de imanlarını kurtarmak için Kur’ân-ı Hakîmin yüksek ve parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’u okumuşlar ve okutmuşlardır. İmanlarını kurtarmaya çalıştıkları ve rıza-yı İlâhi için Kur’ân’a ve imana Risale-i Nur’la hizmet ettikleri sırada mâruz kaldıkları hücum ve taarruzlara hiç ehemmiyet vermeyerek, o gizli din düşmanlarının tasallutlarını, saldırışlarını kendileri için iman ve Kur’ân hesabına bir kamçı ve bir teşvikçi hükmüne geçtiğine kanaat getirmişlerdir. Otuz senelik bu nevi hâdisâtın ve bu nevi tesiratın neticeleri, bu millet-i İslâmiye muvacehesinde meydandadır.

İşte, Risale-i Nur’un yeni ve müştak talebeleri olan kardeşlerimiz! Sizler de böyle bir Üstadın ve böyle bir eserin talebeleri olduğunuzdan, sizlerin de bu semerelere ve meyvelere mazhar olup Nurlara daha ziyade sarılarak, hararet ve iştiyakınız daha fazla ziyadeleşmiş olarak Nurları sebat ve sadakatle okumak derecesine nail olacağınızdan, hem sizleri ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Hem sizlere binler selâm ve dualar edip dualarınızı bekliyoruz.


Lügatler :
amel : davranış, iş
asayiş : emniyet, güven ve huzur
aziz : çok değerli, izzetli
beraat : temize çıkma, suçsuz bulunma, serbest bırakılma
beşer : insan
cihâd-ı ekber : en büyük cihat; nefisle mücadele
devir : dönem

emniyet ve zabıta : güvenlik güçleri, güvenlik birimleri
eşedd-i zulüm : zulmün en şiddetlisi, çok şiddetli zulüm ve baskı
faaliyet : icraat, çalışma
feth : açma, zapt etme
gaza : din vatan ve millet gibi mukaddes değerler uğruna yapılan cihat ve mücadele

hâdisât : hâdiseler, olaylar
hadsiz : sayısız, sınırsız
Hak : varlığı hak olan, her şeyi hakkıyla yaratan ve her hakkın sahibi olan Allah
hakikat : gerçek

hararet : sıcaklık, ateş; (mecaz olarak) aşırı istekli olma
hilâf-ı hakikat : gerçeğe aykırı, gerçek dışı

hizbü’l-Kur’ân : Kur’ân taraftarı, hizmetkârı
hükûmet : idare, yönetim
imanî : imanla ilgili, imana dair

istibdad-ı mutlak : tam ve sınırsız bir baskı, mutlak diktatörlük
ittibâ : uyma, tâbi olma
ittifak : görüş birliği, oy birliği
kader-i İlâhî : Allah’ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması

kanaat : görüş, fikir
kaziye-i muhkeme : Yargıtay’ın onayından geçen ve kanunen itiraz edilemeyen kesinleşmiş hüküm, son karar

Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
mağlûp etme : yenme, üstün gelme
mahkûm etme : cezalandırma, ceza ile hükmetme
mâni : engel

mâruz kalma : uğrama, hedef olma, etkisi altında kalma
mazhar : erişme, nail olma
medrese-i Yusufiye : Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında kullanılan hapishaneye verilen ad
menfî : olumsuz
mertebe : derece, basamak

metin : sağlam, kuvvetli
mihenk : ölçü

millet-i İslâmiye : İslâm milleti; Müslümanlar
muarız : karşı gelen, karşıt, muhalif
mukabil : karşılık

muvacehesinde : karşısında
müştak : arzulu, çok istekli
müteaddit : bir çok, çeşitli
nail : erişme, kavuşma
neşr : yayma, yayınlama

netice : son, sonuç
nevi : tür, çeşit
nimet : iyilik, lütuf, ihsan

Rabb-i Rahîm : sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan ve her şeyi terbiye ve idare eden Allah
rıza-yı İlâhi : Allah’ın rızası
sadakat : bağlılık
salâbet : dinin emirlerini korumada ve uygulamada ciddiyet ve sağlamlık
sebat : kararlılık, sabit olma
semere : meyve, netice
sıddık : çok doğru ve gönülden bağlı

siyasî : siyasetle ilgili
şeref : yükseklik, yücelik

şükür : Allah’a karşı minnet duyma, teşekkür etme
taarruz : saldırı, hücum
tahkikî iman : araştırarak ve kesin delillere dayanarak elde edilen iman
tahrikât : tahrik etme, kışkırtma

tasallut : sataşma, ilişme
tasdik : onaylama
teâli : yükselme, yücelme
tefrik : birbirinden ayırma

tefsir : açıklama, yorum; Kur’ân-ı Kerimi açıklayan, yorumlayan kitap
temin : sağlama
Temyiz Mahkemesi : Yargıtay; alt mahkeme kararlarının doğru verilip verilmediğini incelemekle görevli üst makam
terakki : ilerleme, yükselme

tesirat : tesirler, etkiler
teşvik : şevklendirme, cesaretlendirme
vukuat : hadise, olay

yektâ : tek, benzersiz
zulmen : haksızlıkla, zulme uğrayarak
zulüm : haksızlık, eziyet, işkence

zulümat : karanlıklar


Vicdani okuma

26 Eylül 2011 Pazartesi 06:11
Doktora yazdığı mektubu şifahane bir netice ile bitirir Bediüzzaman: “Sözler senin vicdanınla konuşabilirler; her bir sözü şahsımdan değil, belki Kur’an’ın dellalından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’aniye birer reçetedir farzet.”
Başından sonuna kadar inceliklerle dolu mektup ulvi bir beraberlik, kudsi bir muhabbet, yüce bir uhuvvetle sonlandırırken kendisine nasıl muhatap olması dersini de veriyor doktora.
Sözler vicdanın konuşması; okuyucuyu vicdanla baş başa bırakıyor Sözler. Vicdani idrakle okunursa istifadesi yüksek, kavranması kolay olur, yaşantıya taşınması zor olmaz. Zamanın vicdanı Bediüzzaman kendine bağlamıyor eserleri, okuyucuyu dellallık makamıyla muhatap kılıyor.
Vicdani hassasiyetle okunan bir cümle veya yaralı vicdana merhem olan bir cümle, kaç resmi ve sathi okumaya bedeldir? O bir cümleyi bulmak kitaba bedel bir okuma. Sözler de bir cümleden ibaret değil mi zaten?
Vicdanı cereyana getiren kelimelere, kavramlara takılarak okumak, o frekansı kaybetmeden hakikatin izini sürmek; kalbe şifa, ruha gıda okuma. Böylesi vicdani okuma, az okunsa da çoktur, çok okunsa da azdır. Sadra şifa, zihne ziya, kalbe gıda, ruha nefes; kaç cümlemiz var böyle? Bir ömürde, cümle hayatımıza tesir eden kaç cümle topladık Sözlerden?
Vicdan yalan söylemez, mihenktir, terazidir, mizandır. O safiyetle tefsir-i Kur’an Risale-i Nur’a muhatap olmak, dellallık makamından mektup okumak, eczaneden deva ilaçlarını içmek.
Günde şu kadar saat, şu kadar sayfa okumak, ayda kitap, yılda külliyat bitirmek zahir ölçüleriyle güzel bir şey, doğru bir amel; batına işlemiyor, içe ilaç olmuyor, benlik buzulunu eritmiyor, enaniyet putunu devirmiyor, kötü hasletlerden temizlemiyor, yerine iyi ahlak yerleştirmiyorsa eksik okuma, deva olmayan okuma, şifa olmayan amel, vicdani olmayan gayret, kalbi olmayan çalışma…
Risale-i Nur’u anlamış olmanın mihengi hayata aksetmesi. Hikmet hayata taşınmıyorsa ilaç değil sırtta taşınan yüktür. Boş söze, ağız lakırdısına ne hacet; herkes kendi vicdanında tartabilir, kendi hastalığını teşhis edip Kur’an eczanesinden deva ilaçlarını bulan bahtiyar bir doktor olabilir. Hani denir ya herkes biraz kendinin doktoru olmalı diye…
Zahir ve batın buluşmasıyla okuma, vicdani olan okuma olsa gerek. Bunu da vicdanınızla tartar, aklınızla tartışabilir, kalbinizle kabul eder, sonrasında amel edebilirsiniz.
 

uður1

Well-known member
Cevap: Kur'anı Risale-i Nur'dan öğrendim-1

TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 12.3.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR(DEVAMI)
İslâmiyet düşmanlarının yaptıkları taarruz ve hilâf-ı hakikat menfî propagandalarına mukabil üniversite Nur talebelerinin bir açıklamasıdır.

Aziz, sıddık kardeşlerimiz,

İmtihan ve gazanız geçmiş olsun der, sizi tebrik ederiz. Risale-i Nur’un tahkikî iman dersleriyle iman mertebelerinde terakki ve teâli edip kuvvetli imanı elde eden Nur talebeleri için öyle taarruzlar, bir cihetten bir imtihandır ve kömürle elması tefrik eden bir mihenktir. Nur talebeleri için Allah’a iman, Peygambere ittibâ ve Kur’ân-ı Kerîmle amelden dolayı hapisler bir medrese-i Yusufiyedir. Zulüm ve işkenceler, birer kamçı, birer perçindir. Kader-i İlâhî bize o hücumlarla işaret veriyor ki, “Haydi, durma, çalış!...”

Kur’ân ve iman hizmeti uğrunda mahkemelerde konuşmak, Nur talebelerince bir dostu ile sohbet etmektir. Karakollara götürülüp getirilmek, çarşı pazara gidip gelmekten farksızdır. Kelepçeler, dinî cihâd-ı ekberin birer altın bileziğidirler. Beşerin zulmen mahkûm etmesi ise, hakikatte Hakkın beraat vereceğine bir delildir. Bütün öyle işkence ve zulümler, Nur talebeleri için birer şeref madalyasıdır. Ne mutlu ki, otuz seneden beri Nur talebeleri ağabeylerimiz bu nimetlere mazhar olmuşlar. Maalesef bizlere ki, bizler bu şereflere nail olamadık ve olamayacağız da. Zira bunları kazandıran devir kapanmak üzeredir.

Risale-i Nur, bu vatan ve millete emniyet ve âsâyişi temin eden ve kalblere birer yasakçı bırakan imanî bir eserdir. İslâmiyet düşmanlarının tahrikâtıyla olan müteaddit mahkemelerde Risale-i Nur’a beraatler verilmiş. Temyiz Mahkemesi ittifakla beraat kararını tasdik ederek Risale-i Nur dâvâsı kazıye-i muhkeme halini almıştır. Yirmi beş mahkeme de “Risale-i Nur’da suç bulamıyoruz” diye karar vermiştir. Otuz seneden beri yüz binlerle Nur talebelerinin bir tek vukuatı görülmemiştir. Bunun için, Risale-i Nur’un neşrine mâni olmaya çalışanlar, emniyet
ve âsâyişin düşmanı ve vatan ve millet haini anarşistlerin hesabına bilerek veya bilmeyerek çalışanlardır.

Risale-i Nur’a ilişen hükûmet değildir; çünkü, emniyet ve zabıta anlamış ki, Bediüzzaman ve Nur talebelerinde siyasî bir gaye yoktur. Bunların meşguliyeti, sadece iman ve İslâmiyettir. İşte o gizli din düşmanlarının taarruzları karşısında Nur talebeleri Risale-i Nur’daki tahkikî iman derslerinin verdiği iman kuvvetiyle metin, salâbetli ve mağlûp edilmez bir hizbü’l-Kur’ân ve fethedilmez bir kal’a halindedirler. Din düşmanları tarafından hücumlar oldukça, Nur talebelerinin Risale-i Nur’a ve Üstadlarına olan sadakat ve sebat ve faaliyetleri ziyadeleşir, perçinleşir. Bir talebesi, Üstadımıza şöyle yazmış:

“Ey benim aziz kahraman Üstadım! Muarızlarımız arttıkça kuvvetimiz çoğalıyor. Rabb-i Rahîmimize hadsiz şükürler olsun.”

Evet, o bir zamanlar ki, karanlıklı, zulümatlı ve eşedd-i zulüm ve istibdad-ı mutlak devrinde herkes susturulmuş; fakat tek bir kimse susmamış ve susturulamamış. Bu yektâ ve nadir kimse olan Bediüzzaman’ın talebeleri de mağlûp edilememişlerdir…

Nur talebeleri, evvelâ kendi imanlarını kurtarmak, bununla beraber din kardeşlerinin de imanlarını kurtarmak için Kur’ân-ı Hakîmin yüksek ve parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’u okumuşlar ve okutmuşlardır. İmanlarını kurtarmaya çalıştıkları ve rıza-yı İlâhi için Kur’ân’a ve imana Risale-i Nur’la hizmet ettikleri sırada mâruz kaldıkları hücum ve taarruzlara hiç ehemmiyet vermeyerek, o gizli din düşmanlarının tasallutlarını, saldırışlarını kendileri için iman ve Kur’ân hesabına bir kamçı ve bir teşvikçi hükmüne geçtiğine kanaat getirmişlerdir. Otuz senelik bu nevi hâdisâtın ve bu nevi tesiratın neticeleri, bu millet-i İslâmiye muvacehesinde meydandadır.

İşte, Risale-i Nur’un yeni ve müştak talebeleri olan kardeşlerimiz! Sizler de böyle bir Üstadın ve böyle bir eserin talebeleri olduğunuzdan, sizlerin de bu semerelere ve meyvelere mazhar olup Nurlara daha ziyade sarılarak, hararet ve iştiyakınız daha fazla ziyadeleşmiş olarak Nurları sebat ve sadakatle okumak derecesine nail olacağınızdan, hem sizleri ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Hem sizlere binler selâm ve dualar edip dualarınızı bekliyoruz.


Lügatler :
amel : davranış, iş
asayiş : emniyet, güven ve huzur
aziz : çok değerli, izzetli
beraat : temize çıkma, suçsuz bulunma, serbest bırakılma
beşer : insan
cihâd-ı ekber : en büyük cihat; nefisle mücadele
devir : dönem

emniyet ve zabıta : güvenlik güçleri, güvenlik birimleri
eşedd-i zulüm : zulmün en şiddetlisi, çok şiddetli zulüm ve baskı
faaliyet : icraat, çalışma
feth : açma, zapt etme
gaza : din vatan ve millet gibi mukaddes değerler uğruna yapılan cihat ve mücadele

hâdisât : hâdiseler, olaylar
hadsiz : sayısız, sınırsız
Hak : varlığı hak olan, her şeyi hakkıyla yaratan ve her hakkın sahibi olan Allah
hakikat : gerçek

hararet : sıcaklık, ateş; (mecaz olarak) aşırı istekli olma
hilâf-ı hakikat : gerçeğe aykırı, gerçek dışı

hizbü’l-Kur’ân : Kur’ân taraftarı, hizmetkârı
hükûmet : idare, yönetim
imanî : imanla ilgili, imana dair

istibdad-ı mutlak : tam ve sınırsız bir baskı, mutlak diktatörlük
ittibâ : uyma, tâbi olma
ittifak : görüş birliği, oy birliği
kader-i İlâhî : Allah’ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması

kanaat : görüş, fikir
kaziye-i muhkeme : Yargıtay’ın onayından geçen ve kanunen itiraz edilemeyen kesinleşmiş hüküm, son karar

Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
mağlûp etme : yenme, üstün gelme
mahkûm etme : cezalandırma, ceza ile hükmetme
mâni : engel

mâruz kalma : uğrama, hedef olma, etkisi altında kalma
mazhar : erişme, nail olma
medrese-i Yusufiye : Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında kullanılan hapishaneye verilen ad
menfî : olumsuz
mertebe : derece, basamak

metin : sağlam, kuvvetli
mihenk : ölçü

millet-i İslâmiye : İslâm milleti; Müslümanlar
muarız : karşı gelen, karşıt, muhalif
mukabil : karşılık

muvacehesinde : karşısında
müştak : arzulu, çok istekli
müteaddit : bir çok, çeşitli
nail : erişme, kavuşma
neşr : yayma, yayınlama

netice : son, sonuç
nevi : tür, çeşit
nimet : iyilik, lütuf, ihsan

Rabb-i Rahîm : sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan ve her şeyi terbiye ve idare eden Allah
rıza-yı İlâhi : Allah’ın rızası
sadakat : bağlılık
salâbet : dinin emirlerini korumada ve uygulamada ciddiyet ve sağlamlık
sebat : kararlılık, sabit olma
semere : meyve, netice
sıddık : çok doğru ve gönülden bağlı

siyasî : siyasetle ilgili
şeref : yükseklik, yücelik

şükür : Allah’a karşı minnet duyma, teşekkür etme
taarruz : saldırı, hücum
tahkikî iman : araştırarak ve kesin delillere dayanarak elde edilen iman
tahrikât : tahrik etme, kışkırtma

tasallut : sataşma, ilişme
tasdik : onaylama
teâli : yükselme, yücelme
tefrik : birbirinden ayırma

tefsir : açıklama, yorum; Kur’ân-ı Kerimi açıklayan, yorumlayan kitap
temin : sağlama
Temyiz Mahkemesi : Yargıtay; alt mahkeme kararlarının doğru verilip verilmediğini incelemekle görevli üst makam
terakki : ilerleme, yükselme

tesirat : tesirler, etkiler
teşvik : şevklendirme, cesaretlendirme
vukuat : hadise, olay

yektâ : tek, benzersiz
zulmen : haksızlıkla, zulme uğrayarak
zulüm : haksızlık, eziyet, işkence

zulümat : karanlıklar




DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.3.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lâfızdan ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlumiyetle ölmek, zâlimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır. Bunu da derim ki:

Siyaseti dinsizliğe âlet yapan bazı adamlar, kabahatini setr için başkasını irtica ile ve dinini siyasete âlet yapmakla itham ederler. Şimdiki hafiyeler eskisinden beterdirler. Bunların sadakatine nasıl itimad olunur? Adalet onların sözlerine nasıl bina olunur?

Hem de cerbeze ile, insan adalet yaparken zulme düşüyor. Zira insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tâdil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem edip bir zaman-ı vâhidde bir şahs-ı vahidden sudurunu tevehhüm ederek şedid cezaya müstehak görür. Hâlbuki bu tarz, bir zulm-ü şedîddir.

Şimdi gelelim on bir buçuk cinayetlerimin tâdâdına:

BİRİNCİ CİNAYET: Geçen sene bidayet-i Hürriyette elli-altmış telgraf umum şark aşiretlerine Sadâret vasıtasıyla çektim. Meâli şu idi:

“Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise, hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir; hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz Meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.”

Her yerden bu telgrafların cevabı, müspet ve güzel olarak geldi. Demek vilâyat-ı şarkiyeyi tenbih ettim, gafil bırakmadım. Ta yeni bir istibdat onların gafletinden istifade etmesin. “Neme lâzım” demediğimden cinayet işledim ki, bu mahkemeye girdim.


Lügatler :
adalet : hak sahibine hakkını verme, haksızı terbiye etme ve cezalandırma
aşiret : birlikte yaşayan, bir soydan gelen insanlar
bidayet-i Hürriyet : Hürriyet’in başlangıcı; Meşrutiyet’in ilk yılları
cem etme : bir araya getirme, toplama
cerbeze : doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek derecede aldatma
dünyevî : dünya ile ilgili
efrad-ı kesîre : çok sayıdaki fertler
gaddar : acımasız, çok zulmeden
gafil : habersiz
gaflet : habersizlik
hafiye : gizli çalışan, casus
hakikî : gerçek
hürriyeti lâfızdan ibaret bulunma : hürriyetin yalnız sözde kalması, sözde hürriyet
hüsn-ü telâkki etme : güzel ve doğru anlama, güzel bulup kabul etme
irtica : gericilik
istibdat : baskı
itham etme : suçlama
itimad olma : güvenilme
kanun-u esasî : temel kanun, Anayasa; Sultan İkinci Abdülhamid’in emriyle hazırlanıp, 23 Aralık 1876’da kabul ve ilân edilen anayasa özelliğindeki kanunlar
mazlumiyet : zulme uğramış olma, mazlumluk
meâl : anlam, mânâ
meşveret-i şer’iye : şeriattaki istişare, işlerin istişare (danışıp görüşme) yoluyla halledilmesi, İslâmın öngördüğü meşveret
mevki : konum, yer
muhafaza : koruma
müspet : olumlu
müstehak : hak eden, lâyık
müteferrik : kısım kısım, farklı farklı, dağınık
neme lâzım : “Bu işle ilgilenmem, bana ne, buna karışmam” anlamında bir ifade
saadet : mutluluk
sadakat : bağlılık, doğruluk
Sadâret : Başbakanlık
setr : örtme, gizleme
sudur : çıkma
şahs-ı vahid : bir tek şahıs, kişi
şark : doğu
şedid : şiddetli
tâdâd : sayma, sıralama
tâdil olunma : düzeltilme, ıslah edilme
tahallül-ü mehasin : güzelliklerin araya girmesi
tenbih : ikaz, uyarma
tevehhüm : kuruntuya kapılma, sanma, zannetme
vasıtasıyla : aracılığıyla, kanalıyla
vilâyat-ı Şarkiye : Doğu illeri
zâlimiyet : zâlimlik
zaman-ı vâhidde : aynı anda, bir tek zamanda
zarardîde : zarara uğramış, zarar görmüş
zulm-ü şedîd : şiddetli zulüm


 

uður1

Well-known member
Cevap: Kur'anı Risale-i Nur'dan öğrendim-1

UNUTKANLIK İÇİN
Hz. İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor:


"Hz. Ali İbnu Ebî Tâlib (radıyallâhu anh) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek: "Annem ve bâbam sana kurban olsun, şu Kur'an göğsümde durmayıp gidiyor. Kendimi onu ezberleyecek güçte göremiyorum" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona şu cevabı verdi: "Ey Ebûl-Hüseyin! (Bu meselede) Allah'ın sana faydalı kılacağı, öğrettiğin takdirde öğrenen kimsenin de istifade edeceği, öğrendiklerini de göğsünde sabit kılacak kelimeleri öğreteyim mi?"

Hz. Ali (radıyallâhu anh): "Evet, ey Allah'n Rasûlü, öğret bana!" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şu tavsiyede bulundu:

"Cuma gecesi (perşembeyi cumaya bağlayan gece) olunca, gecenin son üçte birinde kalkabilirsen kalk. Çünkü o an (meleklerin de hazır bulunduğu) meşhûd bir andır. O anda yapılan dua müstecabtır. Kardeşim Ya'kub da evlatlarına şöyle söyledi: "Sizin için Rabbime istiğfâr edeceğim, hele cuma gecesi bir gelsin." Eğer o vakitte kalkamazsan gecenin ortasında kalk. Bunda da muvaffak olamazsan gecenin evvelinde kalk. Dört rek'at namaz kıl. Birinci rek'atte, Fâtiha ile Yâsin sûresini oku, ikinci rek'atte Fâtiha ile Hâmim, ed-Duhân sûresini oku, üçüncü rek'atte Fâtiha ile Eliflâmmîm Tenzîlü'ssecde'yi oku, dördüncü rek'atte Fâtiha ile Tebâreke'l-Mufassal'ı oku. Teşehhüdden boşaldığın zaman Allah'a hamdet, Allah'a senayı da güzel yap, bana ve diğer peygamberlere salât oku, güzel yap. Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar ve senden önce gelip geçen mü'min kardeşlerin için istiğfat et. Sonra bütün bu okuduğun duaların sonunda şu duayı oku:

"Allahım, bana günahları, beni hayatta baki kıldığın müddetçe ebediyen terkettirerek merhamet eyle. Bana faydası olmayan şeylere teşebbüsüm sebebiyle bana acı. Seni benden râzı kılacak şeylere hüsn-i nazar etmemi bana nasîb et. Ey semâvât ve arzın yaratıcısı olan celâl, ikram ve dil uzatılamayan izzetin sâhibi olan Allahım. Ey Allah! ey Rahman! celâlin hakkı için, yüzün nuru hakkı için kitabını bana öğrettiğin gibi hıfzına da kalbimi icbâr et. Seni benden razı kılacak şekilde okumamı nasîb et. Ey semâvât ve arzın yaratıcısı, celâlin ve yüzün nuru hakkı için kitabınla gözlerimi nurlandırmanı, onunla dilimi açmanı, onunla kalbimi yarmanı, göğsümü ferahlatmanı, bedenimi yıkamanı istiyorum. Çünkü, hakkı bulmakta bana ancak sen yardım edersin, onu bana ancak sen nasib edersin. Herşeye ulaşmada güç ve kuvvet ancak büyük ve yüce olan Allah'tandır."

Ey Ebû'l-Hasan, bu söylediğimi üç veya yedi cuma yapacaksın. Allah'ın izniyle duana icâbet edilecektir. Beni hak üzere gönderen Zât-ı Zülcelâl'e yemin olsun bu duayı yapan hiçbir mü'min icâbetten mahrum kalmadı."

İbnu Abbâs (radıyallâhu anhüma) der ki: "Allah'a yemin olsun, Ali (radıyallâhu anh) beş veya yedi cuma geçti ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a aynı önceki mecliste tekrar gelerek:

"Ey Allah'ın Resûlü! dedi, geçmişte dört beş âyet ancak öğrenebiliyordum. Kendi kendime okuyunca onlar da (aklımda durmayıp) gidiyorlardı. Bugün ise, artık 40 kadar âyet öğrenebiliyorum ve onları kendi kendime okuyunca Kitabullah sanki gözümün önünde duruyor gibi oluyor. Eskiden hadisi dinliyordum da arkadan bir tekrar etmek istediğimde aklımdan çıkıp gidiyordu. Bugün hadis dinleyip sonra onu bir başkasına istediğimde ondan tek bir harfi kaçırmadan anlatabiliyorum.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu söz üzerine Hz.Ali (radıyallâhu anh)'ye: "Ey Ebû'l-Hasan! Kâbenin Rabbine yemin olsun sen mü' minsin!" dedi."

[Tirmizî, Daavât 125, (3565)]

Unutkanlıktan kurtulmak ve zekanın açılması için bu dua okunur.

(Bismillahirrahmanirrahim),

Ferdün, Hayyün, Kayyumun, Hakemun, Adlün, Kuddüsün. İyyake na'büdü ve iyyakenesta'in. İnna fetehna leke fethen mubina) Dokuz defa okunacak. (Ya kebirü entellezi la tehdil ukulü livasfi azameti.) Bin defa okunacak.

Sonra evvela: (Subhane rabbiyel a'la.) denecek. Sonra, (Sübhane minennaril eflaki, biezkaril emlaki kema tüskinül arza biezkarizzakirine, kale li ezkari himiletin lil mahmuline, ve meskenetin lil miskinine, ve muherriketin lil mutehharrikine, sübhane men hüve külle yevmin hüve fi şe'nin.) okunacak.

Bundan sonra ihtiyaç neyse o söylenecek ve şunlar okunacak:
( Ya ğıyasel müsteğisine vela havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim.

Kaynak: Mecmuatül Ahzab
 

uður1

Well-known member
Cevap: Kur'anı Risale-i Nur'dan öğrendim-1

Bediüzzaman kimindir, nerenindir?
27 Eylül 2011 Salı 06:15
Gelecekte Ruslar Bediüzzaman’ı kendilerinden kabul edecekler ve herkesten çok sahip çıkacaklardır.
‘Bediüzzaman'ın Kosturma’daki yaşanmışlıkları Siirt'ten, Van'dan az değildir’ diye başlayacaklardır.
Bir gün, Petersburg’ta Said'in romanı yazılacaktır mesela...
Ya da Tiflis'in Said Nursi’nin hayatındaki öneminin Bitlis'ten az olmadığı anlatılacaktır.
Selanik’teki ateşli konuşmasını bilen bir Selanikli tarafından Üstad tekrardan yaşatılacaktır. Oradaki yazıları, görüşmeleri, dostları O’nu kendilerinden kabul eden birileri tarafından tekrar destanlaştırılacaktır.
Bir Suriyeli çıkıp ‘Bediüzzaman Şam’dadır, işte meşhur hutbesi’ diyerek Emevi Camii minberinden tekrar okuyacaktır.
Herkesin sustuğu bir zamanda işgaline karşı canı pahasına çalıştığı, fethinin yıldönümünde gözü yaşlı olarak törenlerini izlediği İstanbul’u Yuşa tepesinden tekrar seslenecektir, bütün Said’lere...
Eskişehir, Almanya, doğu Avrupa, Varşova, Sofya, Kastamonu Bediüzzaman'ı tekrar sahiplenecek ve kendi mekanlarında Tarihçe-i Hayatını yeniden yazacaklardır.
“İlk meyve verdiği yer değil midir insanın memleketi?” diyecek Burdur ve tekrar bir Said anlatacaktır.
Konya; iki kardeşini, asırlar öncesinden Celaleddin'i ve Abdülmecid’i sakladığı için hem şehri değil midir? Adına bir mezar taşını saklamaktadır.
Isparta kahramanlarından biri de Said değil midir? Aslen Ispartalı olmasındır?
Denizli, en sevdikleri hatta uğruna ölenleri barındıran, yerine geçenlerin memleketi değil midir?
En çok Barla’yı özlemiştir... Ağacını, suyunu, denizini, gözyaşlarıyla suladığı tepebaşını...
Urfa’da ölmeyi istemiştir, yıkılmış bir mezarı ki... Urfa’dır.
Büyük inkılap başlarında misafir ettikleri Üstad’larını kendilerinden sayıp en kara haleti ruhiyede bir teselli bulmuştur, Ankara’da bir Said Nursi’dir.
Bediüzzaman Said Nursi de, Veysel Karani, Yunus Emre ve peder-i manevisi İmamı Ali gibi, mezarı dahi belli olmadığından her yerde her gönülde misafirdir, gömülüdür; herkes sahip çıkabilir. Her yer kendinden bilebilir.
Kısacası Bediüzzaman'ı Bitlis'li Said Nursi olarak görürseniz çok yanılırsınız.
 

uður1

Well-known member
Abdülkadir Badıllı ağabey taburcu oldu

Abdülkadir Badıllı ağabey taburcu oldu
27 Eylül 2011 / 13:43
Bediüzzaman Said Nursi'nin talebelerinden Abdülkadir Badıllı ağabey hastaneden taburcu oldu

İbrahim Mert'in haberi:
RİSALEHABER-Bediüzzaman Said Nursi'nin talebelerinden Abdülkadir Badıllı ağabey hastaneden taburcu oldu.
Geçtiğimiz hafta Ankara Eğitim Araştırma Hastanesi'nde fıtık ameliyatı olan Badıllı ağabey, doktorlar tarafından bugün taburcu edildi.
Hastaneden çıktıktan sonra Risale Haber'e konuşan Badıllı ağabey, ağrılarının olduğunu ancak 10 güne kadar bunların da geçeceğini ifade etti.
Abdullah Yeğin ağabeyle birlikte olan Badıllı ağabey kendisini arayan ve dua eden herkese teşekkür etti ve "dualara devam" dedi.
 

uður1

Well-known member
risalearanın şifresi sorunu

s.a. hocam bende risalaranın şifresini istiyrlar...........bende bilmiyorum kullanıcı adınıda bilmiyorum yard. olursanız ikide bir çıkıyor karşıma forumda dolaşırken........lütfen buna bir çözüm bulun..........
 
Üst