Yaratılanı Sevelim, Yaratandan Ötürü

uður1

Well-known member
Cevap: Günün ayeti

. . : Kur'an'dan Bir Mesaj : . . . "Ey mümin erkekler! Şunlarla nikâhlanmanız haram kılınmıştır: Anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, Halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kız kardeş kızları, Sizi emziren süt anneleriniz, süt kız kardeşleriniz, Kayınvalideleriniz, kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız. Fakat zifafa girmediğiniz eşlerinizin kızlarını nikâhlamanızda beis yoktur. Keza öz oğullarınızın eşleri ile evlenmeniz ve iki kız kardeşi nikâhınız altında birleştirmeniz de haram kılındı. Ancak daha önce geçen geçmiştir. Çünkü Allah gafur ve rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur)." [Nisa Suresi 4,23]
Süt anne ve kardeşlerinde de, nesep (soy) yönünden olan mahremliğin cari olduğu, âyette vurgulanmaktadır.
 

uður1

Well-known member
Hesabını Verebilecek misin?

Hesabını Verebilecek misin?
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Ey îmân edenler! Karşılıklı rızâya dayanan ticâret hâli müstesnâ, mallarınızı bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda yemeyin…” (Nisâ, 29)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, nâmusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden evvel, o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktârınca sevaplarından alınır, (hak sâhibine verilir.) Şayet iyilikleri yoksa, zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikâk 48)
Hz. İsa (as) bir mezarlığa uğradı ve ölülerden birine seslendi. Allah Teâlâ da seslenilen ölüyü diriltti. Hz. İsa, ölüye sordu:
"–Sen kimsin?"
Adam:
"–Halkın yükünü taşıyan bir hamal idim. Bir gün bir şahsa ait odunları taşırken, dişlerimi kurcalamak için odundan bir çöp (kürdan) kopardım. Öldüğüm zamandan beri bu kürdan (ve hesabı) benden istenmekte!.." dedi. (Kuşeyrî, s: 210)
Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Vâsi’: Rahmeti geniş ve sonsuz olan, rızık imkânlarını genişleten, ilmi, ihsanı, mağfireti ve rahmeti ile her şeyi kuşatan, imkânları sonsuz olan, zenginliğini ve kudretini her yerde hissettiren demektir.
Kısa Günün Kârı
Hassas davranılmayıp dikkat edilmediğinde, ticâret ve alışverişte de çok defâ kul hakkı yenmektedir.
Lügatçe
müstesnâ: Apayrı.
 

uður1

Well-known member
Saygı Beklenmez, Kazanılır!

Saygı Beklenmez, Kazanılır!
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine "of!" bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle. Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: "Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!" diyerek dua et.” (İsrâ, 23,24)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Allah Teâlâ, yaşından ötürü bir ihtiyara saygı gösteren gence, yaşlılığında hizmet edecek kimseler lutfeder.” (Tirmizi, Birr 75)
Bilinen bir gerçektir ki, bugün yaşlı olan dün genç idi. Bugün genç olan da yarın yaşlanacaktır. Toplumda nesiller boyu bir saygı geleneğinin yaşatılması, herkesin bir önceki nesle mensup insanlara, sırf büyük olmaları sebebiyle hürmetkâr davranmalarına bağlıdır.
Saygı beklenmez, kazanılır. Başkalarına hürmette kusur etmeyen, hürmet görür. Zira “hizmet eden, hizmet görür” denilmiştir. (Riyâzü’s Sâlihin, 2. Cilt, Erkam Yay.)
Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Hakîm: Bütün işleri yerli yerince ve eksiksiz olan, hüküm ve hikmet sahibi, eşyanın, işlerin ve her şeyin hakikatini bilen demektir.
Kısa Günün Kârı
Büyüklere ve yaşlılara saygı göstermek gençleri ahlaki görevidir. Yaşlıya gösterilecek saygının karşılığı, yaşlılıkta saygı ve hizmet görmektir.
Lügatçe
mensup: Bağlı, ilişkili.
hürmetkâr: Hürmetli.
 

uður1

Well-known member
En Kıymetli Hazine

En Kıymetli Hazine
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Ey îmân edenler! Sabredin, sebat gösterin, hazırlıklı ve uyanık olun. Allâh’tan korkun ki başarıya erişesiniz.” (Âl-i İmrân, 200)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Sabır üçtür: Musîbetlere karşı sabır, kullukta sabır ve günah işlememekte sabır…” (Süyûtî, II, 42; Deylemî, II, 416)
Allâh Rasûlü’nün sabır âbidesi olduğunu gösteren misallerden birini de Müdrik el-Ezdî şöyle anlatmaktadır:
“Babamla birlikte (câhiliye) haccı yapıyordum. Mina’ya gelip konaklayınca bir toplulukla karşılaştım. Babama:
“–Bu cemaat ne için toplanmış?” diye sordum. Babam:
“–Kavminin dinini terk etmiş olan şu kişi için.” dedi. İşâret ettiği tarafa bakınca Rasûl-i Ekrem Efendimiz’i gördüm:
“–Ey insanlar! Lâ ilâhe illallâh deyiniz de kurtulunuz!” diye sesleniyordu.
İnsanlardan kimi O’nun yüzüne tükürüyor, kimi başına toprak saçıyor, kimi de O’na sövüp sayıyordu. Öğleye kadar bu hâl devâm etti. O sırada, yakası açılmış bir kız, içinde su bulunan bir kap ve elinde bir mendil olduğu hâlde geldi. Ağlıyordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz kabı alıp sudan içti, elini yüzünü yıkadı. Başını kaldırıp:
“–Yavrucuğum, yakanı başörtünle ört! Baban hakkında, tuzağa düşürülüp öldürülecek ve zillete uğrayacak diye korkma!” buyurdu.
Bunun kim olduğunu sorduk, “Kızı Zeyneb!” dediler.” (Heysemî, VI, 21)
Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Vedûd: Dilediği kulunu çok seven, aşkı ile yanan kullarını seven, salih kullarını sevip onları rahmet ve rızasına ulaştıran ve sevilmeye en çok lâyık olan demektir.
Kısa Günün Kârı
Sözün özü, sabır insanın derûnundaki kıymetli bir hazinedir. Belâ ve musîbetler karşısında en sağlam kalkandır. Allâh Teâlâ’nın râzı olduğu ve büyük mükâfatlar va’dettiği ulvî bir haslettir.
Lügatçe
sebat: Direnme, direniş.
musîbet:
Ansızın gelen felaket, sıkıntı veren şey.
 

uður1

Well-known member
Said Nursi'lerle ortak dilimizi geliştireceğiz

Said Nursi'lerle ortak dilimizi geliştireceğiz
02 Ekim 2011 / 09:41
Şahin, "Biz Bediüzzamanlar ile Said'i Nursilerin diliyle ortak dilimizi geliştireceğiz" dedi

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, "Biz Yunus Emre'nin, Mevlana'nın, Pir Sultan Abdal'ın ve Bediüzzamanlar ile Said'i Nursilerin diliyle ortak dilimizi geliştireceğiz" dedi.
Batman'da da temas ve ziyaretlerde bulunan Şahin, terör olaylarına tepki gösterdi. Bu topraklarda hiçbir zaman ayrımcılığın kendi mecrasında yerini bulmadığına dikkat çeken Şahin, "Sosyolojik ve kültürel olarak baktığınız zaman çok seslilik, çok renklilik ve çok dillilik bu toprakların medeniyetinde ve köklü tarihinde vardır. Dolayısıyla biz burada bunu ayırımcılığa götürenleri ret ediyoruz. Bunun bir zenginlik olduğunu düşünüyoruz. Kürt, Türk, Çerkez, herkesin birinci sınıf vatandaş olduğunu, kadınıyla erkeğiyle, yaşlısıyla, genciyle, Sünnisi, Alevisi, Müslümanı ve gayri müslimiyle, yani, doğan herkesin, 74 milyonun nerede yaşıyorsa yaşasın, anne babası kim olursa olsun, herkesin birinci sınıf vatandaş olması mücadelesi bizim mücadelemizdir. Bizim hükümetimizin mücadelesidir" şeklinde konuştu.
Bölge halkının sağduyusuna güvendiklerini vurgulayan Bakan Şahin, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Siirt'in medeni, tarihi ve uhrevi toprağındaki bütünlüğüne güveniyoruz. Biz Yunus Emre'nin, Mevlana'nın, Pir Sultan Abdal'ın ve Bediüzzamanlar ile Said'i Nursilerin diliyle ortak dilimizi geliştireceğiz. ve bu sorunları geride bırakarak 'daha güçlü bir Türkiye, daha özgür bir Türkiye' hedefine hızla ulaşacağız. Halkımızla birlikte bu mücadelemizi sürdüreceğiz."
 

uður1

Well-known member
İnsana Sadâkat Yaraşır

İnsana Sadâkat Yaraşır
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Allâh, sadâkat gösterenleri, sadâkatleri sebebiyle mükâfatlandıracaktır…” (Ahzâb, 24)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Sıdk, insanı iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Kişi, doğru söylemeye devâm ettikçe, sonunda sıddîklardan olur…” (Buhârî, Edeb, 69; Müslim, Birr, 103-105)
Varlık Nûru Efendimiz, İsrâ ve Mîrâc hâdisesini Kureyş müşriklerine haber vereceği zaman:
“–Ey Cebrâîl! Kavmim beni tasdîk etmez!” dedi.
Cebrâîl (as):
“–Ebû Bekir Sen’i tasdîk eder. O sıddîktır.” dedi. (İbn-i Sa’d, I, 215)
Nitekim müşrikler, Mîrâc hâdisesini duyduklarında, derhâl Hazret-i Ebû Bekir’e gittiler:
“–Arkadaşın, bir gece içinde Mescid-i Aksâ’ya gittiğini, oradan da göklere çıkıp sabah olmadan tekrar Mekke’ye geldiğini söylüyor. Bakalım buna ne diyeceksin?” dediler.
Ebû Bekir (ra), Hz. Peygamber (sav)’e olan dâsitânî îman sadâkatinin şevki içinde:
“–O ne söylüyorsa doğrudur! Çünkü O’nun yalan söylemesine imkân ve ihtimal yoktur! Ben, O’nun her getirdiğine peşînen inanırım…” dedi.
Müşrikler tekrar:
“–Sen O’nu tasdîk ediyor, bir gecede Beytü’l-Makdis’e gidip geldiğine inanıyor musun?” dediler.
Hz. Ebû Bekir (ra):
“–Evet! Bunda şaşılacak ne var? Vallâhi O bana, gece veya gündüzün herhangi bir vaktinde kendisine Allâh’tan haber geldiğini söylüyor da ben yine O’nu tasdîk ediyorum.” dedi.
Daha sonra Ebû Bekir (ra), o sırada Kâbe’de bulunan Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Olanları bizzat O’nun mübârek fem-i saâdetlerinden dinledi ve:
“–Sadakte (doğru söyledin) yâ Rasûlallâh!..” dedi.
Allâh Rasûlü (sav) de, O’nun bu tasdîkinden gâyet memnun kalarak cihânı aydınlatan tebessümüyle Hz. Ebû Bekir’e:
“–Ey Ebû Bekir! Sen “Sıddîk”sın!..” buyurdu. (İbn-i Hişâm, II, 5)
Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Mecîd: Fiilleri güzel, lütuf, keremi çok, şanı büyük, yüce, kadri çok büyük, medh ve övülmesinde ortağı bulunmayan demektir.
Kısa Günün Kârı
Ashâb-ı Kehf’in köpeği Kıtmîr, sâdıklarla beraber olup onlara sadâkat gösterdiği için büyük bir şeref kazandı, nâmı Kur’ân-ı Kerîm’e geçti. Nûh ve Lût (as)’ın hanımları ise, fâsıklarla beraber oldukları için cehenneme dûçâr oldular. Şeyh Sâdî-i Şîrâzî
Lügatçe
sadâkat: Bağlılık.
sıdk: Doğruluk, gerçeklik.
 

uður1

Well-known member
Üstadın damdaki ibadet haline rastladım


Son Şahitlerden İsmail Perihanoğlu anlatıyor:
Üstad Bediüzzaman Said Nursi, çok ibadet ederdi. İbadetini yüksek yerlerde yapmayı tercih ederdi. Onun unutmadığım bir ibadet haline, Nurşin Camiinde rastlamıştım. Camiin damına çıkmış, seccadenin üzerinde tefekkür ve tesbihe dalmıştı.
(Son Şahitler)
 

uður1

Well-known member
Bediüzzaman sergisi Isparta'da açılıyor

Bediüzzaman sergisi Isparta'da açılıyor
03 Ekim 2011 / 08:19
Said Nursi ve talebelerinin hayatlarından kesitlerin yer aldığı sergi Isparta'da açılacak

İbrahim Mert'in haberi:
RİSALEHABER-Bugüne kadar Türkiye ve dünyanın bir çok şehrinde açılan ve büyük ilgi gören Bediüzzaman Said Nursi ve talebelerinin hayatlarından kesitlerin yer aldığı sergi Isparta'da açılacak.
Risale-i Nur‘un ilk telif yıllarıyla başlayan ve Bediüzzaman‘ın vefatına kadar uzanan 1926-1960 yılları arasını kapsayan ve bu döneme ait önemli belge ve hatıraları gün ışığına çıkaracak sergi, 10 Ekim-20 Ekim 2011 tarihleri arasında Süleyman Demirel Kongre ve Sergi sarayında ziyaret edilebilecek.
Barla Platformu, İstanbul İlim ve Kültür Vakfı ve Isparta Kültür ve Eğitim Vakfı tarafından düzenlenecek olan sergi 10 Ekim 2011 tarihinde saat 11'de Bediüzzaman Said Nursi‘nin hayattaki talebelerinin de katılacağı törenle açılacak.

www.RisaleHaber.com
 

uður1

Well-known member
Isparta Bediüzzaman Mevlidine davet

Isparta Bediüzzaman Mevlidine davet
03 Ekim 2011 / 14:23
Mevlid programı, 9 Ekim 2011 Pazar günü Isparta Merkez Camii'nde öğle namazından sonra başlayacak

Risale Haber - Haber Merkezi
Isparta Bediüzzaman Mevlidi 9 Ekim Cumartesi günü yapılacak.
Sidre Eğitim Kültür ve Sağlık Derneği ile Yeni Asya tarafından organize edilen Mevlid başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere, bütün peygamberlere, Ashab-ı Kiram hususan Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ve ahirete intikal eden Risale-i Nur talebeleri ve sair ehl-i imanın ruhlarına ithafen okunacak.
Mevlid programı, 9 Ekim 2011 Pazar günü Isparta Merkez Camii'nde öğle namazından sonra başlayacak.
 

uður1

Well-known member
Kendi iklimimiz

KENDİ İKLİMİMİZ
03 Ekim 2011 / 16:00
Emre Sessiz'in yazısı...


“Her halk kendi ikliminin lisanını söyler.”
Y.K.B.​
Her iklimin, özgün meyveleri olduğu gibi her ilim ve mesleğin de kendisine mahsus bir dili vardır. İlim erbabı, o dille anlaşır, o dille “kendi”sini “başka”sına üstün kılar, o dille kalbinin derinliklerindeki en derin sırları bir ayna gibi açığa vurur. Bununla beraber dil aynası, ışık insanları hep bekler. Çünkü ayna, karanlıkta sırrını ifşâ edemez. Dil de kendisini kullanacak kalp ve akıldan bir şeyler (bir ışık) bekler. Çünkü dil, kuvvetini zayıfın elinde gösteremez. O dille “geçmiş- şimdi-gelecek”/ “mâzî-hâl-istikbâl” yekpâre bir zaman olur. O dille çizmeler altındaki memleket, cennet-mekân olur. O dille “bazen” bahr-ı umman gibi manalar bir satırla ifade edilir. Öyleyse o dil (edebiyatımızın kendi iklimimde kullanılmış ve kullanılan kelimeler) olmadan, olsa da anlaşılmadan “mâzî” de anlaşılmaz “istikbâl” de.

Gömülür karanlıklara mâzîmiz, istikbâl kandilinin söndüğü yerde.
Sömürülür istikbâlimiz, mâzîmiz ulaşmazsa ferde.

Hâlihazırda kullandığımız dilin iyi anlaşılması gerekmektedir. Çünkü “hâl” denilen şimdiki zamanda, “hâl” anlaşılmazsa ne “mâzî”den istifâde edilir ne de “istikbâl”e tayerân edilir. O halde kendi lisanımız, bizim için ağzımızdaki et parçasından ibâret bir organ değildir.

Edebiyatımızın da kendisine mahsus bir dili vardır. Fakat onu kullanacak dil müceddidleri ne yazık ki azdır. Zaten müceddid, her asırda bir gelir. Bizler de o müceddidin elinde konuşan kalem oluruz. Bir Fuzûlî, bir Bâkî, bir Şeyh Gâlip dil müceddidi değildir de nedir? Bir Bedîüzzaman, bir Âkif, bir Yahya Kemal dil müceddidi değilse nedir? Bununla beraber bir de dil muharripleri vardır; onlar da ağyârın iklimine alışan; maalesef (bilmeyerek) deccâliyete çalışan kalemlerdir; şuursuz “kalemlerimiz”, şuurlu “eller”e hizmet ediyor!

Bir “millet” için dili neyse edebiyatı da odur. Milletler, kendi edebiyatlarının sağlamlılığı nispetinde diğer kültürlere “Sen dur, sen geç.” diyebilir. Bu sözü fiilen söylemek, yazıyla söylemek gibi değildir. Hayata bakış açısıyla ilgili bir mevzûdur. Yani yazdıklarından kendi iklimimizin kokusunu aldığımız bir yazar, “bilinçli”dir. Eğer burnumuza başka(on beş asırlık “kendi rönesansımız”dan uzak) medeniyetlerin kokusu(lisanda,fikirde, hislerde…) geliyorsa, ötelerden geleni de kendi potamızda eritemiyorsa, üzülerek söylüyorum ki bu kişi, kendi ikliminin dışında kalmış, kendi edebiyatının rotasına girememiş, bilinçli hareket eden muharriplere âlet olmuş, çok bilgili gibi görünen bilinçsiz bir zavallıdır. Ağyâra yâr olmuş, kendi diyârına garîb durmuş, kendi ikliminin bahârı solmuş, aydın geçinen karanlık kafalara “hakaret” değil, hakîkî aydınlardan(münevverlerden) “lisan-ı hâl ve kitâbet ile bir ders” vermeleri bu necîp millet nâmına talep edilmektedir. Artık biz, sadece karanlıktan söz edenleri değil, kalkıp bir ışık yakanları da görmek istiyoruz.

Bir “millet” için dili neyse edebiyatı da odur. “Millet” ise ırkımız değil, ruhumuzdur. Değerleri ona göre değerlendirmeliyiz. Yoksa yanlış cetveli kullanmış oluruz ki bu da bizi kalbî, fikrî, hissî uçurumlara götürür. Şimdi biz özelde kendi edebiyatımız ile ilgili meseleler üzerinde duracağız. Ama diğer milletlerin edebiyatlarına da bir misal sunacağız. Çünkü ruhun ırkı olmaz.

Eskiden söze, “Önce söz vardı.” diyenin adıyla başlanırdı. Eskiden eskiyi hatırlatana “hamd” vardı. Eskiden söz sultanına “selam”la sözler ruhlandırılırdı. Bu ruhla, velev ki sözler bitse bile mana bitmezdi; insan uçsuz bucaksız bir seyâhâte, mâverâsını, aslını, ruhunun ruhunu bulmaya koşardı. Çünkü bu ruh, çağlayanlar misali engin denizleri bulmak için coşardı; kelimelerin içinde cennet, cehennem yaşardı. “Besmele”, “Hamdele” için söylenmiş gibiydi. “Hamdele” de “Besmele” içindi sanki. “Salvele” ise şu iki nuru(besmele-hamdele’yi) getiren zat’a(a.s.m.) gönderilen şefâat mektubunun içindeki yazıydı. Mektup ise bizdik, dilimizdi, kalbimizdi, kalemimizdi. Bu ruh, bu dil, bu kalp, bu kalem, “kale”mizdi. Surlarımız ne yazık ki içten delindi. Zira “Kurt gövdenin içine girdi.” Artık kitaplarımızdan bu nurlu sözler kalktı. Çünkü düşüncelerimizde bu nurlara yer kalmadı. Çünkü fikir dünyamız bir kısım aydınların karanlık fikirleriyle doldu. “Başkaları ne der sonra?” korkusu, kendi iklimimizin aşkına galip geldi. Bu yersiz vehimler, bizi ötelere itti; bu korku bizi “biz”e yabancı, “ğayr”a esîr etti. Çünkü biz, kendi kalbimize, kendi iklimimizi ev sahibi edemedik; misafir ettik; sonra da “Defol!” dedik. Çünkü biz, kendi iklimimizden ırak kaldık. Çünkü biz, kendi değerlerimizi üss’ül-esâs yapamadık. Ama tadilât gibi görünen(gösterilen) bu tahrîbât, kendi kendine olmadı; birileri tarafından yapıldı. Yıllarca bizim insanımız kendi değerlerinden kaçırıldı, bir vahşiden kaçırılır gibi hem de. Yıllarca garip yaşadı, bu memleketin kalemşörleri, kendi kültürlerine, kendi iklimlerine. Yıllarca bekleyip durduk, belkemiğimizi baltalamaya çalışan elleri birileri görsün, göstersin, bilsin, bildirsin diye. Yıllarca, ama yıllarca karanlıktan söz edenleri bile bulamadık. Bulamadık ki kalkıp bir ışık da biz yakalım. Ne inkâr edelim yüzlerce mana dalgıcı varmış; ama bizlere gizlediler o gavvâsları; Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Ziya Nur, Necip Fâzıl, Ali Ulvi Kurucu gibi yerdeyken arş ile haberleşen yıldızları. Gizlediler bizden Hilmi Ziya Ülken, Eşref Edip, Süreyyâ Serdengeçti gibi serden geçen kalemleri; “serâ”dayken “süreyyâ”yı gözleyenleri. Bize, protez gibi duran ağyârın iklimini sundular, hem de altın eldivenlerle süsleyerek püsleyerek. Tervîç ettiler o kömürleri; hafâ turâbına sakladılar elmastan iklimimizi. Kendi iklimimiz, özürlü müydü sâhiden? Yok, yok özürlü görenler, özürlüydü. Peki özürlerini tarih kabul etti mi? Merak ediyorum, yerin altındakilerin yerlerini. Şimdi sesler geliyor, doğudan ve batıdan. Beklenen “nesl-i cedîd”(Âsım’ın nesli) sesleniyor, yerin üstünden yerin altındakilere(yerin üstündekiler de işitsin diye): “Hayır, hayır! BİZ’i BİZ’e yabancı kılanı ne tarih affeder ne de biz affedeceğiz!”

“Mâzî”miz ise, tam tersi bir tarihti. Öğrenilenlerin(öğretilenlerin) tam tersi bir tarih, önümüzde arz-ı endâm ediyordu. Secdeye başını mıhlamış her kalem, edebiyatımızın göğe yükselen alemiydi. Şimdi o alem kırıldı. “Harâbât” sahibi muharripler de bu edebiyatın ismini “Yeni Edebiyat” koydu. Ne de olsa kendi doğurdukları çocuğa yine kendileri, bir isim bulmalıydı. Sonra yeni edebiyat, “Kadîm” edebiyata, “Eski Edebiyat” dedi; fakat “Kadîm” nedir bilmedi; bilmek de istemedi, bildirmeyi de. Hatta “yeni”, “cedîd”i bile unuttu ve unutturdu. Sonunda Tanpınar’ın ifadesiyle Avrupaî “krizle başlayan edebiyat”, yeni edipleri narkozladı, uyuttu. Çünkü büyük feverânlar duyuluyordu. Bu şırıngayı, sessiz sedasız sokmak gerekiyordu. Ve maalesef öyle de oldu.

Kendi “hars”ımızın konuşan dili olan her kalem, edebiyatımızın mızrabıydı. Şimdi o mızrap da kırıldı. Ah kırık mızrabım! Seni biz kırdık, sen kendi kendine kırılmadın. Ah kırık alemim! Seni biz yıktık, seni biz kırdık. Tüfek çıktı diye mızrabı attık; ama kendimizi yaraladık. Çünkü biz, bizi yani kendimizi attık; kendi iklimimizi değiştirmeye kalktık. Olmadı, suni iklimler tutmadı. Fıtrat, fıtrî olmayanı reddetti, attı. Tutmadı suni edebiyat..! Tutmadı arzî edebiyat..! Tutmadı edepten mahrum, iklimi gabî edebiyat, tutmadı. Bunun yegâne sebebi şuydu: Her ne kadar “yeni edebiyat” koklamak istemese de, edebiyatımız buram buram din kokuyordu. Yeni edebiyat, hiç durmadan, yorulmadan Avrupa’nın her pisliğini “merak”ıyla yoklamak istese de kendi iklimimiz, arzî edibi kudsî kaynakların câzibesiyle koruyor, ruhuna ruh üflüyordu. Öyle ki edebiyatımızdan dini(İslamiyet) çıkardığımızda bu edebiyat gibi tüm büyük edebiyatlar(Yunan, Fars, Arap edebiyatları gibi) da çöker; o kadar edebiyat, dinle iç içedir. Evet, “Bu Böyledir!”

Edebiyatımız, gücünü gökler ötesi âlemden alan semavî edipleri intizar ediyor. Ne zaman gelir o beklenen altın nesil, bilmiyoruz; ama biz, “kendi iklimimiz”i yaşayacak bir neslin inşasında çalışan bir “hademe” misali, o “efendiler”i yazarak bekliyoruz.
 

uður1

Well-known member
Feryâd Eden Serçe

Feryâd Eden Serçe
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Yeryüzünde debelenen hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasın. Biz kitapta (levh-i mahfuzda) hiçbir şeyi eksik bırakmadık, sonra hepsi Rablerinin huzûrunda toplanacaklardır.” (En’âm, 38)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Hayvana yumuşak davran! Çünkü yumuşaklık nerede bulunursa orayı güzelleştirir. Yumuşaklığın bulunmadığı her davranış çirkindir.” (Müslim, Birr, 78, 79)
Âlemlerin Efendisi, hayvanların faydasız ve sebepsiz yere, keyfî bir şekilde öldürülmesini yasaklamıştır. Bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurmuştur:
“Kim bir serçeyi boş yere sırf eğlence olsun diye öldürürse, kıyâmet günü o serçe feryâd ederek Allâh’a şöyle seslenir:
“-Ey Rabbim! Falan kişi beni gereksiz yere öldürdü, herhangi bir fayda için öldürmedi.”” (Nesâî, Dahâyâ, 42)
Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Bâıs: Kullarını gafletten uyandırmak için onlara peygamberler gönderen, elçilerle ve gönderdiği kitapları ile ruhları uyandıran, kıyamet gününde ahiret hayatını başlatmak üzere ölüleri dirilten ve kabirlerinden çıkararak, yeniden hayata döndüren demektir.
Kısa Günün Kârı
Muhabbetin kaynağına Allâh ve Rasûlü’nde erişen Hak dostları, ebediyyen bütün mahlûkâtın dostu olarak kalırlar.
Lügatçe
feryâd: Yüksek sesle medet istemek, figan.
 

uður1

Well-known member
Cevap: Günün ayeti

*Rabbim![/h]Gerçekten bana mülk verdin ve bana sözlerin yorumunu öğrettin.Ey gökleri ve yeri yaratan!Dünyada ve ahirette sen benim velimsin.Benim canımı müslüman olarak al ve beni iyilere kat.”.
{Yusuf Suresi – 12:101}
 

uður1

Well-known member
Cevap: Feryâd Eden Serçe

Allah razı olsun inş. Bu hususu okuyup da teşekkür eden kardeşlerimizden.amin ecmain inş..birde bende bununla ilgili bir anımı paylaşmak istiyorum bir gün ilkokuldan iki üç çocuğu ellerinde sapan taşlarıyla serçelere taş atarken gördüm müdahale etmek istedim ama malesef ne yazıkki çok üzülerek ifade etmeliyimki bir serçeyi serseri çocuklar vurdu zavallı serçe havada durmaya çalıştı ama yere düştü öldü müydü bilmiyorum ama sonra çocuklar yaramaz haylaz olduğu için birde utanmadan serçenin kafasınıda kopardılar birde kara kartal diye alay ettiler daha sonra bir gün geçti aradan gözlerime inandım evet doğru görüyordum o sapanı atan taşı atan yaramaz çocuğun eli kol ayağı bacağı kırılmıştı ve sargılar içindeydi..çocuk çok kötü çarpılmıştı...allah çocukta olsa yarattığı canlılara saldıranları öldürenleri affetmiyordu bunu bir kez daha gördüm.şahit oldum......yazık hakikaten çok yazık....allah ıslah etsin inş..........
 

uður1

Well-known member
Said Nursi:Mezarlıkta geçerken bu sureyi oku

Said Nursi:Mezarlıkta geçerken bu sureyi oku
04 Ekim 2011 / 08:06
Mezarlığın yanından geçiyorduk. Kendileri de (Bediüzzaman Said Nursi) oradaydı

Risale Haber-Haber Merkezi
Son Şahitlerden Abdülvahid Tabakçı anlatıyor:
Mezarlığın yanından geçiyorduk. Kendileri de (Bediüzzaman Said Nursi) oradaydı. Arabayı durdurup yanına vardık. "Oğlum Abdülvahid, kabristanın yanından geçerken ölülere, 'Elem neşrah leke'yi okumadan geçmeyin" dedi.
(Son Şahitler)
 

uður1

Well-known member
Bir Kefen Aldık, Döndük Mezara!

Bir Kefen Aldık, Döndük Mezara!
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.” (Duhân, 38)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Size iki nasîhatçı bıraktım. Biri susar, diğeri konuşur. Susan nasîhatçı ölüm, konuşan ise Kur’ân-ı Kerîm’dir.” (Fezâil-i Âmâl, s. 383)
Dükkanı şehrin çıkış kapısında bulunan bir bakkal vardı. O kapıdan ne zaman bir cenâze çıksa yanında bulundurduğu bir testiye bir meyve çekirdeği atar ve bir ay sonra da onları sayarak:
“–Bu ay şu kadar kişi testiye düştü!” derdi.
Birgün o da öldü. Epey bir zaman geçmişti ki, ölümünden habersiz bir dostu kendisini ziyârete geldi. Onu göremeyince komşulara sordu.
“–Burada oturan bakkala ne oldu?”
Dediler ki:
“–O da testiye düştü!..”
İşte şu fânî âleme gelen yolcuların hikâyesi… Herkes ve herşey hakkında söylenen, bir varmış, bir yokmuş… (Osman Nuri Topbaş, Muhabbetteki Sır, Erkam Yay.)
Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
eş-Şehîd: Hiçbir şey kendisine gizli olmayıp her şeye şâhit olan, her zaman ve her yerde hazır olan, ahirette de herkese halini bildirecek olan zat demektir.
Kısa Günün Kârı
Yûnus ne güzel söyler:
Ana rahminden geldik pazara;
Bir kefen aldık, döndük mezara!..
Lügatçe
testi: Su taşıma kabı.
 

uður1

Well-known member
Küçük Kalplere Şefkat

[h=2]Küçük Kalplere Şefkat[/h]
Küçük Kalplere Şefkat
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Dilediğini yaratır; dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder.” (Şûrâ, 49)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Küçüklerine şefkat göstermeyen bizden değildir.” (Ebû Dâvûd, Edeb 68)
Mahmud b. Rebi’ anlatır:
Kendisi henüz beş yaşlarında iken, peygamber efendimizin bir kovadan ağzına su alarak üzerine püskürttüğünü söyler. Bu, Rasûlullah (sav) efendimizin çocuklarla şakalaşmasının bir örneğidir.
Ya’lâ b. Mürre de Rasûlullah (sav) bir davete giderken çocuklarla oynamakta olan torunu Hüseyin’i götürmek istediğini, fakat Hüseyin’in, dedesini görünce kaçmaya başladığını, ve Rasûlullah efendimizin onun arkasından çocuk gibi sağa sola sallanarak koştuğunu anlatır. (İbni Mâce, Mukaddime 11)
Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Vekîl: İşlerini kendisine bırakanın işlerini en iyi şekilde yapan, kendisine dayanılıp, güvenilen, her şeyi tedbir ve idare eden, gözeten, yarattığı bütün varlıkların işlerini idare eden, her şeye karşı her şeyin hakkını müdafaa eden, hakkı yerine getiren demektir.
Kısa Günün Kârı
Peygamber Efendimiz (sav), küçükleri şefkat ve merhametle muhafaza etmiştir. Onlarla oyunlar oynayıp şakalaşmış hatta onların sözlerini ciddiye alıp dinlemiştir. Bizlerde Peygamber Efendimiz gibi küçüklerimizle şefkatle ilgilenelim.
Lügatçe
bahşetmek: Eriştirmek, vermek.
şefkat: Acıyarak ya da koruyarak sevmek.

 

biçare...

Active member
Cevap: Filipinler, Risale-i Nur profesörü yetiştiriyor

ustad mujde vermıs zaten bır gun ıstanbul unverstesınde gun gelecek rısale i nur derslerı verılecek dıye INSAALLAH o gunu gormek nasıp olur
 

uður1

Well-known member
Cevap: Filipinler, Risale-i Nur profesörü yetiştiriyor

Amin amin amin amin ecmain inş. Hocam o da herkese hepimize nasip ve müyesser olur kabul olur inş. Dualarımız.amin ecmain inş.selametle.ve dualarımla......s.a.a.e.o. Inş. Her daim........
 
Üst