Yaratılanı Sevelim, Yaratandan Ötürü

uður1

Well-known member
Rasûlullah (sav) buyurdular:

Utanmıyorsan, İstediğini Yap!
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“(Rasûlüm!) Mü’min erkeklere söyle: Gözlerini (haramdan) sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allâh, onların yapmakta olduklarından haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; nâmus ve iffetlerini muhâfaza etsinler...” (Nûr, 30-31)
Rasûlullah (sav) buyurdular:

“İlk peygamberlerden itibâren halkın hatırında kalan bir söz vardır: Hayâ etmedikten sonra istediğini yap!” (Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78)
Hz. Enes (ra), bir gün Hz. Osman’a giderken yolda bir kadın görür. Kadının güzelliği aklına takılır. Bu düşünce ile Hz. Osman’ın yanına girer. Onu gören Hz. Osman (ra):
“–Ey Enes! Gözlerinde zinâ izleri olduğu hâlde buraya giriyorsun” der.
Bu söz karşısında şaşıran Enes (ra), hayret içinde:
“–Allah’ın Rasûlü’nden sonra da mı vahiy geliyor?” diye sorunca, Hz. Osman (ra):
“–Hayır, bu bir basîret ve doğru bir firâsettir” buyurur. (Kuşeyrî, Risâle, s. 238)
Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
er-Rakîb: Yarattıklarından bir an bile gâfil olmayan, her şeyi denetimi altında tutan, gözetleyip denetleyen, kullarını bu denetimi ile koruyan, bütün varlıkları üzerinde gözcü olan demektir.
Kısa Günün Kârı
İnsanlığın zîneti olan hayâ, sâhibini her türlü kötülükten muhâfaza eden mânevî bir kalkandır. İnsanın, Allâh’a ve kullarına karşı bütün vazîfelerini hakkıyla yerine getirmesini sağlar.
Lügatçe
ırz: Bir kimsenin, başkaları tarafından dokunulmaması ve saygı gösterilmesi gereken namusu.
iffet: Temizlik, namus.
hayâ:
Utanma, utanç.
vahiy: Bir emrin Allah tarafından bir peygambere bildirilmesi.
basîret:
Görüş, ileriyi görme.
firâset:
Anlayışlı.

 

uður1

Well-known member
İslamcıların ‘sistem’ tutkusu

İslamcıların ‘sistem’ tutkusu
28 Eylül 2011 Çarşamba 05:48
Onyıllarını Risale-i Nur hizmetine adamış dostlarla bir sohbetteydim geçenlerde. Konu, Türkiye’deki İslamcı düşünceye geldi. Dostlardan biri, “90’lı yıllardan beri çok şey değişti” dedi ve hatırlattı: “O zamanlar biz Avrupa Birliği’ne girmeyi savunuyorduk; bazı İslamcılarsa bize ‘siz dinden çıkmışsınız, tevbe edip nikah tazeleyin’ diyordu.”
Durum böyle idi, çünkü söz konusu “İslamcılar”, Müslümanların her alanda nevi şahsına münhasır “sistemler” kurmaları gerektiğine inanıyordu. İslam’ın bir siyasi sistemi, ekonomik sistemi, ortak pazarı, dinarı, “NATO”su, ve hatta “bilimi” olmalıydı. En büyük “İslami dava” da, “ilahî” olduğu varsayılan bu sistemlerin “beşerî” olanların yerine geçirilmesiydi.
Bu düşünce, 2000’lerde geriledi ve AK Parti’nin “muhafazakâr” vizyonuna alan açtı. Ancak tümüyle ortadan kalkmadı. Başbakan’ın laiklik müdafaasına yönelik bazı itirazlarda da sanki kendini yeniden gösteriyor.
Benimse bu İslamcı ideolojiye iki temel eleştirim var; kısaca belirteyim.
Sistem mi, ahlâk mı?
Birincisi, bu ideolojinin temelinde yatan “ilahî sistem”, “beşerî sistem” ayrımına dair. Bu ayrım bence hayalidir; çünkü İslamcıların “ilahî sistem” dedikleri şeyler de aslında “beşerî”dir. Çünkü, Kur’an’da ve Sünnet’te ne bir devlet yapısı ne de bir ekonomik sistem tarifi vardır; sadece bu alanlara bakan ilkeler vaz’edilir. İslamcıların yaptığı ise, bu ilkelerden türettikleri (ama aslında üstüne pek çok subjektif yorum kattıkları) kurguları “ilahî” sanıp kutsamaktır.
Aynı sebeple, İslamcılık, İslamî ilkelerinin bazen gayrımüslimler eliyle de hayata geçebildiğini görmez. Mesela İmam Şatibi’nin saydığı “şeriatın beş maksadı”nın (dinin, canın, malın, aklın ve neslin korunması) bugün Batılı demokratik ülkelerde pekâlâ sağlandığını es geçer.
İslamcılık’taki ikinci ve daha da büyük problem, sistem tutkusunun Müslüman zihni siyasi bir ütopyacılığa hapsetmesi, iman, ahlak ve kültür gibi kritik meseleleri atlamasıdır.
Mesela, son 20-30 yılda “İslam ekonomisi”nin nasıl olacağına dair binlerce sayfa teori üretilmiştir. Ama “serbest ekonomi içinde Müslüman bireyin para kazanma ve kullanma ahlâkı” üzerine çok az kafa yorulmuştur. (MÜSİAD’ın bu konudaki olumlu yayınlarını teslim edeyim.)
Aynı şekilde “İslam devleti”nin nasıl olacağına dair tonlarca kitap ve makale vardır. Ama “demokratik bir düzende İslamî ilkelere uygun siyaset nasıl yapılabilir” sorusu üzerine eğilen yok gibidir.
‘İddiasız’ kalmak
Kısacası İslamcılık, “hak düzen”i kurunca her sorunu çözeceğini sandığından, “sivil” alanla, örneğin bireylerin imanı ve toplumun kültürüyle fazla ilgilenmez. Hilal Kaplan’ın yerinde tespitiyle, sekülerleşmeden (dinden uzaklaşmadan) şikayet eder, ama onun “toplumsal dinamikler üzerinden giderek nasıl bertaraf edilebileceği üzerine” kafa yormaz. Zaten bu dinamiklere kafa yoran, mesela “bilimsel materyalizm”e karşı duran Nurcu geleneğe “çiçekle, böcekle” uğraştığı için hep dudak bükmüştür.
Bu eleştirileri getirdiğimizde ise, İslamcılardan “ne yani, İslam’ın tüm iddialarından vazgeçip küresel sisteme entegre mi olalım” tepkisi gelir. “Sistem kurmak”tan başka bir “iddia” gelmemektir ki akıllarına...
Aynı sebeple, İslamcı ideolojiden vazgeçenler sahiden de “iddiasız” kalabilmekte, eskinin “mücahitleri” bugünün “müteahhitleri”ne dönüşünce “battı balık yan gider” havasına girebilmektedir.
Oysa, 21. yüzyılın en büyük İslamî meselesi, açık, demokratik ve küresel bir dünyada nasıl iyi Müslümanlar olunacağı ve İslam adına hangi değerlerin nasıl savunulacağıdır. Buna eğilmenin vakti de çoktan gelmiş ve hatta geçmektedir.
Star
 

uður1

Well-known member
Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum

Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum
29 Eylül 2011 / 00:01
Günlük Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim

Birtek gayem vardır: O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz.

Bu ses, âlem-i İslâmın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor.

Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücâdele ederek gençleri ve Müslümanları imana dâvet ediyorum.

Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum.

Bu mücahedemle inşaallah Allah huzuruna girmek istiyorum.

Bütün faaliyetim budur.

Beni bu gayemden alıkoyanlar da, korkarım ki bolşevikler olsun.

Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir.

Beni serbest bırakınız, el birliğiyle, komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allah’ın birliğine hizmet edeyim. (Şualar)

Bediüzzaman Said Nursi

Sözlük:
bolşevik: Rusya'da kanlı komünist ihtilali yapan ve bütün dünya milletlerinin de aynı metodla komünizm hakimiyetine gireceğini savunanlar
alem-i İslam: İslam alemi
mücahede: cihad etme, çarpışma, gayret, savaş
 

uður1

Well-known member
Rabbim, Yalnız Seni Seviyorum!

Rabbim, Yalnız Seni Seviyorum!
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“(Rasûlüm! ) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Âl-i İmrân, 31)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Allahım! Senden seni sevmeyi, seni sevenleri sevmeyi ve seni sevgine ulaştıracak amelleri sevmeyi dilerim. Allahım! Senin sevgini bana canımdan, ailemden ve soğuk sudan daha ileri kıl!” (Tirmizi, Daavat 73, Tefsirü’l-Kur’an 39)
Sevgilerin en değerlisi olan Allah sevgisi başta olmak üzere, gönülde yer verilmesi gereken diğer sevgiler dile getirilmiştir. Cenâb-ı Hakk’ı sevmek ve O’nun sevgisini kazanmak, bir insan için en büyük saâdettir. Böyle bir saâdete erişen kimse ömür sermayesini tam mânasıyla değerlendirmiş, dünya imtihanını başarıyla kazanmış olur.
Fâhr-i Kâinât Efendimiz (sav) de, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allâh Teâlâ bir kulu sevdiğinde Cebrâil’i çağırır ve:
“–Ben falan kulumu seviyorum, sen de sev!” buyurur.
Cebrâil de onu sever ve semâ ehline nidâ eder:
“–Allâh, falanı seviyor, siz de seviniz!”
Semâ ehli de onu severler. Sonra onun sevgisi yeryüzündekilere de verilir, herkes ona muhabbet gösterir.” (Buhârî, Bed’u’l-Halk, 6)
Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Mucîb: Kendine yalvaranların isteklerini veren, kullarının dilek ve dualarına karşılık veren, icabet eden demektir.
Kısa Günün Kârı
Allah sevgisine ulaştıracak amelleri seven kimse, derin bir hazla yapacağı ibadetler sayesinde Cenâb-ı Mevlâ’nın sevgisini elde eder.
Lügatçe
saâdet: Mutluluk.
nidâ: Seslenmek, çağırmak, haykırmak, bağırmak. Ses vermek.

 

uður1

Well-known member
Cevap: Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum

Risale-i Nur'dan vecizeli duvar kağıdı - [indir]
29 Eylül 2011 / 09:53
Günün vecizesi -İşte, bu hadsiz kelimât-ı tesbihiye içinde, yalnız tek bir sünbül ve tek bir çiçeğin...

Risale Haber - Haber Merkezi
İşte, bu hadsiz kelimât-ı tesbihiye içinde, yalnız tek bir sünbül ve tek bir çiçeğin tarz-ı ifadesine kulak verip dinleyeceğiz, nasıl şehadet eder, bileceğiz.
Evet, herbir nebat, herbir ağaç, pek çok lisanla Sânilerini öyle gösteriyorlar ki, ehl-i dikkati hayretlerde bırakır ve bakanlara “Sübhanallah, ne kadar güzel şehadet ediyor” dedirtirler. [Otuz Üçüncü Söz]

(Haber detayında (altta) yer alan resmin üzerine farenizin sağ tuşu le tıklayıp Resmi farklı kaydet seçeneğini işaretleyerek duvar kağıdınızı indirebilirsiniz...)
 

uður1

Well-known member
. Esnemeden koşan adam!

.
Esnemeden koşan adam!
29 Eylül 2011 Perşembe 06:33
Eskişehir’de münzevi bir hayat süren Atasoy Müftüoğlu ile Yeni Şafak’tan ‘nevzuhur’ veya ‘türedi’ denmeye seza gençlerden bazıları bir mülakat gerçekleştirmiş. Mal bulmuş Mağribi gibi Atasoy Müftüolu’nun eteğine yapışmışlar. Öve öve bitiremiyorlar. Onların övgüleri gibi Müftüoğlu’nun tespitleri de son derece mübalağalı. Mübalağa Bediüzzaman’ın ifadesiyle ihtilalcidir.
Söz konusu zatı uzaktan tanırım. Sözlerine şaşırmadım zira farklı bir şey beklemiyordum. Zerre kadar Yunus’lara ve Mevlana’ya itibar etmiyor. Onlara Sezai Karakoç kadar bile önem vermiyor. Kendi görüşleri! Ben de zerrece sözlerine metelik vermiyorum. Beni bağlamıyor. Öyleyse ne diye yazıyorum? Tezlerini okuyacakların elinde karşı bir tez olsun istiyorum. Hepsi bu kadar. Bana göre; bazı şeyleri saplantı haline getirmiş ve içinden çıkamamış. Sözgelimi, konuşmasında babasının jandarmalarca 15 kilometre kelepçeli olarak yürütülmesinden sonra ‘o günden beri bizi mutlu eden bir gün olmadı’ diyor. Bilemiyorum, bunu nasıl bir halet-i ruhiye ile okumalı ve izah etmeli? Dolayısıyla Atasoy Müftüoğlu inzivasında kendisini kapata kapata öfke biriktirmiş ve bunu dışa vurmanın yollarını arıyormuş ve Yeni Şafak mikrofon uzatınca öfkesini patlatmasına vesile olmuş.
Herkesi ve her şeyi paylıyor. Tarihi, Müslümanları ve mezhepleri her şeyi dövüyor. Hem ulemayı yetersiz görüyor hem içtihada çağırıyor! Bunu kendisi mi yapacak? Peki, ne duruyor? ‘Şartlarına havi olanlar yapar’ derken de topu tavca atıyor! Kafasına göre; tarihle ilgili, İslami anlayışla ilgili muhasebeden ziyade mühendislik yapıyor. Yerleşik değerleri yıkacağım diye herkese sataşıyor. Ve Yusuf Kaplan’ın ifadesiyle konuşmasında Türk entelijansiyasının (İslâmcılar da dâhil) "Batılı zihnin bir taşrası’ olduğunu savunuyor. Kendisine göre yerden göğe kadar haklı. Zira Batılı zihnin dışında kalanları da zaten bir kalem fırçasıyla yerle bir ediyor.
Sözgelimi bir Bediüzzaman bir Necip Fazıl ve diğerlerini hiçe sayıyor. Geriye söylediği gibi Batı’nın derkenar şarihleri ve haşiyecileri kalıyor. Akıldan tekrar mistik ufuklara yelken açtığımızı söylüyor ve dert yanıyor ve bunun bir felaket habercisi olduğunu beyan ediyor. Öyleyse tasavvufa dayalı İslami edebiyatı da bir kenara koymamız iktiza ediyor. Zaten hikaye geleneğimizi besleyen Mevlana ve Yunus gibi kaynakları bir kenara ittiğimizde onların da ruhuna Fatiha dememiz gerekiyor.
*
Ezcümle şunları söylüyor: ”İslam ümmeti akla veda ettiği gün tarihe de veda etti. Yeniden tarihe dönmesi için yeniden akla dönmesi gerekli. Araçsal bir aklı kastetmiyorum, vahiyle uzlaşmış bir aklı kastediyorum. Fakat çarpıcıdır, yeniden İslam dünyası mistisizme dönüyor. Bu ümmetin asla ve kat'a bir geleceği olmayacak demektir. Çünkü şu anda tarihsel bağlamda neo-liberal bir işgal ve istila yaşıyoruz. Biz bunu fark etmiyoruz. Demokrasinin modern zamanlarda bir dekor olduğunu Müslümanların öğrenmesi gerekiyor. Asıl büyük kararların sermaye tarafından verildiğini öğrenmek gerekiyor. Bugün mezhepçilik varsa ve bu utanç vericidir ki hâlâ var, insanların hangi mezhepten olduğunu konuşuyorsak böyle bir kültürün geleceği yok….
"Geçmişte alimler 'bu kadar yeter' dediler. Bu ne demek? "İçtihada gerek yok. Bütün soruları cevapladık bu kadar yeter" demekti. Bununla başladı her şey. Ama yetmiyor. Dolayısıyla bugün yeniden alimlerin, entelektüellerin, aydınların içtihadı konuşmaları gerekiyor. Koşulları yerine getirenler içtihad yapmalılar. Bu böyle devam edemez. Çünkü bu neo-liberaller çağında dini hayat bireyselleşiyor. Büyük kültürler küçük kültürleri yerellikleri yutuyor. Hiçbir direniş gösteremiyoruz. Çünkü kültürel içerik üretmiyoruz. Gelip sorsunlar, 21. yüzyıla ne öneriyorsunuz? Var mı önerimiz? Dini hayat bir cemaatin menkıbe fabrikalarında her gün endüstriyel olarak üretilen rüyalarıyla yürüyor. Bilinçle değil. Bu cemaatlerin sayıları, paraları, menkıbe fabrikaları çoğalırken, bir diğer tarafta hâlâ zihinsel bir taşrada yaşıyoruz. Avrupa merkezli düşüncenin taşrasıyız. Taşrada oturan merak etmez, sorgulamaz, üretmez sadece merkeze bakar. Merkez ne yapıyorsa onu yapar. Dolayısıyla önce bu taşralılıktan özgürleşmemiz gerekiyor. Bakın İslam dünyası toplumlarının gündeminde zihinsel bir savaş yok…”
*
Evet, mezhepçilikten şikayet ediyor ve bu mealde Necip Fazıl gibilerini mezarında paylıyor. Kendisine göre haklı olabilir. Lakin yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş durumda. Sünni mezhepleri tutanları tarihin derkenarına hapsederken aksine muhibbi olduğu İran için bir şey demiyor. Herhalde ‘devrim yaptılar ve zafer elde ettiler bu kadarı da haklarıdır’ diyor olabilir. Lakin unutmadan İslam dünyasında kurumsal mezhepçi tek yapı İran. Suudi Arabistan bile onun yanında pratik ve yaya kalır. Bizim mezhepçiliğimizden bahsediyorsa bu ferdi düzeyde. Yani ayrıntı. Zaten onun da diline doladığı ferdiyetçilik. Kurumsal olana bir şey demiyor anlaşılan!
Mezhepçilik dışında yerin dibine geçirdiği hususlardan birisi de tasavvuf. Onu batılı dille anmayı yeğliyor. Kendi ifadesiyle mistisizm. İran tarzı irfanla arasının barışık olduğu da anlaşılıyor. En azından bir tarizine rastlamadık. Zira o biraz felsefi. Bu hususta sadece Sünni tasavvufla meselesi var gibi görünüyor. Onu miskinler tekkesi olarak algılıyor.
‘Risale-i Nur’a eleştirel bakıyorum’ diyen Atasoy Müftüoğlu’nun bu husustaki argümanı veya ihticacı şöyle: ”O dönem Ankara'da olan Said-i Nursi ile de tanıştım. O zaman Nurculuk çok riskli bir şeydi, illegaldi çünkü. Ben o eserleri okuduktan sonra yeni bir süreç başlayacak sanıyordum. "Bir ömür, devamlı okunacak" deyince ben müsait olmadığımı söyledim. Bunu Said Nursi'ye de anlattım ve "Bu çocukları engellemeyin" dedim. Geleneği kabul etseydim hâlâ orada duruyor olacaktım. Hâlâ bu harekete eleştirel olarak bakıyorum…”
Elbette ki peygamberlerden başka kimsenin ismeti yok. O ismet de Allah’ın hıfzı himayesi altında olduğu için baki. Beşer kaynaklı değil. Elbette Aristo ile Eflatun arasındaki muhaverede olduğu gibi üstada saygı ile hakikate saygı ya da hakperestlik arasında bir köprü ve denge kurmak gerekiyor. Zira hakikate sırt çevirmek cehaleti getiriyorsa üstada sırt dönmek de istifadesizliği ve feyizsizliği beraberinde getiriyor. Feyzi bilgiden değil üstaddan alırsınız. İhlası da öyle. Lakin Aristo örneğinde olduğu gibi ‘sınırsız karizmaların’ insanlığı yüzlerce veya binlerce yıl yerinde saydırdığını da Atasoy Müftüoğlu gibi itiraf etmek gerekir.
Yolların ayrılış noktasında Bediüzzaman’ın ‘Bir ömür, devamlı okunacak’ demesine takılmış! Acaba buradaki yanlış ne? Bu yanlış kendisine mi raci yoksa Bediüzzaman’ın anlayış ve telkininden mi kaynaklanıyor? Bence kalıcılık veya sebat bilgi genişlemesi hususunda değil, aksine istikamet meselesinde düğümleniyor. İstikametin pusulası tektir, her gün değişmez. Kabe her gün başka yere konmaz, göçmez. Bediüzzaman aslında bu hususta mesleğini çok güzel izah ediyor. Ondan naklen yeğeni ve biraderzadesi Abdurrahman Nursi bu hususu vuzuha kavuşturuyor:
”Mühim gördüğü bazı meseleleri nakletmek istediğinde yine kendi eserlerinden alarak değiştirmeden aynen tekrar ederdi. ‘Aynı konuları neden böyle tekrarlıyorsun?’ dediğimizde’ Hakikat usandırmaz. Libas değiştirmek istemem’ derdi.” Demek ki orada durmak gerekiyor. Her yere basılıp geçilmez. Kur’an’daki tekrarların hikmetlerinden birisi pekiştirmektir. Hakikat tekrarlaya tekrarlaya pekişir ve yol olur. Ve müminler kafaları ve gönülleri karışmadan bu yoldan yürürler. Hakikat usandırmaz. Bundan dolayı Kur’an bize ‘Ey iman edenler, iman edin’ buyurmaktadır. Demek ki aynı nokta üzerinde deveran etmek yanlış değil. Bu yenilerini öğrenmeye de mani değil. Mevlana’nın pergel benzetmesi işkali/sorunu ortadan kaldırıyor. Demek ki insanın istikamet üzere olması için bazı hakikatleri tekrarlaması icap eder. Ve bu tekrar vazife gereği ömür boyu devam eder. Namaz gibi niyaz gibi ve zikir gibi. Ne diyelim ‘Her dem yeni dirlikte, bizden kim usanası’ diyen Yunus’dan ve Bediüzzaman’dan da usanılırmış! Onu başkalarına kavuşmanın önünde bir engel görüyor. Olabilir ve herkes bir değil. Farklı mizaçlar da Allah’ın şuunatından. Allah’ın hikmetinden sual olunmaz.
Peki! Esnemeden koşan adam kimi temsil eder? Her daim koşan adam hüsrandadır. Mustafa Karataş Hoca, Atasoy Müftüoğlu’nun pek de hoşlanmayacağı bir isim olan İsmail Hakkı Bursevi’den bir nakil yaptı ve misal getirdi. Her daim koşan adamı, imtihanı tehlikeli adam olarak gören İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri bazen duraksadığını ve tökezlediğini ve bundan dolayı da şükrettiğini söylemiş. Çünkü imtihanı savuşturduğuna dair bundan bir karine sezermiş. Tökezlemeyen tek varlık Cenab-ı Hak’tır. Müslümanların ümmet olarak tökezlemesi ise yeni bir nöbet ve hamle devri için mola devresidir. İslam dünyası 500 yıldan beri felaket de yaşamıyor. 14 yüzyıllık İslam tarihinin sadece iki dilim olmak üzere 200+200= 400 yılı fetret devridir. Onun ötesi zaferler devridir. Bu konuda da anlaşamayabiliriz lakin benim hakemim bilimler tarihçisi Fuat Sezgin’dir.
Acele eden kendine yazık eder. Nitekim Bezzaz, Cabir’den (R.A.) rivayet ettiği bir hadiste Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır: ”İnne hazeddine metinun. Feevgil fihi birıfkin feinnemünbette la zahren ebka vela ardan kata/ Bu din metindir. Dine yumuşakça dehalet eyle. Sabırsız ve acül süvari ne yol kat etti ne de sırt bıraktı…” Bunu özetler mahiyette eskiler bir kaide-i külliye koymuşlar: Men istacale’ş şey’e kable evanihi ukibe bihirmanihi. Olgunlaşmadan bir şeyi isteyen mahrumiyetle cezalandırılır. Zafere kilitlenen bir yapı ihlası kırar, Makyevalist olur ve Allah’ın işine karışır. Dolayısıyla atalarımız zafere değil sefere kilitlenmişlerdi. Aksi aynen Bediüzzaman’ın deyimiyle Allah’ın işine karışmaktır.
Nitekim Arap Baharı İslamcılığın feveran ve kabarma halinde olduğu 1990’lı yıllarda olsaydı coşarlar ve sahiplenirlerdi. Ama kendi namlarına olmayınca onu yüzüstü bırakıyorlar. 1990’lı yıllarda onlar istedi ama hamlıklarından dolayı Allah bahşetmedi. Şimdi 2010’lu yıllarda Allah veriyor ama erken talep ettiklerinden; enerjileri tükendiği ve bu yüzden içleri geçtiğinden dolayı şimdi onlar sahip çıkmıyorlar. Hatta anlamıyorlar bile. İktidar sahipleri akıl tutulması hali yaşarken İslamcılar da manevi sarhoşluk hali yaşıyorlar. Bu iş ihlas işi ve kıvam işidir. Onlar istemedi diye Allah mesajını yarım bırakacak değil elbet. İçleri geçmiş (göynümüş) eski İslamcılar ‘bizim bu dahlimiz yok ve beşeri eli değmedi’ diye iltifat etmiyorlar. Hatta Doğan Avcıoğlu ve benzerlerinin 31 Mart vakasını İngilizlere mal etmesi gibi şimdi eski İslamcılar da Arap Devrimini başkalarına mal etme yarışındalar. Ezher Şeyhi Ahmet Tayyip ise Arap Baharının zati dinamiklerle harekete geçtiğini söylemektedir. Tam ahirzaman işleri! Akşam Müslüman olup sabahleyin şaşırmak.
Berlusconi gibi Atasoy Müftüoğlu da Kaddafi’ye sahip çıkıyor ve Kaddafi’nin batılılara Afrika’yı dar ettiğini söylüyor. Kaddafi’ye kilitlenmiş vaziyette. Kaddafi Batı’ya direniyormuş. Afrika merkezli işler görüyormuş. Allah aşkına Mübarek, Ali Abdullah Salih ve Bin Ali ile dörtlü fotoğrafına hiç mi bakmadı?
Bitirirken: Ben bu yazıyı bütün samimiyetimle okurlar için kaleme aldım. Asla şahsını tezyif ve karalamak gibi bir düşünce, hedef ve niyetin içinde olmadım ve yoktur. Ama ifadelerim sert oldu. Zira konuşmasını yerden göğe kadar haksız ve kelimenin tam anlamıyla mütecaviz buldum ve beni öfkelendirdi. Bununla birlikte, üzüntüsünü hafifletecekse yine de kendisine yönelik ağır eleştirilerimden veya ifadelerimden dolayı peşinen özür diliyorum. Tonundan ve şiddetinden dolayı özür dilesem de hakikatinin arkasındayım. Zira şahsi bir hesabım yok…
 

uður1

Well-known member
Yolumuzun özü

Yolumuzun özü
29 Eylül 2011 Perşembe 06:31
-Bülent Kardeşe-
Özetlemek gerekirse gittiğimiz yolu şöyle,
Mânevî bir mücâhade yapmaktayız işte böyle:
Şahsımızı ıslâh etmek en birinci vazîfemiz.
Düzeltirsek kendimizi âlemimiz olur temiz.
***
Ahlâksızlık, nefsin kötü arzûları düşmanımız.
İyi, güzel, doğru işler için geçer zamanımız.
Zarar vermek yoktur bizde en zararlı kula bile;
İşimiz hep müsbet ile, tâmîr ile, duâ ile…
***
Mesleğimiz hakîkattir; yoktur onda mürşîd, peder.
Burda herkes talebedir; ömür boyu öyle gider.
Yaşça büyük olanları ağabeydir; genci kardeş.
Makam, mevki bulamazsın: Eski - yeni aynı ve eş…
***
Fazîlet, takvâ ölçüsü hükmeder her birisinde.
Nefsini hiç üstün saymaz; dâim halkın gerisinde.
Var saydığın o kemâlât, bende değil, cemâatte;
Kusûrluyuz fert fert bizler, musırrız bu kanâatte.
***
Bir gemide mürettebât, fabrikada çarklar gibi;
Birlikteyken mânâmız bir. Tek tek binler farklar gibi…
Bende yoksa, sende varsa; etmem aslâ gıpta, hased…
Sevinirim buna yalnız. Müşterektir iyi haslet.
***
Noksanların ıslâhına duâ ile çalışılır.
Nasîhatler incitmezse nezâketle karışılır.
Büyüklenip öfke ile baskı ve zor kullanılmaz.
Güzellikle, iknâ ile kaybedilen insan çok az.
***
Kâinâta bedel tutar, bir kişinin ihyâsını;
Kur’ân’da Hak, emir verip yasaklıyor imhâsını.
Bir mü’mini yitirmek de mânen onu imhâ gibi;
Ağır bir suç teşkîl eder, sorumludur müsebbibi.
***
Bu zamanda dalâletler hücûm eder hep birlikte.
Savunma zor tek başına. Ancak çâre var “birlik”te.
Şahıs kâmil, velî olsa yalnız ise mağlûb olur.
Mânevî bir şahsiyette birleşerek kuvvet bulur.
***
Bizler îmân hizmetinde bir çizgide durmaktayız.
İhlâsla, hak kuvvetiyle inkâra ket vurmaktayız.
Gücümüzü hep hayırda, güzellikte kullanırız.
İyiliğe destek olur, kötülüğe çullanırız.
***
Îmânımız bir Allah’a, O’nun şanlı Resûlüne;
Gàyemiz tam uymak İslâm esâsına, usûlüne.
İhyâ için çalışırız Sünnet’i bu dünyâmızda;
Hak ve Nebî râzı olur diye umup, ukbâmızda.
 

uður1

Well-known member
Cevap: Günün ayeti

Nehirler yolunuzu bulmanız içindir...
29 Eylül 2011 / 04:18
Günün Ayet-i Kerime meali...

Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak(c.c), Nahl Suresi 15-16. ayetinde mealen şöyle buyuruyor:
Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağlar; yolunuzu bulmanız için de nehirler, yollar ve nice işâretler meydâna getirirdi. İnsanlar yıldızlarla da yollarını bulurlar.
 

uður1

Well-known member
Cevap: Günün ayeti

O (asm) şiddetli rüzgarda şöyle dua ederdi
29 Eylül 2011 / 04:48
Günün Hadis-i Şerifi...

Bismillahirrahmanirrahim
Osman bin Ebi'l-Âs'dan (r.a.) rivayetle:
Rüzgar şiddetli estiğinde Hz. Peygamber şöyle duâ ederdi:
"Allah'ım, bununla gönderdiğinin şerrinden Sana sığınıyorum."
Camius Sagir [5:101, Hadîs No: 6571]
 

uður1

Well-known member
Cevap: . Esnemeden koşan adam!

Mekke ve Medine’den selam-4
28 Eylül 2011 Çarşamba 06:16
Mescid-i Haramda her gece teravihden sonra geceki teheccüd namazına kadarki iki saatlik arada bazı Arap hocalarının vaazlarına şahit oluyordum. Biraz kulak veriyordum bakıyorum hep “kale ve kile” ile devam ediyorlar. Yani Sahabe-i Güzin ve Tabiin (RA) zamanında ne söylenmiş ne yapılmışsa aynısını tekrarla devam ediyorlar.
Aradan bin dört yüz yıl geçmiş, değişen zaman ve şahıslar ve bilhassa dünyada hükmeden dehşetli dinsizlik cereyanından, tahribatından adeta hiç haberleri yok, sanki karşılarındaki sahabe ve tabiindir, kolayını bulmuşlar. İyi ki Sahabe ve Tabiin o konuşmaları ve o vaaz ve hatıraları kaydedip koymuşlar, yoksa bunlar ne anlatacaklardı insanlara doğrusu merak ediyorum. Yeniden bir şey söyledikleri yok. Bir tazelenme, bir tecdit, yeni bir kelam, yeni bir söz yok.
Mehmet Akif’in dediği gibi “doğrudan Kur’andan alıp ilhamı asrın fehmine vermeliyiz Kur’an’ı” dediği hakikatini insan daha iyi anlıyor.
Bu dehşetli asırda İslamiyet ve Kur’an aleyhine olan fikirleri, fitneleri çürütücü dersler, vaazlar yapsalar… Dünyanın her yerinden gelen kalbi, vicdanı bu yaralı milyonları bulan müminlerin imanlarını takviye etseler ya. Kalp ve ruh yaralarına Kur’ani akli, mantıki cevaplarla tedavi yapsalar ya. Fakat nerede?
Böyle azim bir fırsatı değerlendirme gayreti maalesef görünmüyor. Bir zamanlar Kur’an’ı tüm dünyaya yayma gayreti ve fedakarlığını gösteren Sahabeleri (RA) düşünüyorum bir de hazır ayağına gelen milyonlara lütfen dönüp bakan ve ne ile meşgul şimdiki vaiz efendilere bakıyorum.
Şu Mescid-i Haram ve Medine-i Münevverede Nur talebelerinin sözü geçseydi neler yapılmazdı ki. Gelen hazır milyonlara neler anlatılmazdı ki. Nasıl bir heyecan ve helecanı ruhi verilmezdiki ehli imana. Ah, Ah diyorum.
Tavaf: Tavaf yapanları seyrediyorum. Hiç bitmeyen, durmayan tavaflar. Sadece namazın farzında ara verilen ve selamlamayla hızla Hacer-ül Esvede koşmakla başlayan tavaflar. Kâbe sabit duruyor, ehl-i iman soldan sağa tavaf ediyor Kâbe’nin etrafını yedi defa dönüyor. Bu yedide sır var. Kur’an’da “seb’a” yedi kelimesi çok geçer. Yedi kat sema, yedi kat arz, yedi tabaka cehennem, sekiz tabaka cennet, vesair. Çokluktan kinaye. Kuran’ın hülasası olan Fatiha-i Şerif de yedi ayet.
Kâbe’nin etrafındakiler akıyor, seyelan ve cereyan ediyor. Bölük bölük insanlar geliyor, Kâbe’nin etrafına süzülerek sakince giriyor, virdini, zikrini, şükrünü duasını yapıyor, vazifesinin hitamında namazını kılıp zemzemini kana kana içip avludan çıkıp gidiyor.
Tavaf edenler gelip geçici ve fani. Tıpkı akıp giden mevcudat gibi. Kâbe sabit. Kayyum-u Baki-yi derhatır ettirir gibi. Kâbe adeta tavaf eden seyyale gelip geçicilere kıyam veriyor. Devir ve deverana heyecan veriyor. Kâbe olmazsa tavaf da olmayacak. Devir de deveran da, cezbe de cazibe de olmayacak.
Bu kâinat da Emr-i Rabbani ile seyyaledir. Bu mevcudat Emr-i Rabbani ile cereyan ediyor, akıyor gidiyor. Kayyum-u Baki, kâinat ve mevcudata kıyam veriyor, cezb ve cazibe-i Rabbani ile felekler cereyana geliyor. Taife taife arkasında tabaka-i mevcudat sel gibi akıyor. Dünyaya geliyor, tavafını yapar gibi fıtri vazifesini yapıyor, ikmal ediyor, şükr-ü manevisini tavafın hitamında bitiriyor sonra zemzemini içer gibi hak şerbetin içip göçüp gidiyor.
Tavafını bitirenler tavaf edenlerin aralarından süzülerek zemzem suyuna doğru ilerliyorlar. Tavafını bitirenler aynı yöne müteveccih oluyor. Yukarıdan tavaftan süzülüp ayrılanlara bakıldığında, sanki bulutların içerisindeki tuz zerrelerinin su tanecikleriyle olgunlaşıp bulutlardan sağılıp arza doğru yağmur olarak damlamalarına benziyorlar.
Tavaf ehli, adeta her tavaftaki istiğfar, zikir, şükür ve samimi içten dualarla, kemale erip tavaftan ayrılırken, adeta memede kırmızı necis kan gibi günahlarla kızarmış bir halde iken devir ve deveran ile o halden sıyrılarak, ayrılarak ap ayrı bir hasiyetle terakki ile memeler musluğundan süzülen bembeyaz, ter temiz safi ve mugaddi süte benziyorlar.
Evet, tavaftaki, yapılan ihlâslı istiğfar ve duaların makbuliyetinin müjdesinde, fazlı ilah-i ile ruhların günah pisliklerinden sıyrılarak müminin yağmur danesi gibi saf ve süt gibi beyazlaşarak çıkmak hakikati olduğu anlaşılıyor.
Kâbe’nin sabit ve kıyamında; tavaf edenlerin nöbetle semaa kalkıp devir ve deveranında, Kayyum-u Baki’nin vücut ve kıyam ve bekası ile arşın etrafındaki feleklerin tavafı manası ile Kâinatın Nizam-ı Cemiline muvafık bir cereyanla manevi bir istihale makinesine girer gibi bir harekât-ı ubudiyetle uyan ve nurlanan ehli imana selam olsun.
Say: Safa ve Merve iki ilahi nişan. Yaklaşık beş yüz metre uzunlukta. İsmail (AS) annesi Hacer validemiz, Hz. İsmail’e su ararken hızlı hızlı bazen de koşarak gidip geldiği yer, mübarek mekân. İnişli, çıkışlı ekseriyetle düz bir yürüyüş. Sa’y; Hayat seferimiz gibi başlangıçlı ve bitişli, inişli, yokuşlu duraksamaksızın devam eden bir yolculuk. Safa tepesine ağır ağır çıkıyor insan. İlk dünyaya gelişte emekleyerek başlayan hayat yolculuğu gibi. Hacer-ül Esvede selamla ve yüzler ona çevrilerek niyetler yapılıyor. Sonra, Merve tepesine doğru yöneliyorsun. Ya Allah Bismillah Ya Rab sayü seferimi bana kolay kıl. Yavaş yavaş başlıyorsun yürümeye.
Yeşil ışığa vardın hızlanıyorsun, gençlik yılları gibi, hızlı koşar adımlarla geçiyorsun bu az kısmı, gençliğin hızlı geçmesi gibi. Sonra uzun mesafe orta yaşlılık dönemi gibi. Yürüyorsun yürüyorsun. Yoruluyorsun hayat yolculuğunda yorulduğun gibi, ihtiyarlık vaktinde gibi yorgunlukla varıyorsun Merve yokuşuna. Çıkıyorsun yavaş yavaş. İhtiyarların çıkışı gibi. Yolculuğun sonunda ayakların sürüyerek varıyorsun Merve tepesine. Bitiriyorsun Sa’yi’ni. Hayat yolculuğunu bitirdiğin gibi. Sa’yin bitiminde yorgunluk içinde vazife-i ubudiyetin hitamındaki manevi haz ve lezzet var kuruyan dudaklarında. İçiyorsun zemzemi kana kana. Ya Rabbi nasıl sa’yimi bitirmeyi suhuletle nasip ettin hayat yolculuğumu da bana böyle kolay kıl. Ömür hitamında vazife-i ubudiyetini yapmış, günahlarından sıyrılmış, hak şerbetin içmiş, huzuruna varmış olanlardan eyle. Âmin.
Mekke Dershane-i Nuriyesi: Dershane-i Nuriye; Mekke’de Cin mahallesinde bulunuyor. Kâbe’den itibaren 15 dakika yayan yürümekle varılıyor. Üç katlı, 100 m2 civarındaki salonuyla modern bir şekilde inşa edilmiş. Her gece Mescid-i Haramda kılınan teravihten sonra varılan dershanede, 2-3 çeşit yemek ikramı ediliyor. Akabinde yapılan Nur dersleri. Sonra özlediğimiz çay. Emeği geçenlerden Allah ebediyen razı olsun.
Dershane-i Nuriye, Memleket havasını teneffüs ettiriyor bizlere. Nur ahiret kardeşlerimizi, derslerimizi, sohbetlerimizi hatırlıyoruz. Bu mübarek mekânlarda kardeşlerimiz hatırlamayla dualarımızı bir kat daha artırıyoruz nur kardeşlerimiz hakkında. Nur talebeleri için büyük bir nimet ve hizmet vesilesi. Yeni tanıştığın umre arkadaşlarını otel yaşantısından bıkan insanları dershaneye götürmekte daha bir kolaylık var. İstekle ve zevkle geliyorlar. Gelen bir daha gelmek istiyor. Kitap alıyor, memleketteki dershanelerin adresini alıyor. Kitap hediye ettiğimiz oluyor. Kitap adreslerini alanlar oluyor.
29 Ağustos. Mekke’ye veda edeceğiz. Orucumu Kâbe’-i Şerife yakın açmak ve ona bakarak akşam ve yatsıyı ve teravihi kılmak istiyorum. Fakat iftara bir sat kala birden bir sancı ile abdest alma ihtiyacı hissettim. Vardım abdest tazeledim döndüm ama Mecid-i Harama girişler cemaatin çokluğundan durdurulmuştu. Askerler kimseyi içeri bırakmıyorlardı. Safa ve Merve arasında bodrum katta kalakalmıştım.
Eyvah dedim ayrılış vaktimde Kâbe-i Şerifi göremeyeceğim. İftara 5-10 dakika var. “Beytullahın sahibine yalvardım. Dedim ya Rab Mekke’den ayrılıyorum. Bu son akşam yatsı ve teravih namazımı Senin beytini, Kâbe-yi Şerif-i görerek kılmak istiyorum bana nasip et.” Ama içeri girebilmem mümkün değil.
Sonra birden bulunduğum yere yakın Kâbe görevlilerinin bulunduğu bir mekân vardı oraya yöneldim. İnsanların üstlerinden, aralarından Kâbe’ye ulaşmak ümidiyle son bir gayretle ilerledim ve yer altındaki dehliz ve koridorlardan ilerleyerek Mescid-i Haram içine çıkan merdivenlerden çıkarak Mescid-i Haramın tam karşısında kendimi bulmuştum. Bir sütunun dibinde de bir kişilik sanki benim için hazırlanmış bir boşluk gördüm ve hemen çökerek oturdum. Ezana 1-2 dakika kala böyle bir yerde böyle bir yer bulmak tamamen lütfü ilahi olmuştu.
Benim en ufak gizli hafiyi kalbi arzumu duyup bana ihsan eden Rabbime sonsuz şükürler ediyordum. Bu küçük arzumu yerine getiren Rabbim diğer dileklerimi neden yerine getirmesin ki diyerek iftar ezanı ile birlikte dualarıma son hız veriyordum.
Son defa kıldığımız yatsı ve teravih namazından sonra ayrılış tavafımı yapıyorum. Tavafta aileme, yakınlarıma, akrabalarıma dava arkadaşlarıma tüm ehl-i imana bildiğim ve dilimin döndüğü bütün duaları yapıyorum.
Rabbimin beni Rahmet kapısından eli boş göndereceğini tahmin etmiyorum. Çünkü şefimiz, başta, O’nun Rahmet-i Rahmanıdır, sonra Habibi Ekrem’idir (ASM).
En büyük arzu ve dileğim. Aile ve akaripçe ve dava-i nur arkadaşlarım ve ehli imanın mağfiret edilmemiz, kemal-i imanla hüsnü hatimemiz, evlatlarımın hidayet ve ıslahı ve iman nimetini kaybetmemeleri ve iki cihan saadetine nailiyet. Kalan bakiye-i ömrümüzde hizmet-i Kur’aniye’yi nuriyede ihlâs ve uhuvvet-i tamme muvaffakla şevk ve daha gayretle hizmet etmek.
 

uður1

Well-known member
Hayat ve vazife

Hayat ve vazife
29 Eylül 2011 Perşembe 06:32
Hayat, ilahi kudretin var ettikleri arasında en “paha biçilmez” olanıdır. Üstadımız Otuzuncu Lem’a’da “hayat”ın yirmi dokuz ehemmiyetli “öz”ünü ve yüksek “vazife”sini hulasa eder.
İlk beşi şöyledir:
1-Hayat şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi,
2-En büyük neticesi
3-En parlak nuru
4-En latif mayesi,
5-Gayet süzülmüş bir hülasası.
Zat-ı Hayy-ı Kayyum, insana ve sair hayat sahiplerine bahşettiği bu paha biçilmez nimete “kâinat kadar büyük bir gaye ve azametli bir netice” takmıştır. Bu gaye ve neticenin manasını anlamak için anahtar bir kavrama ihtiyacımız var: “vazife”
Perdesiz bir ihsan olan hayat, bütün güzelliklerin cevelan ettiği nurlu bir alandır.
Hayata ait güzellikler yaşandıkça keşfedilir, mahiyeti anlaşıldıkça nuru inkişaf eder. Hayatın hayatı olan iman nuru inkışaf ettikçe güzelliklerin derecesi kemale doğru yol alır.
Bütün güzelliklerin odağı olan hayatı ve akabindeki ölümü halk eden Allahtır. “Hayat’ın bu dünyaya gelmesi” bir halk ve takdir ile olduğu gibi ”hayatın dünyadan gitmesi” de bir halk ve takdir iledir. (Birinci Mektup) Bu halk ve takdir birçok hikmet sarmalını içinde barındırır.
Hayat tektir fakat bunun “fani” ve “baki” yüzleri vardır. Dünya/ahiret ayırımında fani yüz dünyaya baki yüz ise ahirete bakar.
Bahtiyar bir doktora yazdığı mektubunda “şimşek” ve “güneş” metaforlarından hareketle fena-beka kıyası yapan Üstadımız “vazife”yi hayatın merkezine koyarak “hayatın bakileşen yönünü” idealize eder.
Vazife hayatın merkezine oturdukça hayata ait manalar renklenir ve “fani” olan hayat “baki”ye inkılâp eder.
Fani hayatın bütün kıymet ve ehemmiyeti baki hayata çekirdek olmasıdır.
“Yoksa hayat-ı ebediyeyi zehirleyecek ve bozacak bir tarzda şu hayat-ı faniyeye hasr-ı nazar etmek, ani bir şimşeği, sermedi bir güneşe tercih etmek gibi bir divaneliktir.” (Barla Lahikası)
Bahşedilen hayatın gelgitleri içinde bazen her şey anlamsız ve bütün yollar tıkalı görünebilir. Çaresizliğin hükmettiği o anlarda insanın şuur mekanizması zıt duyguların resmigeçidine dönebilir. Evladını kaybeden bir babanın feryadı bu zıt duyguların dışa vurumudur. Hz. Yakub’un (as) yaşadığı budur. Abdülmecid Ağabey 1944 yılında evladını genç yaşta kaybederken şöyle dememiş miydi:
“Ey mezarcı! Göm beni şu Fuad’ın kabrine/Fıkratın dayanmaz vallahi asla kahrine./Katılsın zerratımız, alem-i berzahta keza,/Sarılsın birbiriyle ruhlar, ilâyevmi’l-ceza/Ey mezarcı! Cebeci’de bana da kaz bir mezar,/Olalım ünlü Fuad’ın komşusu leyl ü nehar.”
İşte bu anlar “Ya Hay” deme anlarıdır. Marifet, bu çaresizlik anlarında “Hayatıma hayat ver ya Rab!” diye iştiyak derecesinde hayatın sahibinin kucağına atlayabilmektir.
Hazırane bir musahabe dairesini açabilmek, aczini ve fakrını anlayarak “Sabur” ismini o karanlık anların parlak nuru yapabilmek dirençlerin zirvesidir.
Belki de böyle olmak üzerimize “vazife”dir!
“Kudretini aczde, gınasını fakrda bilmek” (Sözler) hayatı vereni ve alanı, musibeti “isabet” ettireni ve onunla “imtihan” edeni fark edebilmek, “fani”nin içinde “baki”yi görebilmektir.
Bu acz insanı “mahbubiyete” kadar çıkarır. Bu fakr ise Rahman ismine isal eder. Bunların her ikisi de Allah’a ulaştıran yolların en kısasıdır ve aşktan daha keskindir.
Aşk denizinde yüzen Mevlana anlaşıldığı kadar, acz ve fakr denizinde yüzen Bediüzzaman anlaşılmadıkça “düğüm”ler kapalı kalır!
Bu anlaşılmayı sağlayacak olanlara son söz: Hayatımız ile birlikte ikinci bir hayat olarak bize bahşedilen Risale-i Nur’un üzerimize yüklediği “vazifeler”in farkında olarak yaşamalıyız. Bu kutsi “vazifeler” için “seçilmiş” olmak büyük bir “mazhariyet”tir ve kuvvetli bir şükrü gerektirir. Bu şükrü eda etmenin tek yolu Risale-i Nur’a hizmet etmektir. Risale-i Nur’a hizmet edildikçe Üstadımız anlaşılır, Üstadımız anlaşıldıkça kapalı düğümler açılır.
Şu emir hepimizedir: “Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz. “Vazife”niz kudsiyedir, hizmetiniz ulvidir. Her bir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın” (29. Mektup, 5. desise).
Farkında olanlara ne mutlu.
 

uður1

Well-known member
Risale derslerindeki verim

İhtiyaçtan satılık dünya
28 Eylül 2011 Çarşamba 06:21
Ben kimim ki;
Güç onda.
Bana güç vermek...
O'na hiç güç değil.
Ağlasam;
Siler gözyaşlarımı.
Ne istesem verir;
Her güç O'na eğilir.
Bir gönül var bende;
Leylaları sevsem... O üzülür.
Zaten çekip giden aşklardan da...
Ruhum da bedenim de ezilir.
Mesela, üzülmem ayrılıklara.
Sonbaharmış, kışmış; her şey uyuşmuş;
O çağırır beni sonsuz bahara.
Adımı sorma;
İstersen birini söylerim!
Rüzgârlar savurur beni,
Çöller kavurur;
Yolcuyum!
Hiçbir şeyim yok benim.
Ne bir yıldızım ne güneşim...
Boyuna topladığım zarar;
Ah, neydi benim işim!
Bir de unutmak, unutmak isterim.
Dünyanın gürültüsünü duymadan yaşamak.
Bütün yolları tutmuşlar;
Ben bir yol tutmak isterim.
Atıp omzumdan yükleri;
Bir dağa bir mağaraya...
Dekyanus'un adamları ve putlar!
Hâlâ her köşe başında haydutlar...
Sularım şeffaf değil artık.
Ekmeklerim toprak kokmuyor.
Dağlar gibi apartmanlar;
Yollar sılaya çıkmıyor.
Ashab-ı kehf var mı aranızda;
Fırıncıda parası geçmeyen!
"Ashab-ı keyif"iz; cebimizde kartlar...
Borç kokuyor, minnet kokuyor suratlar.
Ala sata bir olduk; dağı taşı, neleri...
Evler, apartmanlar, dükkanlar...
"Adam başı" hastalıklar...
Muhteşem hastaneler...
Ve unutulan yaşamak!
Ve borç; aldığımız sattığımız!
Artık asalım afişlerimizi:
"İhtiyaçtan satılık dünya!"
Ne geçti elimize; bıktık bıkacağımız kadar.
Hadden, haddeden geçtik; çıktık çıkacağımız kadar.
Taş mı kaldı taş üstünde; yıktık yıkacağımız kadar.
Harç bitti; yapı paydos! Sırada ne var!

Risale derslerindeki verim
29 Eylül 2011 Perşembe 06:30
Cezbedici geniş siyaset dairesinin bütün nazarları dar (ve en önemli) daireden alıp kendi üzerinde topladığı bir zamanda Nur sohbetlerinin yapıldığı dershanelerin, medreselerin varlığı çok önem arz ediyor. Risale-i Nur’da geçtiği gibi; “herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes her bir meselesini tam anlamaz.”
Bu sohbet meclislerine gelerek kardeşlerinin artısını görerek kendinde fark ettiği eksileri telafi etmeye gayret eder. Aynı zamanda bir araya gelinip iman hakikatlerinin mütalaa edilmesi ilim, marifetullah, huzur ve ibadette yol kat edilmesi açısından da önem arz ediyor. Ve bugün itibariyle Anadolunun her şehrinde, her semtinde Nur sohbetleri yapılıyor, elhamdülillah.
Ancak bazı derslerde şahit olduklarımız, sanki bazen dersi yapan kişilerin hazırlanmadan geldiği (ya da gereğinden çok izah ettiği ki bu da hazırlanmamaktan kaynaklanıyor), bu nedenle derslerden istenen verimin elde edilemediği kanaatini bende oluşturmuyor değil. Bunun birkaç örneği:
Bir ders sonrası dershaneden beraber dışarı çıktığımız bir ağabey, bu dersten hiç memnun kalmadığını ifade etti. Gerekçesini sorduğumda, “Görmedin mi? Neredeyse okuduğu her cümleyi, güya izah edeceğim diye tekrar etti.” Ben biraz da işi espriye vurup “Daha güzel ya, iyice pekiştirmiş olduk” dedim. “Mucizeler de izah edilir mi Allah aşkına!” diye çıkışınca, ağabeyin biraz kızdığını anladım. Onun için artık üstelemedim. Dersi yapan ağabeyimiz Mucizat-ı Ahmediye’den Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselamın kurt-keçi gibi hayvanlar taifesinde görülen bazı mucizelerini okumuş ve sanki anlaşılmıyormuş gibi her cümlesini izah etmişti.
İkinci bir örnek de bir ders için davet edilen bir ağabeyin gitmesinin ardından, bir kardeşimizin “Ya böyle de olmaz ki!” demesinden sonra yaşandı. Bizim meraklı bakışlarımız arasında neden itiraz ettiğini anlattı. Her ne kadar hiçbir şey olmamış gibi dinlesek de aslında çoğumuz aynı kanaate varmıştık. Çünkü o ağabeyimiz, ders yapacağı yeri açmış ve neredeyse her cümle üzerinde cümleler dolusu izahlar yapmıştı. Henüz konuya doğru belli giremeden, sadece genel izah kısmında o kadar çok izah yapmıştı ki (Üstad’ın üslubunun mükemmelliğinden, konuya olan hâkimiyetinden vs.), asıl konuya ne zaman gireceğini merak eder olmuştuk. Bu izah kısmındaki izahları epey uzun sürmüş ve artık dersin bitmesine çok az zaman kalmıştı. Ve biz bu bölümü nasıl bitirebilecek diye düşünürken izah kısmı bitti. Asıl yapacağı bölümden biraz okudu ama kendisi de şu itirafı yapmak zorunda kaldı. “Fazla zamanımız kalmadı. Onun için hızlıca okuyup bu kısmı bitirerek dersimizi tamamlayalım inşaallah” dedi. Öyle de yaptı.
Diğer bir örnek de bunun tam tersi denecek türden. Risalelerle henüz tanışan bir kardeşimizle derse gitmiştik. Ders sonrasında bu kardeşimiz hayal kırıklığı yaşamıştı. Hiçbir şey anlamadığını, hatta hiçbir şey hissetmediğini ifade etmişti. Zar zor başka bir derse tekrar gelmesi için ikna ederek onu dershaneden uğurladıktan sonra dersi yapan ağabeyin yanına geldik. “Ağabey keşke biraz izahta bulunsaydın. Yeni gelen kardeşlerimiz vardı. Hiçbir şey anlamadılar.” Ağabeyimiz uzun bir izah yaptı. Ama kendi kullandığı şu cümle, bize yaptığı o uzun açıklamayı özetliyordu: “Kardeşim ben bala şeker karıştıramam!” O ağabeye söylemedim ama artık bundan sonra yeni tanışan bir kardeşi bu ağabeyin derslerine götürmemeye dikkat ettim.
Aşırı izahın asıl mevzudan kopardığı fikrine katılıyorum; ancak bazı yerlerin bilenler tarafından izah edilmesinin de yararlı olduğu mülahazasındayım. Derse katılanların hepsi belli bir seviyede Risale bilgisi olan kişilerse, izahsız okunması istifadeyi arttırabilir; ama umumi derslerde bu seviyeyi tahmin etmek pek mümkün olmuyor.
Derslerle ilgili diğer bir mevzu da sürenin verimli kullanılması... Örneğin bir yerde dersler 40 dakika olarak belirlenmişse, bu 40 dakikadan sonra verim çok ciddi azalıyor. Bu süre bittikten sonra, “Burayı da okuyup öyle bitirelim” denerek okunan bölümler pek dikkatle dinlenmiyor maalesef. Zihinler dağılmış oluyor. 40 dakika az bir süre değil. Bu süre zarfında iman hakikatlerine dair “bir konu” gerçekten hazmedilebilirse büyük bir kazanımdır; isterse bu tek bir cümle olsun.
Bu konuyu biraz şu olaydan dolayı dillendirdim: Bir kardeşimizden “Bu akşam evde okuyacağım” şeklinde bir söz duydum. Ancak daha sonra onun bu sözü etmesinin nedeninin aslında derse gitmek istememesi olduğunu öğrendim. Yani, o da yukarıdaki örneklere benzer olaylarla karşılaştığı için gitmeyip evde okumasının daha istifadeye medar olacağını düşünmüş. Ama evde kaldığında kendisi de okuyamamış.
İhlasla, şevkle Kur’an hakikatlerini dinlemek için saatlerini verip gelenlerin bu ihlaslarına halel vermemek için derslere biraz daha ihtimam göstermek, saff-ı evvel ağabeylerin söylediği gibi, hiç olmazsa birkaç kez okuyarak hazırlık yapmak daha hayırlı olmaz mı?
Bu zamanda, haftanın bir akşamını derse ayırıp gelmek gerçekten de önemli bir adımdır. Akamete uğramaması için en azından meşveretlerimizde bu konuya daha bir hassasiyetle el atmamızın hayırlı olacağı kanaatindeyim.
 

uður1

Well-known member
Rol Model Yıldızlar kimler olabilir?

Rol Model Yıldızlar kimler olabilir?
28 Eylül 2011 Çarşamba 06:18
Yıldız algısı her insan için aynı mıdır? Uzaydaki milyarlarca yıldızı mı hatırlatır?
Belki de öyle olur. Hayalen önce uzaya çıkar, yıldızlara bakar, her birinin farklı uzaklıkta, büyüklük ve uzaklıklarına göre bize farklı parlaklıkta yıldızlar akla gelebilir.
Bir de “Yıldız” kelimesinin metafor olarak hatırlattığı ve sembol olarak kullanılışı var. Bazı insanların bilinen isimlerinin önüne yıldız sıfatının eklenişi olayı var.
Başarı göstergesinde kullanılır. Bilinirlik, tanınırlık, şöhreti hatırlatan yıldız ekinin kullanılması.
Yıldızla farklılığı tanımlamak yetmediğinde, yıldızdan bir yerine iki, üç derken yedi yıldıza kadar çıkardılar ek tanımlamayı.
Otellerin kalite, konfor ve hizmet standartlarında kullanılıyor.
Bir de sanat camiasında da kullanıldığı malum. Yerli yerinde kullanılıp kullanılmadığı tartışma götürür.
Sanat camiasında yıldız, sporda yıldız unvanı bolca dağıtılmış çokça yıldızlar var meydanda.
İnsanlığın büyük bir kesiminin “Yıldız” kabul ettiği büyük insanlar için kullanılır.
En yakışanı mâneviyat büyükleri için kullanılmasıdır.
Kimin gerçekten yıldız sıfatını hak edip etmediğinden yola çıkarak farklı bir alanda yıldızlardan bir demet sunan bir kitabı dikkatlere arz etmek.
Hazreti Peygamberimiz (asm) “Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayeti bulursunuz” buyuruyorlar.
Bu hadisi kapağının üstüne alan bir kitaptan bahsetmek istiyorum;
Kapağında “Sizin yıldızınız kim?” yazılı bir kitaptan bahsetmek istiyorum.
Yazarımız Metin Karabaşoğlu sahabe hayatından bir demet yapmış ve kitaplaştırmış ve Nesil yayınlarından çıkmış.
Bilindiği üzere Sayın Karabaşoğlu, enteresan mesajlar çıkarması ile tanıyor. Yine öyle bir şey yapmış.
Sahabe hayatından bazı sahneleri bire bir video kaydından nakleder gibi analizler yapmış.
Sahabe hayatından önemli ders ve mesajları içerin enteresan tespitler ve yorumlar çıkarmış. İki bölümden oluşan kitapta kırk ayrı yazı ile sahabeler, olaylar ve psiko-sosyal yorumlar yer alıyor.
Bu kitabı okuduktan sonra Risale-i Nur’un Sözler’in Yirmi Yedinci Sözünü ayrıca bir daha okudum.
Zira sahabe-i kiramın yaşadığı her hadiseden günümüzde karşılığı olan bir soruya cevap bulmak mümkün olduğu kitabın ana fikri denilebilir. Yazar belki böyle bir nitelendirmeye katılmayabilir. Ama bu mealde bir ifade kitabın içinde geçiyor.
“Hazreti Ebubekir’e (r.a) ‘sıddıkıyet’ makamı kazandıran sır nedir?” sualine çıkarılan cevap ve yorum bilinmeli. “Doğruluk” ile “bağlılık” arasındaki ince fark. Sarsılmaz imandan neş’et eden, imandan gelen ilke ve doğruluk ile Hz. Peygambere bağlılıkta esas olan prensibin ne olması gerektiğine dersler çıkıyor.
Hz. Ömer (r.a) Müslüman olmazdan önceki celalinin, hiddetinin dayandığı gerekçe ile Ebu Cehil gibilerinin gerekçeleri arasındaki fark çok dikkat çekici.
Buradan kitabın içeriğini tanıtmak mümkün değil. Olayların analizi ve bize hitab eden çok enteresan dersler var ki, mutlaka satır satır okuyarak tefekkür edilebilecek yönüne dikkat çekmek için konu bahislerine girmedim.
Hz. Ömer bir hışımla Müslüman olan kız kardeşine kendince haddini bildirmeye gittiğinde, o sırada okunan Kur’an ayetlerini işitiyor ve irkiliyor. Kız kardeşinden merak edip istiyor. Kız kardeşi “hayır sen temiz değilsin Kur’an’a el süremezsin” demesinin altında yatan şecaat, cesaret ayıkmasına vesile oluyor. Çünkü, o zamana kadar kendi gücü yanında mukayese edilmeyecek kadar zayıf bir hanımın cesaretinin altında kutsi bir gerekçe, kuvvetli bir iman olabilirdi. Kendisinin tepkisinin altında yatan gerekçe her ne kadar yanlış ve batıl da önceden sahip olduğu dini inancıdır. Diğer Mekke müşriklerinin bahaneleri ise makam, şöhret gibi şeyler.
Hz. Osman’a (r.a) geniş yer ayrılmış. “Hz Osman’la (r.a) özdeşleşen “Hilm” sıfatının İslâm fütühatında en çok genişlemenin bu dönemde olduğuna dikkat çekiliyor.
Evet sahabe hayatı yolunu kaybedenlere kutup yıldızı gibi bugün de yön bulmada istifade edilebilecek, ibret alınabilecek çok sahneler var. Zira bahse konu edilmiş bölümlerin çoğunda hadiselerin içinde Resul-ü Ekrem (asm) de bulunuyor.
Harika psikoloji dersi. Uygulamalı eğitim sayılabilecek konular seçilmiş. Bilindiği gibi sahabelere en yüksek mertebedeki evliya dahi yetişemiyor. Bunun nedeni yukarıda bahsedilen sözlerden sahabe bölümünde cevabı var.
İnsan her dönem aynı insan. İnsan fıtratında ortak özellikler var. Bu özellikleri ile her dönem aynı hataların tekrarını görmek mümkün olduğu gibi doğru davranışı netice veren etkenler de aynı inanç ve değerlerdir.
Bütün insanlığın muallimi (öğreticisi) olan Resul-ü Ekrem’in (asm) hayatını kronolojik ve ansiklopedik bilginin ötesinde ashabı ile yaşananlarda daha etkili ders alınabilir. Hayat derlerini sünneti-i seniyyeye göre yaşamayı sahabe hayatından daha iyi öğrenmek mümkündür.
 

uður1

Well-known member
Bediüzzaman SAİD NURSİ kimindir, nerenindir? Caner KUTLU

Bediüzzaman kimindir, nerenindir?
27 Eylül 2011 Salı 06:15
Gelecekte Ruslar Bediüzzaman’ı kendilerinden kabul edecekler ve herkesten çok sahip çıkacaklardır.
‘Bediüzzaman'ın Kosturma’daki yaşanmışlıkları Siirt'ten, Van'dan az değildir’ diye başlayacaklardır.
Bir gün, Petersburg’ta Said'in romanı yazılacaktır mesela...
Ya da Tiflis'in Said Nursi’nin hayatındaki öneminin Bitlis'ten az olmadığı anlatılacaktır.
Selanik’teki ateşli konuşmasını bilen bir Selanikli tarafından Üstad tekrardan yaşatılacaktır. Oradaki yazıları, görüşmeleri, dostları O’nu kendilerinden kabul eden birileri tarafından tekrar destanlaştırılacaktır.
Bir Suriyeli çıkıp ‘Bediüzzaman Şam’dadır, işte meşhur hutbesi’ diyerek Emevi Camii minberinden tekrar okuyacaktır.
Herkesin sustuğu bir zamanda işgaline karşı canı pahasına çalıştığı, fethinin yıldönümünde gözü yaşlı olarak törenlerini izlediği İstanbul’u Yuşa tepesinden tekrar seslenecektir, bütün Said’lere...
Eskişehir, Almanya, doğu Avrupa, Varşova, Sofya, Kastamonu Bediüzzaman'ı tekrar sahiplenecek ve kendi mekanlarında Tarihçe-i Hayatını yeniden yazacaklardır.
“İlk meyve verdiği yer değil midir insanın memleketi?” diyecek Burdur ve tekrar bir Said anlatacaktır.
Konya; iki kardeşini, asırlar öncesinden Celaleddin'i ve Abdülmecid’i sakladığı için hem şehri değil midir? Adına bir mezar taşını saklamaktadır.
Isparta kahramanlarından biri de Said değil midir? Aslen Ispartalı olmasındır?
Denizli, en sevdikleri hatta uğruna ölenleri barındıran, yerine geçenlerin memleketi değil midir?
En çok Barla’yı özlemiştir... Ağacını, suyunu, denizini, gözyaşlarıyla suladığı tepebaşını...
Urfa’da ölmeyi istemiştir, yıkılmış bir mezarı ki... Urfa’dır.
Büyük inkılap başlarında misafir ettikleri Üstad’larını kendilerinden sayıp en kara haleti ruhiyede bir teselli bulmuştur, Ankara’da bir Said Nursi’dir.
Bediüzzaman Said Nursi de, Veysel Karani, Yunus Emre ve peder-i manevisi İmamı Ali gibi, mezarı dahi belli olmadığından her yerde her gönülde misafirdir, gömülüdür; herkes sahip çıkabilir. Her yer kendinden bilebilir.
Kısacası Bediüzzaman'ı Bitlis'li Said Nursi olarak görürseniz çok yanılırsınız.
 

uður1

Well-known member
Cevap: Risale derslerindeki verim

İran yönetiminde ‘Türkiye mi olacağız’ korkusu
29 Eylül 2011 Perşembe 06:49
İran’ın dini önderi Hamaney’e akıl verenlerden General Safevi, Türkiye’nin İsrail’e yönelik duruşunun “siyasi girişimlerden” öte hiçbir anlam taşımadığını söylemiş; “Türkiye’yle İsrail’in dostluğu sürüyor” demiş. Bu açıklama bile, Türkiye’nin bölgede gittikçe artan gücünden, İran’ın ne kadar rahatsız olduğunu gösteriyor. Türkiye’nin bölgesel bir güce dönüşmesi, Kuzey Afrika’da da bayrağını dalgalandırması, üzerindeki ölü toprağını atması, pısırıklıktan sıyrılması, bölgenin dizginlerini eline almak isteyen İran’ı çok rahatsız etmekte. İran’ın bir türlü ihraç edemediği, kendine özgü devrimine, son

yıllarda en büyük darbeyi Başbakan’ın Kahire’de Mısır halkından laik bir devlet kurmasını istemesi vurdu. Hele de Tayyip Bey’in her dine hoşgörüyle yaklaşılması gerektiğini söylemesi, bireysel hak ve özgürlüklerin altını çizmesi, İran yönetimini çileden çıkardı tabi. İşte bu yüzden İran, Çin ve Rusya’yla “füze kalkanları” oluşturmak için uğraşıyor. Çok yakın geçmişte, ülkemizde halkın yüreğine “Türkiye, İran olacak” korkusunu salmaya uğraşanlar sus pus olmuşken, İran yönetimini “İran, Türkiye mi olacak?” korkusu sardı bugün. Hep söyledim, günde onbeş dakika ayırıp Ahmet Davudoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabından bir kaç sayfa okusaydınız, Türkiye’nin, dış politikada nerden nereye geleceğini çok önceden kestirir, Türkiye İran olacak diyenlerle dalganızı geçerdiniz.
Star
 

uður1

Well-known member
Cevap: Risale derslerindeki verim

Kur'an'a deist itirazlar (2)
24 Eylül 2011 Cumartesi 06:46
Geçen yazıda "kıraat farkı"nın dilbilimcilerin, tefsircilerin ve müçtehitlerin Arapçaya mahsus i'rabla ilgili görüş farkından ve Arapçanın değişik lehçe/ağızlarla konuşulmasından kaynaklanıp bunun dinin inanç, amel ve hükümleriyle ilgili herhangi bir değişikliğe mesnet teşkil etmediğine değinmiştik. Bugün zaruretler dolayısıyla "Kur'an'ın toplanması (cem-i Kur'an)" konusunu ele alacağız.

İlk defa H. 12. yılda Yemame Savaşı'yla Kur'an bir araya toplatılmak istendiğinde toplama işi sadece Kur'an'ı ezbere bilenlerin hafızaları esas alınarak yapılmadı. Savaşa katılan 13 bin askerden üç bini Kur'an hafızı idi. Ezberlerinden yararlanmak amacıyla hafızlar cepheden geri çekildiklerinde yolda uğradıkları bir baskında 700'ü şehid düşmüş, geriye 2300 hafız kalmıştı ki bunlar Medine'ye sağ salim varmayı başarmıştı. Bunlardan başka gerek Suyuti'nin (Suyuti, İtkan fi Ulumi'l-Kur'an, 1, 124) ve gerekse Suphi es-Salih'in de açıkça belirttiği gibi (Suphi es-Salih, Kur'an İlimleri, çev. S. Said Şimşek, ty. Konya, s. 56) güvenilir rivayetlerle tam 23 kişi Kur'an hafızı olarak isimleriyle anılmaktadır. 23 kişiyle birlikte 2300 hafızın ismini tek tek yazmak takdir olunur ki herhangi bir kaynağı "kütük defteri"ne çevirir, buna gerek yoktur.

"Kur'an sahabenin hafızasında kalmasın, yazılı metin haline getirilsin" düşüncesiyle Hz. Ebubekir (ra) zamanında toplanan mushafa alınacak her ayet için asgari iki şahit ve ayetin yazılı olması şartı aranmıştır. Suyuti, Hz. Ebubekir'in Hz. Peygamber'in (sas) evinde Kur'an sahifelerini bulduğunu ve bunların bir iple ciltlenmiş olduğunu söylediğini yazar. (Suyuti, age, 1, 73) Bu iki olay, başından beri Kur'an'ın çeşitli nesneler üzerinde yazılı olduğunu göstermektedir. Toplama esnasında iki şahitle gelen her ayet hafızlarca doğrulanmış, bu konuda görüş ayrılığı olmamıştır. (Suphi es-Salih, s. 63) Böylece ilk tam nüsha teşekkül etmiş, önce Hz. Ebubekir'de kalmış, sonra Hz. Ömer (ra) ve ondan sonra kızı Hz. Hafsa'ya (r.anha) intikal etmiştir. Kaldı ki Hz. Peygamber ve ashap her namazda Kur'an'ı Fatiha'dan sonra okur (zamme-i sure) bu yönde Hz. Peygamber tarafından sürekli teşvik yapılırdı. (Daha geniş bilgi için bkz. Hasan Elik, Kur'an'ın Korunmuşluğu Üzerine, s. 68 vd., İst.-2008) Abdullah b. Ömer, Hz. Peygamber'in sahabeler arasında sistemli bir hıfzetme kampanyası yürüttüğünü anlatır. Veda hutbesinde Hz. Peygamber'in yaklaşık 120 bin kişiye hitap ettiği düşünülürse, daha o zaman kaç bin kişinin Kur'an'ı ezberlediği ve namazda okuduğu kolayca tahmin edilebilir.

H. 25'te Ermenistan fethedilirken İslam askerleri arasında çıkan tartışma, "farklı Kur'an"lara değil; okuyuş, lehçe ve şive farkına işaret eder. Hz. Osman (ra) bu farklılıktan doğan sakıncaları bertaraf etmek üzere, yine Zeyd b. Sabit başkanlığında 12 kişilik bir heyet teşkil etti. Yine ilke olarak sureler yazılı olarak toplandı ve hafızlarca doğrulandı. Tevbe Suresi'nin son iki ayetinin tek kişinin tanıklığıyla sadece Huzeyme'de bulunduğu doğrudur. Ancak hafızlar bunlara itiraz etmediği gibi, yıllar önce bizzat Hz. Peygamber'in Huzeyme'yi iki şahit yerine kabul ettiğini herkes biliyordu. Kaldı ki, Hz. Osman zamanında toplanan mushafla daha önce Hz. Ebubekir zamanında toplanan ve Hz. Hafsa'da bulunan mushafla-toplamadan sonra alınıp mukayese edildiğinde, iki nüshanın tam tamına birbirlerine uygun olduğu görüldü. (Prof. Muhammed Hamidullah, Kur'an-ı Kerim Tarihi, çev. M. Mutlu, 1965, İst, s. 48; Ahmet Cevdet Paşa- A. Muhammed ed Dabba, Kur'an Tarihi ve Kur'an Okumanın Edepleri, Trc. A. Osman Yüksel, İst.-1989, s. 25 vd.)

Bu mukayeseden sonra Hz. Osman, Haf-sa'nın nüshasını kendisine iade etti ve Kur'an'ı yedi adet istinsah ederek Maveraünnehir'den Yemen'e kadar belli başlı İslam merkezlerine gönderdi, birisini de kendisinde alıkoydu. (Belazuri, Fütuhu-l Buldan s. 48) Hz. Osman'ın bu ikinci toplamaya başlamadan önce Hafsa'nın nüshasını aldığı iddia edilir, doğru değildir, ikinci toplamanın sonunda Hafsa'dan nüsha alınıp mukayeseye gidilmiştir.
Zaman

Kur'an'a deist itirazlar (4)

29 Eylül 2011 Perşembe 05:55
Kur'an-ı Kerim, inanç gruplarını şöyle sıralar: "Allah'ı ve elçilerini inkâr eden, Allah ile elçilerinin arasını ayırmak isteyen, 'Bazısına inanırız, bazısını tanımayız' diyen ve bu ikisi arasında bir yol tutturmak isteyenler...
Allah'a ve Resûlü'ne inananlar ve onlardan hiçbiri arasında ayrım yapmayanlar." (4/Nisa, 150-152.) Gruplara yakından bakalım:
a) "Ateistler": Ne Tanrı'nın varlığına inanırlar ne Tanrı'nın elçiler gönderdiğini kabul ederler: "Allah'ı ve elçilerini inkâr edenler". Bunlara göre, içinde yaşadıkları evin mimarı/projesi, yapım ustası ve işçileri yoktur. Varlık âlemi (evren) de böyledir, kendi kendine vücud bulmuş, kendi yasalarını (kozmik ve tabii) kendisi koymuştur, anlamdan ve amaçtan yoksun olarak zaman içinde (öylesine!?) akıp gitmektedir.
b) "Deistler": Tanrı'nın varlığına inanır, elçiler gönderdiği fikrini reddederler: "Allah ile elçilerinin arasını ayırmak isteyenler." Deistlerin bir bölümü de "Hz. Muhammed eski dinlerin etkisinde kalıp Kur'an'ı vücuda getirdi" veya "Elimizde sahih bir Kur'an metni yok, Hz. Muhammed'in vahy kâtiplerine yazdırdığı parçalar kaybolmuş" diyenler. Deistlerin Tanrı'nın varlığına, hatta tek bir Tanrı'ya inanmalarının bir değeri yoktur. Çünkü "Onlar 'Allah hiçbir şey indirmemiştir' diyerek Allah'ı hakkıyla takdir etmiş değildirler." (6/En'am, 91)
"Peygamber" fikrinin merkezî önem taşımadığı Sabiiler, Mecusiler, Budistler, Brahmanistler, Taoistler, Shintoistler vb.nin de bu gruba dâhil olduklarını söyleyebiliriz.
c) "Kitap ehli": Tanrı'nın varlığına ve elçi gönderdiğine inanıp, bir kısmını kabul ederken bir kısmını reddederler: Yahudiler, Hz. İsa'nın (as) ve Hz. Muhammed'in (sas) peygamberliklerini tanımazlar. Hıristiyanlar, Hz. Musa'yı ve Hz. İsa'yı teyid ederlerken, Hz. Muhammed'in (sas) risaletini inkâr ederler: "Bazısına inanırız, bazısını tanımayız' diyenler."
d) "Arada kalanlar": Tanrı'nın varlığı, vahy, risalet ve İslam şeriatı konusunda tereddüt içinde olanlar. Bunlar da iki gruptur: d1) Tanrı'nın varlığının bilinemeyeceğini öne süren agnostikler (bilinmezciler), bir türlü karar veremedikleri için, "Bilmiyorum, ilgilenmiyorum, olabilir de olmayabilir de, bir şey diyemem, acaba gönderdi mi?" diye soranlar, d2) "Dinî hükümleri toplumsal ve kamusal hayatın dışına çıkarmak" isteyenler: "Bu ikisi arasında bir yol tutturmak isteyenler".
e) Allah'ın varlığına, elçiler gönderdiğine, Hz. Âdem'den Son Peygamber'e kadar -salat ve selam hepsinin üzerine olsun- nübüvvet zincirinde yer alan bütün peygamberlere inanan ve aralarında ayırım yapmayan biz "Müslümanlar".
Kur'an'ın sıhhati konusunda en büyük itiraz Kitap ehli Yahudilerle Hıristiyanlardan ve deistlerden gelir. Hasmane bir tutum veya kendi içlerinde tatminsizlik içinde iseler ateistler ve agnostikler de bu gruba katılırlar.
Deistler, vahye karşıdırlar ve bu çerçevede Kur'an etrafında oluşacak en ufak bir kuşkuya dört elle sarılırlar. Çoğu ayetin işaret ettiği "arada kalanlar"dan oluşurlar. Yahudi ve Hıristiyanlar, saldırgan ateist ve agnostikler, deistler ve İslam dünyasında "arada kalanlar" bir "ret bloku" oluşturup Kur'an konusunda şu dört şüpheyi yaygınlaştırmaya çalışıyorlar:
1) Kur'an vahy değildir, Hz. Muhammed bunu kendisi yazmıştır;
2) Kur'an, Tevrat ve İncil'den alıntılardır. Hz. Muhammed görüştüğü din adamları veya dinî anlatıların etkisinde bu kitabı yazmıştır;
3) Orijinal değildir. Toplanması ve istinsahı sürecinde sorunlar yaşanmıştır, "birden fazla Kur'an" vardır.
4) Vahy ise bile Kur'an tarihsel ve toplumsal durumların, indiği çağın ürünüdür. Hükümleri evrensel ve ebedi değildir. Kur'an'ı tarihsel veya hermönetik yeni okumalara tabi tutmak gerekir, çünkü modern dünyanın gereklerine uymuyor.
Bu iddialar hep tekrarlanagelmiştir. (25/Furkan, 4) Küresel güçler, vahy olmadığını Müslümanlara kabul ettirmedikçe bölgesel ve küresel hâkimiyetlerini kuramayacaklarını bildiklerinden, Kur'an'la ilgili kuşkular için olağanüstü çaba harcıyorlar. Bizim için "Onda en ufak bir şüphe yoktur". (2/Bakara, 2) İmanımız, akıl ve bilgi dışı bir 'inanç' veya soyut bir kabul değil; kendisinden bilgiyle (ilm) emin olduğumuz hakikattir.
Zaman
 

uður1

Well-known member
Cevap: Risale derslerindeki verim

İsrail’in maddi ve manevi sefaleti
28 Eylül 2011 Çarşamba 06:30
Biz ‘Mavi Marmara’ olayına fena halde takıldık, haklıyız da; ancak İsrail konusunda daha büyük fotoğrafı gözden kaçırıyoruz galiba. O büyük fotoğraf şu: İsrail pek çok bakımdan gerileyen, güçsüzleşen bir ülke...

Şu duyuruyu birlikte okuyalım, kimden geldiğini sonra söyleyeceğim: “HER 4 İSRAİLLİ’DEN 1’İ MÜTHİŞ FUKARA HAYATI YAŞIYOR- Yeni araştırmalara göre İsrail halkının birinci derdi fakirlik. 850 bini çocuk olmak üzere 1.7 milyon insan fakirlik çizgisinin altında yaşıyor, günde bir öğün yiyecekle idare ediyor. Anne-babaları başları üzerindeki çatıyı koruma mücadelesi verirken binlerce çocuk aç bi-ilâç yatağa giriyor.”

Fukaralıkla mücadele için çaba gösteren bir örgüt bu duyuruyu yapmış; hem de bizde de şöhretli ‘Debka’ adlı internet sitesi aracılığıyla... Debka’nın ünü İsrail’in istihbarat çevreleriyle içli-dışlı bir ekibin yayın organı oluşundan... Kısacası, duyuru İsrail-karşıtı birilerinin uydurduğu bilgiler içermiyor; resmi sayılabilecek bir tablo bu...

‘Meir Panim’ adlı örgüt, 40 merkez, 14 aşocağı, 8 bağış toplama merkezi, 1700 motorlu aşeviyle hizmet verip 15 bin yemek fişi dağıtmakla övünüyor. Her gün yalnızca 30 bin çocuğa sıcak aş eriştirebiliyorlarmış...

Geri kalan 800 binden fazla çocuk? Yatağa aç giriyor olmalı...

Nasıl buldunuz bu farklı İsrail tablosunu? Her dört kişiden birinin aç olduğu
bir ülke İsrail, fakat burnundan kıl aldırmaz bir zenginler topluluğuymuş gibi kendini yansıtmayı biliyor... Birkaç hafta önce insanlar bazı temel gıda ürünleri fiyatlarının yüksekliği sebebiyle gösteri yapmış, gösterilere yüzbinler katılmıştı...

Yalan söyleyecek değilim, tablonun vahametini o zaman da anlamamıştım.

Örgüt Dudu Zilberschlag adlı biri tarafından kurulmuş. Tahmin
edebileceğiniz gibi aslında dini bir örgüt bu. Örgütün üyeleri sakallı, cüppeli, takkeli kişiler... Bir özellikleri de Kudüs’e ziyarete gelen misyoner örgütleriyle işbirliği yapmaları...

Amerika’dan başlayan Hıristiyanlar’daki bu İsrail sevdası Almanya’ya da geçmiş; REA adlı Alman Hıristiyan örgütü Meir Panim’in en önemli bağışçısı...

Şu sıralarda adının en fazla anıldığı
ülke herhalde bizimki, ancak İsrail hakkında en temel bilgilerden bile mahrumuz: Nasıl bir ülkedir, insanları ne yer, ne içer, neye inanır? İsrail’deki maddi açlık ve sefalet şaşırtınca, gözümü biraz da ülkede yaşanan düşünce sefaletine çevirdim.

İşte size İsrail’in öndegelen gazetelerinden Ha’aretz’de karşıma çıkan Jonathan Lis imzalı haber... Bu yılın şubat ayında yayımlanan haberden ülkenin öndegelen aydınları ve ödül sahibi edebiyatçılarının bir başhahamın görevden alınması için gösteri yaptıklarını öğreniyoruz.

Gösteriye yol açan ne yapmış Kiryat Arba kenti başhahamı? Bir kitaba destek vermiş...

Herhalde şaşırmışsınızdır aydın ve sanatçı kimlikli insanların kitap-destekçisi bir dinadamına karşı gösteri düzenlemesine... Şaşırmayın. Başhaham Dov Lior’un destek çıktığı ‘Torat Hamelech’ adlı kitap Yahudi olmayanların kendi şeriatlarına göre hangi şartlarda öldürülebileceklerini tartışmaya açıyormuş...
‘Torat Halemech’ adlı “Yabancıları öldürebilirsin” tezli kitabı da Yitzhak Shapira ve Yosef Elitzur adlarında iki haham kaleme almış...

Sadece yabancıları değil, ‘davaya ihanet eden’ Yahudileri öldürmeye de fetva veren biriymiş başhaham. El-Halil kentinde camiye girip namaz kılanları öldüren Goldstein adlı katil için “Holokost’un azizlerinden daha aziz biri” dediği gibi, Başbakan Yitzak Rabin’e suikast düzenlenmesine de fetva vermiş...

Akıl alır gibi değil, ama gerçek... Başhaham katle fetva verdiği halde makam odasının kapısını çalıp “Ne hakla?” diye soran çıkmamış...

İşe bakın: Her dört kişiden biri aç; başhaham “Yahudi olmayanlar öldürülebilir” fetvası veriyor...

Netanyahu-Lieberman ikilisinin yönettiği, Mavi Marmara’da öldürdüğü insanlar için özür dilemeye yanaşmayan İsrail böyle bir ülke...
Star
 

uður1

Well-known member
Cevap: Risale derslerindeki verim

Solun trajedisi
29 Eylül 2011 Perşembe 06:00
-Haksızlıklarla dolu olan ve bu haksızlıkların hiçbir zaman bitmeyeceği bir dünyada yaşıyor olmak, adalet, eşitlik, özgürlük gibi kavramlar uğruna yapılan muhalefeti de kendiliğinden yüceltiyor.
Bu hedefleri taşıyan siyasi akımlar, kendilerini iki bin yıl öncesinin Hıristiyanlığı gibi sunuyorlar. Dinlerin öteki dünyada ulaşılır kıldığı cenneti, bu dünyada yaratmak adına mücadele veriyorlar. Dolayısıyla söz konusu siyasi akımların içindeki kişiler de, kendilerini açıkça söylenmeyen bir 'yücelme' içinde hissediyorlar. Büyük insani idealler için siyaset yapmak, gereğinde acı çekmek, kendi hayatından ödün vermek, bu kişilerin kendinden memnuniyetleri için psikolojik bir zemin sağlıyor. Ancak bu duygusal dünyanın bir yan etkisi de var: Kendi gözlerinde 'yücelen' kişilerin bakışıyla, sıradan insanlarla kendileri arasında manevi bir hiyerarşi doğabiliyor. Yani, idealizmin siyasetini yürütenler kendi dışlarında kalanları biraz daha 'aşağıda' bir tür olarak algılamaya başlıyor.
Bu algı ve ilişki biçimi, sol siyasetlerin belirleyici eksenlerinden birini oluşturmakta. Kendi 'gerçek' çıkarının idrakinde olmayan kitleler için ve onlar adına mücadele yürütmenin çok açık bir avantajı bulunuyor: Toplumun onayına ihtiyacınız yok, çünkü toplumda henüz bu türden bir bilinç oluşmamış durumda. Dolayısıyla 'siyaset' kendi dar çevreniz içinde, ideolojinin sınırları dâhilinde yapılıyor. Solcuların sürekli bölünmelerinin ve çeşitli fraksiyonlar halinde hayata tutunmalarının nedeni bu. Çünkü hiçbir tekil hiyerarşik yapı, sol içi çeşitlenmeleri ve bakış farklılıklarını birlikte tutmaya yetmiyor. Böylece toplumla değil, birbiriyle 'konuşan' hiziplerden oluşan bir sol siyaset yelpazesi oluşuyor ve bu ideolojik atmosfer toplumsal gerçekliği ikinci plana atıyor.
Söz konusu yabancılaşmanın sonucu olarak siyasi söylem iki kanalda yürüyor. Bir yandan sol hizipler arasında sıkışıp kalan bir 'somut gerçekliğin analizi' tartışması yaşanıyor. Ancak yaşanmakta olan gerçeklikle karşılıklı bir irtibat kurma ihtiyacının olmaması, bu tartışmayı genellikle 'kuramsal anlamı olan gerçekler' bağlamında tutuyor. Diğer bir deyişle kuramın aradığı ve anlamlı bulduğu belirtilere gerçeklik payesi veriliyor. Ne var ki bu durum yabancılaşmayı daha da derinleştirmekten başka işe yaramıyor. Bu nedenle siyasi söylemin ikinci kanalı çok daha ön plana çıkıyor: Hegemon yapılara itiraz etmek, doğruların hemen ve ödünsüz bir biçimde hayata geçirilmesini talep etmek...
Bu siyasi dilin birbirini tamamlayan iki özelliği var: Birincisi normatif olanın öne çıkması, 'olması gerekenlerin' vurgulanması... İkincisi ise bunun bir tür aktivizm olarak yaşanması, yani mobilize edici, dayanışma yaratıcı, cemaat oluşturucu bir etkinlik olarak işlevselleşmesi. Söz konusu iki özellik arasındaki 'tamamlayıcılık', Türkiye'deki solun macerasından da izlenebileceği gibi, son derece hayati. Normatif düzlemde kalmak, yaşanmakta olan yabancılaşmayı gizliyor, gerçek dünyanın karmaşıklığını anlamak önemini yitiriyor, doğruları söylüyor olmanın rahatlığı özgüven yaratıyor. Bir süre sonra solculuk bu değerlerin sahipliği gibi gözükürken, her solcu sırf 'solcu' olduğu için kendisini bu ulvi değerlerin taşıyıcısı gibi hissedebiliyor. Böylesine 'siyaset üstü' değerlerin sesini oluşturduğunuza inandığınızda ise, artık muhataplarınızın sizinle ilgili algısı önemini yitiriyor. Gerçekten de ilk Hıristiyanlar gibi 'dünyanın yükünü' omuzlarınızda hissedebiliyor ve güruhun anlayışsızlığına karşı 'başınız dik' durabiliyorsunuz. Aktivizm bu psikolojiye uygun bir 'siyaset' yolu olarak ortaya çıkıyor. Karşınıza hegemon güçleri alıyor ve onlar ne kadar devasa ise siz de misyon olarak o denli 'büyüyorsunuz'. Oysa çoğu zaman bu tutum solu reel olarak küçültüyor ve anlamsızlaştırıyor.
Dolayısıyla eğer solun trajedisi gerçeklik karşısındaki yabancılaşmanın normatif/idealist söylemle ikame edilmesi ise, bu trajik durumun görünürlük kazandığı, gerçeklik sınavına girdiği nokta da, siyaset sanılan eylemlilik halinin aslında apolitik bir konuma tekabül ettiğinin idrak edilmesidir. Ne var ki cemaatçi yapılar ideolojiyi tehdit edebilecek idraklere açılmakta zorlanırlar. Bugün İslami kesim ideolojik bağlamda nasıl kendine bakmakta zorlanıyorsa, solun da çok benzer bir sorunu var. Çünkü özgürce yapılacak bu türden bir yüzleşmenin nerelere varabileceğini hissediyor ve korkuyorlar...
Böyle dönemler cemaatlerin kendi dışlarında büyük insani meseleler aramalarına yol açar, çünkü kendinize bakışı ertelemenin en iyi yollarından biri budur. İslamî kesimin Ortadoğu'ya insanlık taşıma yönündeki mücahitlik hevesinin böyle bir işlevi bulunuyor... Aynı şekilde solun da Kürt meselesinde kendisini bir taşıyıcı olarak algılamasının nedeni bu... Ancak maalesef bu fazlasıyla tek yanlı ve patetik bir yakıştırma. Üstelik bugün yüzleşme imkânının ıskalanmasının, muhtemelen uzunca bir gelecek dönemini trajik kılmaya devam edeceği de cabası...

Tsunamide ölenler ve Allah'ın rahmeti

29 Eylül 2011 Perşembe 06:44
Okuyucumuz "Deprem, tsunami, sel vb. tabii âfetlerde genç-yaşlı, çoluk-çocuk, kadın-erkek yüzlerce binlerce insanın ölmesi Allah'ın rahmeti ile nasıl bağdaşır?" diye soruyor.
Öncelikle; belki de ilk insan, ilk peygamberden itibaren bütün insanoğlunun kafasını kurcalayan ve yüzlerce-binlerce defa farklı farklı cevaplar verilen bir sorudur bu. Kimileri inkâr adına sormuşlar bu soruyu, kimileri de Allah'ın icraat-ı sübhaniyesini anlama ve kavrama adına.
İkincisi; Allah kâinata koymuş olduğu düzeni, sistemi beşerin algı ve idrak dünyasında ulaşmış olduğu, doğruluğu-yanlışlığı her zaman tartışılır olan değerlere göre düzenleyecek değildir. Eğer kâinatta bugün baş döndürücü bir nizam varsa, soruda bahsi geçen yaşanan gerçekler de bu nizamın bir parçasıdır ve biz anlayamasak da mutlaka bir sebebi ve hikmeti vardır. Bizim onları bilmememiz, anlayamamamız yokluğuna delalet etmez. Zira Allah abes iş işlemekten münezzeh ve müberradır.
Üç; Allah, Rahman ve Rahim'dir. Ama aynı Allah (cc) aynı zamanda Kahhar ve Cebbar'dır. Bediüzzaman Hazretleri'nin yaklaşımı ile bir devletin nasıl iki yüzü vardır; kanunlarına itaat eden insanlara şefkatli, etmeyenlere, içtimai huzura sekte vuranlara da diğer yanıyla nasıl tecelli ediyor, cezai yaptırımlarda bulunuyorsa; Allah'ın cemali ve celali isimlerini ve tecellilerini de öyle düşünmek lazım.
Buraya kadar kabul ama ya masum olanlar, diyeceksiniz soruda olduğu gibi. Benim şu ana kadar bu konu ile alakalı yaptığım okumalarda en çok dikkatimi çeken, aklımı ve kalbimi ikna ve tatmin eden tespitleri Bediüzzaman Hazretleri yapmıştır. Onun için sizlere Şualar adlı eserinin 4 Şua'sında Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiyye başlığı ile kaydettiği görüşlerini altını çize çize ve üzerinde düşüne düşüne tekrar tekrar okumanızı öneririm.
Üstad'ın oradaki yaklaşımı gayet net: İnsan hayatına insan açısından değil de, hayatı ona ihsan buyuran Allah'ın Hayy ve Kayyum isimleri zaviyesinden bakmak. Sadeleştirilmiş metinden intikal ettireyim: "Yine bir zaman hayatım çok ağır şartlar altında sarsıldı, dikkatimi ömrüme ve hayatıma çevirdim. Gördüm ki, ömrüm koşarak gidiyor, ahirete yaklaşmış, hayatım da baskılar altında sönmeye yüz tutmuş. Halbuki Hayy ismine dair risalede izah edilen hayatın mühim vazifeleri büyük meziyetleri ve kıymetli faydaları böyle çabuk sönmeye değil uzun yaşamaya layıktır diye kederle düşündüm. Yine rehberim olan 'Hasbunallahu ve ni'mel vekil' ayetine müracaat ettim. Dedi ki 'Hayata sana onu veren Hayy u Kayyum'a göre bak.' Ben de öyle baktım, gördüm ki; hayatımın bana bakan yönü bir ise, O Hayy u Kayyum'a bakan yönleri yüzdür; bana ait neticesi bir ise Yaratıcı'ma ait neticeleri binlerdir. Şu halde Allah'ın rızası dairesinde bir an yaşamak kâfidir, uzun zaman istemez."
Bu girişten sonra mevzunun Risalelerin çeşitli yerlerde detaylı izahı yapıldığı için hulasa olarak dört noktada kısa kısa yeniden izahını yapacağını söyleyip izahlara geçiyor. Bilgiye ulaşmanın alabildiğine kolay olduğu günümüzde oraya ulaşıp mezkur açıklamaları yukarıda tarif ettiğim veçhiyle bizzat sizin okumanıza havale ediyorum.
Siz bu parçayı okuyadurun, ben yazıyı Üstad'ın sözleri ile noktalayayım: "....ölü olmayanlar veyahut diri olmak isteyenler hayatın mahiyetini, hakikatini ve hukukunu o dört mesele içinde arasın, bulsun ve dirilsinler! Özeti şudur; hayat Hayy u Kayyumu Zat'a baktıkça, iman da hayata hayat ve ruh oldukça beka bulur. Hem baki meyveler verir. Hem de öyle yükselir ki sermediyet cilvesi alır, sonsuzluğun tecellisine erer ve ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmaz."
Mevcutlara ilave farklı bir yaklaşım. Öyle değil mi?
Zaman
 

uður1

Well-known member
Cevap: Risale derslerindeki verim

Genelkurmay, açıklama yapmayacak mı?
28 Eylül 2011 Çarşamba 06:19
Cuma günkü yazıma, "Keçiler değilse, kim onlar?" başlığını atmıştım. Çünkü geçen hafta Sayın Cumhurbaşkanı, Muhsin Yazıcıoğlu'nun vefat ettiği helikopter kazası ile ilgili olarak Berlin'de bir grup gazeteciye açıklama yapmış ve şunları söylemişti: "İnanmak mümkün değil ama düşen helikopterin beyni, yani her şeyi kaydeden o hafızası yok şimdi ortada. Keçiler gelip söküp götürmedi onu..."
Yazımdan iki gün sonra "kim onlar?" sorumuza, gazetemize manşet olan Emre Soncan imzalı özel haberle cevap geldi: "İşte helikopterdeki cihazları söken subaylar..." Zaman, cihazların sökülme görüntülerine ulaşmıştı. Soruşturmanın seyrini değiştirecek video görüntülerinde, dört subaydan biri cihazları söküyor, diğer ikisi onu izliyor ve biri de çekim yapıyordu.
BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, 25 Mart 2009'da, yerel seçimlere 4 gün kala, helikopterinin düşmesi sonucu yanındaki 5 kişiyle birlikte hayatını kaybetmişti. Kaza gibi görünen olay pek çok şüpheyi barındırıyordu. Bunları geçen hafta yazdım. Olayla ilgili kurulan Meclis soruşturma komisyonundan bir sonuç çıkmadı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Devlet Denetleme Kurulu'nu devreye sokunca işin rengi değişti. Şimdi Zaman'ın yayınladığı şok görüntüler, hakikatin ortaya çıkmasında en kuvvetli deliller haline geldi.
Bu olayla ilgili iki husus dikkatimi çok çekiyor. Birincisi, Ergenekon ve Balyoz davasındaki onca delile rağmen bazı gazetelerin ve köşe yazarlarının sessizliği devam ediyor. Hele her topa giren arkadaşların, "belgeyse belge.. haberse haber..." niteliğindeki yüzlerce topu göremeyişleri izaha muhtaç. Öyle ki, Zaman'ın yayınladığı görüntüler bile bazı gazetelerimizin, yazarlarımızın gözüne ilişmiyor... Ama gam değil. Onlar perdelese de, kamuoyunun artık büyük çoğunluğu, bu ülkede vesayet sistemi adı altında korkunç şeyler olduğunun farkında.
Dikkatimi çeken ikinci husus, Genelkurmay Başkanlığı'nın sessizliği... Daha önce de defalarca yazdım. Genelkurmay Karargâhı, Ergenekon ve Balyoz davalarında yanlış bir yönetim sergiliyor. İnternet Andıcı davası bu yanlışlığı, itiraz edilemeyecek kadar net şekilde ortaya koydu. Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un, eline boş LAW silahı alarak yaptığı boru benzetmesi, gerçek bir belgeyi kâğıt parçası diye havada sallaması, şimdi o yönetim yanlışlığının acizlik sergileyen bir gösterisi olarak hafızalarda durmadan canlanıyor...
Aynı yönetim yanlışlığı, karakutunun sökme görüntüleri yayınladıktan sonra da devam ediyor. Gerçekten Genelkurmay Başkanlığı neden susuyor? Ortada bir yığın soru var: Yayınlanan görüntüler montaj mı? O görüntülerdekiler, subay değil mi? Görüntüler gerçek ise o subaylar helikopterin karakutusunu neden söküyorlar? Sökerken neden kayıt yapılıyor? O subaylar kimdir? Böyle bir pervasızlığı, hukuk dışılığı kendiliklerinden yapamayacaklarına göre hangi komutanlardan emir alarak bu işi yapıyorlar? En tepedeki komutan kimdir? O komutan, bu delil karartma emrini onlara neden veriyor? Helikopter, dilimiz varmıyor ama Silahlı Kuvvetler içindeki bir kısım komutanlar tarafından kazaya uğratılmışsa, Muhsin Yazıcıoğlu'ndan ne istediler? Muhsin Yazıcıoğlu neden öldürüldü? Yazıcıoğlu, vesayetin odakları için hayatına mal olan hangi bilgilere sahipti?
Diyelim ki, yeni komuta kademesi bu olayı bilmiyordu. Kaç gün geçti, Cumhurbaşkanı konuşuyor, yani olayın üstünün örtülemeyeceğini anlayana anlatıyor. Görüntüler ortada, pekiyi o görüntülerdeki subaylar neden açığa alınmıyor? Sıralı komutanlar hakkında soruşturma izni neden verilmiyor? Eğer verildi ise bu neden açıklanmıyor? Verilmediyse bu tavrın sebebi nedir?
Türkiye, 12 Eylül 2010 referandumundan beri yeni bir Türkiye oldu. Ortada bir demokratikleşme iradesi var. Hukukun üstünlüğü ve herkesin hesap vermesi yönünde, geri dönülmez bir yoldayız. Anlamayan sorumlular ve medyada hâlâ perdeleme, saptırma, sulandırma ve bulandırma faaliyeti yapanlar kötü yanılacaklar...
Terör bitmedikçe

29 Eylül 2011 Perşembe 05:54
Baştan beri ifadeye çalıştığım husus şuydu: Şiddeti bir çözüm faktörü olarak görenlerle konuşarak bir sonuç almak mümkün değildir.
Çünkü o konuşsa da, şiddete dayanarak konuşacak. Ona inanmış, düşünce yapısı o inanca göre oluşmuş.
Sadece terörle değil, hayatın başka alanlarındaki şiddet olaylarında da öyledir. "Ben gerektiğinde şiddet kullanıp çözerim önümdeki meseleyi" inancında olan bir insanla oturup tartışabilir misiniz? Onunla ancak, şiddetini karşılayabilecek biri konuşabilir. "Şiddete de başvursam, bu meselenin istediğim gibi çözülmesini sağlayamam ben." dedirtecek biri olması gerekir ona muhatap olacak kişinin.
Şiddet kullanarak bir amaca varacağına inanan ve bunu meşru gören, bir kişiyi, bir örgütü, bir devleti; ancak o şiddeti bertaraf edebilecek bir kuvvet bu niyetinden caydırabilir. O kuvvete sahip olmayan, hitabetle, siyasetle, ikna yeteneğiyle bir sonuç elde edemez. O kuvvete ve onu kullanma iradesine sahip olduğunu hissettirdikten sonra söz alanı verimli hale gelebilir.
Bunlar evrensel mantık kuralları. Bu kuralların hukukta da kavram karşılıkları vardır. Dış ilişkilerde de öyledir. Ekonomik ve maddî gücün nisbetinde etkili politikalar uygulayabilirsin. Haklı olmak gerekiyor ama yetmiyor, güçlü olmak da gerekiyor. Hukuk var ama, hukukî yaptırımların uygulanması bir yeterli güce muhtaç. Yaptırım gücü olmayan hukuk kuralı kâğıt üzerinde kalır.
"Haklıdan yanayız, güçlüden yana değil" sözü güzel bir söz. Fakat haklıdan yana olmanın anlam kazanması ve sonuç vermesi, yaptırım gücüyle mümkün.
"Evrensel hukuk ilkeleri var, değer yargıları ve ölçüleri var, herkes vicdanıyla insafıyla basiretiyle onlara uyar, bütün meseleler halledilir" demek safdillik olur.
İki unsuru bir arada düşünememek, iki işi bir arada yapamamak gibi garip bir haldir. Bir mesele sadece güç kullanarak çözülmez, ama bazı meseleler de yeterli güce ve onu kullanma iradesine sahip olunmadan çözülmez. Hayatın böyle meseleleri de var. Hukuk ve devlet bunun için güç kullanır. Güçsüz devlet olmaz, devletsiz hukuk olmaz, hukuksuz hayat olmaz. Bu gerçeği unutmayalım.
... Terörün şiddeti sadece tedhiş etmiyor (dehşet vermiyor), aynı zamanda belli bir kesimde kısmen, bir maç oynanıyormuş gibi taraftarlık psikolojisi oluşturuyor. Bugün terör sıfır olsun, ayrılıkçı taraftarlıklar da sıfıra iner. Böyle bir musibettir terör. Bütün denge faktörlerini sun'î bir çerçeveye doğru iter ve oraya sıkıştırmaya çalışır. Yapılan analizler, doğru verilere dayanmamaya başlar. Orada devletin otoritesi ve demokratik hukukun hâkimiyeti sağlanamadı. Sürekli bir karakter kazanan bu durum, sağlıklı analizler yapılmasını engelledi. Bu durumu kronik ve normal bir gerçeklikmiş gibi gösteren tezler öne çıkarıldı, 1950'li ve 1960'lı yıllardaki toplumsal yapı özellikleri, zaten iyi bilinmiyordu, tamamen yok sayıldı. 12 Eylül'den sonraki durum genele teşmil edildi ve tarih boyunca hep öyle yaşamışız gibi algılanmaya başlandı. 1950'li, 1960'lı yılları zaten kimse hatırlamıyor, hatırlayanları da kimse dinlemiyor. Herkesin her şeyi söylemesinin mümkün olduğu özgür yıllarda, bir tek etnik mesele sosyalinin seslendirilmediğini, kardeş gibi yaşadığımızı, ilk defa solun bu işi kaşımaya başladığını anlatamıyoruz. Bir sun'î veriler çemberi içinde yazılıp konuşulmasını eleştirmek etkili olamıyor.
Terör ve şiddet, sözün etkisini ve ağırlığını azaltır, düşüncenin verimini düşürür. Bu alanda aldatıcı enflasyonist çokluklar oluşur ama çözüm birikimi oluşmaz. Sahicilikler azalır ve ilerleyen zamanda bunun farkına varılmaya başlanır.
Belli meselelerde kelime bulmakta cümle kurmakta zorluk çekme hali, yavaş yavaş yayılır. Her şeye rağmen devam eden terör ve şiddet varken, tek taraflı ve iyi niyetli sözlerle konuşmalarla bu mesele çözülemez. Sadece negatif olabilirlik beklentilerini yükselterek çözümü daha da zorlaştırır. Şiddetin dili diyaloga açık değildir ve sadece teslimiyet bekler. Aklın ve gönlün dili ile mukabele etmeye çalışırsanız, bunu zaaf olarak yorumlar ve cüretini artırır. Bireysel hayatta da böyledir toplumsal planda da. Çünkü bu bir hayat realitesidir.
Zaman
 

uður1

Well-known member
Cevap: Risale derslerindeki verim

Namazda okunan zammı surelerde, sıra gerekiyor mu?
28 Eylül 2011 Çarşamba 05:18
Soru: Farz namazların ilk iki rekatında Fatiha'ya sure ekliyor, zammı sureli okuyoruz Fatiha'yı. Ben bu iki zammı surenin okunuşunun sıralı olduğunu bilmiyordum.
Bazen ikinci zammı sureyi birincinin üstünden, bazen de altından okuyordum. Hatta bazen de tek sure atlayarak okuduğum da oluyordu. Beni ikaz eden bir yakınım, zammı surelerin okunuşunda sıra olduğunu iddia ederek beni şüpheye düşürdü. Gerçekten de zammı surenin okunuşunda sıra mı var? Bilgi verirseniz şüpheden kurtulacak, sırayı bozmadan doğru okumaya gayret edeceğim...
Cevap: Evet, farzların ilk iki rekatında Fatiha'ya eklediğimiz zammı surenin okunuşunda sıra vardır ve bu sırayı bozmadan okumak sünnettir. Sıraya dikkat etmeden bazen birinci zammı surenin üstünden, bazen (tek sure atlayarak) altından okumak da mekruhtur.
Bu sebeple, zammı sure okurken sırayı bozmadan okumaya dikkat etmek gerek. Şöyle ki:
1 - İkinci rekatta okuduğumuz zammı sure, birincide okuduğumuz zammı surenin hep altında olacak, üstünden okunmayacaktır!.
2 - Okuduğumuz bu ikinci zammı sure, birinciden iki ayetten fazla uzun olmayacaktır.
3 - Atlayarak okunacak olursa arada tek sure bırakılmayacak, iki veya daha fazla sure atlanarak okunacaktır.
Şayet bu sıralamalarda hata yapılır da ikinci zammı sure yukarıdan seçilirse ya da aşağıda tek sure atlanarak okunursa yahut da birinciden iki ayetten fazla uzun sure okunursa namaz bozulmaz, fakat mekruh olmaktan da kurtulamaz, bu mekruhluk sehiv secdesiyle de düzeltilemez.
Bu durumda tek çare: Zammı sure okurken bu sırayı bilip dikkat etmek, namazı mekruh hale getirmeden okumaya gayret etmek..
Farzlardaki zammı sureyi böyle sıra ile okuma sünneti, nafilelerde de geçerlidir. Sünnetlerin her iki rekatı bir namaz sayıldığından, onların da her iki rekatında bu sıraya dikkat etmek gerekir.
Bir istisna: Dalgınlık eseri olarak birinci rekatta son sure olan Nas Suresi okunursa, ikinci rekatta da aynı sure tekrar okunur, yukarısı aşağısı aranmaz artık.
- Namazdaki okuyuşlarda neden bu gibi dalgınlık ve yanılmalar olur?
Zihinde namaz dışı konular çok fazla yer tutar da ondan.
Öyle ise baştan tedbir almalı, namaza başlarken kafamızı, kalbimizi hücuma geçen dünyevi konulardan temizleyip tahliye ederek namaza başlamalıyız.
Bu sebeple cami avlusuna girerken ya da evde seccade başına geçerken kendimize bir çekidüzen verir, zihin meşguliyetimizi değiştirmeye başlar, kendimizi ibadete hazır hale getirmeye gayret ederiz.
Nitekim maneviyat büyükleri, namazda aldığımız ilk tekbirde ellerimizi omuz hizamıza kadar kaldırıp sırtımızı arkaya çevirmemizi, zihnimizi meşgul eden tüm dünveyi konuları arkamıza atış hali olarak yorumlarlar. Böylece ilk tekbirle arkamıza attığımız dünyevi konulardan kafamızı, kalbimizi temizleyerek namaza başlamış olmayı tavsiye ederler.
Böyle bir kafa kalp temizlik ve tahliyesiyle başlanan namazda ise elbette yanılmalar azalır, çok arzu ettiğimiz huşu ve huzuru da bir ölçüde yakalayabiliriz.
'Tıpkı İmam-ı Azam Hazretleri gibi' diyemiyorum. Çünkü onun gibi kafayı, kalbi dünyevi konulardan temizleyerek namaza başlamak her kula nasip olmuyor.
İsterseniz bir örnek de ondan arz edeyim.
Hazret-i İmam'ın namaza başlayınca girdiği derin huzur ve huşuu gören biri der ki:
-Ya İmam, senin de bizim gibi develerin var, fakat onlar namazda seni hiç meşgul etmiyor. Halbuki biz namaza başlayınca develerimizin durumu hayalimize üşüşüyor, onlarla yatıp kalkıyor, namazımızı develerimizle birlikte kılıyoruz..
Tebessüm eden imamın cevabı tek cümleden ibaret olur.
-Biz develerimizi ahıra bağlar, kalbimize asla sokmayız; siz ise hep kalbinize bağlıyor, ahıra asla sokmuyorsunuz, farkımız bundan ibarettir!.
Demek ki bütün mesele, develeri ahıra bağlayarak namaza başlamaktadır.
Zaman
 
Üst