Menkıbeler ve Kıssadan Hisseler..

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
İmâm Kuşeyrî anlatır:

Horasan sultanı ve kahramanlarından Amr bin Leys öldükten sonra onu sâlih bir zât rü’yâda gördü ve aralarında şu mükâleme geçti:

“–Allâh sana ne muâmelede bulundu?”

“–Allâh beni afvetti.”

“–Allâh seni ne sebeple afvetti? Hayâtında nasıl bir amel işledin ki afva mazhar oldun?”

Bunun üzerine Amr bin Leys şöyle cevap verdi:

“–Günlerden birgün yüksek bir tepeye çıkmıştım. Oradan askerlerime baktım. Onların çokluğu ve ihtişâmını seyredince: «Keşke Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- zamanında vâkî olan gazvelere ordumla beraber iştirâk edip de O’nun uğrunda fedâ-yı cân eyleyen bahtiyarlardan olabilseydim…» diye hislendim. İşte bu niyet ve iştiyâkımdaki ihlâs sebebiyle yüce Allâh, bana rahmetiyle muâmele ederek günâhlarımı bağışladı ve beni sonsuz nîmetleriyle mükâfatlandırdı.”

Bu hâdise, ihlâs ve samimiyetin, mü’min için ne kadar mühim olduğunu gösteren güzel bir misâldir. Buna göre kul, yapamadığı bir amelden bile ihlâs ve samîmiyetinin bereketi neticesinde nice lutuflara mazhar olmaktadır. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurur:

“Mü’minin niyeti (maksat ve ihlâsı) amelinden hayırlıdır.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr II. 194
GÔnül bahcesinden muhabbetteki sir.(O.Nuri topbas)
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Adamın biri her zaman «Allah Allah» diye zikreder, bu zikirden ağzı bal yemiş gibi tatlanırdı. Bir gün şeytan gelip:

«–Niye durmadan “Allah Allah” deyip duruyorsun. Bunca zamandır Allah demene karşılık bir kerecik olsun Allah sana “Lebbeyk/buyur kulum, ne istiyorsun?” dedi mi? Sende hiç sıkılma yok mu? Daha ne kadar Allah deyip duracaksın?» dedi.


Bunun üzerine Allâh’ın adını dilinden düşürmeyen adam ümidini kaybetti ve zikri bıraktı. Gönlü kırık bir hâlde yatıp uyudu. Rüyâsında Hazret-i Hızır’ı gördü. Hızır ona:

«–Neden yaptığın güzel işi terk ettin, Allâh’ı zikretmeyi bıraktın?» diye sordu. Adam:

«Yaptığım onca zikre karşılık verilmedi. Hak katından “Lebbeyk/buyur” sesi gelmedi. O’nun kapısından kovulmaktan korktum.» dedi. Bunun üzerine Hazret-i Hızır, adama şu hikmetli karşılığı verdi.

«–Ey Allâh’ın kulu! Senin “Allah” demen, Allâh’ın; “Lebbeyk/buyur kulum” demesidir. Allah, isminin zikrini herkese nasip eder mi? Senin “Allah” diyebilmen, Allâh’ın sana duyduğu sevginin işâretidir.»

Bunu duyan adam kalkarak tekrar Allâh’ı zikretmeye devam etti.”

Cenâb-ı Hakk’ı zikredebilmek, O’na şükredebilmek, kulluk ve tâatte bulunabilmek; yine şükrü gerektiren ayrı bir lûtf-i ilâhîdir.


Bütün mahlûkât Allâh’a kullukta bulunsa O’nun şân-ı ulûhiyyetini bir nebze bile artıramaz. Yine bütün mahlûkât O’na isyan etse O’nun şân-ı ulûhiyyetine zerre kadar noksanlık gelmez.

Allah Teâlâ’nın hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı gibi, bizim ibadetlerimize de ihtiyacı yoktur.

O her şeyden müstağnîdir. Fakat bizler, O’nun rızâ ve rahmetini celbetmek için hâlis niyetle ibadet etmeye, sâlih amellerle O’na yakınlaşmaya muhtacız.


Altınoluk dergisi
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Molla Abdurrahman Camî,

"Baharistan"da arka arkaya iki "ziyaret" hikâyesi anlatır:


Himmet sahibi bilge bir derviş, kudret sahibi bir hükümdar ile dost olmuştu. Hükümdar dervişi sevmiş, takdir etmiş, derviş de hükümdarın çevresinde bulunur olmuştu.

Derviş bir gün baktı ki hükümdar ona karşı biraz ağırdan alıyor, eskisi gibi fazla ilgili görünmüyor. Sebebini düşündü taşındı. Hükümdarın kendisi hakkındaki bu tavrını, onun yanına fazla ve sık sık gidip gelmesine yordu. Elini ayağını yavaş yavaş hükümdarın çevresinden çekti.

Bir gün yolda, hükümdar dervişi gördü. Hemen yanına çağırdı ve sordu: "Ey derviş! Artık bize gelip gitmemenin, bizimle alakanı kesmenin sebebi nedir?"

Derviş bir an tereddüt etmeden cevap verdi: "Niçin gelip gitmediğimi sormanızın, sık sık ziyaretle huzurunuzda sizi rahatsız etmem dolayısıyla hoşnutsuzluk göstermenizden daha iyi olduğunu anladığım için..."

Molla Camî'nin ikinci "ziyaret" hikâyesi de birinciyi tamamlıyor:

Zengin bir adam, eskiden beri tanıdığı dervişe neden çoktandır ziyaretine gelmediğini sormuş.

Derviş şöyle demiş:

"Bana, 'niye gelmiyorsun', diye sormanız, 'neden geldin' demenizden daha iyidir de ondan..."
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
BİR MUSİBET...

Kumandanlarından biri bir zafer dönüşü Halife Hz. Ömer'in huzuruna çıktı. Yanında kısa boylu, tıknaz biri bulunuyordu. Hz. Ömer "Bu kim?" diye sordu. Kumandan anlattı: "Efendim bu benim sağ kolumdur. Hangi görevi verdimse başarı ile tamamladı. En gizli haberleri yerine ulaştırdı. Bazen bir orduya bedel hizmet gördü. Zaferlerimi onun sayesinde kazandım diyebilirim."
Aradan zaman geçti, aynı kumandan halifenin huzuruna yeniden çıktı. Ama mağlup bir kumandan olarak Halife sordu:
- Hani sağ kolun nerede?
- Sormayın ya Ömer, ihanet etti, düşman tarafına geçti.
Hz. Ömer bu defa konuştu:
- Allah'tan başka hiç kimseye dayanmamak gerektiğini geçen sefer söyleyecektim vazgeçtim. Bir musibet bin nasihattan yeğdir diye düşündüm.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
ADAMIN ÖNEMİ

Halife Hz. Ömer bir mecliste hazır bulunanlara sordu:
- Eğer dileğiniz hemen kabul ediliverecek olsa ne dilerdiniz?
Birisi, "Benim falan vadi dolusu altınım olsun isterim. Onu harcayarak İslâm'a daha çok hizmet edeyim diye" dedi. Bir başkası, "Şu kadar sürüm (davar, koyun, keçi), mal ve mülküm olsun isterdim. Gerektikçe onları sarfederek dine yararlı olayım diye" dedi. Herkes buna benzer şeyler söyledi. Hz. Ömer hiçbirini beğenmedi. Bu defa meclistekiler, Hz. Ömer'e sordu:
- Ya Ömer peki sen ne dilerdin? Cevap verdi:
- Ben de Muaz, Salim, Ebû Ubuyde gibi müslümanlar yetişsin isterdim. İslâm'a onlar vasıtasıyla hizmet edeyim diye.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
HZ. ALİ'NİN BÜYÜKLÜĞÜ

Birgün ashab Peygamberimiz (s.a.v)'den Hz. Ali'yi niçin çok sevdiğini sordu. Hz Peygamber o anda mecliste bulunmayan Hz. Ali'yi çağırmaya adam gönderdi ve orada bulananlara sordu:
- Birisine iyilik etseniz, o da size kötülük etse ne yapardınız? Cevap verdiler:
- Yine iyilik ederiz.
- Yine kötülük yapsa?
- Biz yine iyilik ederiz?
- Yine kötülük yapsa?
Ashab cevab vermedi, başlarını öne eğdiler. Bunun anlamı kötülüğe kötülükle mukabele etmesek bile iyilik yapmaya devam etmeyiz, demekti.
Bu sırada Hz. Ali o meclise geldi. Rasulullah Hz. Ali'ye sordu:
- Ya Ali, iyilik ettiğin biri sana kötülük etse ne yapardın?
- Yine iyilik ederdim.
- Yine kötülük yapsa?
- Yine iyilik yapardım.
Hz. Peygamber soruyu tam yedi defa tekrarladı. Hz. Ali yedi defasında da "yine iyilik ederdim" diye cevap verdi. Ashab,
- Ya Rasulallah, Ali'yi çok sevmenizin sebebini şimdi anladık, dediler.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Kalbiniz kırılacağına taş kırılsın

Sultan Mahmud-u Gaznevi hazretleri bir savaş sonunda çok kıymetli bir elmas yakut taşı ganimet olarak ele geçirir. Sonra taşı eline alarak baş vezirine, (Al bu taşı kır, paramparça et) der.

Baş vezir der ki:
- Aman efendim bu çok kıymetli ben bunu kıramam.

Sonra yanındaki diğer vezire aynı şeyi söyler. O da der ki:
- Bu çok kıymetlidir, kırılmaz bu.

Diğerlerinin hepsi aynı şeyi söylerler.
Sultan, özel hizmetçisi Ayaz’ı çağırıp, (Al bu taşı kır) der. Daha demeye kalmadan Ayaz taşı yere vurup kırar, paramparça eder.

Padişah hiddetli bir şekilde der ki:
- Bre Ayaz sen ne yaptın, vezirler bunun çok kıymetli olduğunu söylediler. Nasıl kırarsın bunu?
Ayaz der ki:
-Efendim, ben taştan ne anlarım, benim için kıymetli olan sizin emrinizdir, sizin kalbinizdir, kalbiniz kırılacağına varsın taş kırılsın.

Sultan vezirlerine dönüp der ki:
- Ayaz’ı niçin sevdiğimi anladınız değil mi? Sizin gibi beni bir taşa değişmedi.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Helal olan, helal yiyenlere gelir

Ebû Saîd küçük yaşta babasının yanında velî zâtların sohbetlerine giderdi.

Kur’ân-ı kerîm okumaya başladığı zaman babası onu Cumâ namazlarına götürmeye başladı. Bir seferinde yolda zamânın büyük âlimlerinden ve tasavvuf büyüklerinden Ebü’l-Kâsım Bişr ile karşılaştılar. Ebü’l-Kâsım onları görünce, Ebü’l-Hayr Muhammed’e; “Bu çocuk kimindir?” diye sordu. “Bizimdir.” cevâbını verdi.Bunun üzerine gözleri dalan Ebü’l-Kâsım; “Evliyâlık makâmının boş kalacağını, bu dervişlerin, talebelerin bizden sonra zâyi olacaklarını görürken bu dünyâdan gönül huzûru ile nasıl ayrılabilirim. Şimdi bu çocuğu görünce gönlüm rahatladı. Zîrâ velîlik makâmı buna nasîb olacak. Namazdan çıkınca, çocuğu bizim yanımıza getir.” dedi. Namazdan çıkınca Ebü’l-Kâsım Bişr’in yanına gittiler. O büyük zât Ebû Saîd’in babasına; “Ebû Saîd’i tutuver. Şu yüksekçe yerde ekmek vardır. Onu uzanıp alsın.” dedi. Babası kaldırınca, Ebû Saîd oradan ekmeği aldı. Ekmek arpadan olup, sıcaktı. Sıcaklığını elinde hissediyordu. Ebü’l-Kâsım ekmeği alıp, yarısını Ebû Saîd’e verdi ve; “Ye!” dedi. Yarısını da kendisi yedi. Bunun üzerine babası; “Efendim bu ekmekten bana vermeyişinizin hikmeti nedir?” diye sordu.Ebü’l-Kâsım Bişr; “Ey Ebü’l-Hayr! O ekmeği otuz sene önce oraya koymuştum. Bize; insanların mânen ihyâsı, irşadları, doğru yolu bulmaları bu ekmeğin elinde sıcak olduğu kimse ile olacaktır.” diye bildirildi. Müjdelenen kimse senin bu çocuğundur.” buyurdu. Sonra Ebû Saîd’e dönerek; “Bu kelimeleri hâtırında tut. Dâimâ söyle. Sübhâneke ve bi hamdike alâ hilmike ba’de ilmike subhâneke ve bihamdike alâ afvike ba’de kudretike.” Ebû Saîd Mîhenî bu sözleri ezberleyip devamlı söylerdi.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
[h=1]Vakti saati gelince olur[/h]Müslümanlardan birinin yahûdî bir ortağı vardı.

Ortağını ne kadar İslâma dâvet etti ise, müslümanlığı kabûl etmedi. Hattâ bu ortağına; “Eğer müslüman olursan, malımın üçte birini sana veririm.” dedi. Yahûdî yine kabûl etmedi. O müslüman başka bir gün; “Eğer müslüman olursan, malımın yarısını sana veririm.” demesine rağmen yine kabûl etmedi. Müslüman tüccar bir süre sonra; “Eğer müslüman olursan, malımın üçte ikisini sana veririm.” dedi.Yahûdî yine kabûl etmedi. Müslüman tüccar artık ortağının müslüman olmasından ümidini kesmişti. O müslüman, bir gün Ebû Saîd Mîhenî’nin dergâhının yanından geçiyordu.Yahûdî ortağı da yanında idi. Bu sırada dergâha girdi. Ebû Saîd Mîhenî bu sırada sohbet ediyordu. Yahûdî ortağı da kendi kendine; “Ben de mescide gireyim, bir dinleyeyim, bakalım neler anlatıyor. Onun halk arasında kabûl görmesinin sebebi nedir bir göreyim? Yahûdî olduğuma dâir üzerimde her hangi bir işâret olmadığı için beni nasıl olsa tanımaz.” dedi. Yahûdî, gizlenerek mescide girdi. Bir direğin arkasına oturdu. Ebû Saîd Mîhenî sohbet esnâsında bir ara yahûdînin arkasında oturduğu direğe doğru dönerek; “Ey yahûdî! Direğin arkasında ne kadar kendini gizlemeye çalışsan da gizlenemezsin.” dedi. Yahûdî gayri ihtiyârî ayağa kalktı.Ebû Saîd Mîhenî’nin yanına vardı. Ebû Saîd hazretleri ona müslüman olmasını söyleyince, bu dâveti kabûl edip, müslüman oldu.Ebû Saîd hazretleri ona; “Şimdi ortağının yanına git. Sana müslümanlığı öğretsin. İşler vakti zamânı gelince olur. Ondan önce olmaz. Zamânı gelince müslüman olmak için malın üçte birine, yarısına ve üçte ikisini vermeye hâcet kalmaz.” buyurdu.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
İmam-ı Şafii Hazretleri bir sabah namazdan sonra evine dönerken yolda birine rastlar.Adam önce selam verir iyi dilek ve duada bulunduktan sonra da"hayırlı sabahlar" manasında "nasıl sabahladın?" der. Hazret-i imam nasıl sabahladıgını şöyle anlatır:
Sekiz tane şeyin benden istendigini düşünerek sabahladım!:



Adam şaşırır:Ya imam kim sizden 8 tane şey istiyebilir?sizin kimseyle takışık bir işiniz yoktur ki? Hazreti imam tebessüm ederek meseleyi açar: Bak benden her sabah kimler neler istiyorlar der ve şöyle izah eder:

1)Rabbim benden farzını istiyor

2)Resulullah benden sünnetini istiyor

3)Aile çoluk çocuk günlük masrafını istiyor

4)Nefis kendine tabi olmamı istiyor

5)Şeytan arkasından gitmemi istiyor

6)Kiramen katibin melekleri iyi şey yazdırmamı istiyor

7)Geçen günler ihtiyarlanmamı istiyor

8)Son olarak da Hazreti Azrail hazır olmamı istiyor.......

İşte ben bütün bu isteklerin muhatabı olarak sabahlamış bulunuyorum.Her sabah bu sualler cevap bekliyor. Hazret-i şafii'yi dinleyen adam düşünmeye başlar.

Bir kaç saniyelik tefekkürden sonra sorar: Ya imam bu saydıgın şeyler sadece sendenmi isteniyor yoksa bendende isteniyormu? İmam tebessüm eder :
_Orasını ben diyemem sen düşün !......
Adam başını aşağı eğer söylenerek devam eder:
_Meger her sabah benden neler isteniyormuşta haberim yokmuş.Bende düşünmeliyim bunları!....

 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Süfyanı Sevri anlatıyor:

- Ben Mekke-i Mükerreme'de üç sene oturdum. Mekkelilerden bir kimse her gün Harem-i şerife gelir, tavaf eder, namaz kılar ve sonra bana selam verip giderdi. Ben bu kimse ile tanıştım. Bir gün o kimse beni yanına çağırdı. Bana dedi ki:

-Ben öldüğüm vakittekendi elinle beni yıka, namazımı kıl ve defneyle. O gece beni terk etmeyip kabrimde gecele. Mükireyn suali anında bana Tevhid'i telkin et!, dedi.
Ben de o kimsenin istediklerini yapmayı kabul ettim. Bana emrettiğinin aynını yaptım: Kabrinde geceledim. O gece uyku ile uyanıklık arasında iken :

-Ya Süfyan! Beni korumaya ve senin telkinine ihtiyaç kalmadı, diye bir ses işittim.
O zaman:

-Ne sebeple bu lütfa eriştin, diye sordum
Bana cevap olarak:- Ramazan-ı Şerifin orucunu tutup Şevval'den altı gün daha eklemem sebebiyle, dedi.

O zaman ben uyandım. Yanımda kimseyi göremedim. Abdest aldım, namaz kıldım, uyudum; böylece üç kere gördüm. Bildim ki bu Rahmanîdir; şeytandan değildir. O zaman da kabrin yanından ayrıldım ve "Ya Rabbi! Beni Ramazanın orucuna ve Şevval'den altı gün orucuna muvaffak kıl" diye dua ettim. Allahü Teala Hazretleri beni de muvaffak kıldı.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
KABI DOLU OLANLAR




Ali bin Vehb bir gün talebeleriyle otururken, Magribli Abdurrahmân isminde bir kimse geldi. Torbasından çıkardığı bir gümüş külçeyi Ali bin Vehb’in önüne koyup; “Efendim! Bu gümüşü,fakirlere dağıtmanız için size getirdim. Uygun gördüğünüz kimselere verebilirsiniz!” dedi.


Ali bin Vehb de; “Fakir kim varsa, birer bakır tabakla buraya gelsin!” diye o kasabada oturanlara haber gönderdi. Herkesin yanlarında getirdiği tabakları, gümüş külçenin etrâfına koydurdu. Sonra kendisi ayağa kalkıp yürüyünce, gelen kapların bir kısmı altın, bir kısmı gümüş ile doldu. İki kaba ise hiçbir şey dolmadı. Gelen gümüş külçeden hiç eksilme olmadı. Herkes tabağını alıp götürünce, Magribli Abdurrahmân bu işin hikmetini sordu.


Ali bin Vehb; “Kabı altın ile dolanlar günâhı az olup, Allahü teâlânı sevdiği evliyâya muhabbeti olan kimselerdi. Tabağı gümüş ile dolanlar, günahlar diğerlerine göre biraz daha çok olanlardır. Tabağına hiçbir şey dolmayanlar da, âlimlere evliyâya muhabbet beslemeyen ve onları sevmeyen kimselerdi. Ey Abdurrahmân Görüyorsun, bizim altına, gümüşe ihtiyâcımız yok. Allahü teâlâ bunların hepsini bize ihsân etti. Fakat biz, âhıreti dünyâya tercih ettik. Getirdiğini geri al!” buyurdu.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Haram yiyenlere Cennet HARAMDIR




İnsanın tabiatını bozar haram lokma. İnsanı ibadetten uzaklaştırır haram lokma. İnsanı rahmetten, feyizden alıkoyar bu haram lokma. Hani biz söz vardır ya: “Helal yiyeceksin, doğruyu diyeceksin” diye. İşte doğruyu saptıran insanların özel hayatına girme imkanımız olsa, midelerini haram ile dolduklarını göreceğiz muhakkak. Allahu Teala bizleri haramdan uzak eylesin ki, Hak yoldan kıl kadar sapmayalım.
Sahabe-i Kiram efendilerimiz haram yeme meselesinde çok titizler. İşte Hazreti Ebubekir Radıyallahu Anh Efendimizden hayat ölçüsü…

Hazreti Ebubekir (Radıyallahu anh)ın bir hizmetçisi vardı ki mutfak alışverişi ile ilgileniyordu büyük halifenin. Bazen kendi parasından harcar sonra hesaplaşırdı halife ile.

Hazreti Ebubekir her sofraya oturuşunda “bu yemeğin parasını nereden temin ettin” diye sorardı. Helalden olduğunu öğrenince, gönül rahatlığıyla yerdi.

Bir akşam eve yorgun gelmişti. Hizmetçisinin getirdiği yemeği hiç sormadan başladı yemeye. Bu sırada hizmetçi ona manalı manalı bakıp: “Bir şey sormayacak mısınız” dedi. Hazreti Ebubekir (Radıyallahu Anh) hatırlayıp: “Unuttum, söyle bakalım nereden temin ettin bu yemeğin parasını?”

Hizmetçi: “Cahiliyye zamanında para karşılığında raksedip oynar, insanları eğlendirirdim. O günlerden kalan bir alacağım vardı. Bu gün onu tahsil ettim.” Dedi. Hazreti Ebubekir: “Bunu o parayla mı hazırladın?” diye sorunca:

Hizmetçi “Evet, efendim.” Dedi.
Büyük halife bunu duyunca çok üzüldü. Kederinden başladı ağlamaya. Fırlayıp koştu lavaboya. Parmağını boğazına sokup güçlükle çıkardı o lokmayı. Öyle zahmet çekti ki, ev halkı ölüyor zannettiler. Bu yüzden telaşlanıp:

“Bir lokma için değer miydi bunca zahmete, neredeyse ölüyordunuz.” Dediler. Hazreti Ebubekir (Radıyallahu anh):

“Siz ne diyorsunuz? O lokma haramdan kazanılmış. Resulullah’tan işittim ‘haram yiyenlere cennet haramdır” buyurmuştu. Bu zahmet, cehennemde yanmaktan çok hafif kalır.” Buyurdu.

Sonra ellerini kaldırıp: “Ya Rabbi! Elimden gelen budur. Midemde kalan zerrelerden sana sığınıyorum. Beni affet. Ben aciz ve zayıf bir kulum. Cehennem ateşine dayanamam.” Diye yalvardı…

Allahu Teala: “Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz/helal olanlarından yiyin” (Bakara 172) buyuruyor.

Bir hadis-i şerif te ise bu husus şöyle beyan ediliyor: “Her kim ki vücudunun uzviyeti haram lokma ile teşekkül etmiştir. Artık cehennem, o vücuda yaraşan en iyi yerdir.”(Sahih-i Buhari)


Hazreti Ebubekir Efendimiz, ayet ve hadislerin emri gereği bir lokmanın ve zerrelerinin hesabını yapıyor. Ya bizler acaba nelerin hesabını yapmamız gerekiyor. Allah’u Teala cümlemize, bu Sahabe-i Kiram Efendilerimizin şuurundan nasip eylesin. İşlediğimiz hatalara bir an önce tövbe etmeyi nasip eylesin. Tövbe etmeden ölmekten muhafaza eylesin.
 

garp

Active member


HARUN REŞİT İLE İHTİYAR

Harun Reşit Veziri ile birlikte tebdili kıyafet dolaşırken bahçesinde hurma fidanları diken bir ihtiyar görür. Selam verir ve aralarında şu konuşma geçer:

-Kolay gelsin, ne yapıyorsun böyle?

- Hurma fidanları dikiyorum.

- Peki bu diktiğin hurma fidanları ne zamana kadar büyür ve meyve vermeye başlar?

- Kim bilir belki on, belki yirmi sene sonra yetişir ve meyve vermeye baslar.

- Peki onların meyvelerini görebilecek misin?

- Bu yaşlı halimle belki göremem. Ama bizden öncekilerin diktikleri ağaçların meyvelerini biz yedik.Biz de bizden sonrakilerin istifadeleri için bu hurma fidanlarını dikiyoruz.

Bu cevap Harun Reşit’in hoşuna gider ve bir kese altın verir. İhtiyar, Allah’a hamd eder ve:

- Diktiğim ağaçlar hemen meyve verdi.

Bu söz üzerine Harun Resin bir kese daha altın verir ve ihtiyar yine Allah’a hamd eder ve:

- Herkesin diktiği meyve ağaçları yılda bir defa mahsul verir, benim diktiğim fidan hem hemen meyve verdi hem de senede iki defa ürün vermeye başladı.
 

garp

Active member
HAMALLIK YAPAN HALİFE

Halife Hazret-i Ömer bir gece şehri dolaşırken, bir evden çocukları iki gündür aç olan annenin feryadını duyar.

— Yavrularım, Allah sizin hakkınızı Ömer’den sorsun! Bu sözü işiten halife kapının Önünde titremeye başlar.

İçeriye seslenir:

— Ömer’den ne istiyorsun?

— Sen ne soruyorsun, dost musun, düşman mısın?

— Allah için, dost olarak soruyorum.

— Ömer’den şunu istiyorum: Bu çocukların babasını askere gönderdi. İki gündür çocuklarım aç, ocağım üzerine tencere koydum, suyu karıştırıyorum. Yemek pişiriyorum diye onları avutuyorum. Dün uyutmuştum. Ama bugün açlıktan uyuyamıyorlar. Birbirlerine sarılmış halde sızlanıp duruyorlar.

— Peki, Ömer’e haber verdin mi?

— Neyi haber vereyim? Adamlarımızı askere almayı biliyor da, gerideki çocukların durumunu hiç düşünmüyor mu? İnsanlara baş olmak, başa belâ olmak mıdır? Hazret-i Ömer ağlayarak evine koşar. Arkasına bir çuval un eline bir teneke yağ alıp kadının evine gelirken karşısına sahabelerden bir zat çıkar.

— Ey mü’minlerin Emiri, bu ne hal, nereye koşuyorsun? Ver şu tenekeyi ben taşıyayım.

— Yok vermem, bunlar Ömer’in günahlarıdır. Bugün yükümü alırsın ama, yarın Allah’ın huzurunda günahlarımı alamazsın. Bırak da ben taşıyayım.

Eve girip çuvaldan biraz un çıkarır, tencereye koyar. Sönmek üzere olan ateşi üflerken sakalının bir tarafı hafifçe yanar. Un çorbası pişirip çocukların kamını güzelce doyurur. Çocukların annesine de:

— Yarın mutlaka Halife’yi göreceksin der.

Kadın tanımadığı bu yabancı adamın yaptığı iyiliklerden dolayı, son derece memnun olur. Evden çıkarken arkasından söyle konuşur:

— Allah Ömer’in yerine başımıza seni geçirsin.

Halife Ömer hiç sesini çıkarmadan oradan ayrılır. Sabahleyin kadın halifenin yanına gider; bakar ki kendisine çorba pişiren zat, Halifelik makamında oturmaktadır. O zaman özür dilemeye başlar:

— Kusura bakma Ya Ömer, akşam canımın acısından size acı söyledim, sizi incittim.

— Hayır sen vazifeni yaptın. Ömer suçludur. Asıl siz hakkınızı helâl edin…

İşte onlar böyleydi…
 

garp

Active member
BIR BOSTAN BEKÇISI




Evliyanın büyüklerinden İbrahim bin Edhem k.s. Hazretleri anlatıyor:

Babam Horasan – Belh hükümdarlarındandı. Bir gün atına binip ava çıkmıştım. Önüme çıkan -tilki veya tavsan- bir hayvani kovalıyordum. Arkadan bir ses duydum:

- Ey İbrahim, sen bunun için yaratılmadın, bununla emrolunmadın!

Sağa-sola bakındım, fakat kimseyi göremedim. Ayni sesi daha açıktan, sonra da pek yakından yine iki kere duydum. Bu sefer durdum ve dedim ki: Bu bana Allah’tan bir uyarıdır. Vallahi bugünden sonra Rabbime isyankârlık yapmam.

Atımı sürüp babamın bir çobanına geldim. Onun çoban elbisesini aldım, kendi kıymetli elbiselerimi ona bıraktım. Dağları, ovaları asarak yürüdüm; Irak ülkesine ulaştım. Oralarda günlerce isçi olarak çalıştım. Fakat helal kaygısından hiçbir şey bana huzur vermiyordu.

Bazı olgun kişiler, safi helal kazanç için Sam ve Tarsus tarafına gitmemi tavsiye etmişlerdi.Oralara gittim. Tarsus’ta iken nice günler bostanlarda bekçilik yaptım. Bir gün bostan sahibinin arkadaşları gelmişti. Adam dedi ki:

- Ey bağ bekçisi! Git de narların en iyisinden biraz getir.

Bir miktar nar getirdim. Adam narı kesince, ekşi olduğunu gördü. O zaman dedi ki:

- Sen bunca zamandır bahçemizde bekçisin; meyve ve narlarımızdan da yiyorsun. Tatlıyı eksiden ayıramıyor musun?

- Vallahi ben meyvelerinizden bir şey yemedim, tatlısını da eksisinden ayıramam!

Adam şaşkın bir edayla bana sunu söyledi:

- Hayret bir şeysin yahu! Sen İbrahim Edhem olsan, bundan fazla olmazdın.

Ertesi gün bu haber halk arasında yayılıverdi. Meraklı insanlar, gruplar halinde bahçeye akın etti.Gelenlerin çoğaldığını görünce, ben bir yanda saklandım. İnsanlar bahçeye dolarken, aralarından sıyrılıp kaçıverdim…
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Ne Ekersen Onu Biçersin


Şeyh Sadi Şirâzî “Bostan” adlı meşhur kitabında şöyle anlatıyor:
Gaddarlığıyla ünlü bir köy ağası bir kuyuya düşmüştü. Sabahlara kadar yalvarıp yakardı, inleyip sızladı.
Derken, adamın biri gelip tepesine bir taş yükledi ve şöyle dedi:
– Sen kaç kişinin feryadına yetiştin ki can kurtaracak adam arıyorsun? Sürekli alçaklık, namertlik tohumları ektin, bugün harman vakti geldi. Bak bakalım eline ne geçti. Senin elinden yaralı gönüller inlerken senin yarana kim merhem olur? Bizim için sürekli kuyu kazıyordun, sonunda kazdığın kuyuya kendin düştün.
Halk içinde kuyu kazan iki tip insan vardır. Biri güzel huyludur, hayır sahibidir, insanların içini serinletmek ister. Öbürü kötü nam salmıştır, insanların oraya yuvarlanmasını ister.
Yaramaz kişiler iyilik ummasın. Ilgın ağacının meyvesi asla üzüm olmaz.
Güzün tarlasına arpa eken, hasat zamanı buğday çekeceğini ummasın. Ne kadar da emek çeksen zakkum ağacından meyve alamazsın. Kardeşim, ne ekersen onu biçersin.”
 
Son düzenleme:

garp

Active member
Derviş ve Para


Padişah'ın önemli bir işi vardı.

"İsteğim gibi neticelenirse yüz akçe vereceğim" diye adakta bulundu.

Gün geçti. İsteğine kavuştu. Adağını yerine getirmek istedi.

Yüz akçeyi bir keseye koydu. Hizmetçilerinden birisine verdi, "al bunu dervişlere dağıt" dedi.

Kurnaz biriydi köle. Gün boyu dolaştı, getirdi keseyi "verebileceğim bir dervişe rastlamadım" dedi.

Şaşırdı padişah.

"Nasıl olur?" dedi, "bildiğim kadarıyla dörtyüz tane derviş var şehrimizde"

"Gerçekten derviş olanlar para almıyor" dedi köle; "para isteyene de ben vermedim, çünkü o da derviş değil"

Padişah saray vazifelilerine dönerek;

"Gece gündüz Allah'a ibadet eden dervişlere dair benim ne kadar sevgim varsa, bu adamın o kadar düşmanlığı var, lakın o haklı" dedi.

Paraya ilgi duyan dervişten uzak durmalı.

Şeyh Sadi Şirazi (k.s.)
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Mecnun’un Aradığı Leylâ




İnsanı aşağılardan kurtarıp, yücelere ulaştıran vasıta zikrullah. Gönül aynasını cilalayıp masivadan (Allah’tan başka her şey) temizleyen, marifetullah (manevi ve ilahi hakikatları tadarak elde edilen Hakka dair bilgi) ile süsleyip, maşukun cemalini gösteren vasıta da yine zikrullah. Bunun için Kur’an-ı Kerim’de: “Allah’ı çok zikretmemiz” ve “Gafillerden olmamamız” tenbih buyuruluyor. (Ahzab/41, A’raf/205)

Kalbiyle Allah’ı devamlı ve çokça zikreden talibin zikri, kalbinden ruhuna eriştiği zaman, ruhta Allah’ın muhabbeti oluşmaya ve ünsiyet (yakınlık) eserleri ortaya çıkmaya başlar. Nihayet Allah Tealâ Hazretleri’nden başkasını düşünemez hale gelince, beşeriyyet sıfatları tamamen mahvolur. O kadar ki, kendi adını, dünyayı, dünyada olan her şeyi, hasılı Allahu Tealâ’dan başka her şeyi unutur. Zikrullah ile aşka düşer.

Aşk bir nevi sarhoşluk alemi. Aşıka ‘adın nedir?’ diye sorulduğu zaman, zikrettiği sevgilisinin adını söyler. Kendine gelip beşeriyyet alemine dönünce de, ne söylediğini bilemez. Hallac-ı Mansur’un hikayesi de işte böyledir.

Mecazi aşkta da durum bundan farklı değil. Aşık sevdiğini düşünmekten, sevgilisinin aşk ve muhabbetinden kendi adını da, dünyayı da unutur. O zaman Hallac-ı Mansur gibi ona da adını sorsalar, sevgilisinin adını söyleyiverir.

Mecnun İbn-i Kays’a,
“- Adın ne?” diye sordular.

“- Adım Leyla” dedi.

Zira, nereye baksa kendisine Leyla’dan başka kimse görünmezdi. Gönlü Leyla ile dolu idi, dilinde gece-gündüz Leyla’nın adı var idi. Leyla’dan başka kimseyi bilmez ve tanımazdı. Bütün isimleri unutmuştu.

Bu acayip bir sırdır. Sadık aşık ona derler ki, dost adından başka bütün adları kalbinden çıkarır.

Bir gün, Mecnun yine sarhoş gibi, deli-divane bir halde, “Leyla, Leyla” diye feryat edip gezerken, Leyla onun feryadını duydu, kalbi mahzun oldu ve:

“- Gideyim şu miskine kendimi bir göstereyim. O benim için gece gündüz niyaz eder. Ben de ona bir görünüp, hatırını sorayım” dedi ve Mecnun’un bulunduğu yere gitti. Tam karşısında durdu. Mecnun halâ:

“- Leyla.. Leyla..” diye feryat ediyor, ağlıyordu. Kimseyi görecek durumda değildi. İnleyerek, sızlayarak şehirden çıktı, sahraya düştü. Güneşe karşı bir yerde oturdu ve Leyla’sını anmağa devam etti.

Merak ve hayretler içinde Leyla peşinden gitti, oturduğu yere vardı, dört tarafını dolanarak ona kendini gösterdi. Mecnun oralı olmadı, Leyla’ya iltifat bile etmedi. “Leyla, Leyla” diyerek kendinden geçti, bayıldı. Fakat, yattığı yerde bile bütün vücudundan Leyla adı işitiliyordu.

Leyla bundan bir şey anlayamadı. Bekledi. Mecnun kendine gelip yattığı yerden doğruldu. Bu defa, Leyla güneşin bulunduğu tarafa gitti ve Mecnun’un önünde durdu, gölgesi Mecnun’un üzerine vurdu. Mecnun başını kaldırarak uzun uzun Leyla’nın yüzüne baktıktan sonra sordu:

“- Kimsin, ne istiyorsun?”

Leyla da ona bir soru ile cevap verdi:

“- Aşk elinden halin nicedir?”

“- Ne sorarsın halimi? Git, yanıma gelme! Yoksa sen de benim gibi deli olursun. Hem sen kimsin? Ben seni tanımıyorum.”

“- Beni tanımadın mı? Leyla Leyla diye istediğin ve inlediğin işte benim! nasıl tanımazsın?”

“- Var git işine, alem bana hep Leyla oldu.. Gönlüme hep Leyla doldu.. Eğer sen gerçekten Leyla isen, ya bu bendeki Leyla kimdir?” (Eşrefoğlu Rumi)
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Son Nefes


Yermuk muharebesinde idi. Şiddetli çarpışmalardan sonra ok, kılıç ve mızrak darbeleriyle yaralanan sahabiler, kanlarıyla suladıkları kızgın çölün üstünde can çekişiyorlardı. Bu esnada kendine gelebilenler, şehitlerin arasında dolaşarak hayatta kalan yaralıların imdadına koşuyorlardı.


Haris (R.A.) kanlar içinde yerde yatıyordu. Hararetten dudakları kavrulmuştu. Son nefeslerini vermek üzereydi. Kendisine su yetiştirdiler. Kırbayı dudaklarına götürürken az ötede birinin “su!” diye inlediğini duydu. Bu İkrime (R.A.)nin sesiydi. Haris göz işaretiyle İkrime’yi gösterdi. Bunun üzerine koşarak suyu İkrime’ye yetiştirdiler. Toz toprağa belenmiş, kızgın güneşin altında kavrulmuş bu insan, ellerini su kırbasına uzatırken:

- “Allah rızası için bir damla su!” diye inleyen Iyaş (R.A.)ın sesi duyuldu.

Bunu duyan İkrime, derhal elini su kırbasından çekti ve Iyaş’ı işaret etti. O da Haris gibi bir damla su içmemişti.
Kırbayı Iyaş’a yetiştirdiklerinde dudaklarının belli belirsiz hareket ettiğini gördüler. Belli ki su içmeye zamanı yoktu. İman davası uğruna canını feda eden bu insan, huzuruna gideceği Rabbine karşı son dualarını yapıyor, belki de istiğfar ediyor ve şehadet istiyordu.

Suyu Iyaş’a yetiştiremediler. O son nefesini vermiş, Rabbine ulaşmıştı bile… Hiç değilse suyu İkrime’ye yetiştirelim dediler. Yanına vardıklarında onun da çoktan şehadet şerbetini içtiğini gördüler. Sonra koşa koşa Haris’in başına geldiler. Baktılar ki o da kızgın kumların içinde kavrula kavrula ruhunu teslim etmiş. (Hayatü’s-Sahabe)
 
Üst