Menkıbeler ve Kıssadan Hisseler..

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Fatih ve Ubeydullah Ahrar (K.S.) Hazretleri



Biri cihan sultanı. Diğeri mana aleminin sultanı. Devir, maddenin manayı boğmadığı bir kutlu devir. Sultanlığın ötelerin önünde diz çökebildiği devir. İki sultan gönüllerini kucaklaştırarak madde ile manayı kucaklaştırdılar. Irmağı okyanusa kavuştururcasına, susuz toprakları nisan yağmurlarıyla sularcasına…


Ubeydullah Ahrar Hazretleri (K.S.) hicri 806, miladi 1404 yılında Taşkent’e bağlı Bağıstan’da doğdu. Hz. Ömer’in (R.A.) neslindendi. Zahiri ilimleri Taşkent ve Semerkand’da tamamladı. Çiganyan’da Nakşibendi Şeyhi Yakub Çerhi’ye (K.S.) intisab etti. Kısa zamanda seyr u sülukunu tamamlayıp hilafet aldı. H.893/m.1490 tarihinde Semerkand’da vefat etti. Nakşibendiyye yolu, O’nun devrinden İmam-ı Rabbani’ye (K.S.) kadar “Ahrariyye” adıyla anılır.


Fatih Sultan Mehmet Han dünya gözüyle henüz Ubeydullah Ahrar Hazretleri’ni görmemişti. O’nu rüyalarından tanıyor ve hasretiyle yanıp tutuşuyordu. Anadolu’ya hiç gelmeyen bu büyük mürşide yığınlarla mektup yazarak hasretini gidermeye çalışıyor ve ondan himmet istiyordu. Fatih İstanbul’un fethiyle bir çağı kapatıp diğer bir çağı açarken, O’nu hep yanında hissetmişti. Daha sonraları da ona intisab etmek için, Semerkand’a kadar gittiği rivayet edilir.


Ubeydullah Ahrar’ın torunu Muhammed Kasım (K.S.) anlatıyor:

“Dedem Ahrar Hazretleri bir perşembe günü, Semerkand’da öğle namazını kıldıktan sonra acele atına atlayıp şehirden çıktı. Müridleri de onun ardına takıldılar. Şehir dışında beraberindekileri ansızın durdurup, kendisi Deşt-i Abbas denilen araziye doğru ilerledi. Merak edip ardından giden yakın bir müridi, gördükleri karşısında hayretler içinde kalmıştı. Ubeydullah Ahrar Hazretleri öteye beriye at koşturarak kılıç sallıyor ve arasıra gözden kayboluyordu. Mürid, eve dönünce gördüklerini şeyhine arz etti. Hazret lütfedip buyurdular ki: “Rum Diyarı Padişahı Sultan Mehmed Han küffarla savaşmakta idi. Bizden yardım dileğinde bulundu. Biz de onun candan istimdadına icabet ettik…”

Muhammed Kasım devamla şöyle anlatıyor:

“Babam Abdülhadi, daha sonraki yıllarda Rum diyarına gelip, Sultan II. Bayezid Han ile görüşmüştü. Sultan, dedem Ubeydullah Ahrar Hazretleri’nin simasını, kılık kıyafetini ve beyaz bir atı olup olmadığını sormuş, babam da anlatmıştı. Bunun üzerine II. Bayezid, babası Sultan Fatih Han’ın şöyle anlattığını söyledi: ‘Filan gün, öğleden sonra, filan yerde küffar askerleri ile karşılaştık. Küffar ordusunu galibiyete yakın görünce Ubeydullah Ahrar Hazretleri’nden istimdad istedim. İşte o anda beyaz bir at ile savaş meydanında karşıma çıktı. Ve bana: -Korkma! Merak etme! diye kuvvet verdi. Ben: -Nasıl korkmayayım? Küffar ordusu çok kalabalık deyince, Ahrar Hazretleri kol yenlerini açıp bana: -İçeri bak!… buyurdu. Baktım ki büyük bir sahra ve içinde hadsiz hesapsız İslam askeri. Sonra Ahrar Hazretleri: -Filan tepeye çıkıp, askere rehberlik ederek bir hücum daha yapın! dedi. Kendisi de düşman üzerine kılıç salladı… Ve kafirler hezimete uğrayarak fetih müyesser oldu. Sonra baktım ki Ahrar Hazretleri kaybolmuş.’


Ben Ubeydullah Ahrar Hazretleri ile konuştuğum sırada vezirlerim düşman askerlerinin çokluğu sebebiyle hayretimi ifade ettiğimi zannettiler. Çünkü onlar Ubeydullah Ahrar Hazretlerini görmüyorlardı.” (Taşköprüzade, Şakaik; Lâmiî, Nefahatu’l-Üns; Hoca Sadüddin, Tacu’t-Tevarih)
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
.İhlâslı Olacağım Derken…



Fakir bir genç vardı. Büyük sûfi Ebu Said Harraz k.s. hazretlerinin meclisinden ayrılmaz, onun isteklerini yerine getirmeye çalışır, fakirlere hizmet eder, koşturur dururdu.

Bir gün Ebu Said Harraz hazretleri işlerde ihlâstan bahsetti. Fakir genç bu sözlerin kendisine söylendiğini sandı, incindi, hizmeti terk etti. Gencin işleri bırakması Ebu Said Harraz hazretlerine dokundu, gence sordu:

– Ey oğul, kardeşlerinin ihtiyaçlarını karşılamak için koşturuyordun, sonra bırakıverdin. Sebebi nedir?

Genç dedi ki:

– Efendim, siz ihlâs hakkında bazı şeyler anlattınız. Ben de işlerime gösteriş karışmasından korktuğum için yaptığım işleri bıraktım.

Bunun üzerine Ebu Said Harraz k.s. şöyle buyurdu:

– Evlat, gafil olma, dikkat et! İhlâs kaygısı, yapılan işleri engellemez. Akıllı kimse de ihlâs korkusuyla amellerini terk etmez. Çünkü o zaman hem ihlâsı hem de ameli kaybetmiş olur. Ben sana yaptığın işleri terk et demedim, işlerinde ihlâslı ol, dedim. Fakat görüyorum ki ihlâsı ararken salih amellerden geri kaldın, bu durumun bize zararı dokundu. Sen yapmakta olduğun hizmetlere devam et ama işlerinde de Allah için ihlâslı ol.


Kaynak: Hâl Dili, Semerkand Dergisi, Ocak 2011, (Ebû Tâlib Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, 2/315)
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
El kârda, gönül yarda!..




Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin yetiştirdiği büyük velîlerden Muhammed Pârisâ Hazretleri, hacca giderken yolu üzerinde uğradığı Bağdad şehrinde genç bir sarrafa rastlar. Gencin birçok müşteriyle durmadan alışveriş hâlinde olup zamanını aşırı dünyevî meşgûliyetlerle geçirdiğini zannederek üzülür. İçinden:


“Yazık! Bu delikanlı Hakk’a kulluk edeceğine mâsivâ ile meşgûliyete dalmış!..” der. Fakat gencin kalbine nazar edince hayretle görür ki, âzâlar dünyevî meşgûliyette, kalb ise Rabb’iyle berâber ve zâkir durumda…

Bu sefer:

“Mâşâallâh! El kârda, gönül yarda!..” buyurarak genci takdîr eder.

Hicaz’a vardığında da Kâbe’nin örtüsüne sarılmış içli içli ağlayan ak sakallı bir ihtiyarla karşılaşır. Önce adamın yana yakıla Cenâb-ı Hakk’a yalvarmasına ve dış görünüşüne bakarak:

“Keşke ben de böyle ağlayarak Hakk’a ilticâ edebilsem.” der ve adamın hâline gıpta eder.

Sonra onun da kalbine nazar edince görür ki, bütün duâ ve ağlamaları, fânî bir dünyalık talebi içindir. Bunun üzerine rakîk kalbi, mahzun olur.

Kıssadan da anlaşılacağı gibi mühim olan; dünyevî meşgaleleri, âhireti ihmâl etmeksizin devâm ettirebilmektir.


(Osman Nûri Topbaş, Gönül Bahçesinden Son Nefes, Erkam Yay.)
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Cenneti Taşıyan Adam


20 Yılı aşkın süredir oturmakta olduğum mahallemizde, evliya olduğu söylenen asırlık bir ihtiyar vardı. İsmi pek bilinmediği için kısaca "Nur Dede" diye çağırılan bu ihtiyar, insanın karşısına hiç umulmadık zamanlarda çıkar ve kerametli sözleriyle onların dertlerine derman olurdu. Bir gün karşılaştığımızda, kısa bir sohbetten sonra:

Bana da dua et dede, dedim. Dünyanın yükü, benim omuzlarımda sanki.
Titrek elleriyle kulağımı çeker gibi yaparak
Cenneti taşıyanların yanında dünyayı taşıyanların lâfı olmaz evlât, dedi. Ve hemen sonra, Cenneti yüklenen o adamı nerede görebileceğimi tarif etmeye çalıştı.

Nur Dedenin bahsettiği kişi, yakın köylerin birinde oturan ve her cuma günü şehre gelen bir gençti. Bu bahtiyar insan, dedenin anlattığına göre son zamanlarda hep aynı binaya uğruyor ve sırtındaki o mübarek yükü, bir an bile olsun bırakmıyordu.
Nur Dede ile karşılaşmamızdan sonraki ilk cuma günü, tarif ettiği yere giderek beklemeye koyuldum. Burası, merkezî bir binanın en üst katıydı.Büroların açıldığı koridorda uzun süre gezindikten sonra, merdivenlerde ayak sesleri duydum. Atılan adımların yorgunluğu sebebiyle onların bir gence ait olduğunda tereddüt etmeme rağmen, Cennet'i taşıyan adamın geldiğini hissediyordum. Merakımı yenemeyip merdivene doğru ilerlediğimde, bir anda onunla karşı karşıya geldim. 25-30 yaşları arasında çelimsiz bir insandı ve yaşlı annesini sırtına almış vaziyette, asansörü her zaman bozuk olan işyerinin beşinci katındaki doktor muayenehanesine tırmanmaya çalışıyordu.

Delikanlının annesi, güçsüz kollarını evlâdına dolamış ve işlemeli yemenisi ile çevrelediği nurlu yüzünü, hafifçe yana çevirmiş vaziyette oğlunun omuzlarına dayamıştı.Sırtındaki mukaddes yükü rahatsız etmekten korktuğum için o gence yardım edemedim. Ama yanına yaklaşarak:

Allah senden razı olsun kardeşim, dedim. Cennet'i taşıdığının farkında mısın? Delikanlının terli ve solgun yüzü, sıcak bir tebessümle aydınlandı.

Fakat nedense tek kelime bile konuşmadı. Ama Rabbim biliyor ki, o tebessümde, ömrüm boyunca hiç kimsede görmediğim bir sıcaklık ve güzellik vardı. Belki de haşir ve sırattan sonra, ebedî saadet diyarına doğru uçan Cennet insanlarının mutluluğu ...
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
[FONT=Times New Roman, Times, serif]BELA ONA GELECEK

[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Adamın birisi Hz. Musa'ya (a.s) gelerek:
[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]- Ya Musa, ne olur dua et de hayvanların dilinden anlayayım. Bundan kendime dersler çıkarır, iyi insan olurum, dedi.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Hz. Musa (a.s):
[/FONT]

[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]- Git işine bak, bu halin senin için daha hayırlıdır, kaldıramayacağın bir yükün altına girmeye çalışma, diye cevap verdi. Fakat adam dinlemedi ve ısrar etti.
[/FONT]

[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]- Ya Musa, ne olur hiç değilse kapımdaki köpekle horozun dilinden anlayayım diyordu. [/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Sonunda Hz. Musa dua etti ve adam sevinerek evine gitti. Ertesi sabah, hizmetçisi sofrayı kurarken bir parça ekmek fırlayıp düştü. Horoz koşup hemen kaptı. Köpek:
[/FONT]

[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]- Be horoz, yaptığın doğru mu? Sen buğday da, arpa da yiyebilirsin. Bense ekmekten başka bir şey yiyemiyorum. Ne için benim rızkımı kapıyorsun"diyerek horoza kızdı. Horoz:
[/FONT]

[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]- Haklısın ama tasalanma, yarın bizim efendinin eşeği ölecek, sen de böylece bir güzel karnını doyurursun, dedi.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Adam bunu duyunca hemen eşeğini sattı. Ertesi gün, ne konuşacaklar diye köpekle horozu dinlemeye koyuldu. Köpek horoza sitem ediyor:[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]- Hani eşek ölecekti, ben de karnımı doyuracaktım. Horoz:
[/FONT]

[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]- Eşek öldü ama başka yerde öldü. Fakat hiç merak etme yarın at ölecek, o zaman daha büyük bir ziyafete konacaksın, dedi.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Adam hemen atını da sattı. Hayvanların dilini anlayabilmenin onun için çok karlı olduğunu düşünüyordu. Ertesi gün köpekle horozu dinlemeye gitti. Köpek horoza sitem ediyor, yalan söylemeye başladığından şüpheleniyordu. Horoz:
[/FONT]

[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]- Ben yalan söylemedim. At ölecekti, sahibimiz sattı. Fakat sen merak etme yarın sahibimizin en çok değer verdiği kölesi ölecek, o zaman onun hayrına yemekler verilecek, hepimiz doyacağız dedi.
[/FONT]

[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Bunu duyan adam kölesini de sattı. Ertesi gün yine aynı konuşmalara kulak kabartmak için gitti. Bu sefer köpek çok kızgındı. Günlerdir yalanlarla avutulduğunu söylüyordu. Horoz:
[/FONT]

[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]- Ben yalancı değilim ve yalan söylemem, diye itiraz etti. Köle de öldü, ama başka yerde... Çünkü sahibimiz onu da sattı. Fakat hiç iyi etmedi. Zira ilkin kaza eşeğe gelecekti, böylece sahibimiz kaza ve beladan kurtulacaktı. Onu sattı, ata geldi. Atı sattı, köleye geldi. Köleyi de sattı, şimdi bela kendisine gelecek. Sıra onda, yarın sahibimiz ölecek, böylece doyacağız dedi. Bunu duyan adam akılsız başını dövmeye başladı ama iş işten geçmişti.
[/FONT]

[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]İnsanlar başlarına gelen istemedikleri bir şeyi hayra yormalı, onun daha büyük bir belayı def ettiğini, belalara kalkan olduğunu düşünmelidirler. Evet, perdenin arkasında neler olduğu ve hadiselerin hikmeti her zaman bilinmeyebilir. İnsan sık sık sadaka vererek belaları def etmelidir. Her şeyin sadakası vardır. Servetin, ilmin, iyi niyetin, sıhhatin, kuvvetin, zamanın...[/FONT]
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Rızk korkusu yaşayanlar okusun..




Hazret-i Süleymân (a.s.) bir gün, deniz kenârında oturmuşlar idi. Bir karıncanın geldiğini gördü. Ağzında bir yeşil yaprak tutardı. Deniz kenârına ulaştı. Sudan bir kurbağa çıkdı. O yaprağı karıncadan alıp, denize döndü. Karınca geri döndü.

Karıncadan sordular ki,

- Bunun hikmeti nedir.

Karınca cevâb verdi ki,

-Bu deryânın ortasında, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bir taş halk etmişdir. O taşın içinde bir böcek halk etmişdir. Beni onun rızkına sebeb etmişdir. Ben her gün o nesneyi, ona yetecek kadar rızkı getiririm. Deniz kenârına ulaştırırım. Allahü teâlâ hazretlerinin, kurbağa sûretinde yaratdığı bir meleği o rızkı benden alır, o böceğe verir.
O böcek, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kudreti ile, fasîh dil ile söyler ki;
-Sübhânallah ki, beni halk etdi, deniz ortasında ve taş arasında bana mekân verdi. Benim rızkımı unutmadı.



Peygamber Efendimiz buyuruyor ki :


“Sizler Allah’a gereği gibi tevekkül etseydiniz (sabahleyin yuvasından) aç olarak gidip (akşamleyin) tok olarak dönen kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırırdı.” Tirmizî, Zühd, 33.


Kıssadan ve Hadisten de anlaşılıyor ki; insan, üzerine düşen görevi yerine getirdikten sonra hiç bir zaman rızk korkusu yaşamamalıdır. Vaktini boşa geçirerek harcamak ve bir yerde oturup da ”Nasıl olsa rızk bana kendi gelir” demek de çok yanlıştır. Kul, üzerine düşen görevi elinden geldiği gibi yerine getirmeli; bununla birlikte, hiç bir zaman rızk ve açlık korkusu yaşamamalı, karamsarlığa ve huzursuzluğa kapılmamalıdır.

“(Ey Muhammed) karar verip azmettiğin zaman Allah’a dayan. Muhakkak ki Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever.”
Al-i İmran, 159.
 

garp

Active member
.Ya Benide Götürürlerse




Adamın biri kaçarak nefes nefese bir eve sığındı. Korkudan benzi sararmıştı, tir tir titriyordu. Ev sahibi acıyarak sordu: " Be evladım, sana ne oldu. neden böyle korkudan titriyorsun?" dedi.

Adam korkudan titremeye devam ederek, " Zalim padişahı eğlendirmek için sokaklardaki bütün eşekleri topluyorlar" dedi. Ev sahibi bu işe şaştı: " Zavallı eşekleri topluyorlarsa toplasınlar sen eşek değilsin ya, bundan neden kaygılanıyorsun?" dedi. Adam korku dolu gözlerle cevap verdi:

" Bu işe öyle girişmişler, öyle kızışmışlarki beni bile eşek diye yakalarlarsa şaşmam, bir şeyi fark etmeyen cahil kişiler başımıza geçerlerse eşeğin sahibini eşek diye götürürler mi götürürler." dedi.



Mesnevi'den alıntı.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
NAS UYKUDADIR...Öldükleri vakit dirilirler...

Zamanın birinde iki kardeş varmış.

Büyük olanı koskocaman bir çiftliğin sahibi ve köyün ağsıymış.

O kadar zenginmiş ki zenginliği başka memleketlerde dahi dillerde dolaşırmış.
Kardeş ise abisinin çiftliğinde karın tokluğuna kar kış, sıcak soğuk demeden çalışırmış.

Ortalığın sıcaktan cayır cayır yandığı bir yaz günü küçük kardeş yorgunluktan bitap düşmüş ve bir ağacın gölgesinde uyuya kalmış.


Çok geçmemiş ki abisi kardeşini, ayağındaki koca ayakkabılarıyla sert biçimde dürterek “Kalk iş zamanı uyunur mu?

Çalışmayana bedava ekmek yok.” diyerek uyandırmış.


Kardeşi ise ne olduğunu anlamadan şaşkın gözlerle önünde duran abisinin o heybetli cüssesiyle karşılaşmış ve

“Abi neden uyandırdın beni? Çok güzel bir rüya görüyordum.

Rüyamda büyük bir çiftliğim, yüzlerce atlarım, sayısız hayvanlarım, ucu bucağı gözükmeyen tarlalarım, benim için çalışan yüzlerce işçim, aletlerim ve daha sayamayacağım bir sürü mala sahiptim.
O kadar güzel bir rüyaydı ki, keşke uyandırmasaydın da biraz daha tadını çıkartsaydım.” demiş.


Abisi ise alaylı bir ifade ile “Sen” demiş, “Bu saydıklarını ancak rüyanda görürsün.

Oysa bak ben bütün bu saydıklarına sahibim, bunların içinde yüzüyorum…” diye cevap vermiş.


Kardeşi ise bilgece bir ifade ile abisine bakmış ve söylediği sözlere pişman edercesine şu sözler dökülmüş kurumuş dudaklarından:

“Abi biliyor musun aslında ikimiz de rüya görüyoruz?
Tek fark, benim rüyam gözlerimi açınca bitiyor, senin rüyan ise gözlerini kapatınca bitecek…”
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
.Yaşı Küçük İşi Büyük Veli



Ebû Abdullah b. Cellâ (k.s) anlatır:

“Bir gün annem babama canının balık istediğini söyledi. Babam da balık satın almak için çarşıya gitti, ben de yanındaydım. Balık satın aldı. Durup onu taşıyacak birisine baktı. Tam karşısında ayakta bekleyen bir çocuk gördü. Çocuk babama,

“Amca, yükünü taşıyacak birisini mi arıyorsun?” diye sordu. Babam,

“Evet” dedi. Çocuk,

“Ben taşırım” diyerek balığı aldı, taşımaya başladı, birlikte yürüdük. O esnada ezan okundu. Çocuk,

“Müezzin ezan okuyor; benim temizlik yapmaya ve abdest almaya ihtiyacım var; eğer razı iseniz bekleyin, değilse balığınızı siz taşıyın!” dedi ve balığı bırakarak abdest almaya gitti. Babam,

“Biz balık için Allah’a güvenmeye daha layık kimseleriz” dedi ve mescide girip namaz kıldık. Çocuk da gelip namaz kıldı. Dışarı çıktığımızda, balık bıraktığımız yerde duruyordu. Çocuk balığı taşıdı ve bizimle birlikte eve kadar geldi. Babam çocuğun durumunu anneme anlattı. Annem,

“Ona söyle, yanımızda kalsın bizimle birlikte balık yesin” dedi. Biz de söyledik. Çocuk oruçlu olduğunu söyledi. Biz,

“Öyleyse git başka yük taşı, akşam bize gel, iftarını aç” dedik, çocuk,

“Ben günde bir defa yük taşıdım mı ikinci defa taşımam; fakat ben mescide gidip akşama kadar durayım, akşam olunca size gelirim” dedi ve gitti.

Akşam olunca çocuk eve geldi, beraberce yedik, içtik. Yemeği bitirince ona taharet ve abdest yerini gösterdik. Onun yalnızlığı tercih ettiğini gördük, kendisini bir odada bırakıp ayrıldık. Evimizin diğer odasında kötürüm bir kız vardı. Gecenin bir bölümü geçince, kız yürüyerek yanımıza geldi. Nasıl ayağa kalktığını sorduk, kız,

“Ya Rabbi, misafirimizin hürmetine bana afiyet ve sıhhat ver” dedim, ayağa kalktım!” dedi. Sonra çocuğu bakmaya gittik, bir de baktık ki kapılar olduğu gibi kilitli, çocuğu aradık bulamadık. Bunu gören babam,

“Bu çocuk Allah’ın veli kullarından birisidir; velilerin bazısı küçük, bazısı büyük yaşta olur!” dedi.

Ateşin Yakmadığı Âşık, 162-163, Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, s. 684.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
.Hasta Kalbin İlacı




Salih zatlardan biri bir topluluğun yanına uğradı. Baktı ki bir doktor, oradakilere bazı hastalıkları ve tedavi yollarını anlatıyor. Salih zat doktora sordu:

Bedenleri tedavi ediyorsun, peki ya hasta kalpleri de tedavi edebilir misin?

Doktor:

€” Evet! Ama bana kalbinin hastalığını söylemelisin, dedi. Salih zat şöyle dedi:

€” Günahlar kalbimi kararttı. Bu yüzden kalbim katılaştı. Bunun bir ilacı var mı?

Doktor şöyle dedi:

Böyle bir kalbin ilacı gece gündüz yüce Allah’a yalvarıp yakarmak, dua ve istiğfar etmek, hiç vakit kaybetmeden Azîz ve Gaffâr olan Allah’a itaat ve ibadet etmeye yönelmek, tevbe edip af dilemektir. İşte bunlar hasta kalplerin ilacıdır. Şifa, gaybı bilen Allah Tealâ’dandır.

Salih zat bu sözler üzerine şöyle dedi:

Sen ne iyi doktorsun! Kalbimin ilacını doğru tespit ettin, deyince doktor:

€” Doğrusu bu. Tevbe edenin, samimiyetle hatalarından dönenin ilacı ancak budur. Tevbeleri kabul eden Allah’a yönelmektir, dedi.

İmam Gazâlî, Mükâşefetü’l-Kulûb – (Abdullah Suad Demirtaş – Semerkand Dergisi, Şubat 2010.)
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
.
Kayıktaki Sarhoş Gençler


Velilerin büyüklerinden Maruf Kerhî k.s. bir gün bir toplulukla birlikte Dicle Nehri’nin yakınından geçiyordu. O esnada bir grup genç, kayık içinde içki içip eğleniyordu. Nehrin kenarına vardıklarında yanındaki kişiler Hazret’e dediler ki:

Ya Şeyh! Dua et de Hak Tealâ bunların hepsini suya batırsın. Böylece şu musibet ortadan kalksın.

Bu talep üzerine Maruf Kerhî k.s. “Haydi ellerinizi semaya kaldırın.. dedi ve kendisi de ellerini kaldırarak:

İlahî! Bu gençleri şu cihanda neşelendirip hoş bir hayat verdiğin gibi onlara ahirette de hoş bir hayat bahşet, onları neşelendir, diye dua etti.

Yanındakiler şeyhin bu duasına şaşırarak:

Ey Şeyh, biz bu duanın sırrını anlamadık, dediler. O da:

Sırrı ortaya çıkana kadar bekleyin, buyurdu.

O sırada gençler Hazreti görünce utanıp yaptıklarına pişmanlık duyarak sazlarını kırdılar, içkilerini döktüler. Ağlıyorlardı. Şeyh’in yanına gelip tevbe ettiler. Bunun üzerine Maruf Kerhî hazretleri yanındakilere şöyle dedi:

Gördünüz mü?.. Kimseyi batırmadan, kimsenin canını yakmadan dileğimiz nasıl gerçekleşti de gençler sarhoşluk belasından kurtuldular.

Feridüddîn Attar, Tezkiretü’l-Evliya (Abdullah Demirtaş – Semerkand Dergisi, Şubat 2011.)
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
ADALET



İstanbul'un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkumları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.

Durum Hazreti Fatih'e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih'e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:

- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz.

Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:

Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.

Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:

- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını müslümana vermiş.

Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.

Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:

Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek ister;

- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der.

Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:


- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar.

Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak verir.

Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:

- Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler. (1)


Kaynak:
1) Büyük Dini Hkayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
ADALET VE TEVAZU

Emevi halifelerinin büyüğü Ömer b. Abdülaziz Hazretleri, devlet başkanlığı sırasında kul hakkı ve sosyal adalet hususunda çok titiz davranırdı. Gece çalışmalarında ayrı işlere tahsis ettiği iki kandili vardı. Bunlardan birini kendi özel işleriyle ilgili notları yazarken kullanır, öbürünü ise devlet ve millet işleriyle ilgili yazışmalarda kullanırdı. Halife, birden fazla gömleği olmayan, varlıksız biriydi.

Yakınlarından birisi Ömer b. Abdülaziz'e bir elma hediye göndermişti. O da elmayı biraz kokladıktan sonra sahibine geri gönderdi. Elmayı geri götüren görevliye şöyle dedi:

- Ona de ki, elma yerini bulmuştur.

Fakat görevli itiraz edecek oldu:

- Ey müminlerin başkanı! Rasulullah Aleyhisselâm hediye kabul ederdi. Bu elmayı gönderen de senin yakınlarındandır.

Halife cevap verdi:

- Evet ama, Rasulullah s.a.v.'e verilen hediye idi. Bize gelince, bize verilen hediyeler rüşvet olur.

Valilerin maaşlarını çok bol verirdi. Sebebini şöyle açıklardı:

- Valiler para sıkıntısı çekmezler, bütün ihtiyaçları karşılanırsa, kendilerini halkın işlerine vakfederler.

Bir gece halifenin yanında bir misafiri vardı. Kandilin yakıtı tükenmişti. Misafir dedi ki:

- Hizmetçiyi uyandıralım da kandilin yağını koyuversin.

- Hayır, bırak onu uyusun. Ben ona iki ayrı işi yaptırmak istemem.

- Öyleyse ben kalkıp kandile yağ koyayım.

- Olmaz, misafire iş gördürmek yiğitlikten sayılmaz.

Kendisi kalktı, kandilin yağını koyup yerine döndü ve şöyle dedi:

- Ben kalkıp iş yaparken de Ömer'dim; gelip oturdum, yine aynı Ömer'im.

İki buçuk yıllık halifelik döneminde İslâm aleminde adaleti hakim kılmıştı. Büyük dedesi Hz. Ömer r.a. gibi adalet ve basiret sahibiydi. Henüz kırk yaşlarında iken onu çekemeyenler tarafından bin dinar altın para karşılığında hizmetçisi eliyle zehirlenmişti. Hizmetçisi suçunu itiraf ettiğinde, Ömer b. Abdülaziz, paraları adamdan alarak devlet hazinesine koymuş, kendisini serbest bırakmış, öldürülmekten kurtulması için de kaçmasını söylemişti.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Ağızdaki Taşın Hikmeti


Birgün hazret-i Ebû Bekr 'r.a.', hazret-i Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i mükerremin 's.a.v.' huzûr-ı şerîflerinde, se'âdetle otururlarken; Bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız sözler söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû Bekre edebsizlik etdikce; birşey söylemez, ba'zan da tebessüm eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip, birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se'âdetle ve devletle yerinden kalkıp, gitdi. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Sultân-ı Enbiyânın ardına düşüp, yetişdi ve dedi ki:

- Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip, gönül incitirken, susu, birşey söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir.

Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 's.a.v.' buyurdu ki:

- Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân, Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gadaba geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip, yerine iblîs geldi. İblîs-i la'înin olduğu yerde, ben durmam.

Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'r.a.' ondan sonra, vaktli vaktsiz söz söylememek için, mubârek ağzına bir taş koyar idi. Ne zemân söz söylemek lâzım gelse, evvelâ fikr ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü kendi kendine nice zemân düşünür, tefekkürden sonra, mubârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz söyliyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mubârek ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye, hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer kat'î lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi.

Kaynak:
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Ahde Vefa

Hz.Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girerler, derlerki
-Ey halife bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin.
Bu söz üzerine Hz.Ömer suçlanan gence dönerek:
-Söyledikleri doğrumu diye sorar.
Suçlanan genç derki evet doğru bu söz üzerine Hz Ömer:
-Anlat bakalım nasıl oldu diye sorar.
Bunun üzerine genç anlatmaya başlar,derki :
-Ben bulunduğum kasaba hali vakti yerinde olan bir insanım ailemle beraber gezmeye çıktık kader bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Hayvanlarımın arasında bir güzel atım varki dönen bir defa daha bakıyor hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesinden meyva koparmasına engel olamadım, arkadaşların babası içerden hışımla çıktı atıma bir taş attı atım oracıkta öldü, nefsime bu durum ağır geldi, ben de bir taş attım babası öldü, kaçmak istedim, fakat arkadşlar beni yakaladı,durum bundan ibaret,dedi.
Bu söz üzerine Hz Ömer söyleyecek bir şey yok bu suçun cezası idam, madem suçunu da kabul ettin...
Bu sözden sonra delikanlı söz alarak:
-Efendim bir özrüm var, ben memleketinde zengin bir insanım babam rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı, gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım şimdi siz bu cezayı ifnaz ederseniz yetimin hakkını zayi ettğiniz için Allah indin'de sorumlu olursunuz, bana üç gün izin veriseniz ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim, bu üç gün için de yerime birini bulurum der.
Hz Ömer dayanamaz derki:
-Bu topluluğa yabancı birisin, senin yerine kim kalırki? der,
Sözün burasında genç adam ortama bir göz atar derki,
-Bu zat benim yerime kalır, o zat Hz peygamber (s.a.v) efendimizin en iyi arkadaşlarından, daha yaşarken cennetle müjdelen Amr ibni Asr' dan başkası değildir. Hz Ömer Amr 'a dönerek
-Ey amr delikanlıyı duydun, der.
O yüce sahabi:
-Evet, ben kefili, der ve genç adam serbest bırakılır.

Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir haber yoktur, Medinenin ileri gelenleri Hz Ömere çıkarak gencin gelmeyeceğini, dolayısıyla Amr ibni Asr'a verilecek idamın yerine, maktülün diyetinin verilmesini teklif ederler, fakat gençler razı olmaz ve babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz, derler.
Hz Ömer kendinden beklenen cevabı verir, derki,
-Bu kefil babam olsa farketmez, cezayı infaz ederim.
Hz Amr ibni Asr ise tam bir teslimiyet içerisinde derki,
-Biz de sözümüzün arkasındayız.
Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından genç görünür.
Hz Ömer gence dönerek derki,
-Evladım gelmeme gibi önemli bir fırsatın vardı neden geldin.
Genç vakurla başını kaldırır ve:
-Ahde vefasızlık etti demeyesiniz diye geldim, der.
Hz Ömer başını bu defa çevirir ve Amr ibni Asr'a derki,
-Ey amr sen bu delikanlıyı tanımıyorsun nasıl oldu da onun yerine kefil oldun?
Amr ibni Asr :
-Bu kadar insanın içerisinden beni seçti, insanlık öldü dedirtmemek için kabul ettim der.
Sıra gençlere gelir derlerki,
-Biz bu davadan vazgeçiyoruz, bu sözün üzerine Hz Ömer :
-Ne oldu biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz ne oldu da vazgeçiyorsunuz?
Gençlerin cevabı dehşetlidir :
- Merhametsiz insan kalmadı deneyesiniz diye.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Ahsen-ül Kasas

Başlıkta okuduğumuz terkip, 'Kıssaların en güzeli' demektir. Bu tâbir, Kur'ân-ı Kerim'de, Hz. Yûsuf aleyhisselâmın kıssası için kullanılmıştır. Bu kıssayı, ya bir tefsirden, veya onunla alâkalı bir kitaptan okumanızı tavsiye ederiz.

Bildiğimiz sebeplerle Kenan diyarından Mısır'a getirilen Hz. Yûsuf, Yâkup aleyhisselâmın oğludur. Dedesi Hz. İshak, büyük dedesi de Hz. İbrâhim'dir. Hepsi de şirke karşı tevhîdi, küfre karşı îmânı tebliğ etmiş, Allâh'ın nûrunu kalplere nakşetmek için mücâdele etmişlerdir.

Böylesine muazzez, mukaddes ve müberrâ bir nesilden gelen Hz. Yûsuf, aristokrat bir hayat içinde yüzen Mısır saraylarında; hayâ, edep ve terbiye âbidesi olarak insanlara örnek olmuş, aslâ gayr-i meşrû tekliflere iltifat etmemişti. Hatta ahlâksızca yapılan îmâ ve baskılara karşı Cenâb-ı Hakka, bunlardan kurtarması için yalvarıp, 'Zindan, bunların beni dâvet ettiği şeyden iyidir Rabbim, dedi.' (S. Yûsuf, 33)

Sonra, Aziz ve arkadaşları, Hz. Yûsuf (a.s.)'un mâsûmiyetini isbat eden bütün o kat'î delilleri görmelerine rağmen, halkın dedi-kodusunu kesmek için onu zindana attılar. Hatta onunla beraber, biri hükümdârın sâkîsi, diğeri de ekmekçisi olmak üzere iki delikanlı daha hapse atıldı. Onlar, hükümdarı zehirlemeye teşebbüs etmek suçuyla itham olunuyorlardı.

Bunlardan biri,

- Ben rüyamda kendimi şarap için üzüm sıkıyor gördüm, dedi.

Öbürü ise;

- Ben de rüyamda kendimi başımda ekmek götürüyor, kuşlar da gagalayıp yiyor gördüm, dedi. Bize bunların tâbirini haber ver; çünkü biz seni, iyilik edenlerden görüyoruz, dediler.

Dahhak rahımehullah hazretlerine;

- Yûsuf aleyhisselâmın iyiliği ne idi? diye sorulduğunda, şöyle cevap verdi:

- O, dâima iyiliği tercih eder, bütün hâl ve hareketlerinde güzel ahlâkını gösterirdi: Zindandaki hastaları ziyaret eder, mahzunlara dost ve arkadaş olup onları tesellî eder, yeri dar olanlara genişlik sağlar, muhtaç olanlara yardım toplayıp verirdi.


Yûsuf aleyhisselâm delikanlılara dedi ki:

- Size rüyanızda rızık olarak yiyecek bir şey gelecek oldu mu, ben muhakkak onun ne olduğunu, daha size gelmezden evvel rüyanızı tâbir eder, haber veririm.

Dikkat edilirse, Yûsuf aleyhisselâm onları, kendisine sorulanlara cevap vermezden evvel, tevhîde dâvet ve doğru yola irşad etmek istiyor. Bu dâvet ve tâbirinde doğruluğuna delâlet etmek üzere de, gaybden haber verme mûcizesini anlatıyor. Zira bütün peygamberlerin, peygamber olduklarını isbat için mûcize göstermeleri gerekir.

Yûsuf aleyhisselâm konuşmasına devam ederek şöyle diyor:

- Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben, Allâh'a inanmayan, âhireti de inkâr eden bir kavmin dînini terk ettim. Atalarım İbrâhim, İshak ve Yâkub'un dînine uydum. Allâh'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bizim için doğru olmaz. Bu tevhid, bize ve bütün insanlara Allâh'ın bir lûtfudur; fakat, insanların çoğu buna mukabil şükretmezler.

Ey Benim zindan arkadaşlarım, düşünün bir kere; darma dağınık birçok rabler mi iyi, yoksa her şeyi hükmü altında tutan ve kahredici olan bir tek Allah mı?

Sizin onu bırakıp taptıklarınız, kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları kuru, mânâsız ve boş isimlerden başkası değildir. Allah, onların gerçekliği hakkında hiçbir delil indirmemiş, onlara hiçbir güç vermemiştir. Hüküm, yalnız Allâh'ındır. O, yalnız kendisine ibâdet etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.

Ey zindan arkadaşlarım, rüyalarınıza gelince; biriniz efendisine şarap içirecek, diğeri ise asılıp tepesinden kuşlar yiyecektir. İşte hakkında fetvâ istemekte olduğunuz mes'ele, böylece olup bitmiştir.

Bundan sonra Yûsuf aleyhisselâm, bu iki delikanlıdan, kurtulacağını bildiği kimseye yani sâkîye dedi ki:

-' Beni efendinin yanında an, benden bahset.

Fakat şeytan, efendisine onu anlatmayı unutturdu. Bu yüzden Yûsuf aleyhisselâm, daha nice yıllar zindanda kaldı. (S. Yûsuf, 35-42)

Yani Hz. Yûsuf, Allah'tan başkasından yardım istediği için, beş yıllık mahpusluktan sonra, yedi yıl daha hapiste kaldı. Zira böyle bir istek ümmetten herhangi bir fert için gayet normal olmakla birlikte, bir peygamber için münasip değildi.

Onun zindanda kaldığı 12 sene âyet-i kerimedeki 'üzkürnî ınde rabbik' kavl-i keriminin harflerinin miktarına müsâvidir. Bu 12 adedinde daha başka acâib sırlar da vardır:

Burçlar, aylar on ikidir. 'Lâ ilâhe illallah' ve 'Muhammedün Resûlüllah'ın asılları da on ikişer harftir.

Kezâ Yâkup aleyhisselâmın oğulları da 12 idi. (Rûhu'l-Beyan)

Yûsuf aleyhisselâm, Mısır'ın iktisadî bakımdan en kritik bir devresinde yani yedi sene süren kıtlık yıllarında hazînenin başına geçmiş ve önceden aldığı tedbirlerle ülkeyi bir bâdireden kurtarmıştır.

Hz. Yûsuf, bu güzel hizmeti yapmayı, bizzat kendisi tercih etmiştir. İlk bakışta, peygamberlik makamında bulunan bir zâtın Mısır Hükümdârı'nın emrinde (bugünkü tâbirle) Mâliye Bakanlığı yapması garip karşılanabilir; fakat, insanlığa iktisadî yönden bir hizmet verirken, kazandığı sevgi-saygı ve hüsn-i zanla en müessir bir şekilde İslâm'ı tebliğ, telkin ve tâlim etmesi, kısacası o milleti maddî-mânevî tehlikelerden beraberce kurtarması, ibret ve ders alınacak bir husustur.

Onun içindir ki, Kur'ân-ı Hakîm'de Yûsuf aleyhisselâmın kıssasına, kıssaların en güzeli mânâsında, 'Ahsenü'l-Kasas' tâbir edilmiştir.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
UYAN ÇAVUŞ TİZ UYAN


Birinci Cihan Harbinde Jandarma çavuşluğu yapmış Mürteza Baba İstanbul'un işgal hangâmesinde sallandığı yıllarda Rumlar Batı Anadolu köylerinde muzırlık yapmaya başlayınca, oralara sevk edilen kuvvetlerin içinde Mürtaza Çavuş'da vamış.

RumIarı geri püskürte püskürte Daya Kadın diye bir yere varmışlar. Hem epey yoruldukları için, hem de gece bastırdığı için, orada, Balkan Harbinden kalma tabyalarda geceleme durumu hasıl olmuş. Bir nöbetçi dikmişler, diğerleri yatmış.


Mürtaza Çavuş da yatmış tabii, derken, bir müddet sonra nöbetçi de uyuklayınca Mürtaza Çavuş'a görünmeyen biri:

Uyan Çavuş tiz uyan!
Atik ol kurnaz davran!
Hemen kaldır eratı,
Aha geliyor düşman!


der gibi tekmelemeye başlıyor! Hemen uyanıyr' tabii, asker tetikte uyur. Sonra dikkatlice etraflarına şöyle bir bakıyor ki, Rumlar sürüne sürüne kendilerine doğru gelyor! Ayın ondördüymüş o gün, ay ışığında görüyor bunu. Ondan sonra, askerleri uyandırarak bir cayırtı koparıyorlar! RumIarın bir kısmı ölü, bir kıs mı yaralı def olup gidiyorlar ..


Sabah olunca, gece kendisine görünmeyen bir kimse tarafından tekme atılan yeri kazdırınca bir Türk şehidi çıkıyor. Evet! O şehid uyandırmış Mürtaza Çavuşu!

Sübhanallah, Sübhanallah!
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Bayramlık Urba mı Müslümanlık?

Kastamonu Nasrullah Efendi Camiinin İmamı Osman Efendi merhumun bundan altmış sene önceki -1950'lerde yaptığı- bir bayram konuşması...
Saçı sakalı ağarmış, kırmızı yüzlü, babacan tonton bir insan olan Osman Efendi, çok yaşlı ve bacaklarından da rahatsız olduğu için ağır ve minik adımlarla bir kaç saatte gelip gidebilirmiş evinden camiye, camiden evine. Bir bayram günü minbere çıktığı zaman, bakın neler söylemiş Osman Hoca:
Memnunuuuun! Memnunuuun!. Memnuuun!.. Neye memnunsun Hoca?
Neye memnun olacan, cömaata memnunum! Cömaatın çokluğuna memnunum! Başka zamanlarda, şu direğin dibinde Amed Ağa, bu direğin dibinde Memed Ağa, o direğin dibinde Hasan Ağa, gıvrılır oturur, üç beş gişiyi geçmez cömaat. Emme Bayram oldu mu, hepiniz dolarsınız garii Camiye a?
Hoş geldiniz! Hoş geldiniz! Hoş
geldiniz! Her zaman buyurun, her zaman bekleriz! Gayrı vakıt ne yaparsınız leen? Bayramlık urba mı Müslümanlık? Neye her zaman gelmezsiniz?
Gayrı vakıt ne yapan? Etlekmeği yin, üstüne gayfeyi içen, ondan sonra öyken gabarı, Gayaltına giden, tak tak tak gapıyı vurun:
Kimoooo?
Herifin!
Ben de herifin!
Trank trank dabancala atılır, zabahlara gadar yatılır, sabah olunca doooğru mahkemeye!
Neye?
Vukuuat vaa!
Keranada kerlik ettin değil mi, elbet giden goca gafalııııı!
Her türlü naneyi yin içen, kendinden geçen, ondan sonra da bayram gelince, hayıdı yırtık deve gi bi gopuduk gopuduk camiye gelin günaf dökmeye a?
Ondan sonra da, camiden çıkarken, yanfiri yanfıri Hocaefendi'ye yanaşın, ellerini oğuşturun durun gaari: Hocaefendi ... !
Sööle baalım ne vaaa?
Günehirniz çok emme, Cenaballah bizi cennetine go mı ki?
Gak oradan gara donuz, cennette ne işin vaa senin leeen?
Gayrı vakıtta zabahınan gakan, Madamayı goluna dakan giden.
Nereye gidiyooon?
Agubağaya gidiyon!
Goslak goslak Agubağaya giden: Agubaaaa!
Buyur beyim, ne iççen?
Bire!
- Bire ne ki? Kekremsu bişuy! Haşa huzurdan eşek sidüğü gibu bişuy!...
Bireler içulur.
Ondan sonra: Agubaaa! Ne vereez?
Beş mecidiye beyim!
Düğümlü keseyi açan, beş mecidiyeyi şrank şrank sayan, sonra da gapıda bi fakıra raslayınca, ona:Ih!.. Cıncıh yoh!..
Hadi ordan gidi poh!
Nah giren cennete sen! Cennette işin ne senin leeen!
Emme, yoooooo Hoca, öyle dime gine de sen! Geldiler ya işte gine de, geldiler.
Kime geldiler?

Rablanna geldiler, Rablanna! Govma gaari onları sen! La tagnetü min rahmetiIlaaah!..Allah'ın rahmetinden umut kesilmeeez! Elâ ine ahsenel kelam


Kaynak: Güzel İnsanlar, Mustafa Özdamar
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
ALABİLİRSEN AL


Hacı Bayram-ı Velî'nin doğduğu Zülfadl (Sol-Fasol) köyünden bir genç askere çağrılmıştı. Yetim olan bu temiz genç, babasından kalma birkaç altınını, annesinden kalan hâtıra bilezik ve küpleri emânet edecek bir kimse bulamadı. Hepsini küçük bir çekmeceye koyup, Hacı Bayram-ı Velî'nin türbesine getirdi. Türbeyi ziyâret edip;
"Yâ hazret-i Hacı Bayram-ı Velî! Beni vatanî vazifemi yapmak için çağırdılar. Annemden ve babamdan kalma şu hâtıraları emânet edecek bir kimse bulamadım. Bu küçük çekmeceyi zâtı âlinize emânet bırakıyorum. Eğer askerden dönersem, gelir alırım. Şâyet dönemezsem, istediğiniz bir kimseye verebilirsiniz!" diye münâcaat etti.
Sonra çekmeceyi sandukanın kenarına koyarak ayrıldı.
Aradan yıllar geçti. Gencin askerliği bitti ve emânetini almak üzere Hacı Bayram-ı Velî'ye geldi. Ziyâretini yapıktan sonra, çekmeceyi koyduğu yerde buldu. Hiç dokunulmamıştı.
Orada türbeyi bekleyen türbedâra;
"Bu çekmece benimdir. Askere gitmeden önce emânet bırakmıştım. Şimdi alıyorum." dedi.
Türbedâr;
"Tabi, alabilirsen al. Çünkü ben, bir defâsında bu çekmecenin yerini değiştirmek istedim. Fakat bütün uğraşmalarıma rağmen yerinden bile oynatamadım. Bunda bir hikmet olduğunu düşünerek, bir daha elimi bile sürmedim."

Genç, çekmecenin yanına gelip, Hacı Bayram-ı Velî'ye teşekkür etti ve emânetini alarak köyüne döndü.

ALAY ETMENİN CEZÂSI

Gavs-ül-Memdûh hazretleri, bir gün dergâhın önünde otururken Abdürrahîm Efendiyi huzûr-ı şerîflerine çağırdı. Şam'a gidip gitmediğini sordu. O da;
"Gitmedim efendim" deyince;
"Şu tarafa bak bakalım ne göreceksin?" buyurdu.
İşâret ettiği yöne baktığında, yemyeşil bahçeleriyle, Şam'ın karşısında durduğunu hayretle gördü. Şam'ı merakla seyrettiğini gören Gavs-ül-Memdûh;
"Abdürrahîm! Boşi köyü buradan uzakta mıdır görülebilir mi?" buyurunca, rüyâdan uyanır gibi Şam gözlerinden silindi ve hocasına;
"O köy buraya uzaktır, görünmez efendim." diye cevap verdi.
Bunun üzerine;
"Doğu tarafına bak!" buyurdu.
O anda küçük bir tepenin yamacında kurulmuş olan Boşi köyü gözünün önüne geldi. O anda köyün bir kenarında, Gavs-ül-Memdûh'un talebelerinden birkaç tânesi oturmuş sohbet ediyorlardı. Köy bekçisi de yanlarında sırt üstü uzanmış yatıyor, talebelerle alay ediyordu.
Gavs-ül-Memdûh;
"Abdürrahîm! Bekçinin arkadaşlarınla alay ettiğini görüyor musun?" diye sordu.
O da;
"Görüyorum efendim. Eğer müsâade buyurursanız hemen hakkından geleyim." diye sordu.
Hocasının hiç cevap vermemesinden cesâretlenerek ayağını hızla bekçiye doğru salladı. Allahü teâlânın izniyle, ayağı bekçinin tam karnına isâbet etmiş ki, birden karnını tutmaya ve feryâd etmeye başladı. Bir daha vuracaktı, fakat Gavs-ül-Memdûh;
"Yeter yâ Abdürrahîm!" buyurunca, durdu.
Boşi köyü de gözünden kayboldu. Hocasının bu kerâmetlerine hayran kalmıştı.

Aradan on gün geçmişti. Boşi köyünün bekçisi, yüzü sarılı bir hâlde Gavs-ül-Memdûh'un huzûruna çıkarıldı. Ağzı sol kulağına kadar eğilmişti. Eğilen taraf kırış kırış olmuş, diğer tarafı da davul zarı kadar gerginleşmişti. Bu sebeple ne ağladığı ne güldüğü, ne de konuştuğu anlaşılıyordu. Zor konuşabilen bekçi;
"Aman yâ Hocam! Allahü teâlâyı zikreden talebelerinle alay ederken, birisi şiddetle karnıma vurdu. O anda bütün vücûdum hareketsiz kaldı. Ağzım da bu hâle geldi. Bundan böyle hatâmı anladım ve tövbe ettim. Ne olur beni affediniz ve ağzımın eski hâle gelmesi için duâ ediniz." diyerek ağladı.
Gavs-ül-Memdûh onun bu durumuna çok üzüldü. Merhamet edip ellerini kaldırarak duâ etmeye başladı. Sonra mübârek elini bekçinin yüzüne sürdü. O anda bekçinin ağzı, Allahü teâlânın izniyle eski hâline geldi.

Kaynak: Evliyalar Ansiklopedisi, İhlas Yayınları
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Allah Mazlumları Zorbalardan Korur




İbrahim Aleyhisselam'ın bir kıssası vardı. Bir zaman İbrahim Aleyhisselam, eşi Sare validemizle birlikte Mısır'a gider. O devirde Mısır'da Firavunlar hüküm sürmektedir. Firavun zulümde en zirveye çıkmıştır. Şehrin giriş ve çıkışları kontrol altındadır. Gelen gidenlerin haberleri anında Firavuna bildirilmektedir. Özellikle kadınlara karşı zaafı olan Firavun, gözüne kestirdiği kadını yanında alıkoyuyordu.

Görevliler Sare validemizi alıp, Firavun'a götürmek isterler. İbrahim Aleyhisselam'a sorarlar:

- Bu kadın senin neyindir?

İbrahim Aleyhisselam:

-Benim kardeşimdir, der.

Sonra da Sare validemizin yanına gidince ona bir açıklama getirir:

-Bugün bana senden sordular, ben de seni kardeşim olarak tanıttım. Sana da sorarlarsa beni yalancı çıkartma. Bu memlekette Allah'a inanan ikimizden başka kimse yok. Seninle eş olmanın yanında aynı zamanda iki din kardeşiyiz. Benim onlara kardeşimdir demem, din kardeşliği açısındadır.

Bekledikleri an geldi, Firavun Sare validemizi istedi. Görevli adamların eşliğinde Sare validemiz zorla Firavunun huzuruna çıkarıldı.

Anlama ve idrak kapasitesi zayıf ya da fitne çıkarmaya niyetli bir takım insanlar bu hadiseyi değişik yerlere çekmektedirler. Bir peygamber hanımını yabancı bir insana nasıl gönderirmiş? Hadiseyi baştan sonra akıl gözü ile takip edenler, bu olayda en küçük bir olumsuzluğun olmadığını görecekler. Hatta günümüze birçok dersler de çıkarmak mümkündür. Bu olay hadisi şeriflerde şöyle haber verilmektedir. Sare, Firavunun karşısına çıkar.

Hadisi Şerifte Firavun zorba olarak anlatılmaktadır. Zorba Sare'ye yaklaşmak için oturduğu yerden ayağa kalktı. Sare o sırada zorbadan izin istedi, abdest alıp iki rekât namaz kıldı ve şu niyazda bulundu:

"Ya Rabbim!
Sana ve gönderdiklerine iman etmişim.
Bu ana kadar kocamdan başkasına karşı ırzımı, namusumu korumuş isem, şu kâfiri üzerime saldırtma, beni ondan koru!"

Firavun da Sare'yı bekliyordu. Namazını kılıp duasını eden Sare validemiz, Firavunun yanına döndü. Firavun kaldığı yerden tekrar yaklaşmaya başladı. Tam o esnada Firavunun ayakları kendini tutmaz oldu, olduğu yere yıkılıp kaldı. Aciz duruma düşen kuş gibi çırpınmaya başladı. Bu durumu gören Sare validemiz endişeye kapıldı, Firavun bu halde ölecek olsa, sorumlu onu tutacaklardı. Sare validemiz yine Rabbine yöneldi:

"Ya Rabbim!
Bu ölürse, benim üzerime atarlar, onu eski haline getir."

Zorba eski durumuna geldi. Ancak Sare'den de vazgeçmemişti. Tekrar Sare validemizin üzerine yürüdü. Sare validemiz bu sefer de izin istedi. Namazını kıldı, duasını yaptı ve aynı hadise cereyan etti. Bu olay üç defa tekrarlandı.

Firavun yaşadıkları karşısında dehşete düştü. Adamlarına emirler verdi:

-Bu kadını aldığınız yere götürün. Bana kadın diye getirdiğiniz şeytanın ta kendisidir. Benden uzak olsun, yanına cariyelerimden birini de verin.

Böylece Sare validemiz, Firavunun zulmünden, tecavüzünden korundu. Bir de yardıma mahzar oldu. Sare eşinin yanına gelince:

-Ey İbrahim! Rabbim beni zorbanın şerrinden korudu, bir de şu cariyeyi bize ihsan eyledi, dedi.

Bunlar Mevla'mızın ayetlerindendir, her bir ayette insana bir mesaj vardır.
Kaynak: Beyan Dergisi, 89.Sayı, Ocak -2007
 
Üst