Yaratılanı Sevelim, Yaratandan Ötürü

uður1

Well-known member
Abdulbaki Kömür - Kalbimin Çocuk Yanı 2011 İNDİR

Hotfile.com: One click file hosting: Abdulbaki Komur - Kalbimin Cocuk Yani 2011 tanitim.rar

Hotfile.com: One click file hosting: Abdulbaki Komur - Kalbimin Cocuk Yani 2011 tanitim.rar


[h=2]Abdulbaki Kömür - Kalbimin Çocuk Yanı 2011[/h]
sevgili kardeşlerim,kendi adıma kabul ediyorum ki islami alanda müziğin piri, sanatçıları sanatçı yapan vs... Abdülbaki Kömür abimiz 13 yıl sonrasında şükürler olsun ki albümünü çıkarmıştır.fazla söze ne hacet... albümün kesinlikle satılması gerektiğine inandığım için ayrıca bu dehanın bir daha bizlere küsüp bu piyasadan ebediyyen gitmemesi adına her bir eserin 1 dakikasını uploadlayıp tanıtım amaçlı konu olarak açmış bulunmaktayım. diğer tüm yöneticilik yaptığımız veya paylaşım yaptığımız sitelerde bu albümü kesinlikle full olarak paylaşmayacağız,paylaşanların konularını sileceğiz.bu site admininin veya bölüm yöneticilerinin de bu meseleye hassasiyetle yaklaşacağını umuyoruz.LÜTFEN BU ALBÜMÜ SATIN ALINIZ. 2000-3000 albüm indirip bir albüm bile almamış olanlara özellikle istirham ediyorum. eğer paylaşımlarımızın devam etmesini istiyorsanız, bizleri biraz da seviyorsanız bu albümü satın alınız.

01 GÖZLERİM KANAR
02 GÜL KURUSU
03 NEDEN OLMASIN
04 MAVİ MARMARA
05 ANLA YÜREĞİM SENİNLE
06 BİR YERDE İNSANLAR ÖLÜR
07 KARDEŞİZ BİZ
08 BİZ NE ZAMAN BÜYÜDÜK
09 KÜÇÜK ÇOCUKLAR
10 HANİ DOSTUM
11 YETİM
12 BABA
13 HANİ DÜNYA KOCAMANDI
14 İKİNCİ CEMRE


ALBÜMÜ SATIN ALIN, SATIN ALDIRIN, REKLAM EDİN, REKLAM ETTİRİN, DİNLEYİN, DİNLETTİRİN; HATTA KUDRETİNİZ VARSA BİRKAÇ TANE ALIP HEDİYE EDİN/HEDİYE ETTİRİN!

ABDÜLBAKİ KÖMÜR - KALBİMİN ÇOCUK YANI hasbihal_men.rar - 4shared.com - çevrimiçi dosya paylaşımı ve depolama - indir


 

uður1

Well-known member
Üstad: İmanın temellerini sağlam inşa etmeli

Üstad: İmanın temellerini sağlam inşa etmeli
06 Ekim 2011 / 08:03
Cuma günleri Nurşin Camiinde vaazlar verirdi

Risale Haber-Haber Merkezi
Son Şahitlerden Molla Hamit Ekinci anlatıyor:
"Üstad, Cuma günleri Nurşin Camiinde vaazlar verirdi. Vaazların konusu haşir, âhiret ve vahdaniyet üzerindeydi. Molla Resûl yine bu vaazlar sırasında bir gün Üstad'a dedi ki:
"Seyda vaazlarınızdan biz bile anlamıyoruz. Başkaları nasıl anlasın?' Üstad:
"Evet, vaazlarım anlaşılmıyor. Benim gayem imanın temellerini sağlam inşa etmektir. Temel sağlam olursa, zelzelelerle yıkılmaz. Biriniz yanıma oturunuz, mevzu derinleşince bana hatırlatınız' diye buyurmuştu.
(Son Şahitler)
 

uður1

Well-known member
Mahkûmlar en çok dini içerikli kitapları istiyor

Mahkûmlar en çok dini içerikli kitapları istiyor
06 Ekim 2011 / 08:39
Hapishanelerde yatan binlerce mahkum, Kader Mahkûmları Derneği'ne her gün 200 mektup gönderiyor.

Şule Dağlı'nın haberi
Hapishanelerde yatan binlerce mahkum, Kader Mahkûmları Derneği'ne her gün 200 mektup gönderiyor. Mektuplarında cezaevlerinde yaşadıkları sorunları ve ailevi problemlerini dile getiren mahkûmlar, dernek yöneticilerinden kendilerine kitap göndermelerini istiyor. İstenen kitaplar arasında ilk sıralarda Kur'an-ı Kerim ve ilmihal geliyor.
Mahkûmlara maddi manevi yardımda bulunmak amacıyla kurulan 'Kader Mahkûmları Derneği', her ay bini aşkın kitap ve giyecek yardımını hapishanelere gönderiyor. Günde 200'ün üzerinde mahkûmdan mektup aldıklarını belirten Kader Mahkûmları Derneği Başkanı Necdet Yüksel, "Mahkûmlar gönderdikleri mektuplarda bizden onlara kitap ulaştırmamızı istiyor. İsteklerinde ilk sıralarda Kur'an-ı Kerim, ilmihal ve dini kitaplar geliyor. Bizler de hazırladığımız kolilere bunlardan mutlaka koyuyoruz." diye konuştu.
Gelişen teknolojinin ürünü bilgisayar, internet ve cep telefonu kullanımının artması ile birlikte mektuplaşma kültürü bitme noktasına geldi. Günümüzde mektuplaşma kültürünün düzenli bir şekilde devam ettiği tek yer cezaevleri. 2005 yılından beri mahkûm ve mahkûm yakınlarına yardım yapan Kader Mahkûmları Derneği'ne gelen her 3 mektuptan ikisinde yetkililerden dini içerikli kitap isteniyor. Tokat T Tipi Kapalı Cezaevi'nden N.T., mektubunda şöyle diyor: "Sayın başkanım manevi durumum çok zayıf olduğundan çok mağdurum. Sizlerden Kur'an-ı Kerim, namaz hocası kitabı ve dini bilgiler kitabı istiyorum. Yardımlarınızdan dolayı Allah sizden razı olsun." Dernek, cezaevlerindeki kütüphanelerle ilgili Adalet Bakanlığı ile görüşmeler yapıyor. Cezaevi kütüphanelerindeki 3 bin eski kitap alınıp yerine 5 bin yeni kitap konulması planlanıyor.
Suç işleyip cezaevlerine girilmesinin en önemli sebebinin manevi eksiklik olduğunu vurgulayan Dernek Başkanı Yüksel, "Cezaevinde Kur'an okumasını bilmeyen kişilere elif-ba kitapları göndererek öğrenmelerini sağladık. Daha sonra bu kişiler Kur'an'ı hatmettiler. İmamla giden geri dönmez ama jandarmayla giden geri döner. Bu kişileri topluma kazandırmak hepimizin görevidir, her cezaevinde her gün hizmet veren bir din görevlisi mahkûmlar için zorunlu bir ihtiyaçtır." şeklinde konuştu.
Zaman
 

uður1

Well-known member
Şefkat kapanı

Şefkat kapanı
05 Ekim 2011 Çarşamba 07:17
Sadece başını döndürüp;
“Oğlum! Hasanım! Az kurba” demişti.
Öldürmek için sıkılan bir kurşuna karşı sadece şefkat dolu bir haykırıştı.
“Oğlum, Hasanım!” diyerekten…
Ancak bir ana şefkati, böylesine volkan gibi patlayan bir kine karşı durabilir.
O cehennemi ateşi söndürebilirdi.
Hasan ağlıyordu.
Hasan başını duvarlara vuruyordu.
“Ben nasıl bunu yaptım” diye.
“Öz anneme nasıl elimi kaldırdım; kırılası hangi parmağımla tetiğe bastım.”
Param parça olan koluna, oluk gibi akan kanına hatta ölüm tehlikesine bile aldırmadan, başını döndürür döndürmez yüzündeki bütün acı ve öfke nasıl da şefkat deryasına dönüvermişti.
Kundakta iken bıraktığı oğlunu nasıl ilk bakışta tanımış, gözlerinde kolunun acısından değil de öksüz yavrusunu görünce hasret, pişmanlık ve şefkat gözyaşları akıtmış:
“Az kurba” demişti...
Hasan düşünce kıskacındaydı:
“Ben nasıl dolduruşa gelirim, kim beni kandırdı?”
“Annen gelmiş” demişlerdi.
“Kocası ölmüş, o da babasının evine gelmiş. O ki seni kundakta bırakıp kocaya gitmiş baban öldü diye. Şimdi hangi yüzle memlekete” geliyor demişlerdi.
Hasan annesiz büyümenin acısı ve hırsıyla tüfeğini kaptığı gibi sokakların arasına hışımla dalmış.
“Şu giden annendir” diye işaret ettikleri kadına kaşla göz arasında sırtına nişan alıp, adeta kalbini parçalamak istercesine tetiğe basmıştı.
Allah’tan annesi tam o anda yön değiştirmişti de kurşun sol koluna isabet etmişti.
İşte ne olduysa o an olmuştu.
Annesiz büyürken katılaşan kalbi temmuz sıcağında güneş karşısında eriyen buzlar gibi, gerçek bir annenin şefkat dolu bir bakışı ve hasretle yoğrulan tek bir sözü karşısında nasılda erimişti.
“Az kurba” sözü can evinden vurmuştu.
O an robotlaşmıştı, elindeki silahla kendisini çeken meçhul bir kuvvete doğru meçhul duygularla yüzleşmişti.
Ya bazılarının dediği gibi zorla kopartmışlarsa?
İstemese dahi bir kadının gücü neydi ki?
Hele genç bir kadının söz hakkı var mıydı ki?
Peki, bu anne acaba bir saniye bile oğlunu unutmuş muydu?
Oğlu diye kaç tane taşı kucaklamış, onunla konuşmuştu acaba?
Yoksa 20 yıl önce kaybettiği ve bir daha görmediği oğlunu nasıl tanıyacaktı ki?
Hasan düşünüyordu...
“Şefkat mi büyüktü, aşk mı büyüktü; yoksa kin mi büyüktü?
Ferhat aşkı için dağları delerken, mecnun çöllere düşer.
Hasan kini için öz annesini öldürmek için tetiğe basar.
Anne şefkati ise hiç bir şeyi dinlemez.
Bir ceylan, yavrusu için aslana saldırır.
Bir tavuk civcivleri için kendisini ite yem yapar.
Hasan’ın annesi ise kurşun yarasını değil; ölümü bile şefkatle karşılar.
Çünkü bir kurşunu sıkan ikinci kurşunu da sıkar.
Ama o başını döndürmüş:
“Hasan’ım!.. Az kurban sen misin?” demiş, hasretle oğluna bakmıştı...
Evet, hangisi büyüktü:
Kin mi?.. Şefkat mi?.. Aşk mı?..
Hasan’ın kini şefkat karşısında yok olmuştu.
Annesini bağrına basmış “az kurba” sözünü kendisine şiar edinmişti...
Ve o gün bu gün nerde bir anne görürse yumruğunu sıkar, dişlerini gıcırdatır.
“Nasılda dolduruşa geldim” diye kendi kendine kızar durur...
 

uður1

Well-known member
En büyük engelimiz

En büyük engelimiz
06 Ekim 2011 Perşembe 08:45
Bir yıl çıra satıp, bir yıl da dergâhta hizmet ettikten ve artık “kendimi insanlardan üstün tutmuyorum” dedikten sonra ancak Cüneyd-i Bağdadî’nin derslerine katılabilen Şibli’ye sordular: “Bu yolda sana kim rehber oldu?” “Bir köpek ” dedi Şibli. Onu bir gün, bir göl kıyısında, susuzluktan neredeyse ölmek üzere iken görmüştü. İçmek için suya eğildiğinde, gölde aksini görüyor, başka bir köpek olduğunu sanarak korkup geri çekiliyordu. Derken susuzluğu hat safhaya ulaşınca kendi cinsine karşı olan korkusunu yendi ve suya daldı. Öteki köpek kaybolmuştu. Kendisi ile isteği arasındaki engelin kendisi olduğunu fark etmişti.
Dikkatlice gözlediği bu olaydan aldığı dersi Şibli şöyle özetlemişti: “Benim engelim de, kendi benim olarak aldığım şeyin, aslında kendi engelim olduğunu öğrendiğimde ortadan kalktı. Benim yolum, bana bir köpeğin davranışı ile gösterildi.”
Şibli Hazretleri bir köpek kılavuzluğunda egosundan, kendi nefsinin engelinden kurtuldu ve engellere takılmadan herkesin takip edeceği uzun yolu tamamlayarak dünya sınavında başarılı oldu.
Bizim Şibli’de olduğu gibi bir kılavuz köpeğimiz olmayabilir. Ama her an ders alabileceğimiz, bize acılar çektiren sayamayacağımız olaylarla karşı karşıyayız. Onlar bize zaman kaybettirmekte ve bizi sürekli baskı altında tutmaktadır. Kendimizi bu tür olaylardan uzaklaştırsak bile için için çektiklerimize bir türlü engel olamıyoruz. Çünkü asıl engelimizin, egomuzun, gururumuzun, olur olmaz anlamsız isteklerimizin olduğunu bilmiyoruz. Asıl engelimiz, Hz. Yusuf’un da “şiddetle kötülüğü emreder” olarak nitelediği nefsimizdir, çıkarımızdır.
Gurur, nefsin bizde kendini en etkin olarak yansıttığı bir hal ve davranış biçimidir. Gurur, olmayan bir şeyin dışa vurumudur. Büyük bir güçsüzlüktür aslında, büyük bir zaaftır. Gururlu insan, kendi saltanatını bir yalan, bir yanılgı üzerine kurar. Hayalin sırça saraylarından dünyaya bakar. İnsanları, hatta diğer bütün yaratıkları hep küçük görür. Önce asıl benliğini unutur ve sonra Yaratıcısını; böylece büyük bir kısır döngü içine girer. Belirgin bir şekilde gururla kendini ortaya çıkaran nefis, hayatımızın en büyük engeli olarak karşımıza çıkar.
Oysa hiç kimse benliğinden arınmadıkça hakikat yolunda mesafeler alamaz; arayışları durmaz ve arayışlar içinde iken duyduğu derin acıları dindiremez. Gurur ve şehvet, Allah’ı görmeye, içimizde her an barındırmaya en büyük engeldir.
Ne pahasına olursa olsun, kendimizi kendi engelimiz olmaktan kurtarmalıyız. Bu öyle kolay olmasa da bu yolda gayret sarf etmekten geri durmamalıyız. Çevremizde kendi ilgi alanlarında bir şeyler yapanları ve hatta başarı gösterenleri çokça görürüz. Ressamlar, müzisyenler, mimarlar; yazarlar, hatipler, sporcular, iş adamları… Ama ne ile meşgul olursa olsun, kendi nefsiyle kavgalı olanları, kendi engeli için uğraş verenleri, nefsinin farkında olanları çok az görürüz. Güçlü rakiplerini alt edip de kendi gururlarını, nefislerini yenen pehlivanları az görürüz. Etrafımızda dertli, kendi ile dertli olanlara çok az rastlarız. Çıkar peşinde koşuşturanlar var da kendi haline ağlayanlar çok çok az.
Kuşkusuz nefsimiz, asıl ben olarak saydığımız egomuz, büyük bir duvar örmüştür önümüze; önümüzü görmüyoruz. Gördüğümüz yalnızca duvardır, gururumuzdur, nefsimizdir ve çıkarımızdır. Ama bu bir serap gibidir sanki, lehimize hiçbir katkısı yok; ne açlığımızı ve ne de susuzluğumuzu giderebiliyor. Bütün dünyaya ilişkin başarılarımız, bu açlık ve susuzluğumuza fayda vermiyor. Mevlânâ, “ Âlimler kendi uzmanlık alanlarına ilişkin tartışmalar yaparlar, ama kendi benlerini görmezden gelirler” diyerek çevresindeki kendini unutan insanlara dikkat çeker, birileri için ahkâm kesenlerin ve ancak kendileri için bir şey söyleyemeyenlerin hallerine şaşar. Oysa birey için kendisi asıl değil midir? Kendini kurtaramayanın kaptanlık koltuğunda oturması doğru mu?
Nedense günümüzde bu tür bir dertle başı ağrıyan insan çok azdır. Doyumsuzluğumuz belki de kendi asıl derdimizle uğraşmayışımızın acı bir sonucu. Bizim dışımızdaki obje ve nesnelerle uğraşıyoruz, bu doğru; kendimize sıra gelince, bunun farkında bile değiliz. Kendimizde olmadığımızın testini yapmak o kadar zor değil aslında. Saatte değil, günde de değil, ayda ya da yılda kaç kez kendimizi sorguladık? Kaç kez kedimize “sen necisin de insanlara üstten bakıyorsun?” diyebildik. Kaç kez başkalarını her konuda kendimize tercih ettik? Başkaları için ahkâm kesmek kolay; ama kendimize “dur” demek zor.
Allah yolunda tek engelimiz nefsimiz, egomuz, gururumuz. Nefsimiz karşımızda, içimizde, şuramızda buramızda dururken, her an bize tuzaklar kurarken, mücadele için, vuruşmak için başka düşman aramaya hiç gerek yok; bu konuda nefsimizin dışında girişeceğimiz bütün eylemler boşunadır. Asrın Adamı Bediüzzaman da nefis için “Nefis cümleden süfli, vazife cümleden ala.” dememiş mi?
Yükselişin, dostluğun, sevginin ve barışın tek engelidir nefsimiz.
 

uður1

Well-known member
Ders kitaplarında Bediüzzaman neden yok?

Ders kitaplarında Bediüzzaman neden yok?
05 Ekim 2011 Çarşamba 07:18
Birkaç gün önce, geçtiğimiz yıl Nesil Yayınları’ndan çıkan “50. Vefat Yıldönümünde Bediüzzaman’ı Yazdılar” kitabını okudum. Cihan Dinar’ın yayına hazırladığı bu kitaptan genel anlamda memnun kaldığımı söyleyebilirim. Bediüzzaman’ı başka başka gözlerden seyretmek, başka başka kalemlerden okumak gerçekten hoş bir fikir yolculuğuydu benim için. Künhüne vakıf olmakta zorlandığımız böylesine bir dehanın bizce keşfedilmemiş “güzelliklerine” başkaları tarafından uyandırılmak hakikaten tadına doyulmaz bir şey.
Fakat kitabın sayfaları arasında dolaşırken fark ettiğim ikinci bir ayrıntı daha var ki; o da beni cidden düşündürüyor! “Artık herkes Bediüzzaman’ı tanıyor. Dünya Risale-i Nur okuyor. İşte bakınız elli küsur dile çevrildi” diye sevindiğimiz Nur hizmeti, meğer daha kendi özvatanındaki aydınlara bile müellifinin tarihçe-i hayatını tam olarak anlatamamış. Düşünün ki; Ayşe Hür Hanım bile, daha yazısına başlarken, Bediüzzaman konulu önceki yazılarında yaptığı bilgi hatalarından dolayı özür diliyor ve elindeki kaynakların güvenilmezliğinden yakınıyor.
Bunun yanısıra kitapta yazısı bulunan pekçok aydının Bediüzzaman’ın hayatındaki ayrıntılarda birbirlerine muhalif düştüklerini görmek üzücü...
Mesela Ayşe Hür, büyük bir cesaretle Bediüzzaman’ın teşkilat-ı mahsusada çalıştığının Cemal Kutay’ın uydurması olduğunu beyan ederken (ki bence de böyledir), Mehmet Altan kendi yazısında bundan tartışmasız bir hakikatmiş gibi bahsedebiliyor. (Halbuki bu meselede bir tane bile belge bulunabilmiş değil.)
Bu kitapta fark ettiğim, “aydınlar arasındaki Bediüzzaman konulu bilgi karmaşasının” üzerine bir de geçtiğimiz yıllarda sürekli yaşadığımız “Said Nursî ve Şeyh Said karıştırmalarını(!)” eklersek, durumun hiç iç açıcı olmadığı görünür Nur hizmetinin tanıtımı adına...
Bence Bediüzzaman’ı anlamaya ve anlatmaya çalışan bu insanlara önce Bediüzzaman’ın tarihçe-i hayatını daha net bir şekilde sunabilmek gerek... Yahut da kaynaklarımıza bir resmi ağız, bir resmi onay kazandırmak gerek. Aydınlara sunabileceğimiz deva, bu olabilir.
Tam bunları aydınlar hakkında düşünürken aklıma benim gibi sıradan vatandaşlar da geldi. Sahi, aydınlar arasında böyle bir bilgi karmaşası yaşanıyorsa, avam-ı nas arasında kim bilir ne gariplikler yaşanıyordur? Onları hayal dahi etmek istemiyorum.
Bu noktada “istiğna” mesleğimizin biraz dışında konuşarak; artık Nur talebelerinin Üstadımızın hayatının ders kitaplarına konulmasını resmi makamlardan talep etmelerinin zamanının geldiğini söylemek istiyorum. Bu ülkede mademki bir kısım insanlar ders kitaplarına konulması gereken şeyler hakkında serbestçe görüş beyan ediyor ve müracaat edebiliyorlar; öyleyse sürekli “yanlış anlaşılan(!)” ve yanlış tanıtılan Bediüzzaman Hazretleri’nin sevenlerinin de böyle bir fikir beyanına, müracaata hayli hayli hakları vardır ve olmalıdır.
Evet, belki seksen yıldır resmi öğretinin prangaları altında çok mağduriyetler yaşayan Nur talebelerinin devletten; “doğru tanınma ve tanıtılma” anlamında bir destek istemeye elbette hakları var. Hem de çok var...
Zira Said Nursî, bu devletin bahtını aydınlatmış bir yüz akıdır, iftiharıdır. Buna rağmen, hayatı boyunca, hakettiği ilgiyi devlet nezdinde bir nebze olsun bulamamıştır. Bir de üstüne üstlük çeşitli şekillerde haksızlıklara, eziyetlere, baskılara maruz kalmıştır.
Bu nedenle, bu toprağın çocuklarına anlatılmayı, o kitaplarda geçenlerin birçoğundan daha fazla haketmektedir. Bence Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu paha biçilmez değere kitaplarında küçük de olsa bir yer vermesinin zamanı gelmiştir.
Sizce de bunu “talep” etmemizin zamanı gelmedi mi ey Nur “talebesi” kardeşlerim? Resmi tarihin Bediüzzaman’ı görmezden geldiği yetmedi mi?
 

uður1

Well-known member
Tasavvuf

Tasavvuf
05 Ekim 2011 Çarşamba 07:16
Tasavvuf; saflık, berraklık, şeffaflık, safiyet, samimiyet, amel, yaşantı, terbiye anlamlarına gelir.
Mutasavvıflar yünden elbise giydikleri için bu adı almış olsalar da, giysileri gibi yaşantılarının dahi farklılığını gösterir.
Tasavvuf erbabı Peygamber Efendimizin yaşayışını örnek alırlarken, alimler, onun ilmine varis olmuşlar, pedagoglar O’nun ahlakını ve güvenilirliğini esas almışlardır.
Her bir ilim ve yaşayış erbabının O’ndan alacağı bir çok örnek ve temel esaslar vardır.
Tasavvuf arınmaktır. Kişinin nefsinin bulandırdığı her türlü bulanıklıktan arınması, duru bir hale gelmesidir.
Tasavvuf yaşamaktır. Yaşayışını hayata yansıtmaktır. Nefsiyle beraber hayatı arıtmak ve arındırmaktır.
Şeytanla mücadelede onun hilelerini bilmek, zikir, tesbih, ibadetlerle, farz, nafile ve teheccüdlerle kalkan oluşturmak, korumak ve korunmaktır.
Tasavvufta söz değil, öz vardır. Göz değil gönül vardır. Kulak değil basiret hükmeder. Kalıp değil kalb hakimdir.
Tasavvuf fasıllarla değil, asıllarla meşgul olmaktır. Asla talib olmaktır.
Tasavvuf doğuştan getirilen günahsızlığın hayat boyu sürdürülmesidir.
Tasavvuf hayattır. Hayat onunla saflaşır, safileşir.
Tasavvuf netice değil, başlangıçtır, bir şeylere başlamaktır.
Tasavvuf O’ndan gelip, O’na gitmektir. O’nunla olmak, O’nda olmaktır.
Tasavvuf bir yol, bir yordamdır. Yordamı olmayanların yolu da olmaz. Yola girmeyenler yol yordam bilemez ve bulamazlar.
Tasavvuf O’nda fani olmak, fena bulmak, toprak olup, benliğinden tecerrüd etmektir.
Tasavvuf olmak için ölmektir. Nefsini öldürmektir. Onunla olmamak ve o nefisle yola çıkmamaktır.
Tasavvuf sormak değil sorgulanmayı seçmektir.
Ölmeden önce ölmek, ölüme hazırlanmak, kefeni giyip kabre girmek, kabir hayatı yaşamaktır.
Tasavvuf bir Nakşibend, Kadiri ve Mevlevi mesleğidir. Asırlardır insanlar bu yolla irşad edilmişlerdir. Toplum bununla kontrol altına alınmıştır. Zor, uzun ve yorucu bir yoldur.
Tasavvuf kalbi işlettirmek ve çalıştırmaktır.
Safiyet mahiyettir. Tasavvuf mahiyetini bilmek ve bulmaktır.
“Beşerin havassü'l-hums-u zahire ve batınadan başka, alem-i gayba karşı açılan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meş'ur pek çok hisleri var. Hiss-i samia, basıra, zaika olduğu gibi, bir hiss-i sadise-i sadıka olan saika vardır. Hem bir hiss-i sabia-i barika olan şaika var. O şevk ve sevk yalan söylemez. Yanlış gidemez.” (Mesnevi-i Nuriye, Nokta, 215)
Tasavvuf batini duyguları beslemektir. O duyguları ahirete tevcih etmektir.
Tasavvuf Allah’a dost olmak ve bu dostluğu sürdürmektir.
Tasavvuf bir tefekkür mesleğidir. Murakabeye dalmak, itikafa çekilmektir.
Tasavvuf; -Men arefe nefsehu fe gad arefe Rabbehu- yani –Nefsini bilen Rabbini bilir- hakikatınca, nefsini bilmek, dış alemden soyutlanarak iç dünyasında seyahat etmektir.
Tasavvuf zahiri ilimlerden ziyade, ledünniyat ilminde ilerlemektir.
Tasavvuf cennet adamı olmayı amaçlar.
 

uður1

Well-known member
Milliyet Fikri ve Demokrasi Konferansı

Zirve insan (M.Akif Ersoy)
06 Ekim 2011 Perşembe 09:01
Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyulayı da, er geç silecektir.
Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni, nereden bilecektir?
Bu mütevazilik kokan dörtlüğü kaleme alırken, kaderin yaratıcısının da onu şairliğin ve zirve insanların mertebesine çıkaracağından, kıymetli bir vatan şairi, fikirleriyle, örnek hayatıyla Müslüman-Türk insanının ve İslâm âleminin gönlünde ve dilinde ebedileşecek kıymetli bir şahsiyet olacağından hiç haberi yoktu. Dahası Rıza-i İlâhiyeden başka bir derdi de yoktu...
Evet, Mehmet Akif Ersoy, İstiklal marşımızın şâiri, büyük fikir ve dâva adamı! Milli Mücadele'yi ateşleyen manevi bir önder! Bilemiyorum onu layıkı ile bir nebze de olsa anlatabilecek miyim?..
Akif, eşi zor bulunur bir yardımsever insandır. Öyle ki, daha delikanlılığa yeni adım atmışken, akraba çocuklarına sahip çıkacak kadar babalık hisleri ile doluydu... Belki de bu güzel huyları ona kazandıran yetimliğidir. Evet, Akif daha on beş yaşında iken ''benim hem babam, hem hocamdır ve ne biliyorsam ondan öğrendim''dediği, müşfik babasını Veremden kaybetmiştir.
Onun ne derece vefakâr bir insan olduğunu arkadaşı Mithat Cemal Kuntay'ın şu hatırasında anlatır: ''Balkan Harbi başlarken Akif bey yegâne geçim yolu olan resmi memuriyetinden istifa etti.
Kirada oturduğu evine bir cuma günü gittim. Beş çocuğundan başka evde dört çocuk daha vardı.
-Bunlar kim? dedim.
-Çocuklarım, dedi.
-Bir hafta içinde fazladan dört çocuk sahibi olmakta tuhaflık var, dedim. Sonra anlattı.
Baytar mektebinde okurken bir arkadaşı ile anlaşmışlar. Kim önce ölürse, ölenin çocuklarına kalan bakacakmış. Arkadaşı vefat edince anlaşmalarının gereğince Akif Bey de çocukları ömür boyu bakmak üzere yanına getirmiş...
Böylesine bir vefa ve sözünün eri olma örneği galiba sadece zirve insanlara has bir özellik olsa gerek.
Yine Mithat Cemal anlatıyor; ''Evet Akif sözünün eri bir insandır demiştik... Yine Meşrutiyetin ilk seneleri, bir cuma günü adam boyu kar yağdı. O gün araba, tramvay, şimendifer kardan işlemedi.
Çapa'daki evimize o gün sütçü, ekmekçi gibi satıcılar bile gelememişlerdi. Öğle yemeğinden sonra biz hâlâ ekmekçiyi beklerken kapı çalındı. Fakat oda ne Akif gelmişti. Bıyığının yarısı donmuştu. Şaşırdım nasıl geldiğini merak ettim.
Beylerbeyi'nden Beşiktaş'a nasıl olmuşsa bir vapur işlemişti.'' Bu kadar mı,'' dedim. Tabii ki bu kadardı. Ve tabii ki Beşiktaş'tan Çapa 'ya bu havada insanlar yürüyerek gelebilirler diyordu. Bu karda tipide yürünen mesafeye ben şaştıkça, Akif de benim hayretime şaşıyordu.
''Gelmemem için kar, tipi kâfi değil, vefat etmem lazımdı. Çünkü geleceğim diye söz vermiştim dedi''...İnsanların birbirlerine verdikleri sözün, bu kadar korkunç bir şey olması, o gün beni ürkütmüştü...
-Akif, dedim. Sen eğer verilen sözün mânâsını bu türlü anlıyorsan, bana izin ver de, ben bu türlü anlamayayım. Benim verdiğim sözün şiddetli bir lodosa bile tahammülü yoktur. O ''ben Böyleyim'' dedi. Ben de, ben de böyleyim dedim... Bu vak'adan sonra ona söz vermekten korktum. Onun gözünde, ne karayel fırtınası, ne de diz boyu kar, geçerli mazeret değildi.
Yine M. Akif’in, arkadaşı Eşref Kuşcubaşı'na sık sık söylediği şu söz de, onun muhteşem karakterinden ip uçları verir bizlere...''Allah'ın en çok sevdiği şeylerden birisi de, zâlime doğruyu söylemektir!...'' Çünkü Akif'in haksızlığa hiç tahammülü yoktur; karşısında iktidarın hakim güçleri olsa da…
Hele bin bir bâdireler ve fakr-u zaruret içinde kıvranan milletin sırtından geçinenlere karşı hiç mi hiç tahammülü yoktu. Bir gün ona, ''hiç sevmediğiniz kimlerdir?'' diye sorulduğunda ''geçmişlerinin vatan hesabına on parası geçmemiş, bir damla kanı dökülmemiş, bir hizmeti olmamış olduğu halde ağzını memleketin temiz kan damarlarından birisine yamayarak emmekte olan serseri tufeyliler yok mu, işte en sevmediğim bunlardır.'' cevabını verecektir.
Evet, o bir Ahlâk kahramanıydı. Ona bu hükmü, Onunla otuz beş sene hemhal olmuş bir dostu verecektir. Ve bu hükme varmadan, yıllarca onun kusurlarını, falsolarını araştırdıktan sonra şu itirafta bulunacaktır; ''Onu ilk tanıdığım zaman ona inanmadım. Bir insan bu kadar temiz olamazdı.
Fena aktör, melek rolünü oynamaktan bir gün yorulacaktı. Gayr-i tabii bir faziletten yorulan yüzünü bir gün görecektim. Fakat otuz beş sene oldu Onun yanından her çıkışımda, kendime hep kendini inkâr edercesine nasıl çıkıyordu? Mahrumiyetlerden yılmayan seciyesiyle kendisini nasıl kahraman sanmıyordu? Onun temizliği yanında insan kendi günahlardan muzdarip olurken, O, kendisinin bizlerden başka olduğunu nasıl görmüyordu?
İşte bu yüzden Onun yeri zirvelerdi. Fakat gerektiğinde de eli yetişeceği her kese el uzatmaktır esas dertleri. Yeşertmektir kurumuş gönülleri, çölleşmiş sineleri...Zirve insanların, Kur'an’la alâkaları, su- balık misalidir.Bütün enerjilerini Kur’an’dan alırlar. Kutup yıldızımızdır onlar bizim.
Zirvelerin bağrında fışkıran âb-ı hayat kaynaklarıdır onlar. İlahi rahmete sineleri açık olanlar, gönül dünyaları kurumuş nice insanlar, onların bağrında yetişir ve yeşerir...Zirve insanlara selam olsun... İslâm Şâiri merhum M. Akif'in de ruhu şad olsun, mekânı Cennet…



Milliyet Fikri ve Demokrasi Konferansı
04 Ekim 2011 Salı 07:22
Münazarat Ekseninde Milliyet Fikri ve Demokrasi Konferansı 1 Ekim cumartesi günü nezih bir ortamda, Kızılcahamam Asya Termal tesislerinde icra edildi. Gerek tebliğci, gerek müzakereci ve gerekse dinleyici olarak bir hayli ilgiye mazhar olan konferansın kendi açımdan çok verimli geçtiğini söyleyebilirim. Görüşlerini sorduğum arkadaşların, dinleyicileri ve katılımcıların; “Tek kelimeyle muhteşem” diye sevinç ve coşku ile cevap vermeleri, konferansın hazırlık çalışmalarında yer alan birisi olarak beni elbette çok sevindirdi. Ekip olarak şevkimizi artırdı.
Konferansa yoğun ilgi gösterilmesinin ana sebebinin, memleketimizin başındaki terör belasının artık ortadan kaldırılması için birşeylerin yapılması, hatta çok şeylerin yapılması gerektiği kanaatinin ağır basmasıdır diye düşünüyorum. Çoğunluğun bu ilgisi, bugüne kadar terör ve çözümsüzlük üretenlerden bıkmış olduklarını ve çarenin de Bediüzzaman’ın Münazarat’ında olduğunu açıkça göstermiştir.
İlk oturumlarda tebliğler; Münazarat’a Genel Bir Bakış, Milliyet Fikri ve Demokrasi, Milli Hamiyet-Dini Hamiyet; ikinci oturumlarda da; Kürt Meselesine Tarihsel Bir Bakış, Kürt Meselesine Güncel Bir Bakış ve Medresetü’z-zehra Modeli şeklinde bir sınıflandırmaya göre sunulmuştur.
Konferansın genel akışı içerisinde baskı rejiminin ve cehaletin teröre kaynaklık ettiğine vurgu yapılmış, insanların hakkı olan hürriyetin temini ile Bediüzzaman’ın çok dilli eğitim modeli önerilmiştir.
Bilindiği üzere Bediüzzaman, Arapça’yı bir ilim dili olarak vacip, Türkçe’yi resmi dil olarak gerekli, yerel dil Kürtçe’yi de caiz olarak görmekte, kendisinin ana dili olan Kürtçe ile düşündüğünü, daha sonra Arapça’ya veya Türkçe’ye tercüme ederek yazmış olduğunu ifade etmektedir.
Tebliğciler de insanın ana dili ile düşünmesinin daha sonra da başka dillere tercüme etmesinin ilmi bir gerçek olduğunu, ayrıca bu durumun zekayı artırdığını ifade etmişler, böyle doğal bir hakkın da kimsenin elinden alınamayacağına vurgu yapmışlardır.
Tepeden inme buyruklarla müstebitler tarafından bu haklar, 80 yıldır gaspedilmiştir. Müstebitlere el çektirmek, istibdadı ve cehaleti yok etmek başta devlet olmak üzere herkesin vazifesidir. Bu konuda Münazarat bize güzel bir yol haritası çizmiştir.
Münazarat; Bediüzzaman’ın başta doğu insanı olmak üzere bütün insanlığa getirdiği bir “müjde”dir.
Doç. Dr. Ahmet Yıldız hocamıza göre de: “Münazarat, sade insanı siyasi karar verme sürecinin meşru ve ehil bir aktörü olarak değerlendirmenin, dolayısıyla Meşrutiyetin katılımcı ruhunun pratik bir temsilidir.”
Yöntem belli; Bediüzzaman’ın yaptığı gibi halkın ayağına gidilmeli, onların da fikirleri alınmalı, onlara güzelce meşrutiyet/cumhuriyet anlatılmalı, ondan sonra da fıtratlarına uygun reçeteler uygulanmalıdır. Aslında reçete de belli; Bediüzzaman bu sıkıntılar daha zuhur etmeden yazmış.
Anadilde eğitime fırsat verilmeli, mümkün olduğu kadar bölgenin inanç ve kültür yapısını, hatta dilini iyi bilen kimseler eğitimci olarak tercih edilmeli, çok dille eğitim veren eğitim kurumları ve üniversiteler açılmalıdır.
Doğuyu ihya edecek olan dindir. Oraya tayin edilecek olan idarecilerin, güvenlik güçlerinin ve eğitimcilerin dindar kişilerden olmalarına dikkat edilmelidir.
Müjde, ancak bu şekilde amacına ulaşacaktır. 1908 yılında yazılmış olan bu reçete, ancak Bediüzzaman’ın teşhisi çerçevesinde uygulanırsa devaya vesile olacaktır.
Not: Tebliğleri www.risaleakademi.com adresinden takip edebilirsiniz.
 

uður1

Well-known member
Cevap: Tasavvuf

“Said-i Nursî Masalı” beşer işi değildir, sayın Belge!
06 Ekim 2011 Perşembe 07:04
“Said-i Nursî Masalı” beşer işi değildir, sayın Belge!

Yazı yazmanın güçlükleri üzerine söylenecek çok şey var, çoğu da söylenmiştir zâten. Ama bâzı yazıları, bâzı mevzuları yazmak cidden güçtür... Şimdi yazamaya niyet ettiğim mevzu gibi...

Önce kısa bir hulâsaya mecburum. Sosyalizme gönül vermiş yazarlardan Murat Belge, yakın bir geçmişte Almanya’da iştirak ettiği bir toplantıyı anlatırken sözü bir şekilde Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleri’ne de getirmiş. Sanırım uydurma ve hakikatten kopuk târih tenkid edilirken konuşmacılardan biri de “...bir tür popüler edebiyatta, Nurcu ideolojiyi benimsemiş kişilerin nasıl bir Said-i Nursî masalı yarattığının örneklerini veriyor.” diyor.

“Said-i Nursî masalı” tâbiri konuşmacının mı, Belge’nin mi tam anlaşılmıyor. Taraf’ın ağır başlı gözde yazarı şöyle devam ediyor:

“Yani, inandıkları, sevdikleri kişiyi putlaştırmayan, onu putlaştırmak için tarihi çarpıtmayan, çarpıtmak bir yana olmayan bir tarih yazmayan yok.”

Bir kaç cümle öncesinden böylesi bir putlaştırmanın M. Kemal için de yapıldığını îmâ ile oradan bahse kapı açan Belge’nin Bediüzzaman ve dâvâsını M. Kemâl ile kıyaslaması cidden büyük tâlihsizliktir... Aslında bu tâlihsizliği ifâde için çok daha müstehak kelimeler var ama yine de inançları uğrunda çileler çekmiş bir insana daha fazlasını söylemeye içim el vermiyor.

Yalnız!..

Sayın Belge! Öncelikle şunu net, kâinatın alnına parlak yıldızlar büyüklüğünde nakşetmek isterim ki, Bediüzzaman ve şâkirdlerinin elde ettikleri muhteşem fiilî neticeyi hiçbir masalcının muhayyilesi tahayyüle, hiçbir yazarın karîhası da ihâtaya tâkat getiremez. Bu muazzam ve muhteşem netice doğrudan Cenab-ı Hakk’ın sonsuz takdir, kudret, inâyet ve kereminin eseridir.

Sorarım: Bilinen, şöhretli, anlı şanlı bir yazarsın. Kaç şâkird yetiştirdin, yolunu şaşırmış kaç fâniye rehber oldun; ismini hürmet ve muhabbetle yâd eden kaç muhibbin var?.. Emr-i Hak vâki olup bu fânî dünyadan ayrıldığında kaç kişi açtığın çığırda yürüyecek, hangi çığırı açtın?..

Bediüzzaman’ı M. Kemal ile kıyaslamak dehşetli bir zulüm, bir haksızlık ve iftiradır. M. Kemal’i savaş şartları parlatmıştı, tâlihi de yâver gidiyordu... Bir cihân devletinin harâbeleri üzerinde de olsa Batılı dostları(!)nın telkinleri istikametinde küçücük bir devlet kurmuş ve başına geçmişti. İyi kötü müsellâh bir ordusu vardı. Kanûn, iki dudağının arasından dökülen kelimelerin diziliş şekli idi. Kahhardı, korkutuyordu; “Tek Adam”dı. Bunları biliyorsunuz!..

Bütün bunlara rağmen, cebre dayanan ideolojisi hiçbir zaman hâkim olamadı. “Nutuk”un üç beş samimî şâkirdi yoktur. İsminin arkasında çevrilen menfaat fırıldakları olmazsa çoktan Lenin, Stalin, Mao gibi târihteki emsâllerinin yanındaki sessiz yerini almış olurdu...

Ama sayın Belge!

Bediüzzaman, M. Kemal tarafından Barla denen dağlar arasındaki bir köye ölsün gitsin diye sürülmüştü. Tarassud ve tâkib altında idi. Defalarca sû-i kasdlara mâruz kalmıştı. Devletin bütün gücü haksız ve hukuksuz bir şekilde aleyhinde kullanılıyordu. Kürt’tür, Kürtçüdür, bölücüdür, devlete düşmandır; gericidir, haindir deniliyordu.

Bugün dünyanın hemen bütün dillerine çevrilmiş ve bütün dünyada iştiyakla okunan eserlerini, sizin-benim gibi bilgisayarlarla ve internet zeminlerinde yazmıyor, debdebeli binalarda oturmuyor, lüks araçlarla keyif çatmıyordu. Çoğu zaman Ortaçağ zindanlarından daha korkunç Cumhuriyet zindanlarında, buz gibi soğuk ve camları kırık geniş koğuşlarda, talebelerinin bir şekilde içeriye attıkları kibrit kutularının üzerine yazıyordu.

Kimi zaman da idâmla yargılandığı ve asılacağına kesin gözüyle bakıldığı duruşma öncelerinde yazıyordu. Talebeleri de onun gibi tâkib altındalardı, her türlü zulme mâruz bırakılmışlardı... Hulâsa tasvirinde inanılması güç bir acze düştüğüm korkunç şartlar altında bediüzzamanın telif ettiği Risâle-i Nur Külliyatı’nın bütün cihânda mazhar olduğu hüsn-ü kabulü görmeyip, “Bir Said-i Nursi Masalı” demek zulümdür, iftiradır.

Size veya kendime bir daha dönmeyeyim sayın Belge!.. Yazılarımızı kaç kişi okuyor? Kaç kişinin umurundayız? Kaç kişinin dünya ve âhiret saâdetine vesileyiz? Arkamızdan kaç fâni göz yaşı döker, kaç iyi insan rahmet okur?..

Sayın Belge, âcizâne değil, samimiyetle ve vukufiyetle tavsiyem:

Risâle-i Nurları oku!.. Bediüzzaman’ın düşünce dünyasına yabancı olduğun için anlamakta güçlük çekebilirsin, ama yılma. Daha da olmazsa, fakîr kırk yıllık tedrisatının neticelerini size takdim etmeye gönüllüdür. İşimiz bu!...

www.hyilmaz.net
 

uður1

Well-known member
Cevap: Tasavvuf

[h=2][/h]Batı ve islâmî maksatlar
06 Ekim 2011 Perşembe 05:24
"Aynı sebeple, İslamcılık, İslamî ilkelerinin bazen gayrımüslimler eliyle de hayata geçebildiğini görmez. Mesela İmam Şatibi'nin saydığı "şeriatın beş maksadı"nın (dinin, canın, malın, aklın ve neslin korunması) bugün Batılı demokratik ülkelerde pekâlâ sağlandığını es geçer."
Diyor.
İslamcılık, aslında Müslümanlar tarafından gerçekleştirilmesi gereken faydalı ve doğru işlerin, erdemlerin bir kısmının Batılılar tarafından hayata geçirilmiş olduğunu görür, buna hayıflanır, Müslümanlara serzenişte bulunur, "utanın, Allah'tan korkun, sizin elinizde Kur'an gibi bir kitap, Resul (s.a.) gibi bir rehber var iken haliniz ne haldir..." der. Mesela Said Halim Paşa'yı, Mehmed Akif'i, İkbal'i, Hasen el-Bennâ'yı, Seyyid Kutub'u... okuyun, bunu açıkça görürsünüz. Ama aynı İslamcılar Batı'da asıl eksik olanın "bir hak din", "bu hak dine uygun düzen ve ahlak bütünü" olduğunu da görür, söyler, Müslümanları, bütün insanlık için "İslam'ı asrın idrakine" sunmaya; ilimde, amelde, medeniyette böyle bir kıvama gelmeye teşvik ederler. Batı medeniyetinin "tek dişi kalmış canavar" olduğunu şiirleştirirler.
Batı İslâm'ın istediği mana ve mahiyette "din, hayat, akıl, mal ve nesil" şeklinde sıralanan "dinin maksatlarını" gerçekleştirmiş değildir:
Batı dini korumamıştır. Din özgürlüğü perdesi altında dine karşı hürriyeti korumuştur. Dinsizliği, dini hayattan uzaklaştırmayı (laisizmi, sekülerizmi), dine karşı bir din olarak ortaya koymuş ve büyük bir titizlikle korumuştur. Bugün Avrupa'da ve ABD'de dinin ve dindarlığın korunduğunu iddia edebilmek için buralarda yaşayan insanların din ile alakalarını gösteren araştırmalara bakmak gerekir. Bu araştırmalar, adı geçen ülkelerde ve özellikle Avrupa'da dinsizliğin giderek yayıldığını, hristiyanlığın bu dinsizliğe ayak uydurduğunu (çanak tuttuğunu da diyebiliriz), din adamlarının, Hristiyanlığın adı ve kilisesinin kalması şartıyla dinin hayattan çekilmesi karşısında teslim bayrağını çektiklerini ortaya koymaktadır.
Ayrıca İslamcılara göre asıl önemli olan, korunan dinin hangi din olduğudur. Aynı kaynaktan gelen ve peygamberlerin çizgisinden sapmış bulunan batıl dinlerin yerine hak din olan İslam'ı ikame etmedikçe –islamcılara göre– Batı dini korumuş olmaz.
Batı yaşadığı ve yaşattığı iki dünya savaşında ve komünizm macerasında yüz milyonlarca insanın hayatına kıymıştır. Bugün de kendi köpeğinin hayatını korurken mazlum ve mağdur olmalarından sorumlu bulunduğu başka milletleri kendi menfaatini korumak için öldürmektedir.
Batının koruduğu malın kökeninde mazlum milletlerin hakları, kanları ve alın terleri vardır. Ayrıca Batı'da korunan mal (servet) dağılımında çok önemli adaletsizlikler, dengesizlikler mevcuttur.
Batı aklı aydınlanmadan günümüze birçok merhaleden geçerek gelmiş, sonunda insanlığın en büyük sorularına cevap bulmaktan aczini itiraf ederek geçici dünya hayatını "en iyi şekilde" yaşamaya kafa yormada karar kılmıştır.
Batı'da nesil korunamamış, yaşlılar çoğalmış, genç nüfus azalmıştır. Ayrıca koruna nesil de "Asım'ın nesli değil, tersidir".
Devam edeceğim.
Yeni Şafak

[h=2]Dinleme ve operasyon[/h] Hatalar, akılsızlıklar, baskılar biriktikçe birikti sonunda siyaset Âşık Veysel’in şiirine döndü.


“Bir kördüğüm ki içim çözdükçe dolanıyor.”

Çözmek için yaptığınız her hamle işi daha karmakarışık bir hale getiriyor.


Düşünün, bugün parlamentoda bulunan bir partinin neredeyse tüm il ve ilçe binaları mahkeme emriyle dinlenmiş.

Hepsine “böcekler” yerleştirilmiş.

Milyonlarca insanın oy verdiği bir siyasi parti yargının gözünde “şüpheli” durumunda.

Eğer bir parti bütün illeri, ilçeleri, örgütleri ve seçmenleriyle “şüpheli” ilan ediliyorsa, artık o siyasi sistemden pek bir şey beklenmez.


“Sistem” çökmüş demektir.

BDP, öyle birkaç oyu olan marjinal bir parti değil, büyük bir kitleyi temsil etme gücüne ve hakkına sahip bir parti, o partinin bütünüyle “suça” bulaştığını düşündüğümüz bir tabloyla karşı karşıyaysak, o partiden önce “tablodan” şüphe etmeliyiz.

BDP’nin içine KCK örgütünün yerleştiğini düşünüyor yargı.

Dinlenen konuşmaların dökümüne bakarsanız, evet, öyle siyasi parti toplantılarında çok rastlanır türden konuşmalar değil bunlar, “camları kıralım, polisleri dövelim” tarzında fazlasıyla “genç ve öfkeli” lafların yanında AKP’ye “baskı ve engelleme” uygulamaktan söz eden daha “sert” eylemlerden bahseden sözlere de rastlanıyor.

Şimdi karşımızda duran bu olaya bir teşhis koymalıyız.

Siyasi bir olayla mı karşı karşıyayız, adli bir olayla mı karşı karşıyayız?

Eğer bir partinin içinde “illegal” bir örgütle ilişki kurmuş “birileri” olsaydı bu adli bir olay olabilirdi ama “siyasi partinin” tümünden kuşkulanıyorsanız, bu partinin neredeyse bütün yöneticilerini gözaltına alıp tutukluyorsanız, bu siyasi bir olaydır.

Ne kadar fazla BDP’liyi KCK üyesi olmakla suçlar, hatta ne kadar fazla BDP’linin KCK üyesi olduğunu kanıtlarsanız, bu iş o kadar siyasileşir.

O zaman, koca bir partiyi “suçlu” durumuna düşüren siyasi sistemi sorgulamamız gerekir.

Bir ülkede bir partinin neredeyse tümünü suçlu gösterecek bir durum varsa, o ülkede siyaseten yapılan büyük bir hata var demektir.

Öyle olduğunda, BDP’lileri yakalamadan önce, milyonlarca seçmeni olan bir partinin neredeyse “tümünü” suçlu durumuna düşüren siyasi ve sosyal sorun nedir deyip, bu soruna siyasi bir çare aramalıyız.

Yoksa, Kürt siyasetçiler tutuklamakla bitmez.

Zaten de bitmiyor.

Şimdi bakın, BDP’nin içinde KCK’lı var mıdır?

Vardır.

Apo bile kızıp, “kardeşim sen legal bir politikacısın, ne diye illegal örgütlerle ilişki kuruyorsun” diye azarlamıştı iki örgüte birden üye olanları.

Hukuken “suç örgütü” olarak tarif ettiğin örgütün üyelerini izleyip yakalamana da bir şey söylenemez.


“Hukuku, ona başka, buna başka uygula” hiçbir şartta denemez.

Ama...

Burada kocaman ve çok manalı bir ama var, ama sen koskoca bir partinin tümünü “suçlu” görüyorsan, neredeyse bütün yöneticilerini “şüpheli” olarak yakalıyorsan, o zaman sen hatayı o partide değil, kendi hukuk ve siyaset sisteminde arayacaksın.

Milyonlarca oy almış bir partinin topu “şüpheli” ya da “suçluysa” o zaman sen ya “suç” tarifini değiştirmek zorundasın ya da o “suça” yol açan sosyal ve siyasal yapıyı değiştirmek zorundasın.


“Suçlunun” ve “şüphelinin” böylesine “kalabalıklaşması”, o ülkede bir şeyin yanlış yapıldığını gösterir.

KCK operasyonu, siyasi iklimi altüst etti ama bunun için ne polisi suçlarım, ne yargıyı suçlarım, onlar ellerindeki yasalara göre davranıyorlar, “bu yasayı şunlara bunlara uygulama” diyecek halimiz yok, ama bu şartlarda ben siyasi sistemi ve siyasi iktidarı suçlarım.

Neden milyonlarca seçmeni olan bir partiyi suçlu durumuna düşürecek hatta belki gerçekten de yasalarına göre “suçlu” yapacak siyasi bir yapıyı değiştirmiyorsun?

Türkiye, Terörle Mücadele Yasası’nı, Siyasi Partiler Yasası’nı, seçim barajını hemen değiştirmeli, hatta bana sorarsanız “ayrılıkçı parti” kurmayı da özgürleştirmeli.

Aksi takdirde cezaevleri Kürt siyasetçilerle dolacak ama sorun bitmeyecek, aksine büyüyecek, iki tarafta da şiddeti arttırmak isteyenlerin işine yarayacak.

Dinlenen konuşmalardaki yakınmalardan anlıyoruz ki KCK türü örgütler için “kitle desteği” bulmak gittikçe zorlaşıyor.

Kürtlerin büyük bir çoğunluğu şiddeti desteklemiyor artık ama sen kendi siyasi ve sosyal yapını değiştirecek reformları hemen yapmak yerine onun en önemli partisinin yöneticilerini toplayıp hapse atarsan, Kürtlerde de “bize siyaseti haram ediyor bunlar” inancı yoğunlaşır.

İstediğiniz bu mu?


ahmetaltan111@gmail.com
 

uður1

Well-known member
Cevap: Tasavvuf

Zakkum fabrikası
05 Ekim 2011 Çarşamba 07:08
Ziya Paşa, Endülüs meliklerinden Hakem’in görülmemiş zulmünü ve âhir ömründe aklını ve şuurunu kaybetmesi ve “Ebu’l Asi” gibi küçültücü bir lakapla anılması meselesini anlatırken şu şiiri kaleme alır: “her kim ki / zulüm etmezse bu cihanda / ebedi lanet okuna / hedef olmaz asla // her kim ki zulüm ederse / bu itibarsız dünyada / zamaneye ibret olacağım diye / hayal kurmasın asla”
Zulüm, neden, bir süredir, İslâm dünyasının değişmezleri arasına girdi? “Ebu’l Asi”ler nasıl türedi Rahmet Peygamberi’nin ümmeti arasında. Sadece ‘şüphe’ üzerine yüzlerce insanı katlettiren, binlercesini zindana attırtan bir canavarlık, babası yüzünden evladı cezalandırtan bir insafsızlık, bir ferdin cürümünü bahane edip koca şehri ateşe verdirten bir gaddarlık.
“Her şeye gücü yeten”, “Her şey elinde olan”, “kudretli” gibi ilâhî sıfatlar fânilere verildikçe, bu yalana, bir süre sonra fâninin kendisi de inanır ve ortaya su katılmamış bir firavun çıkar. Her firavunun gerçekten bir Hâmân’ı vardır. Bazen binlerle! İşte size ‘gaflet’in ‘iktidar’ hâli! Bin Ali, Mübarek, Beşşar, Saddam, Salih, Kaddafi... Bunlar da bir zamanlar masum ve çocuk idiler. Zakkum fabrikalarında devşirilip zâlim oldular.
‘İktidar hırsı’yla her kuvvetli sesi kendine muhalif zanneden bir çürümüşlük! Tehevvür ve ceberutluk perdesi arkasına gizlenen kirli bir korkaklık! Aman ipler benim elimden çıkmasın diye her rakip vehmedilen nefsi ipe götürmek! Meşruiyet açmazını zulüm çıkmazı ile örtbas etmeye çalışmak! İstibdadı idare, dikteyi istişare, emri kanun, vehmi kanaat zannettiren bir ilüzyon! Şeytanlara maskara Şeddatlar, Karunlar türeten bir dipsiz çukur! Esfele sâfilin!
Tren kaçmak, iş işten geçmek üzere! İslâm dünyası anarşist üreten eğitim sistemlerini, firavun yetiştiren yönetim usullerini, yolsuz ve yoksul çoğaltan iktisadi yapılarını, düşmanlık, kin ve nifakı artıran sosyal sistemlerini elden geçirmek zorunda. Rahmet ve Şefkatle yoğurup bu sistemleri âdil ve meşrû çatılar altında; hikmetli, iffetli ve faziletli şehirler kurmalı.
Bu meyanda, Türkiye’de ‘ustalık’ döneminin en büyük imtihanının ‘eğitim’de verileceğinin altını çiziyorum ve Eğitim Bakanı Sayın Ömer Dinçer’i cesaretli ve isabetli ‘ilk’ adımlarından dolayı tebrik ediyorum. Derslikler, mektepler, akıllı tahtalar, elektronik kitaplar, hantal bürokrasinin ıslahı, eğitim felsefesinin elden geçirilmesi, öğretmenleri ‘muallim’ yapacak bir mesai ve eğitim programı vs. bunlar güzel ve önemli çalışmalar. Zamanın gereklerine göre fizikî mekânların yenilenmesi ve eğitim kadrolarının yetiştirilmesi elbette olmazsa olmaz takdire şayan gelişmeler.
Bunların yanında, bakanlık ile birlikte eğitim sahasında çalışan tüm resmî-sivil kesimler-müesseseler topyekûn bir seferberlikle ‘eğitim’i ‘eritim’ olmaktan çıkartacak, âdil, müşfik ve vatanperver fertler yetiştiren bereketli bostanlar yerine, ‘zakkum fabrikaları’ olmaktan alıkoyacak, hâsılı, eğitime ‘maarif’ sıfatını kazandırıp öğretmeni aydınlatıcı ve yol gösterici ‘hoca’ ve ‘muallim’, öğrenciyi ‘talebe’ hüviyetine büründürecek bir ‘ruh’u temin etmek için çalışmalar yapmalılar. Akılla kalbi birlikte doyuracak, vicdanları tamir ve ıslah edecek bir ‘ruh’ olmalı bu ‘ruh’.
Bedîüzzaman Hazretleri’nin formülü ile söyleyecek olursak, vicdanı ziyalandıracak bir din eğitimi, aklı nurlandıracak bir fen eğitimi birlikte olmalı. ‘Talim’ ve ‘Terbiye’ Kurulu, ismindeki altını çizdiğim iki kelimeye yakışır bir şekilde çalışmalı. Dersliklerle birlikte sistemler de elden geçmeli. “Değerler Eğitimi” sistemi yeni usullerle ama reformcu olmayan bir zihniyetle düzenlenmeli.
Artık beylik lafları bir kenara bırakalım, başımızı iki elimizin arasına alıp düşünelim. Zakkum Fabrikalarını Gül Fabrikalarına dönüştürecek formülü birlikte bulup cesaretle tatbik edelim!
Yeni Akit


Said-i Kürdi'den Said Nursi'ye: Bediüzzaman ve Milliyet

05 Ekim 2011 Çarşamba 10:10
Nihal Atsız gibi seküler milliyetçiler için Bediüzzaman bir Kürtçü idi. Veya benim gibiler için Bediüzzaman Müslüman ama bir Türk milliyetçisiydi. bazı Kürt talebeler için de Müslüman Kürt milliyetçisiydi
Bu satırların yazarı orta öğretim yıllarında Münazarat'ın Türkler için yazılmış olduğunu ve kitabın epigrafındaki "kavmin" de Türkler olduğunu zannediyordu. Dahası, Risale-i Nur müellifinin neredeyse bir Türk milliyetçisi olduğunu düşünüyordu. Bu zan ve düşüncesi üniversite 2. sınıfına kadar sürdü.
Benimle sınırlı olmadığına inandığım sözkonusu yanılgının iki yönü olduğu kanaatindeyim. Birisi, Münazarat'ın en azından Said Nursi'nin tashihinden geçmiş haliyle bu zannı kolaylaştırdığı söylenebilir. Evet, Münazarat Kürtlere meşrutiyet ve hürriyeti anlatmak için yaşanmış ve yazılmıştır. Ama içeriğinin ve ana noktalarının rahatlıkla Türkler için de geçerli olması ilginç bir noktadır. Müsbet milliyet fikrini gösteren bu noktaya daha sonra dönmek üzere, diğer hususa, yani bizim özelde Münazarat genelde Eski Said eserleriyle ilgili çeşitli yanılgılarımıza göz atmakta fayda var.
19. yüzyıl pozitivizmi ve milliyetçiliğinin ve 20. yüzyıl ulus-devletçiliğinin şekillendirdiği, etkilediği veya en azından bulaştığı zihinlerimizle, Bediüzzaman'ın kimi eski eserlerine içeriden ya da dışarıdan yanılgılı bakışlar geliştirebiliyoruz. Meselâ, Nihal Atsız gibi seküler milliyetçiler için Bediüzzaman bir Kürtçü idi. Delili sözkonusu eserlerdeki bazı ifadelerdi. Veya benim gibiler için Bediüzzaman Müslüman ama bir Türk milliyetçisiydi. Risale-i Nur dairesindeki bazı Kürt talebeler için de Müslüman ama Kürt milliyetçisiydi ve belki de hâlâ öyle.
Bediüzzaman'a herhangi bir milliyetçilik ithafının altında, zihinsel bir bölünmenin varlığı tartışılmazdır. Meselâ, Eski Said'in çoğu eser ve faaliyetlerinin hamiyet-i milliyenin eseri olduğunu düşünmek aynı zihinsel bölünmenin yansımasıdır. Bu zihinsel bölünme, seküler okul eğitimi, aile, çevre ve bireysel eğilimlerin sonucunda, milliyet ile dinin ayrı alanlar olduğu zannından kaynaklanmaktadır.
Ulusçuluk ya da milliyetçilik din ile hayatı, kalb ile aklı, ahiret ile dünyayı birbirinden ayıran ve bazen ilk sıradakileri reddeden pozitivizm ve sekülerleşme süreçleri ile zuhur eden bir ideolojidir. O yüzden şaşı veya tek gözlü algısıyla milliyeti dinden bağımsız bir varlık alanı olabileceğini iddia etmiş, bu iddiayı İslam dünyasına da taşımış ve büyük ölçüde de başarılı olmuştur. Ulus-devletlerin tarihi sadece toplumsal bir tutkal olarak değil, merasimleri, maneviyatı, idealleri, vecdi ile milliyetçiliğin dinin yerine ikame gayretinin tarihidir.
Münazarat'a dönecek olursak, bu eser Bediüzzaman'ın hamiyetinin parlak bir eseridir. Bu hamiyet hem dinî hem millî hamiyettir. Daha somut ifade edecek olursak, Münazarat Muhammed ümmetinin Kürdistan adı verilen coğrafyasında yaşayan kısmının ilmî, siyasî ve sosyal sorunlarını kendine dert edinmiş bir kitaptır. Ve Bediüzzaman'ın daha sonraları kavramsallaştırdığı şekliyle "müsbet fikr-i milliye"nin yüksek bir örneğidir.
Aynı şekilde, Bediüzzaman rahatlıkla Said-i Kürdi ismini kullanmış, böylece İstanbul'da kendi memleketine ve insanlarına dikkat çekmeyi amaçlamış ve başarmıştır da. Her ne kadar kırılgan ve zahiri bir mahiyet arzetse de hilafetin ve millet sisteminin hâlâ geçerli olduğu, bölünmelerin henüz zihinlerden toplumsal ve siyasal hayata tam olarak sirayet etmediği bir ortamda Kürdistan'ın sorunlarına (fakirlik, cehalet, ihtilaf) çözüm arayışı da tek kelimeyle "hamiyet-i milliye"nin tezahürüdür ve müsbet fikr-i milliyenin meyvesidir.
Bu milliyet fikri müsbettir, çünkü sunduğu reçeteler sadece Kürt kavmiyle sınırlı kalamayacak kadar evrenseldir. Millî bir hamiyetin ürünüdür, çünkü Kürtlerin sorunlarına eğilmektedir. Ancak bugün bizim zihinlerimizde tasarladığımız bir dindışı/dinden bağımsız bir millilik değildir bu. Bu eserde hiç bir kavmî taassubun izine ve eserine rastlayamazsınız. Bir-iki sene önce İttihad-ı Muhammediyenin ateşli bir savunucusu olan aynı Bediüzzamanın birden bire milliyetçi olmasının imkânsızlığı da ortadadır.
haber7
 

uður1

Well-known member
Cevap: Tasavvuf

Hilye-i şeriflerimiz Vatikan'da
06 Ekim 2011 Perşembe 05:28
Tellal çıkar, gür sesiyle bağırırdı. İlk sözü şu olurdu: "Duyduk duymadık demeyin".
Sonra da halka ne söylenmesi istenmiş, ne tür sipariş verilmişse onu ilan ederdi.
Şimdi biz de söze öyle başlayalım.
Duyduk duymadık demeyin, yurt dışında ilk defa hilye sergisi açıldı.
Kısaca şunu söylemek mümkün: Vatikan, Vatikan olalı böyle sergi görmedi.
*
Hat sanatının zirvesi kabul edilen hilye, bildiğiniz gibi Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) yazıyla tasvir edilmesidir.
İstanbul'da doğan bu sanatın, hem klasik hem de modern olmak üzere çok önemli örnekleri "Aşk-ı Nebi Sanat Olunca" başlığıyla Vatikan'da sergileniyor.
*
Vatikan Büyükelçiliğimizin himayesinde gerçekleşen ve Uluslar arası Kültür ve Sanat Derneği'nin açtığı sergide, otuz hilye-i şerif ile seksen nadide tespih yer almakta.
Büyük hattat Kazasker Mustafa İzzet Efendi'den iki adet hilye-i şerifin de bulunduğu sergi, 19 Ekim'e kadar açık kalacak.
Roma'nın en saygın mekânlarından biri olan Cancelleria Sarayı'nda açılan sergiye Roma'daki sanat çevrelerinin yoğun ilgi gösterdiğini rahatlıkla ifade edebiliriz.
Açılışa 25 ülkenin büyükelçisinin katılmış olması memnuniyet vericiydi.
*
Mekân olarak seçilen bu sarayın, Rönesans tarzında yapılan ilk saray olduğunu belirtelim.
Tespihler de klasik ve son dönem olmak üzere iki çeşit.
Seçkin Osmanlı tespih örneklerinin yanı sıra, tasarım ve malzeme bakımından klasik çizgiden farklı modern tespih yorumları da serginin önemli bir özelliği.
*
Vatikan dedikleri, malumunuz, avuç içinden biraz daha büyükçe bir ülke.
Katolik dünyasının merkezi olması, sınırlarına bakarak fikir yürütmeyi yaya bırakıyor.
Birkaç gündür UKSD yöneticileri ve gazeteci arkadaşlarla beraber Roma ile Vatikan'da bulunuyoruz.
Tarihî eser bakımından son derece zengin olduğunu biliyorduk ama bunu bir de gözlerimizle görme şansımız oldu.
*
Ayakkabılarımız dahi yorulana kadar sokak sokak yürüdük.
Nehir gezisi de noksan kalmadı, Yahudi gettosu da.
Gördük ki burada her taraf -adeta- Sultanahmet.
Adım başı kilise, müze, vesaire.
Dini yapılar o kadar çok ki bir yerden sonra saymayı bıraktık.
Bundan sonra biri karşıma geçip İstanbul'da çok cami olduğunu söylerse, birbirine yakın camilerin gereksizliğine işaret etmeye kalkışırsa, hemen belirteyim ki iki elimle birden alnını karışlarım.
*
Bir yıl içinde sadece Roma'ya gelen turist sayısı, Türkiye'ye gelen toplam turist sayısından fazla.
İstanbul'da birkaç tane üstü açık turist otobüsü mevcutken, burada bir caddede rastlanan turist otobüsü daha çok.
Bir yerde meşhur çeşme, öte yanda bol basamaklı merdiven...
Onları görmek için toplanan kalabalığın hesabı yok.
Alman'ı, İngiliz'i, Japon'u, kim varsa gelmiş.
En son biz noksan kalmıştık, biz de geldik, tamam oldu.
Fırsat olursa, yediğimiz içtiğimiz pizzayı makarnayı değil ama gördüklerimizi bir ara anlatırım.
*
Hilye-i şerif ve tespih sergisi için Vatikan Büyükelçimiz Sayın Kenan Gürsoy'a, UKSD'ye, koleksiyonundaki eserleri ve katkılarını esirgemeyen Mehmet Çebi'ye, klasik eserlerle katkıda bulunan İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kütüphaneler ve Müzeler Müdürlüğü'ne teşekkür borçluyuz.
Ayrıca Kültür Bakanlığı, THY ve Avea'yı da desteklerinden ötürü şükranla anmak durumundayız.
Hilye-i şeriflerin yanlarında İtalyanca ve Türkçe çevirilerinin de yer alması, sergiyi daha bir anlamlı kılıyor.
Yeni Şafak

“Sevgi dini”nin dindarları

05 Ekim 2011 Çarşamba 06:58
Dinimiz “sevgi dini”, Peygamberimiz “Rahmet Peygamberi”...
Peki biz “sevgi dini”ne mensup Müslümanlar olaraktan “sevgi insanı” mıyız? İnsanları gerçekten seviyor muyuz? Dindaşlarımızı “kardeş”, diğerlerini “türdeş” olarak görüyor muyuz?
Biz de tıpkı Peygamber-i Âlişân Efendimiz gibi, merhametli miyiz, hamiyetli miyiz, şefkatli miyiz?
Böyle isek, şu bencilleşmiş, paylaşımsız, acımasız dünya kimin dünyası?
Bu dünyada şefkat yok, merhamet yok, insan yok, izan yok, hakperestlik yok, tevazu yok, yardımlaşma yok...
Tıpkı kapitalist dünya görüşüne kilitlenmiş tek dünyalılar gibi kendi eksenimize kilitlenmiş, sırf kendimiz için yaşıyoruz.
Bu da terörü besliyor. Çünkü bir tarafın her şeyi var, bir tarafın hiçbir şeyi yok. Hiçbir şeyi olmayanlar, normal yoldan elde edemedikleri şeylere ulaşmak için, o imkânı sembolize eden ikiz kuleleri berhava ediyorlar.
Bediüzzaman bir kez daha haklı çıkıyor: “Kalb-i insaniden (insan kalbinden) rahmet ve merhamet çıksa, akıl ve zekâvet daha onu durduramaz, anarşist olur, bir semm-i katil (öldürücü zehir) hükmüne geçer.”
İnsanın gerçekten insan olması, bir başka deyişle “adam gibi adam” olabilmesi için kalbinde “rahmet” ve “merhamet” taşıması lâzım. Bu ikisi “sevgi” eksenlidir. Demek ki, insanın gerçek insan olabilmesi için diğer insanlara karşı merhametli olması ve tabiî hayatı-kâinatı sevmesi gerekiyor.
Ancak durduk yerde insan insanı sevemez. İnsanın insanı sevebilmesi için, o mükemmel varlığın Yaratıcısını kavraması lazım.
Ancak Yaratıcıyı kavrayabilir, idrak edebilirse, “Eşrefi mahlûkat” (yaratılmışların en yücesi, en şereflisi) olarak yarattığı en müstesna varlığı da (insanı da) sevebilir.
Yani işin başı yine Allah sevgisi...
Yunusleyin bir deyişle, “Yaradan’dan ötürü, yaradılanı sevme” san’atıdır.
Oysa biz hâlâ Yaratıcı Kudreti kavrayamadık. Onu kavrayamadığımız için de insanı sevmeyi öğrenmedik...
Hâlâ “benim inancım, benim mezhebim, benim milletim, benim tarikatım, benim cemaatim, benim siyasetim, benim partim, benim liderim, benim takımım, benim hemşehrim” mantığındayız...
Farkında olmadan bölücülük yapıyoruz!
Oysa kadîm kültürümüz devlet, para, ya da eşya eksenli değil, insan merkezlidir.
¥
Çağını aşan devletler kurmuş bir milletin çocuklarıyız.
“Çağını aşma” tabirini kuru övünme olsun diye kullanmadım. Bunu peşinen söylüyorum ki, tespitlerim tarihle övünme meylimizin dürtüsü olarak görülmesin. Benim derdim tarihle övünmek, ya da dövünmek değil, sadece doğru dürüst tespitler yapmak, bir bakıma geleceğe tarihin ışığını tutmaktır.
Bugünlerde, uyulmasa bile, çok revaçta olan şu “önce insan” sloganı var ya, gerek ceddimizin dünya görüşüne, gerekse Osmanlı Devleti’nin temel felsefesine tamı tamına oturuyor. Bu söz zaten, Osmanlı Devleti’ni kuran Osman Gazi’nin maneviyat önderi ve kayınpederi Şeyh Edebali’ye aittir. Edebali’nin Osman Gazi’ye öğütlerinin bir cümlesi aynen şöyledir: “Oğul Osman, insanı yaşat ki, devlet yaşasın!”
Osman Gazi bu öğüdü tuttuğu, arkadaşlarına değer verdiği için çok kısa sayılabilecek bir zaman diliminde civarındaki Bizans kalelerini fethedip Selçuklu’nun “Ucbeyi” oldu.
Sadece Osman Gazi değil, ondan sonra gelenler de Şeyh’in öğüdünü tutmuş, devleti insan merkezli bir temele oturtmuşlar. Ve devleti bir “Şefkat Devleti”ne, “İnfak (yardım) Devleti”ne, açıkçası tümüyle büyük, devasa bir hayır kurumuna dönüştürmüşler.
Osmanlı Devleti, askerî zaferlerinin yanı sıra, siyasal, ekonomik ve medenî başarılarını da bu anlayışına borçludur.
Bugün de insan hakları eksenli devletler çağın önder devletleridir.
Yeni Akit
 

uður1

Well-known member
Cevap: Tasavvuf

Arapça öğrenen şeriatçı olmaz…
05 Ekim 2011 Çarşamba 07:11
Haber Türk Gazetesi’nde Pazartesi günü yayınlanan bir haber duyarlı çevrelerde
rahatsızlık yarattı. İlk okuduğumda ben de kendi kendime “Hoppala, bu da nereden
çıktı?” dedim. Hemen aklıma Ak Parti iktidarının eksen değiştirme çabaları
geldi. “Acaba bu önerinin altında başka bir şey var mı?” sorusunu sordum.
Nedense koşullanmış bir kuşkuculuk var içimizde. Adeta içimize yerleşmiş ve bir
türlü atamadığımız bir kuşku bu…
Konu 1997’den bu yana ilköğretimin 4. sınıfından itibaren seçmeli yabancı dil
olarak verilen ikinci yabancı diller arasına “Çince, Fransızca, İngilizce,
İspanyolca, İtalyanca, Japonca ve Rusça’dan” sonra Arapça’nın da alınması. Şimdi
Milli Eğitim Bakanlığı’nda bir hazırlık başlatılmış. Buna göre önümüzdeki
yıllarda Arapça’nın aşamalı şekilde 4. sınıftan 8. sınıfa kadar seçmeli dil
olarak okutulması planlanıyor.
Yabancı bir dil okutulmasıyla laik sistemin tehlikeye girmesi arasında belki
bir ilişki kurmakta zorlanabilirsiniz. Ancak sözü edilen dil Arapça olunca
nedense işin rengi değişiyor. Fransızca, Almanca veya İngilizce olsa kimse böyle
bir tartışmaya girmezdi. Normal görülürdü.
Arapça’nın yaygınlaşmasından neden ürküyoruz ?
Oysa her yabancı dil öğrenen kişiye çok şey katar. O kişi bir ikinci kimlik
kazanır. Geçmişin içimize soktuğu “Batı değerleri daha yararlıdır…Doğu değerleri
geridir” anlayışı özellikle söz konusu dil Arapça olunca daha da canlanıyor.
Fransızca, Almanca veya İngilizce öğrenmek batılı değerlere bağlılık, Arapça ise
gericilik, daha da önemlisi İslamcılığı arttırıcı bir unsur olarak görülürdü.
Hedefimiz batı, batının teknolojisi ve zenginliği idi. Arap olan şeyler bizi
ilgilendirmezdi.
Türkiye, dünya dengeleri düşünüldüğünde artık bambaşka bir sürece girmiş
durumda. Bu süreçte de yabancı dil bir zorunluktur. Para kazanabilmek ve başka
ülkelerin deneyimlerinden yararlanmak için kaçınılmazdır. Bu dönemde özellikle
Arapçayı küçümsemekten vaz geçmeli, öğrenen herkesin kendini Siyasi İslam’a
kaptıracağı gibi bir kuşkuyu da üstümüzden atmamız gerekiyor.
Bütün bunlar bir yana, benim yabancı dil konusunda iki önemli notum var:
1- Arapçanın yanı sıra, hatta Arapça kadar önem verilmesi gereken diğer
“yükselen dillere” dikkat edilmesi gerekiyor. Bunların başında da Çince geliyor.
Unutmayalım ki geleceğin yükselen ülkesi Çin’dir. Ardından da hemen yanı
başımızdaki komşunun Rusçası geliyor.
2- Yabancı dil öğretilecekse doğru dürüst öğretilmelidir. Yıllarca yabancı dil
okuyan öğrencilerin doğru dürüst bir cümle dahi kuramadıklarını görüyoruz.
Herşeyden önce doğru dürüst öğretmen yetiştirelim, iyi bir öğretim altyapısı
sağlayalım, sonra eğitime geçelim.
MEB Talim Terbiye Kurulunun dikkatine…
Ne kadar ilerledik?

06 Ekim 2011 Perşembe 05:05
AB'nin ilerleme raporu taslağı, durum muhasebesi yapmak için uygun bir vesile. Bu raporlar yıllarca Türkiye'ye karşı bir düşmanlığın, en azından ayak sürümenin göstergesi olarak yorumlandı.
'Demokrasiniz geri. Askerler ülkeyi yönetiyor. Hukuk düzeniniz insan haklarına aykırı. İşkence yaygın.' gibi, bu raporlarda tekrarlanan eleştiriler, Türkiye'nin iç işlerine müdahale olarak takdim edildi. Eleştiren, eleştirilir. Ancak üzerimize çökmüş olan boğucu atmosfer, tepkileri de yönlendirdi. Neyse artık herhangi bir kompleksimiz, her hal ve şartta Türkiye'yi küffara karşı kahramanca savunmak gibi bir hamasetimiz kalmadı. İlerleme raporunda yer alan eleştirilerin bir mantığı var. Demokrasi, hukuk, insan hakları konusunda evrensel standartlara göre durum gözden geçiriliyor. Çizgiyi aşan sübjektif yorumlar elbette var. Ama yine de bize, bulunduğumuz yeri belirlemek için sabit bir nokta, bir kerteriz noktası veriyor. Evrensel normlar ile bizim değişen normlarımız mukayese ediliyor. Aynı normların ışığında fiilî durum ve uygulamalar gözden geçiriliyor.
İlerledik mi? Rapor ilerlediğimizi söylüyor. Yeterli mi? Elbette değil. Gidilen yol doğru. Cesur adımlar atılmış. Ama yine temel sorunlar alanında atılması gereken adımlar var. Askerlerin siyasetten çekilmeye zorlanması yeterli değil. Ayrıca her alanda sivil denetimin kurulması ve işletilmesi gerekiyor. YAŞ'ta ve Sayıştay denetiminde eksikler ve boşluklar var. Hukuk sistemi ile ilgili, 2010 referandumu ile yapılan düzenlemeler büyük ilerlemeler ama bu istikamette doldurulması gereken yasal boşluklar duruyor. Yargı ile ilgili sorunlar aynı şekilde azalmakla birlikte devam ediyor. AB raporu, tutuklu yargılama gibi kararların açık gerekçelerinin olması gerektiğini söylüyor. Yeni anayasa yapım süreci ile ilgili olarak müzakereye önem verilmesi gerektiği vurgulanıyor.
AB İlerleme Raporu'nun sıraladığı eleştirilerin bir kısmı zaten geniş taraftarı olan eleştiriler. Bir kısmı da hükümet tarafından bir politika ufku olarak benimsenmiş ve uygulamaya konulmuş durumda; Anayasa için başlatılan müzakerelerde olduğu gibi. Demek ki siyasî-hukukî düzenin meşruiyetine dair standartlarımız artık evrensel standartlarla çakışıyor. Aynı pencereden bakıp, aynı ölçülere uygun adımlar atıyoruz. Ama bizim yine de farklı eleştirilerimiz olmalı.
Türkiye'nin ilerlemesi, arkasında yüzde 50'lik halk desteği olan bir siyasî iktidarın marifeti. Bu ilerleme -her ne kadar büyük adımlar atılmış olsa da- bir siyasî liderliğin, bu liderliğin yüklendiği kararlılık ve istikrarın eseri. Türkiye'nin bugün ulaştığı ileri demokratik düzen -ekonomisi gibi- bir siyasî başarı. Dünyayı sırtında taşıyan Atlas gibi, bugünün siyasî iktidarı yükün altından çekildiği zaman her şey tepetaklak olabilir. Değirmen gürül gürül akan bir suyla değil, çarkları elleriyle çeviren bir hükümetin marifetiyle dönüyor. Kısaca Türkiye henüz kalıcı bir sistem oluşturmayı başarabilmiş durumda değil. Yapısal değişimin vardığı nokta sistemi, kendini idame ettirecek ve bağışıklığını oluşturacak hale getirmekten henüz çok uzak.
Anayasa, bunun için gerekli. Anayasa Türkiye'nin kendi ayakları üzerinde durabilen, dört mevsimde de iş gören bir siyasî düzene geçmesi için bir çözüm değil, büyük bir fırsat. Bu fırsattan kalıcı bir çözümün çıkması anayasanın bütün toplumun katılımı ile yapılmasına bağlı. Bir demokratik düzen ancak halk ona sahip çıkarsa işler. 'Ne düşünüyorsun?' sorusuna 'hiçbir şey' diye çevresine bakınıp cevap veren bir halkla demokrasiyi işletemezsiniz. Anayasa yapım süreci bu yüzden yeni bir anayasa yapmaktan önce halkı demokrasinin öznesi haline getirmek için bir fırsat.
Askerin sivil denetimi, hukukun herkes için adalet dağıtması, insan haklarına sonuna kadar riayet edilmesi, herkesin eşit ve onurlu yurttaşlar haline gelmesi konusunda bu toplumda oluşacak ortak iradeden söz ediyoruz. Siyasî parti kimliklerini, mezhep bağlarını, etnik kökenleri aşan bir ortak bilinç. Demokrasi ancak bu bilinç üzerinde ayakta durabilir, kendini devam ettirebilir ve en önemlisi zorlu sorunları çözecek güce ve çevikliğe kavuşur.
Zaman
 

uður1

Well-known member
Cevap: Tasavvuf

Zehir ve panzehir
05 Ekim 2011 Çarşamba 07:00
Mustafa Altıoklar gibi kimi Türk olduğunu söyleyenler ‘Bir Türk olarak Kürtlerin konumunda ben olsaydım dağa çıkardım’ gibisinden fantezi veya zevzeklik yapıyorlar.
Lakin işin hiç şakaya gelir tarafı yok. Zira bu sözlerin bedelini bir biçimde masumlar ödüyor. Bu hususta yapıcı olmak gerekir. Canı dağa çıkmak isteyenler çıkabilir lakin ekranlarda kışkırtıcılık yaparak ucuz yöntemlerle dağın gücünü pekiştirmek isteyenler elbette ki hacimlerinin dışında örgüte katkıda bulunuyorlar. Böyle dağın gönüllü destekçileri varken elbette ki işimiz zor. Denildiği gibi, böyle dost varken düşmana gerek yok. PKK meselesi bir turnusol kağıdı. Yapıcı olanlarla olmayanları birbirinden ayırıyor. Zehir ve panzehiri tefrik ediyor. Doğrudan veya dolaylı olarak PKK’ya destek çıkan çok sayıda ses var. Hem nalına hem mıhına vuran ve gri alanı temsil ve teşkil eden liberal kesimler de var. Bu kesimler arasında özellikle de Cengiz Çandar ve Hasan Cemal gibiler öne çıkıyorlar. Hasan Cemal, PKK’yı istihfaf eden bir biçimde onların Baader Meinhof gibi bir örgüt olmadığını savunuyor. Sanki hayır cemiyeti! İşte 11 Eylül’ün akil adamlarından Hasan Cemal işte bu noktada isabet buyuruyor. Gerçekten de PKK, Baader Meinhof değil. Baader Meinhof örgütü her türlü boyaya giren pragmatik bir örgüt değil. Nokta eylemler yapan ve geçmişe kalan bir örgüt. Lakin PKK ideolojisini ve her şeyini pazarlayan bir örgüt. Bir eli dinde diğer eli Marks’ta. Ve Baader Meinhof’dan farklı olarak kitlelere hitap eden ve kitlelere mal olmuş bir hareket. Maalesef bu böyle. Böyle olması onu Baader Mainhof’tan daha faziletli kılmaz. Belki daha korkunç ve daha tehlikeli hale getirir. Bu gelinen noktada devletin de kabahati olduğunu reddetmiyoruz. Lakin her yanlışa silahlı mukabele edilecek olursa dünyada ne düzen ne de huzur kalır.
***
Gri alanda duran liberallerin yapıcı olmaları mümkün değil. Sadece PKK onların zemininden güç devşiriyor. Dolayısıyla bu ülkenin tutkal ve çimentosu arasında maalesef liberalleri göremiyoruz. Ulusalcıları, ayrılıkçıları ve liberalleri bir kenara koyduğumuzda geriye yapıcı tek unsur kalıyor. İslami kesimler. Bunlar arasında tam istikamet üzerinde olanlar ise azın azı pozisyonunda. PKK ve yandaşlarının bu ülkenin tadını tuzunu kaçıran bir zehir hükmünde olduklarını biliyoruz. Peki bu zehrin panzehirini kim veya kimler temsil ediyor? Kıvırmadan ve yalpalamadan İslami kesimlerin ve özellikle de Risale-i Nur eksenli çabaların panzehiri temsil ettiğini görüyoruz. Zira onlar ortak ve geçişli alanı temsil ediyorlar. 1 Ekim (2011) Ankara-Kızılcahamam’da Risale Akademi tarafından organize edilen ‘Münazarat Ekseninde Milliyet Fikri ve Demokrasi’ Konferansında PKK ve benzeri yapılanmaların zehir olduğunu anlattıktan sonra Risale-i Nur’un panzehir hükmünde olduğuna değindim. Aynu’l Calut öncesi Mısır Mehmet Akif’in deyimiyle İslam’ın son ordusudur ve Moğollar Mısır kapısına dayanmışlardır. Eyyübilerin son sultanı da sabi ve çocuktur. Vasileri tarafından idare edilmektedir. Sultanu’l ulema İzzettin bin Abdusselam tarihin akışını değiştirir ve iktidarı ödünç olarak mutabakatla Muzaffer Kutz’a devreder. Moğollar, Tatarlar olarak anılmaktadır ve yanlarında da Türk ve Müslüman milletlerden çeriler ve askerler vardır. Mısır Ordusu da Muzaffer Kutz ve Baybars’ın şahsında Türk’tür. Bundan dolayı bazı Mısırlı şairler bu manzara karşısında şunları söylemekten kendilerini alamamışlardır: Hüm kavmun dauhum ve devauhum minhum. Yani onlar öyle bir kavimdir ki, zehirleri de panzehirleri de kendilerindendir. Bunu bugün Kürtçülük meselesine de uyarlayabiliriz. PKK ve bileşkesi kesinlikle zehri temsil ederken Risale-i Nur ise panzehiri temsil etmektedir. Dolayısıyla Kürtlerin de zehirleri ve panzehirleri kendilerindendir. Zira Risale-i Nur muhabbet mesleğidir ve husumete vakti yoktur. Asayişin bekçisidir. Yöntem olarak müspet hareketi esas almıştır.
Yeni Akit
 

uður1

Well-known member
Cevap: Milliyet Fikri ve Demokrasi Konferansı

İHL'ler mesleki eğitime mi model, liselere mi?
05 Ekim 2011 Çarşamba 06:09
Müslüman nüfusun eğitimi konusunda sıkıntı yaşayan ülkelerin Türkiye'ye yönelik farklı ilgisi daha varmış yeni öğrendik.
Vietnam'dan gelen 10 kişilik heyet din eğitimi ve imam hatip modeli üzerine bilgi almış.
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, MEB, Müftülük ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden yetkililerle görüşen Vietnam Hükümeti Din Komitesi Başkan Yardımcısı Nguyen Thanh Xuan başkanlığındaki heyete 'yabancı öğrenci statüsünde Vietnam'dan öğrenci kabul edebiliriz. Öğretmenleri eğitebiliriz' mesajları iletilmiş.
85 milyonluk Vietnam'da yaklaşık 75 bin Müslüman, 45 cami var.
Daha önce de Rusya Başbakanı Putin'in talimatıyla özel danışmanı Türkiye'ye gelip imam hatip modeli konusunda bilgi almıştı.
Senegal, Japonya, Pakistan, Tacikistan ve Çin'den de MEB'e bu yönde başvurular gelmiş.
Meslek Lisesi statüsündeki İmam Hatip Okulları, son üç yıldır oldukça yüksek miktarda halktan talep görüyor.
Bu modelin bu kadar rağbet görmesinin ardındaki sebeplerin iyi araştırılması lazım.
Özellikle siyasiler ve bürokrasi tarafından.
Yeni Şafak
 

biçare...

Active member
Cevap: Tasavvuf

Tasavvuf
05 Ekim 2011 Çarşamba 07:16
Tasavvuf; saflık, berraklık, şeffaflık, safiyet, samimiyet, amel, yaşantı, terbiye anlamlarına gelir.
Mutasavvıflar yünden elbise giydikleri için bu adı almış olsalar da, giysileri gibi yaşantılarının dahi farklılığını gösterir.
Tasavvuf erbabı Peygamber Efendimizin yaşayışını örnek alırlarken, alimler, onun ilmine varis olmuşlar, pedagoglar O’nun ahlakını ve güvenilirliğini esas almışlardır.
Her bir ilim ve yaşayış erbabının O’ndan alacağı bir çok örnek ve temel esaslar vardır.
Tasavvuf arınmaktır. Kişinin nefsinin bulandırdığı her türlü bulanıklıktan arınması, duru bir hale gelmesidir.
Tasavvuf yaşamaktır. Yaşayışını hayata yansıtmaktır. Nefsiyle beraber hayatı arıtmak ve arındırmaktır.
Şeytanla mücadelede onun hilelerini bilmek, zikir, tesbih, ibadetlerle, farz, nafile ve teheccüdlerle kalkan oluşturmak, korumak ve korunmaktır.
Tasavvufta söz değil, öz vardır. Göz değil gönül vardır. Kulak değil basiret hükmeder. Kalıp değil kalb hakimdir.
Tasavvuf fasıllarla değil, asıllarla meşgul olmaktır. Asla talib olmaktır.
Tasavvuf doğuştan getirilen günahsızlığın hayat boyu sürdürülmesidir.
Tasavvuf hayattır. Hayat onunla saflaşır, safileşir.
Tasavvuf netice değil, başlangıçtır, bir şeylere başlamaktır.
Tasavvuf O’ndan gelip, O’na gitmektir. O’nunla olmak, O’nda olmaktır.
Tasavvuf bir yol, bir yordamdır. Yordamı olmayanların yolu da olmaz. Yola girmeyenler yol yordam bilemez ve bulamazlar.
Tasavvuf O’nda fani olmak, fena bulmak, toprak olup, benliğinden tecerrüd etmektir.
Tasavvuf olmak için ölmektir. Nefsini öldürmektir. Onunla olmamak ve o nefisle yola çıkmamaktır.
Tasavvuf sormak değil sorgulanmayı seçmektir.
Ölmeden önce ölmek, ölüme hazırlanmak, kefeni giyip kabre girmek, kabir hayatı yaşamaktır.
Tasavvuf bir Nakşibend, Kadiri ve Mevlevi mesleğidir. Asırlardır insanlar bu yolla irşad edilmişlerdir. Toplum bununla kontrol altına alınmıştır. Zor, uzun ve yorucu bir yoldur.
Tasavvuf kalbi işlettirmek ve çalıştırmaktır.
Safiyet mahiyettir. Tasavvuf mahiyetini bilmek ve bulmaktır.
“Beşerin havassü'l-hums-u zahire ve batınadan başka, alem-i gayba karşı açılan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meş'ur pek çok hisleri var. Hiss-i samia, basıra, zaika olduğu gibi, bir hiss-i sadise-i sadıka olan saika vardır. Hem bir hiss-i sabia-i barika olan şaika var. O şevk ve sevk yalan söylemez. Yanlış gidemez.” (Mesnevi-i Nuriye, Nokta, 215)
Tasavvuf batini duyguları beslemektir. O duyguları ahirete tevcih etmektir.
Tasavvuf Allah’a dost olmak ve bu dostluğu sürdürmektir.
Tasavvuf bir tefekkür mesleğidir. Murakabeye dalmak, itikafa çekilmektir.
Tasavvuf; -Men arefe nefsehu fe gad arefe Rabbehu- yani –Nefsini bilen Rabbini bilir- hakikatınca, nefsini bilmek, dış alemden soyutlanarak iç dünyasında seyahat etmektir.
Tasavvuf zahiri ilimlerden ziyade, ledünniyat ilminde ilerlemektir.
Tasavvuf cennet adamı olmayı amaçlar.
bunu sız kendı dusuncelerınızden mı derledınız yoksa bır yerden alıntımı? cok guzel paylasım ALLAH razı olsun kardesım...
 

uður1

Well-known member
Cevap: Günün ayeti

. . . : Kur'an'dan Bir Mesaj : . . .
"Eğer size yasaklanan günahların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin öbür küçük günahlarınızı örtüp affederiz ve sizi değerli bir mevkiye yerleştiririz."[Nisa Suresi 4,31]
Büyük günahlar, Allah'ın kesin olarak haram kılmakla beraber işleyenleri âhirette azap ile tehdit ettiği günahlardır. Bir hadis-i şerife göre bunlar: Şirk, sihir, adam öldürmek, yetim malı yemek, zina, meşrû savaşta ordudan kaçmak, namuslu mümin kadınlara zina isnad etmektir. Bazı rivayetlerde anne babaya isyan, faiz yemek de bunlardan sayılmıştır. Öyle anlaşılıyor ki en büyük günahlar, hepsinden kaçınmayı temin etmek için, müphem bırakılmıştır.
 
Üst