Yaratılanı Sevelim, Yaratandan Ötürü

uður1

Well-known member
Hastanede unutulan kitap

Hastanede unutulan kitap
09 Ekim 2011 Pazar 09:35
Profesyoneldi. Özel sektörde çalışıyordu. Kendini adeta şirkete adamıştı. Dünyalığı ve şöhreti de iyiydi. Fazla kazanıyordu. Maneviyattan kopmuş bir ego şişmesi ile herkesle rekabete giriyor ve genelde hırsıyla sonuç alıyordu. Nihayet, bu gidişin ve işlerin gerdiğini, sağlığını tehdit ettiğini fark etti. Daha da kötüsü hastanelik oldu. Dünyevi bütün bağlarının/bağımlılıklarının kendisini ne hale getirdiğini tahlil sonuçlarının ürküten değerleri ile anladı. Bir çıkış aradı. Babaannesinden kalan çocukluk yıllarına gitti. Onun seccadesinin kenarında geçirdiği müstesna anlara. Sonrasında ise maneviyatının sıfırlandığı, hatta maneviyatla problemli çevrelerle geçen yıllarına baktı. Üzüldü. Tuhaflaştı. Hayattan göçercesine ölüm istedi. Çevresinin yalanlarla örülü bir tuzak ve ağ olduğunu düşünmeye başladı. Kariyerinin ve şöhretinin çok iyi bir basamağında iken bu hallere düşmesine şaşırdı, öfkelendi. Acaba bu yeni algıları doğrumuydu? Yoksa eskisi gibi bir serap mıydı? Hastane de eline geçen bir küçük kitap, her şeyi yerli yerine koyacak yeni bir milat gibi bu dağınık tabloyu ve keşmekeş ruh hali ile birlikte sağlık sıkıntılarını çözmeye yetmişti. Kitabı istemeden eline almıştı. Hatta yazarına ön yargılıydı, karşıydı. Bilimin materyalist örgüleri vardı zihninde. Yine de hastane şartlarında bir göz atmıştı. Hemencecik sıkılmıştı, kitabın anlaşılmaz bir dil vardı ona göre. Sonra yine gözüne ilişen bir yerdeydi. Her halde odadan yeni ayrılan bir hastadan kalmıştı. Atmak istedi, içinden bir itiraz yükseldi. Okumaya ise karşıydı. İki günün serencamı içinde tekrar dokunmayı ve eline alıp okumayı denedi. Yine sıkıldı, ama okumaya devam etti. Okuduğu metin şöyle diyordu: Yirmi Beş Devâdır. Hastalara bir merhem, bir teselli, mânevî bir reçete, bir iyâdetü’l-marîz ve geçmiş olsun makamında yazılmıştır.”
Kendisine “Geçmiş olsun” demeye gelen bu tanımadığı mesajı, teselli vermeye niyetli dostu ve manevi reçete yazan eseri görmek çok şaşırtmıştı.
Böylesi yakın ve sıcak ifadeler, doğrusu uzun yıllar hasretini çektiği bir hasbilikteydi.
Yine ara verdi. Derin düşüncelere daldı. 40 yıllık hayatını gözden geçirdi. Uzun bir yürüyüşe çıkar gibi sızlanıp durdu, acıyla yoğruldu, bazen tebessüm etti. Sonunda ferahladığını hissetti. Tekrar uzandı kitaba. Kapağına bakıp daldı. Tekrar bıraktı.
İçindeki kopuşların fırtınası başladı, bir çok sevmeklerinin gereksiz, dünyanın bu maneviyatsız halinin ise sevimsiz yüzü ile karşılaştı, irkildi, tekrar eski şöhretine kavuşmak isteyen derin arzusu göründü.
Bu çatışma içinde, kitaba uzandı gayr-i ihtiyari. Tekrar açtı,”Birinci deva” diye başlayan girişteydi hala.
Ona söyleneni okudu:
“BİRİNCİ DEVÂ “Ey biçare hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana dert değil, belki bir nevi dermandır. Çünkü ömür bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi olur. Hem rahat ve gafletle olsa, pek çabuk gidiyor. Hastalık, senin o sermayeni büyük kârlarla meyvedar ediyor.” Çok şaşırdı. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Bir daha okudu. Hayret ve merak uyandırıcı bir iç feryat ile silkindi. İnanılmaz bir mesaj netliği vardı. Kendisine, çaresizliğine, ruh halinin en belirsiz ve ümitsiz girdabında ilerleyişine yol haritası veriliyordu. Artık yeni bir yol ve güzergâhta olduğunu düşünüyordu. Ürküten ön yargıları yıkılmıştı. Kitaba olan husumeti de gitmişti. Gün boyu kitapla arkadaş ve sırdaş olmuştu. Kalbinde geçenleri kulağına fısıldar gibi derman oluyordu. Neredeyse ilaç almama noktasındaydı. Üç günün sonunda psikolojisinin dengelendiğini yaşayarak öğrenmişti. Fakat bu sırlı değişimi fark edemeyen çevresi ve doktorları hala tedirgindi. Onların da anlayacağı bir şaşkınlık yaşandı. Tahlil sonuçları inanılmaz derecede düzelmişti. Doktorlar bir anlam verememişti hızlı dönüşüme. Ama anlamın peşine düşmüş ve izini bir şekilde kitapla yakalamış hasta her şeyi içinde yaşıyor ve sır gibi saklıyordu çevresinden. Çünkü hiç biri onun maneviyata, kalbine dönüş yapacak yolculuğuna sıcak bakacak düzeyde ve yaklaşımda değildi.”Asla olamaz” noktasındaydılar. Sessizce büyüttü devasını. Artık derdi yoktu. Karar vermesi gereken yeni bir süreçteydi bir haftanın sonunda. O da şuydu: Bu maneviyatsız ve riyakâr çevreme dönsem, işime gitsem bu devaların tedavi ettiği hastalıklar yeniden nüksedecek, zaten psikolojik sonuçlarımın sebebi olan bu iş ikliminde nasıl yapacağım? Zor bir karardı. Çok kızgındı çevresine. Çünkü onu dışlamışlardı son zamanlarda. Başarısını kıskanıyorlardı. Patronda eski iltifatları azaltmıştı. Yol ayırımındaydı. Her şeyden kopup, bütün bağlarını yeniden örme noktasındaydı. Ve kararını verecekken taburcu oldu. Evde dinleniyordu, kimliği dahil bütün resmi varlıkların ve belgelerin hepsini çöpe atarak ve kaybederek düşmüştü hastaneye. Şimdi hiçbir şeyi yokmuşçasına hayata dönmüş ve bütün iletişim kanallarını hala kapalı tutuyordu. Elinde bırakmadığı kitabın peşine düşmek istedi birden. Bu fikrini bırakmadı. Elinde tutan ve sıkı sarılan bir duyguyla… O kitabı, ihtimaldir ki kendisinden önceki bir hasta unutmuştu. Acaba o hasta bu kitabı daha iyi bilebilir miydi? Onu bulup bu kitaplara ulaşmalımıydı? Çok tuhaf hissetti aniden kendisini. Nereden çıktı bu yeni yönelimler türünden bir boşluk işareti ile havada kaldı eli. Hayır, isteğinin ısrarı vardı. Hastane kayıtları üzerinden kitabın sahibine ulaşıp bir teşekkür borcu ödemeliydi. Yine yüzeysel bir alışkanlıkla, teşekkürün neden kitabı satın alana yapılıp, yazarının unutulduğu noktasına geldi. “Müellifi Bediüzzaman Said Nursi” yazan kapakta, eski husumetinin gittiğini ve hastalığın şifa veren bir maneviyat dönüşmesi sağladığını artık biliyordu. En iyisi hem kitabı unuttuğunu düşündüğü hastayla tanışmak, hem de eser sahibini okumaya çalışmaktı. Üç haftanın sonunda, interneti açıp normal iletişime geçmişti risalelerle. Hala elindeki baş kitap, hastanede tedavi eden, kapağında “Hastalar Risalesi” yazan kitaptı. Önceki hastaya ulaşmak iki ayına mal olmuştu. Tanışma zamanını ve vesilesini kollamakta. Artık risaleyi bilen bir dostu vardı, birde külliyatın kendisi. Bir iki yakını müstesna hala izole etmişti çevresinden bu dünyasını. Ve işten ayrılmaya karar verdi. Yüksek ücretleri bırakarak, iç dünyasının huzuruna inanarak. Pusulasız çıktığı fırtınalı denizde, denizin ortasında çaresizken pusula bulmuş gibiydi. Huzur limanına vardığında, ayrıldığı geçmişine bir not bırakmıştı: -Her kesin yolu açık olsun. Bizim ufkumuz. *** Geçen ay, ziyaretime gelen bu iki dost, bana bu ahiret dostluğunu anlatıp, şöyle bir istekte bulundular: Herkes hastanede bir Hastalar risalesi unutsun. Ta ki gelen bulsun.
 

uður1

Well-known member
Aile içi şiddetin çocuklara yansımaları

Aile içi şiddetin çocuklara yansımaları
08 Ekim 2011 Cumartesi 07:10
Çocukluk ve gençlik dönemlerinde, aile içi şiddetin uygulandığı bir ortamda yetişenlerin, şiddet gösterme eğilimine sahip oldukları tespit edilmiştir. Ayrıca şiddetin, toplum tarafından paylaşılan olumsuz bir değer yargısı olarak kabul edilmesi ve kuşaktan kuşağa aktarılması da, sosyal bir olgu olarak kabul edilmektedir. Yoksulluk ve beklentilerin yoksunluğu gibi, sosyoekonomik baskı unsurları da, şiddet uygulamasına neden olabilir.
Şiddet kişinin saldırgan bir ruh hali olduğu gibi, aynı zamanda da bulaşıcı bir hastalık gibidir. Aile bireylerinden birisinde varsa, diğerlerine, hatta çocuklara bile bulaşabilir. Çocukların örnek alacakları kişilerde olan bu hastalıklı davranış onların safi zihinlerini zedeler.
Böylece aile içinde şiddete uğrayan çocuklar potansiyel bir şiddet uygulayıcısı namzedi olarak ortaya çıkarlar. Öncelikle kendi ailesine ve okulda arkadaşlarına karşı kavgacı, öğretmenlerine karşı asi bir tip olarak kendilerini gösterirler, çoğunlukla suça meyilli olurlar.
Anne ve babaların dikkat etmesi gereken önemli konu, kaba kuvvet hiçbir şeyi çözmez, aksine sorunları derinleştirir, Kişiler arasında ulaşılması güç derin vadiler oluşturur. Kutsal aile yapısı içinde tedavisi imkânsız yaralar açar.
Annenin üzüldüğü bir ortamda çocukların gülümsemesi beklenemez. Babalar olarak yaptığımız yanlışlıklarla, çocuklarımızın kuş kadar kalplerinde, dağlar kadar taşınamaz izler bıraktığımızın farkında olmalıyız.
Şiddete maruz kalmış, ya da tanık olmuş çocuklar, aşağıdaki belirtilerden bir veya bir kaçını gösterebilirler.
1-Aşırı endişe hali
2-Korku ve sık irkilme
3-Karın ağrısı, mide bulantısı, baş ağrısı gibi belirtiler
4-Altını ıslatma
5-Dil gelişiminde gerileme
6-Kekeleme
7-Çevreye karşı ilgisizlik
8-Uyumakta zorluk, kâbus görme
9-Sık ve uzun süreli ağlama, iştahsızlık
 

uður1

Well-known member
Haşir Bahsindeki Teşbih ve Temsiller

Üç devir bir adam
09 Ekim 2011 Pazar 09:20
Bediüzzaman’ın hayatı hadislerde belirtilen üç devreye tam tamına intibak ediyor. Bediüzzaman’ın hayatı, bir hadis vasıtasıyla dönemlendirilen İslam tarihinin üç dönemine tam tamına uygunluk arz ediyor. Hadislerde İslam tarihi beş ya da altı döneme bölünüyor. Osmanlı’nın yıkılışına kadar bu dönemlerden üçü geçiyor. Osmanlı’nın yıkılmasıyla birlikte dördüncü döneme ve mutlak istibdat dönemine giriliyor. Ardından da haber verildiği gibi gül devrine ve İslam’ın baharına sıra geliyor. Belki de o günlerin arifesinde yaşıyoruz. Bediüzzaman bu döneme cennet-i asa bahar adını veriyor. Bazen fecr-i sadık olarak anıyor. Bazen de istibdat seddinin ve kalasının yıkılması olarak zikrediyor. Bu ifadeler tamamen hadisin gösterdiği yol haritasına ve tanımına, diline uygun düşüyor. Bediüzzaman iki devr-i istibdattan bahsediyor. Hadiste de zaten sadece iki devr-i istibdattan bahsedilmektedir. Bediüzzaman her ikisini de bizzat yaşıyor. Bediüzzaman İkinci Abdulhamid döneminde hadiste belirtilen İslam devrelerinden üçüncüsünü yaşıyor. Bu devre ‘melik-i ad’ yani ısırıcı kraliyet devridir. Bu devrenin özelliği saltanatın babadan oğula geçmesi ve mezalime açık keyfi idare şeklidir. Buna saltanat veya otoriter yönetimler devresi de diyoruz. İkinci Abdulhamid zor bir zamanda iktidara geliyor. Mazlum padişah( şartların mazlumu) tevarüs ettiği saltanatı ve Osmanlı mülkünü koruyabilmek için mecburen zayıf bir istibdada yöneliyor, istinat ediyor. Adeta sığınıyor. Lakin devir hürriyet rüzgarlarının estiği ve bu yönde akılların tutulduğu bir dönemdir. Dönemin kuvvetli cereyanı hürriyettir. Bu dönemin aydınları genel olarak asıl koyu istibdadın veya istibdat-ı mutlaka’nın atide olduğunu göremezler. Bu hususta Bediüzzaman tam tamına hadis diline uygun olarak şöyle bir tahlilde bulunur:” “Sultan Abdülhamid’in mecbur olduğu istibdâdı…” Münazarat’ın bazı yerlerinde II. Abdülhamit devri kastedilerek eleştirilere konu yapılmıştır. Ayrıca, daha sonraki yıllarda İttihat ve Terakki’nin ve Cumhuriyet Halk Fırkası’nın baskı rejimleri yaşanırken, II. Abdülhamid devri’ndeki istibdatla çeşitli kıyaslamalar yapılmıştır: Elhasıl: Şedit bir istibdat ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermadır. Güya istibdat ve hafiyelik tenâsuh etmiş. Ve maksat da Sultan Abdülhamid’den istirdad-ı hürriyet değilmiş. Belki hafif ve az istibdadı, şiddetli ve kesretli yapmakmış! Bediüzzaman, zayıf istibdat dediği (otoriter sistem) İkinci Abdulhamid Han ve padişahlık devresinden sonra mutlak istibdadın sökün ettiğini görür ve bu durumu yaşar. Arada geçiş devresi vardır. Bu da İttihat ve Terakki iktidarıdır. Hilafet döneminden melik-i adlık yani ısırıcı kraliyet veya saltanat dönemine geçiş de Muaviye İbni Ebi Süfyan (r.a.) iktidarı sonrasına rastlıyor. Yani hilafet ile melik-i adlık dönemi arasında 19-20 yıllık bir geçiş süreci vardır. Hicri 40 veya 41 ile hicri 59-60 yılları arasındaki devre geçiş devresidir. Yezid’le hicri 60 tarihinde başlayan süreç ise hadis diliyle ifade edilen melik-i adlık dönemidir. Melik-i adlık döneminden çıkış ise İkinci Abdulhamid Han’ın iktidarının yıkılmasıyla ve İttihatçıların iktidara gelmesiyle birlikte başlamıştır. Bu arada dönem mutlak istibdat dönemine geçişi temsil eder. Bu hususta Bediüzzaman şunları söyler:” ‘istibdad-ı mutlaka cumhuriyet nâmını verir, irtidad-ı mutlakı rejim altına alır, sefahat-i mutlaka medeniyet ismi verir, cebr-i keyfî-i küfrîye kanun ismini takarsanız’ (Nursî, Şuâlar, s. 242)… Hazreti Ömer’in de ifade ettiği gibi, meşruti veya anayasal veya hilafet, ölçülü sistemin adıdır. Derece derece olan istibdat ise keyfi yönetimin adıdır. Bediüzzaman istibdat-ı mutlaka’nın aynı zamanda Deccaliyet sistemi ve devresi olduğunu ve bu devrenin de üç bölümden müteşekkil olduğuna dikkat çeker. Deccal'ın hem islâm Deccalı'nın üç devre-i istibdatları mânasında üç eyyam var. Dolayısıyla, Bediüzzaman’ın hayatı hadiste beyan edilen İslam tarihinin üç dönemine tekabül eder. İkisine hayatıyla tanıklık eder üçüncüsüne de öngörüsüyle ve fikirleriyle öncülük eder. Bu dönemlerden birisi İkinci Abdulhamid Han’ın devre-i iktidarına tekabül eden melik-i adlık veya ısırıcı saltanat devrinin sonudur. Ardından geçiş devriyle birlikte istibdat-ı mutlak veya Deccaliyet devri. Diğeri ise müjdelemiş olduğu cenneti asa bahar devri. Veya hadis diliyle peygamberlik metodu üzerine hilafetin yeniden ihyasıdır. Müsned-i İmam Ahmed Bin Hanbel’de Huzeyfe radiyallahu anh’dan merfuan rivayet edilen bir hadiste İslam ümmetinin tarihi dönemleri ve devreleri hadis diliyle şöyle anlatılır:” Sizde nübüvvet Allah’ın dilediği kadar hayat bulur. Allah dilediğinde ise bu dönemi kapatır. Sonra peygamberlik üzerine hilafet dönemi baş gösterir ve onu da dilediği kadar yaşatır ve dilediğinde de kaldırır. Sonra melik-i adlık dönemi (ısırıcı kraliyet) dönemi baş gösterir. Allah onu da dilediği kadar yaşatır ve dilediğinde de kaldırır. Sonrasında melik-i cebriyye dönemi baş gösterir. Allah’ın dilediği kadar yaşar ve Allah dilediğinde de perdelerini indirir. Sonrasında peygamberlik metodu üzerine hilafet dönemi gelir. (Ve ardından sukut eder)…” Bediüzzaman’ın zayıf istibdat dediği dönem bir başka anlamda otoriter yönetim olarak da adlandırılan padişahlık devresidir. İstibdat-ı mutlak dediği ise bir anlamda darbelerle işbaşına gelen ve tek parti ve ordu ile işbaşında kalan totaliter yönetimdir ki buna Bediüzzaman cumhuriyet manası verilmiş istibdat-ı mutlaka demektedir. Tam da hadis diliyle ifade edilen melik cebriyyedir. Bediüzzaman İkinci Abdulhamid devriyle birlikte melik adlık dönemine yetişmiştir. Bu zayıf istibdat döneminden hemen sonra İttihatçılar işbaşına gelmiş ve zayıf istibdadı kesif ve şedit istibdatla değiştirmişlerdir. Adeta İkinci Abdulhamid dönemine rahmet okutmuşlardır. Muhammed Muhammed Hüseyin, 1924 yılında hilafetin (peygamberlik metodu üzerine olmayan saltanat) yıkılmasıyla birlikte hadiste belirtilen dördüncü devreye girildiğini beyan etmektedir (1). Said Havva da Cündullah adlı eserinde aynen bu yoruma iştirak etmektedir. Birinci dönemdeki halifelere hadis diliyle hulafa-i raşidin el mehdiyyin denildiği gibi istibdat-ı mutlaka’dan sonra veya melik cebriyeden sonra gelecek yeni bahar döneminin temsilcilerine de hem halife hem de mehdi denilmesi sezadır. Said Havva gibiler Mehdi’den önce yeni bir hilafet döneminin ikamesine mani bir hal olmadığını söyleseler de bu sadece bir faraziyedir. Bu anlamda elbette ki sıfat olarak Hazreti İsa da Mehdi’dir. Lakin hadis alimlerince ıstılahi Mehdi değildir. Bediüzzaman son dönemi müjdelemiştir. Yemen ulemasından Abdulmecid Zindani ise Arap Baharının beşinci devrenin açılışı mesabesinde olduğunu beyan etmektedir. İrhasatı olduğunu savunmaktadır. En doğrusunu Allah bilir. Altıncı ve son devre ise kıyamet sahnesidir. 1-El Mehdi: Devletü’l İslam el kadime ve’l hilafetü’l ahire ala minhaci’n nübüvve. Adil Zeki, Daru İbni Hazm, s: 18-19
Haşir Bahsindeki Teşbih ve Temsiller
09 Ekim 2011 Pazar 09:05
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, onuncu sözde işlediği Haşir bahsine (ki haşr-i cismânî ispat edilmektedir) aşağıdaki önemli cümle ile giriş yapmaktadır:
Şu risalelerde teşbih ve temsilleri, hikâyeler sûretinde yazdığımın sebebi; hem teshîl, hem hakaik-i İslâmiye ne kadar ma’kûl, mütenasib, muhkem, mütesânid olduğunu göstermektir. Hikâyelerin mânâları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinâiyat kabilinden yalnız onlara delâlet ederler. Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir”(1)
Bütün imânî rükünler birbiriyle irtibatlıdır. Tevhid akidesiyle haşir, haşirle nübüvvet birbiriyle bağlantılı olup ayrı düşünülmeyecek derecede önemli hakikatlerdir. Biri diğerini destekler ve kuvvet verir.
İman hakikatlerinin tamamı muhkemdir. Yani te’vil (yorum) ve neshe açık değildir.
Risalelerde geçen misâller, görünüşte hikâye gibi algılansa da, gerçekte hikâye değildir. Çünkü mantık ilmine göre hikâyeler delil sayılmaz. Öyle ise verilen temsiller ve anlatılan hikâyeler, insanın aklına ve kalbine hitap eden o yüce hakikatlerin anlaşılması ve akla yaklaştırılması amacına yöneliktir.
Kur’ân-ı Mu’cizü’lbeyan, çoğunlukla kendine muhatap olan avâmın zihnine derin meseleleri yerleştirmek için benzetme ve temsilleri kullanır. Yüce Rabbimiz Kur’ân’da şöyle buyurmaktadır:” Allah, insanlara böyle misâller getirir ki, iyice düşünüp ibret alsınlar. Yani cehilden ilme geçsinler.”(2)
Demek bu husus, Kur’ânın irşâd metodunda kullandığı bir tarz ve üslûbdur.
Belâgat ilminde bir gerçeğin daha iyi anlaşılabilmesi için, hakikî anlamın anlaşılmasına bir araç teşkil etmesi amacıyla kullanılan söze, “kınâî kelam” denir. Gerçek mânâlar kendilerini değil, başka maksat ve hakikatleri ifade etmek içindir.
“Falan adamın kapısının önünde kül çoktur” cümlesinde kinâye vardır. O adamın misafirperverliğine vurgu yapılmaktadır.
Kur’ânı-ı Azîmüşşân belâgat ilminin bu üslûbunu pek çok yerde kullanmış, Risale-i Nur da bu metodu, bir irşad ve tebliğ yöntemi olarak tercih etmiştir.
Birkaç misâl verecek olursak;
1. “Bana hiçbir insan dokunmadı”(3) âyetinde geçen ‘mes’ (dokunmak) tabiri, muâmele-i zevciyeden (cinsî münasebetten) kinâyedir.
2. “Benim kemiğim zayıfladı, gevşedi”(4) âyet-i kerimesinde geçen “zayıflamak, gevşemek” sözcüğü, gücün gitmesinden ve zayıflamasından kinâyedir.
3. “Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı”(5) âyetinde geçen ‘Er-refes’ kelimesi, fuhşiyâta dair söz söylemek ve müstehcenlik içeren kelam ve davranışlar, görüntüler olduğu halde; burada cinsî münasebetten kinâyedir.
Kur’ânın mânevî bir tefsiri olan Risale-i Nur’da geçen benzetme ve temsiller, kıssadan hisse almak kabilinden söylenen sözler değildir.
“…İşte Onuncu Sözün ve Yirmiikinci Sözün hikâyeleri gibi, sâir sözlerin hikâyeleri, kinâiyyât kısmındandırlar ki…”(6)
Aynı zamanda bu temsil ve teşbihler, Bediüzzaman merhûmun velâyet yoluyla açtığı keşfiyattan ibarettir. Asfiyâ makamında bulunmasından dolayı, o keşfiyâtın hakikatını Kur’ân ve Sünnete göre açıklamıştır. Çünkü asfiyâ; keşfen gördüğünü ilmen ispat edebilen muhakkik âlimlerdir.
Üstad Bediüzzaman, bahsettiği bu temsilleri, misâl âleminde hikâyeler sûretinde görmüş, hakîkat tarzında Âlîm ve Hakîm olan Rabbul Âlemîn tarafından kendisine ilhâmen bahşedilmiştir. O da ilmen izah ve ispat etmiştir. “Bu tesilî hikâyeciğe bak dinle…” derken, yaşanmış bir hikâyeyi ve yaşanacak bir olayı anlatmıyor, belki melekût âlemi denilen esmâ ve sıfat dairesinin bir nevi ayinesi ve misâl âlemindeki fotoğrafını keşfen, ilmen çekmiş ve tesbit etmiş oluyor. Hikâye ve görüntülerin gerçek anlamları ilhâm-ı Rabbânî ile kendisine bildirilmiş, O da beyan etmiştir.
Bu temsilî hikâyeciklerin cereyan ettiği misâl âleminin mahiyeti nedir?
Âlem-i misâl; her şeyin sûret ve hakikatının bulunduğu ve yansıdığı âlemdir. Bu âleme; berzah âlemi, kabir âlemi veya sur âlemi de denmektedir.
Bazı örneklerle konuyu biraz daha açalım.
Meselâ; “Elhamdulillah” kelimesinin her bir harfi, misâl âleminde meyveli bir ağaç olarak görüntülenmiştir. Bu kelimenin on harfi, on ağaç, her ağaçta en az on meyve olarak tecessüm etmektedir.
Gıybet; pis kokulu bir et parçası olarak yansımaktadır.
Hilekâr bir şahıs, maymun ve tilki şeklinde; kin ve düşmanlık besleyen kişi yılan suretinde, namusunu kıskanmayan ve namus konusunda gayretten yoksun bir insan ise domuz suretinde temsil edilmektedir.
Dünyaya karşı hırs sahibi olan karıncaya benzemektedir.
Beş vaki namazını ta’dil-i erkân ile kılmayanın şekli hırsız suretinde görünmektedir.
Beş vakit namazını kılan, büyük günahları terk eden bir mü’min; içinde azık olan çantası elinde, silahı omuzunda bir asker şeklinde temsil edilmektir. Aksi ise (namazı terk edip kebairi işleyen kişi), misâl âleminde çantasız ve silahsız bir biçimde görüntü vermektedir.
Ve bunun gibi her şeyin bir sûret, görüntü ve hakikatı değişik şekillerde bu âlemde (misâl âleminde) yansıtılmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’in pek çok yerinde bu hususa dâir misaller çoktur.(A’raf, 175-176; Cuma, 5)
Bu âyet-i kerimelerde Yahûdî âlimleri; dünyaya meyletmelerinden, dünya ehline dalkavukluk yapmalarına kadar, şehvet, şöhret ve çıkar peşinde koşmalarına kadar, az bir paha olan dünya karşılığında Tevrat’ın hükümlerini değiştirmelerine kadar olan işlerinde kelbe, ikinci misâlde eşeğe benzetilmişlerdir. Kelp (köpek) menfaati, eşek (merkep) ise şehveti temsil eder.
Bu kötü ahlâka sahip olanlar, kelp ve eşek suretinde bir görüntü vermektedirler.
Risalelerde geçen benzetme ve misâllere de bu ölçülere göre bakılmalı ve değerlendirilmelidir.
Dipnotlar:
1.Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 10.Söz, İhtâr
2. İbrâhîm sûresi, 25
3. Meryem, 20
4. Meryem,4
5. Bakara, 187
6. Sözler, 32. Söz, 2. Mevkıf
 

uður1

Well-known member
Cevap: Haşir Bahsindeki Teşbih ve Temsiller

Arap baharını tetikleyen alim ve Risale Akademi’nin konferansı
08 Ekim 2011 Cumartesi 07:14
Arap baharını tetikleyen alim ve Risale Akademi’nin konferansı

Risale Akademi, bize bir davet mektubu gönderdi. Mektupta, 1 Ekim 2011 Cumartesi Ankara-Kızılcahamam Asya Termal Tesislerinde “Münâzarât Ekseninde Milliyetçilik Fikri ve Demokrasi” konulu bir konferans tertiplendiği söyleniyor, bizim de bu konferansa bir tebliğle katılmamız isteniyordu.

Ben de bu nazik daveti memnuniyetle kabul ettim. Belirlenen günde ve mekânda hazır bulunarak tebliğimi sundum.

Böyle bir konferans düzenlemelerinden ve bizi davetlerinden dolayı başta Risale Akademi’ye, Akademik Araştırmalar Vakfına ve Risale Haber’e teşekkür eder, daha büyük ve güzel organizasyonlara imza atmalarını Ceneb-ı Hak’tan niyaz ederim. Program organizatörlerinin birleştirici, kucaklayıcı, olumlu, ılımlı, nazik, samimi, efendi, hürmetkâr olmaları ve bazı eksikliklere rağmen konferansın başarılı geçmesi bizi memnun eylemiştir.

Konferansta sunduğum tebliğimin başlığı şu idi: “1911 Tarihli “Kürt Reçetesi”nin Günümüz “Kürt Meselesi”yle İlgisi”. Şimdi o tebliğden bir özet siz sevgili okurlarıma arz etmek istiyorum:

Sadece Münâzarat’tan değil, Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şâmiye’sinden ve Nur Külliyat’ından da yola çıkarak, derim ki: Bediüzzaman, kıyamet öncesi son devrin imamı, müceddidi, görevlisi olması hasebiyle Sözleri’ni, eserlerini sadece yaşadığı günler için değil, gelecek günler, aylar, yıllar için kaleme almıştır.

Bu davet mektubundan sonra “Münâzarat”ı bir kere daha gözden geçirdim. Bildiklerimin ve inandıklarımın doğru çıktığını görmenin hazzını, sevincini yaşadım. Bir kere daha inandım ki Bediüzzaman’ın Münâzarat’ı ve Külliyat’ı sadece o günler için değil, bu günler ve yarınlar için yazılmış hattâ bir çoğu mânevî canipten yazdırılmıştır.

Bu sözlerimin aksini iddia edenleri, Risale-i Nur’u ve Münâzarat’ı objektif bir gözle, insaf ve vicdan gözlüğü ile okumaya davet ediyorum. Benim düşüncelerimin ve sözlerimin aynını düşünmez ve söylemezlerse ben bu sahadan çekileceğim.

Anayasa çalışmalarının yapıldığı bu günlerde Bediüzzaman’ın eserleri, özellikle Münâzarât’ı istifade edilmesi gereken eserlerin başında olmalıdır.

Gerek Münâzarât ve gerekse Nur Külliyatı’nın omurgasını teşkil eden ve Bediüzzaman’ın seksen küsür yıllık hayat felsefesini özetleyen iki cümlesi var:
“Marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittiba'-ı Kur'andır. Azametli bahtsız bir kıt'anın, şanlı tali'siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır.” (1)
Günümüz Türkçesiyle ifade edecek olursak:
Hasta bir çağın, hasta bir milletin, hasta bir organın reçetesi Kur’an’a uymaktır. Büyük ama bahtsız bir kıtanın, şanlı ama tali’siz bir devletin, değerli ama sahipsiz bir toplumun reçetesi İslâm birliğidir.

Bu iki cümle, Bediüzzaman’ın, günümüz problemleri için hazırladığı çözüm paketinin de bir özetidir.
Yukardaki cümlelerden ve 6000 sayfalık Nur Külliyat’ından de anlaşılıyor ki, Bediüzzaman, Kürt kavgası vermemiştir. İman ve Kur’an kavgası vermiştir. Bediüzzaman’ın talebelerinin çoğu Türk’lerdendir. Eğer o Kürt kavgası vermiş olsaydı, bu gün her kesimden ve her ırktan insanlar onun arkasına düşmeyeceklerdi.

Bediüzzaman’ın, Münâzarat’ı, Ekrad (Kürt) reçetesi olduğu gibi aynı zamanda Etrak (Türk) reçetesidir. Hattâ bütün ırkların reçetesidir. Reçete hasta olanlara verilir. Münâzarat Türk ve Kürtlerden ırkçılık hastalığına yakalanmış ve yakalanması muhtemel olanlar için yazılmıştır.

1911’lerde 100 sene sonraki boğuşmaları manevî bir sinema ile gören Bediüzzaman, Kürtlerin şahsında Türkler’e, Kürt’lere ve Arap’lara ders vermiştir. Kızım sana diyorum, gelinim sen anla” kabilinden. Onun için dedim ki, “Münâzarat” sadece kürt değil, aynı zaman da Türk, aynı zaman da Arap vs. milletlerin reçetesidir. “Sizin milliyetiniz İslamiyet’le mezc olmuş, kaynaşmış İslam milliyetidir.” demiştir. Ve yine demiştir ki:Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve imandır.” (2)

Bu reçeteyi yazan Üstad, milliyet fikrini inkâr etmez. Hatta onunla iftihar edileceğine bile dikkat çeker. (3) Ancak Bediüzzaman’ın bu iftiharı, herkesin anasıyla-babasıyla iftihar etmesi gibi bir iftihardır ki bu meşrudur. Yoksa kendi ana-babasını üstün görme uğruna başkasının ana-babasını inkâr, red ve tahkir iftiharı değildir.

Bir ailenin çocukları birbirinin aynı olmadığı halde, kardeştirler diye nasıl birbirini sevmekte, birbirlerinin meziyetleriyle iftihar etmekte, birbirlerinin imkânlarından yararlanmakta; aynen bunun gibi biz insanlık ve İslam ailesinin çocuklarıyız. Kardeşiz. Öyleyse neden birbirimizin meziyetleriyle iftihar etmeyelim? Neden birbirimizi sevmeyelim, neden birbirimizin imkânlarından yararlanmayalım, yararlandırmayalım?

Kubbeyi oluşturan taşlar, düşmemek için baş başa verirler. İslam binasını ve kubbesini ayakta tutmakla görevli olan ve bu şerefe layık görülen Türkler, Kürtler, Araplar ve bütün Müslümanlar bu taşlardan daha mı taş, daha mı aşağıdırlar ki düşmemek için baş başa vermezler, iç ve dış düşmanların işini kolaylaştırırlar?

Bediüzzaman’nın, talebelerinin çoğu Türklerdendir. Bediüzzaman, Müslümanlığının yanında Kürtlüğünü de öne sürseydi ve Kürt milliyetçiliği yapsaydı, bu gün onu canından çok seven ve ayrı ırka mensup olan Müslümanlar, onu bu kadar çok sevmeyeceklerdi.
Biz Kürd’ü Kürt olduğu için değil, Müslüman olduğu için, Türk’ü Türk olduğu için değil, Müslüman olduğu için severiz. Çünkü Yaradan’ın arzusu ve rızası bunu gerektirmekte ve bunu istemektedir. (4)

Peygamberimiz, nasıl Araplara değil de, âlemlere peygamber gönderilmişse, onun hakiki varislerinden biri olan Bediüzzaman da Kürtlere değil, Türk’lere ve bütün milletlere hizmet vermekle görevlendirilmiştir. Zâten Bediüzzaman da bundan başkasını yapmamıştır.

Bediüzzaman, Türklerin ve Kürtlerin üzerinde ittifak edebilecekleri bir odak noktadır. Bediüzzaman, barış elçisidir, barış köprüsüdür. Kürtler ve Türkler o noktada buluşmalı, o köprüden birbirlerine gidip gelmeli, onun mirasını paylaşmalı, onun eserleriyle dirilmeli, şahlanmalı, sulh ve sükûna, saadet ve selamete kavuşmalıdır. Onu bulan Türkler ve Kürtler zaten bundan başka bir şey de yapmamaktadırlar. Problem onu bulamamış olanlardadır!

1911’de söylenmiş şu cümleye dikkatlerinizi rica ediyorum:
“Şu hayat, âlem-i İslâmdaki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdad ederek, umum âlem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdad-ı mânevî-i umumînin perdelerini parça parça edecektir.” (5)

İşte bir asır önceden bu günü görmek buna derler. Bin maşallah! Zâten Bediüzzaman’ın gündemde kalmasının ve sözlerinin eskimemesinin sebebi bu günü görerek konuşmuş olmasındandır. Allah o zat-ı muhtereme bu kuvveti ihsan ve ikram eylemiştir. Bu asrın etkili ve yetkililerine düşen, onun sözlerinden ilhamla günün problemlerini çözmek ve milleti rahata kavuşturmak olacaktır.

Başta Allah’ın lutfu, sonra din ricalinin ve dindar devlet ricalinin cesaretli, basiretli tavrı, milletimizin sağduyusu bir araya geldi. Bir asra yakın bir zamandır milletimizin üzerine bir kara bulut gibi çöken despot yönetimlerin, bin yıl süreceği iddia edilen 28 Şubat kararlarının belini kırdı. Keser döndü, sap döndü, hesap döndü. Milletin kollarına vurulan kelepçeler, milleti kelepçeleyenlerin kollarına takıldı. Millet, özgürlüğüne kavuştu. Milletimiz derin bir nefes aldı. Maddeten ve manen güçlenen Türkiye Allah Teâlâ’ya hamdolsun bir bahar dönemine girdi.

Türkiye’nin bu bahar dönemi, Arap baharını tetikledi. Despot yönetimler yıkıldı, kalanlar da yıkılacak. Bana bu sözleri söyleten Bediüzzaman’ın en karanlık günlerde verdiği şu müjdedir: “Ümitvâr olunuz, şu istikbal inkılapları içinde en yüksek gür sadâ İslam’ın sadâsı olacaktır!” (6)

Daha da önemlisi, Bediüzzaman bundan yüz sen önce bu gün dünyanın kavuştuğu bahar döneminin ismini veriyor ve şöyle diyor: “Ne yapayım acele ettim, kışta geldim, sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaktır. (7)
Şimdi biz karşımızda o çiçekleri görüyoruz.
(Devam edecek)

DİPNOTLAR:
1-Nursi, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, s. 440
2-Nursi, Said, Münâzarat, 50
3-Bkz. Nursî, Said, Münâzarat, 16
4-Bkz. Hucurat, 49 /13
5-Nursî, Münâzarat,
6-Nursî, Siad, Sünûhat, 61
7-Nursî, Münâzarat, 39-40
 

uður1

Well-known member
Cevap: Haşir Bahsindeki Teşbih ve Temsiller

Hayalin kahramanları
08 Ekim 2011 Cumartesi 07:11
Hayalde bir sistematik yoktur.
Fikirler çıplak olarak haşr olur.
Bu nedenle atlamalar ve geçişlerle mantık bozuklukları, anlamsızlıklar, olmayan şekiller, bozulmuş gerçeklikler, karışmış silsileler kaçınılmazdır.
Hayalin ipi çok uzundur, olmadık bir sonuca bağlanıp kalabilir, oradan sürüklenip dolanabilirsin.
Hatta büyük imkan denizinde her çarptığından kendine göre bir gerçeklik devşirebilirsin.
Keser, biçersin.
Parçalı ve bütünlükten uzak, içi boş bir söz, ucube bir resim, ölü bir yeni doğum, bir gözü arşta bir gözü ferşte bir dev ortaya da çıkarabilirsin.
Aptaldır dev; gücünün dışında işlere kalkışır, üretmez, kısırdır.
Sadece zarar verir. Bir fikri yoktur, tek yapabildiği yıldızları birbirine katmak, galaksileri ateşe vermektir.
Kendi dışındakileri çaresiz bırakmaktadır, bir başına kalmayı ister, paylaşımsızdır, çünkü parçalıdır, iliştirilmiştir.
Bütünün içinde değildir. Evrenin dengesi yerine konulamamıştır, sadece kendisi vardır ve tanımlanmamıştır, tüketmek dışında bir işlevi yoktur.
Zamanı takipten uzak kaldığından hareketten de dışlanmıştır.
Gelişim gösteremez, tekâmül dışıdır, hayatı olmadığı gibi ölümü de yoktur.
Her vurulduğu yerde hayal tarafından tekrar diriltilecektir, her kaybettiğinde hayalle yeniden kurulur, her defasında kurtulur ancak anlamsızlaşır.
Yalnızlaşır. Teavün ve tecavübten mücerreddir.
Mecaz taşımaz, arka planı bulunmaz, hayalin ipi kadar dayanıksızdır.
Farkındalığı yoktur, sıralama yapamaz, mukayesede bulunamaz.
Özürsüzdür. Muhakemesi yoktur.
Hayal gemisinde zamanın sınırlamalarını aşıp geçmiş, gelecek ve an sınırlamalarını kaldırdığını zannederek üstünde gezinirken nihayet her bir hayal kahramanı dev, bir gerçeğe yakalanır ve o anda patlar.
Her hayal kahramanı dev, arkasında siyah bir nokta gibi bir hiçlik bırakır.
 

uður1

Well-known member
Cevap: Haşir Bahsindeki Teşbih ve Temsiller

Zirve insan (M.Akif Ersoy)
06 Ekim 2011 Perşembe 09:01
Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyulayı da, er geç silecektir.
Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni, nereden bilecektir?
Bu mütevazilik kokan dörtlüğü kaleme alırken, kaderin yaratıcısının da onu şairliğin ve zirve insanların mertebesine çıkaracağından, kıymetli bir vatan şairi, fikirleriyle, örnek hayatıyla Müslüman-Türk insanının ve İslâm âleminin gönlünde ve dilinde ebedileşecek kıymetli bir şahsiyet olacağından hiç haberi yoktu. Dahası Rıza-i İlâhiyeden başka bir derdi de yoktu...
Evet, Mehmet Akif Ersoy, İstiklal marşımızın şâiri, büyük fikir ve dâva adamı! Milli Mücadele'yi ateşleyen manevi bir önder! Bilemiyorum onu layıkı ile bir nebze de olsa anlatabilecek miyim?..
Akif, eşi zor bulunur bir yardımsever insandır. Öyle ki, daha delikanlılığa yeni adım atmışken, akraba çocuklarına sahip çıkacak kadar babalık hisleri ile doluydu... Belki de bu güzel huyları ona kazandıran yetimliğidir. Evet, Akif daha on beş yaşında iken ''benim hem babam, hem hocamdır ve ne biliyorsam ondan öğrendim''dediği, müşfik babasını Veremden kaybetmiştir.
Onun ne derece vefakâr bir insan olduğunu arkadaşı Mithat Cemal Kuntay'ın şu hatırasında anlatır: ''Balkan Harbi başlarken Akif bey yegâne geçim yolu olan resmi memuriyetinden istifa etti.
Kirada oturduğu evine bir cuma günü gittim. Beş çocuğundan başka evde dört çocuk daha vardı.
-Bunlar kim? dedim.
-Çocuklarım, dedi.
-Bir hafta içinde fazladan dört çocuk sahibi olmakta tuhaflık var, dedim. Sonra anlattı.
Baytar mektebinde okurken bir arkadaşı ile anlaşmışlar. Kim önce ölürse, ölenin çocuklarına kalan bakacakmış. Arkadaşı vefat edince anlaşmalarının gereğince Akif Bey de çocukları ömür boyu bakmak üzere yanına getirmiş...
Böylesine bir vefa ve sözünün eri olma örneği galiba sadece zirve insanlara has bir özellik olsa gerek.
Yine Mithat Cemal anlatıyor; ''Evet Akif sözünün eri bir insandır demiştik... Yine Meşrutiyetin ilk seneleri, bir cuma günü adam boyu kar yağdı. O gün araba, tramvay, şimendifer kardan işlemedi.
Çapa'daki evimize o gün sütçü, ekmekçi gibi satıcılar bile gelememişlerdi. Öğle yemeğinden sonra biz hâlâ ekmekçiyi beklerken kapı çalındı. Fakat oda ne Akif gelmişti. Bıyığının yarısı donmuştu. Şaşırdım nasıl geldiğini merak ettim.
Beylerbeyi'nden Beşiktaş'a nasıl olmuşsa bir vapur işlemişti.'' Bu kadar mı,'' dedim. Tabii ki bu kadardı. Ve tabii ki Beşiktaş'tan Çapa 'ya bu havada insanlar yürüyerek gelebilirler diyordu. Bu karda tipide yürünen mesafeye ben şaştıkça, Akif de benim hayretime şaşıyordu.
''Gelmemem için kar, tipi kâfi değil, vefat etmem lazımdı. Çünkü geleceğim diye söz vermiştim dedi''...İnsanların birbirlerine verdikleri sözün, bu kadar korkunç bir şey olması, o gün beni ürkütmüştü...
-Akif, dedim. Sen eğer verilen sözün mânâsını bu türlü anlıyorsan, bana izin ver de, ben bu türlü anlamayayım. Benim verdiğim sözün şiddetli bir lodosa bile tahammülü yoktur. O ''ben Böyleyim'' dedi. Ben de, ben de böyleyim dedim... Bu vak'adan sonra ona söz vermekten korktum. Onun gözünde, ne karayel fırtınası, ne de diz boyu kar, geçerli mazeret değildi.
Yine M. Akif’in, arkadaşı Eşref Kuşcubaşı'na sık sık söylediği şu söz de, onun muhteşem karakterinden ip uçları verir bizlere...''Allah'ın en çok sevdiği şeylerden birisi de, zâlime doğruyu söylemektir!...'' Çünkü Akif'in haksızlığa hiç tahammülü yoktur; karşısında iktidarın hakim güçleri olsa da…
Hele bin bir bâdireler ve fakr-u zaruret içinde kıvranan milletin sırtından geçinenlere karşı hiç mi hiç tahammülü yoktu. Bir gün ona, ''hiç sevmediğiniz kimlerdir?'' diye sorulduğunda ''geçmişlerinin vatan hesabına on parası geçmemiş, bir damla kanı dökülmemiş, bir hizmeti olmamış olduğu halde ağzını memleketin temiz kan damarlarından birisine yamayarak emmekte olan serseri tufeyliler yok mu, işte en sevmediğim bunlardır.'' cevabını verecektir.
Evet, o bir Ahlâk kahramanıydı. Ona bu hükmü, Onunla otuz beş sene hemhal olmuş bir dostu verecektir. Ve bu hükme varmadan, yıllarca onun kusurlarını, falsolarını araştırdıktan sonra şu itirafta bulunacaktır; ''Onu ilk tanıdığım zaman ona inanmadım. Bir insan bu kadar temiz olamazdı.
Fena aktör, melek rolünü oynamaktan bir gün yorulacaktı. Gayr-i tabii bir faziletten yorulan yüzünü bir gün görecektim. Fakat otuz beş sene oldu Onun yanından her çıkışımda, kendime hep kendini inkâr edercesine nasıl çıkıyordu? Mahrumiyetlerden yılmayan seciyesiyle kendisini nasıl kahraman sanmıyordu? Onun temizliği yanında insan kendi günahlardan muzdarip olurken, O, kendisinin bizlerden başka olduğunu nasıl görmüyordu?
İşte bu yüzden Onun yeri zirvelerdi. Fakat gerektiğinde de eli yetişeceği her kese el uzatmaktır esas dertleri. Yeşertmektir kurumuş gönülleri, çölleşmiş sineleri...Zirve insanların, Kur'an’la alâkaları, su- balık misalidir.Bütün enerjilerini Kur’an’dan alırlar. Kutup yıldızımızdır onlar bizim.
Zirvelerin bağrında fışkıran âb-ı hayat kaynaklarıdır onlar. İlahi rahmete sineleri açık olanlar, gönül dünyaları kurumuş nice insanlar, onların bağrında yetişir ve yeşerir...Zirve insanlara selam olsun... İslâm Şâiri merhum M. Akif'in de ruhu şad olsun, mekânı Cennet…



Tenzile Hanım’ın vefatının ardından

08 Ekim 2011 Cumartesi 15:49
Her ölüm vaktinde gelir ya hani. İki ölüm düştü gündemimize. Dünyayı değiştirmek üzere yola çıkan iki kişi ölüme şahit oldu küçücük dünyamızda. Bunlardan biri Apple’ın kurucusu Steve Jobs’tı. Namı dünyayı sarmış, teknoloji dehasıyla dünyayı bir avuca sığdıran Jobs’ın kendi deyimiyle yenilere yer açışına tanık olduk. Öyle diyordu çünkü: “Dünya devamlı yenileniyor, eskiler aradan çıkacak ki yenilere yer açılacak.” Ve şunu da söylüyordu “Her gününüzü son gününüz gibi yaşarsanız, bir gün mutlaka haklı çıkarsınız.” Jobs’ın 2005’te yaptığı mezuniyet konuşmasını dinleme fırsatı bulursanız göreceksiniz ki o aynı zamanda hayat üzerine kafa yormuş bir insandır ve kendince insanlığa hizmet etmenin yolunu bulmuştur.
Bir ay önce Amy Winehouse isimli meşhur şarkıcının, dün teknoloji devi şirketin ortağı Steve Jobs ve Başbakan Erdoğan’ın annesi Tenzile Erdoğan’ın vefatı… Dünyaca tanınan insanların yaşadıkları ölümün de bir nimet olduğunu hissettim bugün. Özellikle son zamanlarda bir şekilde dünya gündeminde yer alan Erdoğan’ın gözlerinden damlayan yaşlarının dünya basınında da yer alacağı açık.
Bir insanın ölümü hatırlamaya ihtiyacı var. O yüzden ki “Ölüm var ya Ömer” diyen biri vardı. Hiç bize uğramayacağını düşündüğümüz o gerçeğin “gerçek” olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Haberlere düşen her meşhurun ölümü verilmiş bir ders değil mi?
Dünyanın fani olduğunu sık sık hatırlamaya muhtaç nefislerimiz.
Yazının ilk cümlesinden alıyorum tekrar. Tenzile teyze de tam vaktinde öldü. Vicdan sahibi her evladın anasının ardından üzüleceği açık ve gayet normal… Başbakan bile olsan, ananın oğlusundur en nihayetinde. Şefkatli kolları ahirete yollamak zordur. Başbakan o mübarek nur yüzlü anadan, onun şefkatinden, hayır duasından ikinci bir emre kadar ayrıldı.
Sayın Başbakan, size de “Ölüm var ya Ömer” gibi ölüm var demeye gerek var mı?
Siz de gideceksiniz onun vardığı memlekete…
Gücün zirvesinde olduğunuz, büyüklerle oturup kalktığınız bir anda “Ölüm var Erdoğan” dedi Allah. Şimdi valideniz, sonra siz…
Bu ölümün bir güzelliği daha var ayrıca… O oğlunu çok seven ana, evladının acısını yaşamadı. Ölüm haberiyle sarsılmadı.
Rahmetli Tenzile Hanım çok nasipli kadınmış. Bir kalemde en az 50 milyon Fatiha’yla göçtü Rahman’ın diyarına.
Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin dediği gibi “Madem ölüm ölmüyor ve ecel gizlidir, her vakit gelebilir. Ve madem kabir kapanmıyor; kàfile kàfile arkasından gelenler oraya girip kayboluyorlar. Ve madem bu hayat-ı dünyeviye gayet sür’atle gidiyor…” Biz sıradan insanların da ölümü bir an olsun unutmamız gerekiyor. Hatırlatan Rabbime şükürler olsun…
emir fatih karaşahan (@emirfatih) auf Twitter
 

uður1

Well-known member
Cevap: Haşir Bahsindeki Teşbih ve Temsiller

Sürü içerisinde eşref-i mahlûkat
15 Eylül 2011 Perşembe 08:00
‘Sürü içinde’ tabiri, dışarıdan bakıldığında kulaklarımızı tırmalasa da, kibrimizi okşasa da, haklılık payı çok yüksek bir gerçekliktir. Sürü her yerde, her toplulukta ve her insanın zihninde vücut bulur.
Bir sürüye mensup olanlar ne yaparlar? Kapı açılıp “yürüyün” komutu gelince, yürürler, sabahtan akşama kadar bedenlerinin hizmetçiliğini yapıp; yer, içer ve yatarlar. Ve o türün bütün örnekleri, daha önce yapılan bu işi aynı şekilde devam ettirirler. Üstelik topluca… Sürüler halinde… Zaman, mekan, yaş farkı tanımadan. Aralarından hiç biri ;”ben bu gün otlamak istemiyorum. Yıldızları seyretmek istiyorum” demez.! Demiyor ve demeyecek de! Aralarından biri “ ben bu gün bu ırmağın kenarında otlanıp sulanmak yerine, bu güzel manzarada çiçeklerle böceklerle hayat kuracağım, onlarla konuşacağım” demez, diyemez! Veya topluca “biz neden yaratılmışız, yaradılış amacımız ne?” diye bir soru yöneltmezler kendilerine. Bu iş, yüz yıllardır aynı. Ye iç yat ve sağıl!
Bizim farklılığımız nerede???
Peki; insanlar ne yapar, onlar ne âlemde? Biz de belli bir zümrenin, toplumun içinde yaşarız. Toplumun genel geçer kurallarına uyarız. Genel olarak aynı işi yaparız. Gece yatarız, sabah bin bir zorlukla uyanırız, çalışırız ama çok çalışırız. Gündüz; akşamki yemeği ve hasret kaldığımız uykuyu düşünürüz. Gece; yarınki monoton hayatı düşünürüz. Tabi bize monoton gelmez hayat. O kadar uyanık değilizdir. Rüya âlemine bile dünyevi işleri karıştırıp aklımızdaki bütün meseleleri o âleme taşırız. Bunu isteyerek yapmayız. Zira rüyalarımıza yerleştirecek manevi âlemleri yakalayamayız.
Gel gelelim dualarımıza. Başlı başına ele alınacak bir konu olabilir. Ama söylemeden geçemeyeceğim. Bizler dua ettiğimizi zannedip duruyoruz uzun süredir. Dua ederken bile; araba, iş, eş, ev istiyoruz! Tabi zamanı değerlendirmek için bunu bir de kırk kere söyleyip garantiliyoruz. Nasıl bir keşmekeşin içerisinde çalkalanıyoruz. Dua bir müminin sadece maddi isteklerinden mi ibarettir yahu? Bu kutsal yüce varlık bu kadar kısıtlamak için kendini üzerine para mı veriyordur, nedir? Yakarıştır o. Sohbettir. Zikirdir. Anlık isteklerin aracı değil, daimi maneviyatın anahtarıdır.
İnsanoğlu ne hazindir ki bunlardan habersiz olmayı yeğleyerek, sürü içerisinde yaptığı bu tekdüze davranışlardan sıkılmaz vaziyette (?) devam eder yaşamaya. Sıkılır da, üstünü kapatır. Hiç düşünmemiş gibi yapar. Ve sürüye uygun hareket etiğinde, kendini rahat hisseder. Farklı olmaktan korkar. Monotonun dışına çıkmaktan, gündelik işlerin dışında hareket etmeyi irdelemekten çekinir. Sürünün vereceği tepkiden, sürüden dışlanmaktan çekinir.
Aslında insan gibi yaşamaktan ürker. Peki, korkulan şey nedir?
Öğrenmeye, sorgulamaya iten güç olmasın mı? Şöyle bir hayal edin; kendinize bakın, çevrenize bakın. Biz, gerçekten öğrenmekten korkan bir topluluğuz. Ama neden? İlk önce, öğrenmek için harcanacak çabadan, emekten, korkarız. Enerji kaybını gözümüzde büyütürüz. Oysaki yeni bir şeyler öğrenmek, vücudumuza her gün alışılmışı yaptırmaktan daha kolaydır. Bu aşamayı atlatınca, insan sorumluluk taşımaktan ürker. Bilir; bu yaptığı çok farklı, herkes gibi değil! Bu aşamayı da atlatınca, mesuliyet duygusu ve yol ayrımı çıkar insanın karşısına. İnsan bildiğinden mesuldür. Bu, çok ağır bir sorumluluk olarak gözükür insanın gözüne. Oysaki dağların, denizlerin, meleklerin üzerine almaya korktukları “Allah’ın Halifesi” sıfatını, O’nun tecelligahını almayı kabul edip, insan olmuştur (tabi bunu Rabbi istemiştir). Meleklerin secde ettiği, onların bile ulaşamayacağı makamlara ulaşmaya adaydır insan!
İnsan, öğrendiğini anlatmaktan, bildiklerini hayata geçirmekten asla vazgeçmemeli! İşte; bir yol ayrımı daha çıkıyor insanın karşısına! Ya öğrendiklerini bilmiyormuş gibi yapıp, o sıkıcı hayata tekrar döneceksin. Ya da, o sürüdekilerden farklı olup, kademe atlayacaksın. Öğreten olacaksın, öğrenmeyi bırakmadan! Alışverişi karlı olarak yapacaksın… Ayette de öyle demiyor mu; “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu!”Maddi, geçici makamlarda derece atlamayı başarı sayan ve dünya hayatında farklı olmayı göze alıp, bu dünya ve öteki âlemde cenneti yakalamayı reddediyor. Başarısızlık, salaklık, hatta ve hatta delilik olarak görüyor. Mevlana’ya dans hocası, Bistami’ye kâfir, Şems’e münafık diyenler… Peygamber efendimize hâşâ “deli, sihirbaz” diyenler, aynı insanlar değil miydi? Aynı sürü değil miydi?
İşte insanoğlu! O’nu, öğrenmeye iten gücü umursamayarak, (sürüsüne)meydan okumayarak, hayatını geçirmeye çalışan aciz bir yaratık. Kendisine “sürü” tabirini yakıştırmaz, yakıştıramaz. Keşke onlar kadar vazifemizi yapabilsek… En azından onlar yaradılışlarının hakkını veriyorlar. Ne öğretilmişse onu yapıyorlar. Ne İsteniyorsa onu veriyorlar. Ya insanlar? Niye yaratıldığını bilen ne kadar insan var acaba? Yaratıcının, insanoğluna verdiği değerin, bahşedilen nimetlerin ne kadar farkında acaba? Nefes alıp verirken beynine giden oksijenden haberi var mı? Bize verilen ve istenenlere karşı, biz ne yapıyoruz, neredeyiz, nasılız? İlerde “Keşke toprak olsaydım.”dememek için, iyi düşünmek gerekir. Öğrenmekten, öğretmekten kaçmamak gerekir. Yaradılışımıza, mizahımıza uygun hareket edip, yaratıcımıza bunun şükrünü eda etmemiz gerekir. Bunun yolu da; korkuyu geride bırakıp, öğrenmek için adım atmaktan geçer. Öğrendiklerini hayata geçirip, gelecek nesillere aktarmaktan geçer. Bunun için de, önce sürüden ayrılmak, hayatı yeniden sorgulamak ve deliliğe ulaşmak gerek…
Sürüden ayrılma zamanımız gelmedi mi???
 

uður1

Well-known member
Cevap: Haşir Bahsindeki Teşbih ve Temsiller

Hala mı devlet-ulus, usanmadık mı?
08 Ekim 2011 Cumartesi 05:39
Berlin Duvarı’nın çökmesinden sonra yeryüzünde meydana gelen değişiklikleri art arda hatırlayınca, Türkiye’nin dünyaya uymak ve iç sorunlarını halletmek konusunda ne kadar beceriksiz ve hantal olduğunu görüyorsunuz.
Rejimlerin değiştiği, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı, Çekoslovakya ile Slovakya’nın sessiz sedasız ayrıldığı bir dünyada, Ankara hâlâ ‘Kemalizm’in dört fobisi’ olan problemlerini aynı 1923 yılındaki gibi koruyor.
Ne Kürt sorununu, ne Müslüman kimliği, ne Aleviliği, ne liberal ve Marksist düşünceyi demokratik bir ülkenin normal akışı içine çekebiliyor.
Bu hantallık, tarihsel gelişme içinde ‘uluslar’ devletleri kurarken, bizde bunun tam tersi olmasından kaynaklanıyor gibi.
Biz de ‘devlet, kendine bir ulus yaratmaya koyulmuş’. Ortaya devlet eksenli bir toplum çıkarılmış.
***
Geçenlerde bir grup tarafından kaleme alınan ‘ortak anlayış metni’nde Türkiye’nin bu sadece ‘kendine benzeyen’ garip durumu ve bunlardan doğan sorunlar şöyle anlatılıyordu:
‘Söz konusu anlayışın temelinde uluslaşma sürecimizin, ulustan devlete değil, devlet aracılığıyla ulus oluşturma biçiminde evrimi yatmaktadır.
Osmanlı, bir ulus-devlet değildi. Kozmopolit bir siyasal birlikti. Türkiye Cumhuriyeti, bir ulus-devlet olarak kuruldu ama olmayan ulusu yaratmak işlevini, Cumhuriyet öncesinde de varolan devlet üstlendi. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti, devletin şekillendirdiği ve şekillendirmeyi sürdürdüğü bir ulus olgusu üzerine inşa edildi...
Değişen, büyüyen, karmaşıklaşan, dünya ile etkileşime giren, müthiş bir kültürel zenginliği içinde barındıran toplum ile 1920’lerin ihtiyaçlarına göre yapılanmış otoriter devlet teşkilatı ve onu meşrulaştıran siyasal kültür arasında doku uyuşmazlığı doğmuştur.’
***
‘Ortak anlayış metni’ devlet-ulus olarak doğan bir cumhuriyetin bu zaafının giderilememesi halinde ‘Kürt sorununu’ da çözemeyeceğimiz kanaatinde:
‘Siyasal kültürümüzün temel kavramlarından olan ‘ulus’, daha doğrusu bu kavramın içeriği, yaşanan sorunlardan birinin kaynağıdır. Başta devralınan çoğul toplumsal doku ve imparatorluk mirasçısı olmanın getirdiği çok kültürlü nüfus gerçeği, yöneticilerce doğal bir veri olarak algılanmıştır.
‘Ulus’, Türkiye toprakları üzerinde yaşayan herkesi soy, din ve kültür farkı gözetilmeden içine alan bir siyasal birlik olarak düşünülmüştü. Bu anlayış, çoklu nüfus yapısından, çoğulcu bir siyasi örgütlenme doğurabilirdi. Doğacak çoğulcu örgütlenme, kaçınılmaz olarak demokratik olacaktı. Ama yoksul, eğitimsiz, ulus bilincinden yoksun kozmopolit bir halktan çoğulculuk ilkesine dayalı bir ulus yaratmak, o günün seçkinlerine fazlaca zahmetli ve uzun erimli geldi. İki kez denenen çok partili hayata kısa sürede son verildi.
Ortak bir siyasal kültür oluşturmanın acil ihtiyacı, onları ‘çeşitlilikten ya da farklılıktan birlik’ yaratmak yerine, ‘farklılıkları benzeştirmeye’ itti.
Bu tercih, onları (devleti), çoğunluk kümesinin özelliklerine dayanan, yani Türk ve Sünni (hatta Hanefi) özellikleri ağır basan bir ulus yaratmak biçiminde somutlaştı.’
***
Bu eksikliğin bugünkü çözümü nedir?
Hiç şüphesiz ‘vatandaşlık’ kavramının ‘hukuksal’ içeriğine sahip çıkan demokratik bir devlet ruhu... Vatandaşını, ırkına, dinine, mezhebine göre ayırmayan, ‘devletin eşit üyesi’ olarak algılayan bir yönetim...
Ankara’nın hâlâ dünyayı 1920’lerde zanneden ve ‘devlet eliyle ulus yaratmayı’ normal bulan zevatı bu gerçeği anlamadıkça sorunları çözmekte zorlanacağız.”
***
Bu yazıyı tam on dört yıl önce, 7 Ekim 1997 Salı günü yazmışım...
On dört yıl içinde değişenler ve değişmeyenler sizce nedir?
***
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın annesinin ölümünü, bu acıyı epeyce önce tatmış biri olarak Amerika’da öğrendim. Bunun ne demek olduğunu bilirim... Başbakan’ın değerli annesine rahmet, kendisine ve tüm ailesine başsağlığı, sabır ve metanet diliyorum.
Star



PKK... KCK... Güneydoğu gerçekleri

08 Ekim 2011 Cumartesi 05:51
Haber kanalı 24’te yayınlanan OLAY YERİ programı için çekim yaptığım güneydoğudan izlenimleri aktarmak gerekiyor... Çünkü, memleketin nabzı bir kez daha bölgeye kaymış durumda ve hepimizin “gerçeklere” yönelmesinden yarar var.
1. AK Parti hükümetinin sürdürmekte olduğu demokratikleşme çalışmaları, güneydoğuda sokaktaki insanın beyninin arkasında yatan “1990’lar korkusunu” henüz yenmiş değil. Çiller-Ağar-Güreş üçlüsünün bölgede uygulamaya koydukları ağır insan hakları ihlalleri nedeniyle halkın devlete olan güveni derinden sarsılmış durumda.
2. Başbakan Erdoğan’ın, MHP lideri Bahçeli’nin, “Kandil’e bayrak dik” çağrısını, “bayrak dikmekte terör sonlanıyor mu” diyerek yanıtlaması çok yerinde bir çıkış. Açıklama tam olarak bölge halkının yaklaşımlarını özetler nitelikte ve yumuşamayı destekleyeceği kesin.
3. Bölge insanına yürütme-yargı ayrılığının çok iyi anlatılması, KCK operasyonu tarzı gelişmelerin hükümetten değil, doğrudan hukuktan kaynaklandığını çok iyi aktarılması gerekiyor. BDP kanadı, operasyonu doğrudan hükümetin bir tasarrufu olarak göstermeyi şu anda başarıyor.
4. Dertlerin anlatılmasında medyaya çok iş düştüğü bir gerçek. Türk medyasının olaylara bağlı olarak bölgeyle ilgilenmesi, sansasyonel başlıklar ile işi geçiştirme alışkanlığı bölge halkıyla bağlantı açısından ciddi zaafiyet yaratıyor. Bölgenin sesinin ulusal yayın kurumlarında daha net duyulması, Roj TV alışkanlığının da ortadan kalkmasına neden olacak.
5. Halk kesinlikle şiddetin bitmesini istiyor. Bu durum PKK’yı köşeye sıkıştırmış durumda. Siirt’te masum dört genç kızın öldürülmesi gibi olaylar nedeniyle de örgüt, halkın karşısına çıkacak çaptan düştü ve teröre tepki büyük.
6. Bu nedenle siyasi otoritenin dağdaki gençleri yaşama kazandıracak politikaları uygulaması için en iyi zaman olduğu belirtiliyor.
7. Bu çerçevede BDP’lilerin de halktan gelen tepkiler üzerine Meclis’e geldiklerini öğreniyoruz. Siyasi bir manevra değil, halkın “biz size bölgeyi Ankara’da savunun diye oy verdik” tepkisinin gelişmede büyük rol oynadığı belirtiliyor. Bu nedenle PKK’nın da BDP’lilere kızgın olduğu biliniyor.
8. Halkın tercihi belli: Silahlar sussun, demokratik siyasetin önü açılsın.
Özetle: PKK zayıflıyor, ekonomisi güçlenen ve dünyada ağırlığı artan Türkiye Cumhuriyeti devletine dönük yaklaşımlar olumlu yönde rotalanıyor.
Öneri: BDP’lilere “sivil siyasetin kırmızı çizgileri” anayasa çalışmaları başlamadan bildirilmeli. Bölge halkının “özerklik” diye bir kaygısı yok, ama, yerel yönetimlerin güçlendirilerek bazı kültürel taleplerin yerinde karşılanması talebi olacaktır.
Detay: “Anadilde eğitim” bir siyasi slogandan ibaret, Irak Kürdistan’ından gelen Kürtler’in hepsinin İngilizce’ye olan hakimiyeti bölgede yeni modayı başlatmış durumda, herkes, Kürtçe ve Türkçe’den önce İngilizce öğrenmenin gayreti içinde... DİYARBAKIR / SİİRT
Star
 

uður1

Well-known member
Cevap: Haşir Bahsindeki Teşbih ve Temsiller

İslâm Âleminin temel açmazları karşısında Türkiye
09 Ekim 2011 Pazar 08:58
“Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi (İslâm dünyasını) maddî cihette kurun-u vustada (ortaçağda) durduran ve tevkif eden (sabitleyen) altı tane hastalık var” diyor, Bediüzzaman Said Nursi hazretleri, Hutbe-i Şamiye isimli eserinde…
Böyle diyor ve o hastalıkları şöyle sayıyor:
Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi...
İkincisi: Sıdkın (ki, İslâmiyetin esası sıdktır. İmanın hassası sıdktır. Bütün kemâlâta îsal edici sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır. Âlem-i İslâmın nizamı sıdktır. Nev-i beşeri kâbe-yi kemâlâta îsal eden sıdktır. Ashab-ı Kiramı bütün insanlara tefevvuk ettiren sıdktır. Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran sıdktır) hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede (sosyal ve siyasi hayatta) ölmesi...
Üçüncüsü: Adavete muhabbet (düşmanlığa dostluk-nefreti sevmek)...
Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları (bağları) bilmemek (yahut umursamamak)...
Beşincisi: Çeşit çeşit sarî (bulaşıcı) hastalıklar gibi intişar eden (yayılan) istibdad (antidemokratik baskı ve şiddet)...
Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek (bütün himmet ve gayretini kişisel çıkar için harcamak)...
Bu çarpıcı tespitlerle birlikte Bediüzzaman’ın Risale-i Nur Külliyatı’ndaki tüm tespitlerine dikkatle eğilmek gerekiyor. İnanıyorum ki, dünyanın gerçek kurtuluşu aramaya çıktığı bir sırada, Kur’an referanslı fikirler hem revaç bulacak, hem de yeni ufuklar açacaktır. Bu bakımdan, Kur’an gerçeğini çağa taşıyan Bediüzzaman gibi değerleri anlamaya ihtiyacımız var. Onun ve eserlerinin etrafında ufuk açıcı tartışmalar yapılması özelde İslâm âlemine, genelde tüm dünyaya büyük fayda sağlayacaktır.
İslam âleminin son derece önemli problemler yaşadığı bir dönemden geçiyoruz. Mısır başta olmak üzere, Afganistan, Irak, Mısır, Libya, Tunus, Suriye gibi ülkelerde ciddi problemler var.
Hepsi bu kadar da değil...
Batı dünyası acıkmasız kapitalist yöntemlerin bedelini ödüyor: Yunanistan ekonomik iflâsta, İsveç tökezledi, İspanya ve İtalya yalpalıyor, Fransa ekonomik kıskaca girmemek için Arap dünyasını sömürecek tuzaklarda çıkış arıyor...
Kısaca söylemek gerekirse, maddeyi öne çıkaran yanlış yapılanma, “Hayat mücadeledir” felsefesine tıkanıp çözülmek üzere... Artık yalnız fertler değil, milletler bile isyan ediyor.
Bu gelişmeler de gösteriyor ki, ne sosyalizm, faşizm, kapitalizm gibi yanlışlarla malül beşerî reçetelerde varlık arayan insanlık âlemi, ne de kendi varlık sebebini unutup onları şuursuzca taklit eden İslâm âlemi mutlu. Görüntü topyekün bir tıkanmaya işaret ediyor.
Marks’ıyla, Kant’ıyla, Dekart’ıyla ve Aristo’suyla, Weber’iyle, Durkheim’ıyla tüm Batı tıkandı.
Bu durumda Batı’yı taklit etmeye çalışan İslam dünyasının aynı hastalıkları paylaşması ve sonuç olarak tıkanması kaçınılmazdı.
Umutlar Türkiye’ye yönelik: Ama bu kargaşa ortamında yıldız gibi parlayan Türkiye’nin de PKK terörüyle başı dertte...
Ya da dirilip Osmanlı şemsiyesini açmaması için bilerek, isteyerek başına bu çorap örülmüş...
Türkiye PKK’yı bir şekilde bertaraf edebilir de Bediüzzaman’ın işaret ettiği hastalıklardan arınabilirse, dünya çapında müthiş bir “inkılâb”a öncülük edebilir.
Haydi hayırlısı!
¥
NOT: Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a ve ailesine, sevgili annelerinin vefatı münasebetiyle taziyelerimi sunuyor, son yirmibeş yılını annesiz yaşamak zorunda kalan bir yetim olarak acılarını paylaşıyorum. Allah rahmet eylesin.
‘Arap Baharı yeni Türkiyeler yaratacaksa felaket’
08 Ekim 2011 Cumartesi 05:46
Barack Obama’ya karşı ABD Başkan aday adayları arasında, aptallığı ve cehaleti sınır tanımayan, Bayan Michelle Bachmann, önceki gün Arap Baharı’nın değerlendirirken “Obama ABD’nin güçsüzlüğünü sergileyerek Arap Baharı’na çanak tuttu!” dedi ve ayakta alkışlandı Cumhuriyetçi parti yandaşlarınca. Bachmann gibi cahillerle dalga geçmek kolay, ancak Batı’da “İslam Gezegeni Korkusu” diye bir hastalığın varlığını da vurgulamak gerek. Bu korku 1992’de İslam Kurtuluş Cephesi’nin seçim kazanması sonucu Cezayir Ordusu’nun darbe yapmasıyla başlar. ABD ve yandaşları, Cezayir ordusu, demokrasiyi katlederken kılını kıpırdatmadı. Sonuç? Yer altına giren İslam Kurtuluş Cephesi radikalleşmeyi seçti demokrasi yerine.
Arap Baharı’na karşı çıkan sadece kökten dinci siyasiler değil. Liberaller de var içlerinde. Korkunun nedeni, diktatörler giderse, halkoyuyla gelecekler İslam devletleri kurar Mısır’da, Tunus’da, Libya’da ve de Suriye’de. Batı’lı liberaller, İslam’dan sadece nefret etmiyor korkuyorlar da. Sarkozy yandaşlarının Yemen’le ilgili “Aprés Ali Abdullah Saleh le deluge İslamisme” yani Ali Abdullah sonrası Yemen, İslam seline kapılacak lafı, bilinçsizliğin ve korkunun nasıl dağları beklediğini kanıtlıyor. Ancak Arap Baharı’nı başlatanların gerçekten demokrasi istediğini görmezden geliyorlar. The Economist dergisinin belirttiği şu görüş, “İnançlı siyasilerin kurduğu, on yılı aşkın bir süredir girdiği her seçimi kazanan, Türkiye’de demokrasiden bir milim bile şaşmaksızın yönetimi elinde bulunduran AK Parti’nin bile hala gizli, İslamcı bir gündemi olduğunu savunan ciddi sayıda, kendilerini liberal olarak tanımlayanlar var (Batı’da)” çok doğru. Bu tam bir soğuk savaş mantığı. Kimi komünistler gibi, İslamcılar da demokrasiden söz ederek saf liberalleri kandırıyor sersemliği. “Araplar” adlı kitabında gazeteci Peter Mansfield şöyle demişti ta 1985 yılında: “Batılı kurum ve fikirlerden yararlansalar da, İslam dünyasında kurulacak yeni demokrasiler, Arap ve İslam kimliklerini de bir köşeye atmayacaklardır. Demokrasi illa da Batı kurum ve inançlarını içermek zorunda değildir.” Bakınız, inançsızlık bürokrasi diktatörlüğü ve yolsuzluğun anasıdır. İnançsız bir toplumda ekonomik reform yapmak da mümkün değildir, bireysel özgürlüklerden söz etmek de, demokrasiye bağlı kalmak da!
Star
 

uður1

Well-known member
Cevap: Haşir Bahsindeki Teşbih ve Temsiller

Suriye politikası
08 Ekim 2011 Cumartesi 05:19
"Komşularla sıfır ihtilaf" parametresinin yanlış yürütüldüğü trajik örnek Suriye'dir.
Maalesef çok iyi başlayan ilişkiler çökmüş bulunuyor. İki ülke birkaç ay içinde birbirlerine kendi topraklarında ciddi zararlar veren iki düşman haline geldi. Hükümet kanadının bize gösterdiği iki gerekçe var: Biri "Esed reform yapmadı, bizi dinlemedi". Diğeri, "Baas rejiminin katliamlarına seyirci kalamayız."
Esed diyor ki: "Siz 30 yılda zar zor değiştiniz, benden üç ayda devrim niteliğinde değişim istiyorsunuz. Reform yapma sürecinde Türkiye'yi örnek almak istiyorum, ama biz yardım beklerken karşıma tehditle çıkıyorlar."
Suriye muhalefetinin katledilmesine gelince. Tabii ki yüreğimiz yanıyor, ama Türkiye'nin sırf bu sebeple harekete geçtiği biraz kuşkulu. 2003'ten beri Irak'ta yüz binlerce Müslüman katledildi, hem de Adana'dan kalkan Amerikan uçaklarının attığı bombalarla, sesimiz çıkmadı. Bahreyn ve Yemen'de de aynı acımasızlıkta muhalifler öldürülüyor, sesimiz çıkmıyor.
Şu suali sormaya değer: Türkiye, farklı hareket 'edebilse' idi, ilişkiler bu noktaya gelmeyebilir, Beşşar Esed yönetimi bu kadar acımasızlaşmaz ve muhalefet yine 1982'lerdeki gibi silahlı mücadeleye avdet etmeyebilir miydi? Belirtmek gerekir ki, Müslüman Kardeşler ana gövdeleri itibarıyla hâlâ kendilerini silahlı mücadeleden uzak tutmak için azami gayret gösteriyorlar.
Türkiye "sakin güç, yumuşak güç" sıfatıyla konuşarak, ticaret yaparak, ağabeylik taslamadan yol göstererek, muhalefetin demokratik örgütlenmesini kolaylaştırıcı teşviklerde bulunarak zaten Baas rejiminin içten içe değişimini sağlıyordu. En üst kademeden en alttaki tabakalara kadar herkes Türkiye'ye bakıyordu. Gidiş gelişler hızlanmıştı; krizin sürdüğü dünyada sınır illerimizde büyük canlanma yaşanıyordu, sınırlar neredeyse anlamsızlaşıyordu, ortak bakanlar kurulu oluşturuluyordu.
Dahası Kürt sorununun çözümünün en etkili yollarından biri, Suriye ile -ve elbette Irak, Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ve İran'la- ilişkilerin kardeşçe yürütülmesinden geçer. Suriye ile ilişkilerimiz bizim yüz senedir takip ettiğimiz "temkin yöntemi"ne göre sürseydi bizim ciddi bir iç meselemiz olan "Sünni-Alevi konusu" da rahatlardı. Ancak "Türkiye-Suriye-İran ilişkisi"ni istemeyen ABD çizgisinde hareket ederek sakin güç misyonumuzu bırakıp şahin güç moduna geçtik. Esed kendisiyle görüşen Faruk Loğoğlu'na diyor ki: "Türkiye'den gelenler Obama'nın sözcüsü gibi davranıyor. 'Obama şöyle istiyor, böyle istiyor' diye geliyorlar bana. Oysaki, ABD'nin Şam'da büyükelçisi var, gelip söylüyor zaten bize. Türk kardeşlerimizin aynı sözleri tekrarlaması bizi üzüyor."
Baas rejimi acımasızdır, diktatörlüğe dayanır. Eninde sonunda değişecek, yerini halkın iradesine dayalı bir yönetime bırakacaktır. Bu kaçınılmazdır. Bu rejimin devam etmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Giderek değişmekteydi. Benim görüştüğüm Müslüman Kardeşler'den aklı başında aydınlar Beşşar ile Hafız Esed dönemleri arasında bariz farklar olduğunu, sürecin halkı yönetime katmadan, özgürlüklerin genişletilmesinden yana işlediğini söylüyorlardı. Onları kaygılandıran şey, bu kendi tabii mecrasında işleyen sürecin "dışarıdan" veya "derin Suriye" güçlerince sabote edilmesiydi. Türkiye onlar için örnekti. Çünkü Türkiye'yi demokratikleştiren, sivilleştiren ve ekonomik performansa geçiren laiklik veya Kemalizm değil, yeni Türkiye'yi inşa eden Müslüman cemaatler, İslami siyasi oluşumlar ve entelektüelleridir. Bu çabada demokrat sol ve liberal aydınların payını unutmuyorum. Ama asıl gövde her zaman şiddetten, terörden, silahlı mücadeleden uzak kaldı, temkin yolunu seçti ve Türkiye sonunda "kansız-kavgasız bir değişim modeli" ortaya çıkardı.
Pekiyi Suriye'de ne oldu da muhalefet silahlı mücadeleye sarıldı? Bu olayda Batı'nın, tabii ki ABD'nin belirleyici etkisi var. ABD, Türkiye-Suriye-İran işbirliğine son vermek istedi.
Eninde sonunda Baas rejimi sona erecektir. İçimizi yakan yegâne şey, masum insanların öldürülmesi; bizi kaygılandıran şey ise birilerinin Türkiye'yi Suriye'ye askeri müdahaleye sürüklemek istemesidir.
Zaman
 

uður1

Well-known member
Cevap: Haşir Bahsindeki Teşbih ve Temsiller

İslâm Âleminin temel açmazları karşısında Türkiye
09 Ekim 2011 Pazar 08:58
“Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi (İslâm dünyasını) maddî cihette kurun-u vustada (ortaçağda) durduran ve tevkif eden (sabitleyen) altı tane hastalık var” diyor, Bediüzzaman Said Nursi hazretleri, Hutbe-i Şamiye isimli eserinde…
Böyle diyor ve o hastalıkları şöyle sayıyor:
Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi...
İkincisi: Sıdkın (ki, İslâmiyetin esası sıdktır. İmanın hassası sıdktır. Bütün kemâlâta îsal edici sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır. Âlem-i İslâmın nizamı sıdktır. Nev-i beşeri kâbe-yi kemâlâta îsal eden sıdktır. Ashab-ı Kiramı bütün insanlara tefevvuk ettiren sıdktır. Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran sıdktır) hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede (sosyal ve siyasi hayatta) ölmesi...
Üçüncüsü: Adavete muhabbet (düşmanlığa dostluk-nefreti sevmek)...
Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları (bağları) bilmemek (yahut umursamamak)...
Beşincisi: Çeşit çeşit sarî (bulaşıcı) hastalıklar gibi intişar eden (yayılan) istibdad (antidemokratik baskı ve şiddet)...
Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek (bütün himmet ve gayretini kişisel çıkar için harcamak)...
Bu çarpıcı tespitlerle birlikte Bediüzzaman’ın Risale-i Nur Külliyatı’ndaki tüm tespitlerine dikkatle eğilmek gerekiyor. İnanıyorum ki, dünyanın gerçek kurtuluşu aramaya çıktığı bir sırada, Kur’an referanslı fikirler hem revaç bulacak, hem de yeni ufuklar açacaktır. Bu bakımdan, Kur’an gerçeğini çağa taşıyan Bediüzzaman gibi değerleri anlamaya ihtiyacımız var. Onun ve eserlerinin etrafında ufuk açıcı tartışmalar yapılması özelde İslâm âlemine, genelde tüm dünyaya büyük fayda sağlayacaktır.
İslam âleminin son derece önemli problemler yaşadığı bir dönemden geçiyoruz. Mısır başta olmak üzere, Afganistan, Irak, Mısır, Libya, Tunus, Suriye gibi ülkelerde ciddi problemler var.
Hepsi bu kadar da değil...
Batı dünyası acıkmasız kapitalist yöntemlerin bedelini ödüyor: Yunanistan ekonomik iflâsta, İsveç tökezledi, İspanya ve İtalya yalpalıyor, Fransa ekonomik kıskaca girmemek için Arap dünyasını sömürecek tuzaklarda çıkış arıyor...
Kısaca söylemek gerekirse, maddeyi öne çıkaran yanlış yapılanma, “Hayat mücadeledir” felsefesine tıkanıp çözülmek üzere... Artık yalnız fertler değil, milletler bile isyan ediyor.
Bu gelişmeler de gösteriyor ki, ne sosyalizm, faşizm, kapitalizm gibi yanlışlarla malül beşerî reçetelerde varlık arayan insanlık âlemi, ne de kendi varlık sebebini unutup onları şuursuzca taklit eden İslâm âlemi mutlu. Görüntü topyekün bir tıkanmaya işaret ediyor.
Marks’ıyla, Kant’ıyla, Dekart’ıyla ve Aristo’suyla, Weber’iyle, Durkheim’ıyla tüm Batı tıkandı.
Bu durumda Batı’yı taklit etmeye çalışan İslam dünyasının aynı hastalıkları paylaşması ve sonuç olarak tıkanması kaçınılmazdı.
Umutlar Türkiye’ye yönelik: Ama bu kargaşa ortamında yıldız gibi parlayan Türkiye’nin de PKK terörüyle başı dertte...
Ya da dirilip Osmanlı şemsiyesini açmaması için bilerek, isteyerek başına bu çorap örülmüş...
Türkiye PKK’yı bir şekilde bertaraf edebilir de Bediüzzaman’ın işaret ettiği hastalıklardan arınabilirse, dünya çapında müthiş bir “inkılâb”a öncülük edebilir.
Haydi hayırlısı!
¥
NOT: Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a ve ailesine, sevgili annelerinin vefatı münasebetiyle taziyelerimi sunuyor, son yirmibeş yılını annesiz yaşamak zorunda kalan bir yetim olarak acılarını paylaşıyorum. Allah rahmet eylesin.
Yeni Akit
 

uður1

Well-known member
Cevap: Haşir Bahsindeki Teşbih ve Temsiller

Annelerde yüksek bir kahramanlık var
09 Ekim 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
Bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibarıyla kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki, hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymettar seciye inkişaf etmez. Veyahut sû-i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük nümunesi şudur:
O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şekvâ edecek. Dünyada da, terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.
Eğer hakikî şefkat sû-i istimal edilmeyerek, biçare veledini haps-i ebedî olan Cehennemden ve idam-ı ebedî olan dalâlet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrıyla çalışsa, o veledin bütün ettiği hasenâtının bir misli, validesinin defter-i a’mâline geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenatlarıyla ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de, değil dâvâcı olmak, bütün ruh u canıyla şefaatçi olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlât olur. (Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
âhiret : öldükten sonra yaşanacak olan sonsuz hayat
Avrupa :
beyan etmek : açıklamak
biçare : çaresiz, zavallı
cereyan : akım
dalâlet : hak yoldan sapkınlık, inkârcılık
defter-i a’mâl : amel defteri
ebedî : sonsuz
esaslı : köklü
evlât : çocuk
fena : kötü, çirkin
fıtrî şefkat : doğal, yaratılıştan gelen şefkat, merhamet
hafız mektebi : Kur’ân-ı Kerimi ezberlemek için gidilen okul
haps-i ebedî : sonsuz bir hapis
hasenât : iyilikler, sevaplar
hayat-ı dünyeviye : dünya hayatı
hayat-ı ebediye : sonsuz hayat, âhiret hayatı
helâket : mahvolma
idam-ı ebedî : dirilmemek üzere sonsuz yok oluş
ihlâs : içtenlik, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme
inkişaf : açığa çıkma
istifade : faydalanma
itibarıyla : özelliğiyle, bakımından
kasem etmek : yemin etmek
kat’î : kesin
kıymettar : değerli
mâsum : günahsız
merhum : Allah’ın rahmetine kavuşmuş, vefat etmiş
misli : benzeri
muallim : öğretmen
mukabele etmek : karşılık vermek
mübarek : hayırlı
münasebet : ilişki, bağlantı
nazara almak : göze almak
nümune : örnek
ruh-u canıyla : ruhu ve canıyla
sebebiyet vermek : sebep olmak
seciye : karakter, üstün özellik
sû-i istimal : kötüye kullanma
şefaatçi : af için aracılık eden
şefkat : içten ve karşılık beklemeden duyulan merhamet, sevgi
şekvâ etmek : şikâyet etmek
takviye : kuvvetlendirme, güçlendirme
terbiye etmek : yetiştirmek, büyütmek
terbiye-i İslâmiye : İslâm terbiyesi
tesirli : etkili
üstad : öğretmen, hoca
valide : anne
vazife-i fıtriye : yaratılıştan gelen görev
veled : çocuk

Başörtüsü yasağı tarihe gömülmeli

09 Ekim 2011 / 16:15
28 Şubat postmodern darbesi ürünü olan 8 yıllık kesintisiz eğitimin bir an önce değiştirilmesi gerektiği belirtildi

Kesintisiz yasağa devam!
Her hafta yaptıkları eylemler ile Türkiye’de yaşanan başörtüsü problemlerine dikkat çeken sivil tolum kuruluşları, Sakarya, Kocaeli ve Akyazı’da dün yine meydanlardaydı. Eğitimin tüm kademelerinde yaşanan başörtüsü problemlerine dikkat çekilen eylemlerde; 28 Şubat postmodern darbesi ürünü olan 8 yıllık kesintisiz eğitimin bir an önce değiştirilmesi gerektiği belirtildi.
“ÖZGÜRLÜK ANAYASA’YA GİRMELİ”
Bu hafta 317. eylemini gerçekleştiren Sakarya Adalet Girişimi Başörtüsü Platformu (SAGİR) basın açıklamasını Ribat Eğitim Vakfı Sakarya Şubesi’nden Bahaeddin Kuruoğlu okudu. Kuruoğlu, Kocaeli, Hacettepe, ODTÜ, Ankara, Erciyes ve Dicle gibi üniversitelerde olmayan yasağı uygulamakta direten öğretim üyelerine ve yöneticilerin varlığının devam ettiğini vurguladı.
Kuruoğlu, adı geçen üniversitelerde öğretim üyelerinin ve yöneticilerin öğrencilere karşı hakaretamiz sözler sarfettiği ve öğrencilerin sınav notu ile tehdit edildiğini vurguladı. Kuruoğlu, başörtülü kardeşlerine sahip çıkarak, “Başörtüsü davasının sonuna kadar arkasındayız ve bu yasaklar, tarihin tozlu raflarına kalkıncaya kadar da mücadelemizi sürdüreceğimizi bir kez daha gür bir ses ve kararlı bir şekilde belirtmek istiyoruz” şeklinde konuştu.
Kuruoğlu, açıklamasında kılık-kıyafet özgürlüğünün Anayasa ile güvence altına alınması gerektiği de belirtti.
“İLKÖĞRETİM VE ÜNİVERSİTEDE YASAKÇI ZİHNİYET VAR”
Akyazı Adalet ve Özgürlükler Platformu bu hafta 244. basın açıklamasını gerçekleştirdi. Basın açıklamasında Osmaniye’de ilköğretim öğrencilerinin kapı dışarı edildiği, Akdeniz Üniversitesi’nde ve Dicle Üniversitesi’nde başörtülü kız öğrencilerin derslere alınmadığı dile getirildi. Ayrıca Çukurova Üniversitesi’nde Yeşim Mendi adlı öğretim görevlisinin başörtülü öğrencileri açıkça tehdit ederek derse almayacağını söylediği, Gaziantep ve İstanbul Sultangazi’de ilköğretim öğrencilerinin okula alınmadığı ve ailelerin güvenlik güçleri ile okul yönetimince tehdit edildiği dile getirildi.
“8 YILLIK KESİNTİSİZ EĞİTİMDEN VAZGEÇİLMELİ!”
Bu hafta 338. basın açıklamasını yapan Kocaeli İnsan Hakları ve Dayanışma Derneği basın açıklamasında 28 Şubat postmodern darbesi ürünü 8 yıllık kesintisiz eğitime dikkat çekti. Basın açıklamasını dernek üyesi Behlül Metin okudu. Metin 8 yıllık kesintisiz eğitimin çağdışı ve bilim dışı olduğuna dikkat çekerken, yüzde 50 oy ile iktidara gelen AK Parti yönetiminin bu yasakçı uygulamadan bir an önce kurtulmasını istedi.
Metin, açıklamasında 8 yıllık kesintisiz eğitimin yerine getirilmesi gereken sistemi de açıkladı. Metin, “Yapılması gereken şey, hiçbir bilimsel mantığı bulunmayan bu çağdışı eğitim sistemine son verip, en kısa sürede 5+3 gibi veya, 1+4+4 gibi bilimsel, çağdaş, pedagojiye uygun eğitim sistemine geçilmesidir” dedi.
Yeni Akit
 

uður1

Well-known member
Cevap: Haşir Bahsindeki Teşbih ve Temsiller

Arap baharını tetikleyen alim ve Risale Akademi’nin konferansı
08 Ekim 2011 Cumartesi 07:14
Arap baharını tetikleyen alim ve Risale Akademi’nin konferansı

Risale Akademi, bize bir davet mektubu gönderdi. Mektupta, 1 Ekim 2011 Cumartesi Ankara-Kızılcahamam Asya Termal Tesislerinde “Münâzarât Ekseninde Milliyetçilik Fikri ve Demokrasi” konulu bir konferans tertiplendiği söyleniyor, bizim de bu konferansa bir tebliğle katılmamız isteniyordu.

Ben de bu nazik daveti memnuniyetle kabul ettim. Belirlenen günde ve mekânda hazır bulunarak tebliğimi sundum.

Böyle bir konferans düzenlemelerinden ve bizi davetlerinden dolayı başta Risale Akademi’ye, Akademik Araştırmalar Vakfına ve Risale Haber’e teşekkür eder, daha büyük ve güzel organizasyonlara imza atmalarını Ceneb-ı Hak’tan niyaz ederim. Program organizatörlerinin birleştirici, kucaklayıcı, olumlu, ılımlı, nazik, samimi, efendi, hürmetkâr olmaları ve bazı eksikliklere rağmen konferansın başarılı geçmesi bizi memnun eylemiştir.

Konferansta sunduğum tebliğimin başlığı şu idi: “1911 Tarihli “Kürt Reçetesi”nin Günümüz “Kürt Meselesi”yle İlgisi”. Şimdi o tebliğden bir özet siz sevgili okurlarıma arz etmek istiyorum:

Sadece Münâzarat’tan değil, Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şâmiye’sinden ve Nur Külliyat’ından da yola çıkarak, derim ki: Bediüzzaman, kıyamet öncesi son devrin imamı, müceddidi, görevlisi olması hasebiyle Sözleri’ni, eserlerini sadece yaşadığı günler için değil, gelecek günler, aylar, yıllar için kaleme almıştır.

Bu davet mektubundan sonra “Münâzarat”ı bir kere daha gözden geçirdim. Bildiklerimin ve inandıklarımın doğru çıktığını görmenin hazzını, sevincini yaşadım. Bir kere daha inandım ki Bediüzzaman’ın Münâzarat’ı ve Külliyat’ı sadece o günler için değil, bu günler ve yarınlar için yazılmış hattâ bir çoğu mânevî canipten yazdırılmıştır.

Bu sözlerimin aksini iddia edenleri, Risale-i Nur’u ve Münâzarat’ı objektif bir gözle, insaf ve vicdan gözlüğü ile okumaya davet ediyorum. Benim düşüncelerimin ve sözlerimin aynını düşünmez ve söylemezlerse ben bu sahadan çekileceğim.

Anayasa çalışmalarının yapıldığı bu günlerde Bediüzzaman’ın eserleri, özellikle Münâzarât’ı istifade edilmesi gereken eserlerin başında olmalıdır.

Gerek Münâzarât ve gerekse Nur Külliyatı’nın omurgasını teşkil eden ve Bediüzzaman’ın seksen küsür yıllık hayat felsefesini özetleyen iki cümlesi var:
“Marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittiba'-ı Kur'andır. Azametli bahtsız bir kıt'anın, şanlı tali'siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır.” (1)
Günümüz Türkçesiyle ifade edecek olursak:
Hasta bir çağın, hasta bir milletin, hasta bir organın reçetesi Kur’an’a uymaktır. Büyük ama bahtsız bir kıtanın, şanlı ama tali’siz bir devletin, değerli ama sahipsiz bir toplumun reçetesi İslâm birliğidir.

Bu iki cümle, Bediüzzaman’ın, günümüz problemleri için hazırladığı çözüm paketinin de bir özetidir.
Yukardaki cümlelerden ve 6000 sayfalık Nur Külliyat’ından de anlaşılıyor ki, Bediüzzaman, Kürt kavgası vermemiştir. İman ve Kur’an kavgası vermiştir. Bediüzzaman’ın talebelerinin çoğu Türk’lerdendir. Eğer o Kürt kavgası vermiş olsaydı, bu gün her kesimden ve her ırktan insanlar onun arkasına düşmeyeceklerdi.

Bediüzzaman’ın, Münâzarat’ı, Ekrad (Kürt) reçetesi olduğu gibi aynı zamanda Etrak (Türk) reçetesidir. Hattâ bütün ırkların reçetesidir. Reçete hasta olanlara verilir. Münâzarat Türk ve Kürtlerden ırkçılık hastalığına yakalanmış ve yakalanması muhtemel olanlar için yazılmıştır.

1911’lerde 100 sene sonraki boğuşmaları manevî bir sinema ile gören Bediüzzaman, Kürtlerin şahsında Türkler’e, Kürt’lere ve Arap’lara ders vermiştir. Kızım sana diyorum, gelinim sen anla” kabilinden. Onun için dedim ki, “Münâzarat” sadece kürt değil, aynı zaman da Türk, aynı zaman da Arap vs. milletlerin reçetesidir. “Sizin milliyetiniz İslamiyet’le mezc olmuş, kaynaşmış İslam milliyetidir.” demiştir. Ve yine demiştir ki:Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve imandır.” (2)

Bu reçeteyi yazan Üstad, milliyet fikrini inkâr etmez. Hatta onunla iftihar edileceğine bile dikkat çeker. (3) Ancak Bediüzzaman’ın bu iftiharı, herkesin anasıyla-babasıyla iftihar etmesi gibi bir iftihardır ki bu meşrudur. Yoksa kendi ana-babasını üstün görme uğruna başkasının ana-babasını inkâr, red ve tahkir iftiharı değildir.

Bir ailenin çocukları birbirinin aynı olmadığı halde, kardeştirler diye nasıl birbirini sevmekte, birbirlerinin meziyetleriyle iftihar etmekte, birbirlerinin imkânlarından yararlanmakta; aynen bunun gibi biz insanlık ve İslam ailesinin çocuklarıyız. Kardeşiz. Öyleyse neden birbirimizin meziyetleriyle iftihar etmeyelim? Neden birbirimizi sevmeyelim, neden birbirimizin imkânlarından yararlanmayalım, yararlandırmayalım?

Kubbeyi oluşturan taşlar, düşmemek için baş başa verirler. İslam binasını ve kubbesini ayakta tutmakla görevli olan ve bu şerefe layık görülen Türkler, Kürtler, Araplar ve bütün Müslümanlar bu taşlardan daha mı taş, daha mı aşağıdırlar ki düşmemek için baş başa vermezler, iç ve dış düşmanların işini kolaylaştırırlar?

Bediüzzaman’nın, talebelerinin çoğu Türklerdendir. Bediüzzaman, Müslümanlığının yanında Kürtlüğünü de öne sürseydi ve Kürt milliyetçiliği yapsaydı, bu gün onu canından çok seven ve ayrı ırka mensup olan Müslümanlar, onu bu kadar çok sevmeyeceklerdi.
Biz Kürd’ü Kürt olduğu için değil, Müslüman olduğu için, Türk’ü Türk olduğu için değil, Müslüman olduğu için severiz. Çünkü Yaradan’ın arzusu ve rızası bunu gerektirmekte ve bunu istemektedir. (4)

Peygamberimiz, nasıl Araplara değil de, âlemlere peygamber gönderilmişse, onun hakiki varislerinden biri olan Bediüzzaman da Kürtlere değil, Türk’lere ve bütün milletlere hizmet vermekle görevlendirilmiştir. Zâten Bediüzzaman da bundan başkasını yapmamıştır.

Bediüzzaman, Türklerin ve Kürtlerin üzerinde ittifak edebilecekleri bir odak noktadır. Bediüzzaman, barış elçisidir, barış köprüsüdür. Kürtler ve Türkler o noktada buluşmalı, o köprüden birbirlerine gidip gelmeli, onun mirasını paylaşmalı, onun eserleriyle dirilmeli, şahlanmalı, sulh ve sükûna, saadet ve selamete kavuşmalıdır. Onu bulan Türkler ve Kürtler zaten bundan başka bir şey de yapmamaktadırlar. Problem onu bulamamış olanlardadır!

1911’de söylenmiş şu cümleye dikkatlerinizi rica ediyorum:
“Şu hayat, âlem-i İslâmdaki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdad ederek, umum âlem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdad-ı mânevî-i umumînin perdelerini parça parça edecektir.” (5)

İşte bir asır önceden bu günü görmek buna derler. Bin maşallah! Zâten Bediüzzaman’ın gündemde kalmasının ve sözlerinin eskimemesinin sebebi bu günü görerek konuşmuş olmasındandır. Allah o zat-ı muhtereme bu kuvveti ihsan ve ikram eylemiştir. Bu asrın etkili ve yetkililerine düşen, onun sözlerinden ilhamla günün problemlerini çözmek ve milleti rahata kavuşturmak olacaktır.

Başta Allah’ın lutfu, sonra din ricalinin ve dindar devlet ricalinin cesaretli, basiretli tavrı, milletimizin sağduyusu bir araya geldi. Bir asra yakın bir zamandır milletimizin üzerine bir kara bulut gibi çöken despot yönetimlerin, bin yıl süreceği iddia edilen 28 Şubat kararlarının belini kırdı. Keser döndü, sap döndü, hesap döndü. Milletin kollarına vurulan kelepçeler, milleti kelepçeleyenlerin kollarına takıldı. Millet, özgürlüğüne kavuştu. Milletimiz derin bir nefes aldı. Maddeten ve manen güçlenen Türkiye Allah Teâlâ’ya hamdolsun bir bahar dönemine girdi.

Türkiye’nin bu bahar dönemi, Arap baharını tetikledi. Despot yönetimler yıkıldı, kalanlar da yıkılacak. Bana bu sözleri söyleten Bediüzzaman’ın en karanlık günlerde verdiği şu müjdedir: “Ümitvâr olunuz, şu istikbal inkılapları içinde en yüksek gür sadâ İslam’ın sadâsı olacaktır!” (6)

Daha da önemlisi, Bediüzzaman bundan yüz sen önce bu gün dünyanın kavuştuğu bahar döneminin ismini veriyor ve şöyle diyor: “Ne yapayım acele ettim, kışta geldim, sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaktır. (7)
Şimdi biz karşımızda o çiçekleri görüyoruz.
(Devam edecek)

DİPNOTLAR:
1-Nursi, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, s. 440
2-Nursi, Said, Münâzarat, 50
3-Bkz. Nursî, Said, Münâzarat, 16
4-Bkz. Hucurat, 49 /13
5-Nursî, Münâzarat,
6-Nursî, Siad, Sünûhat, 61
7-Nursî, Münâzarat, 39-40
 

uður1

Well-known member
Ulemanın Sultanları

Ulemanın Sultanları
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“…De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür…” (Zümer, 9)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
"Dünya ve onun içinde olan şeyler değersizdir. Sadece Allah'ı zikretmek ve O'na yaklaştıran şeylerle, ilim öğreten âlim ve öğrenmek isteyen öğrenci bundan müstesnadır." (Tirmizî, Zühd 14. İbni Mâce, Zühd 3)
Yavuz Sultan Selîm Han ve ordusu, Adana civarında da şiddetli bir yağmura tutuldular. Her yer çamur deryâsı olmuştu. O sırada Selîm Han, devrin meşhûr âlimlerinden Kemâl Paşazâde ile yanyana at üstünde sohbet ederek gidiyorlardı. Birden Kemâl Paşazâde’nin atı ürktü ve ürken atın ayağından sıçrayan çamur, Yavuz’un üstünü baştan başa boyadı.
Kemâl Paşazâde çok üzüldü. Rengi attı. Yavuz, O’na dönerek mütebessim bir çehre ile:
“–Ulemânın atının ayağından sıçrayıp bizi boyayan çamur, bizim için şereftir. Mübârektir. Bu çamurlu kaftanı, ben ölünce sandukamın üzerine kapatın!” buyurdu. (Osman Nuri Topbaş, Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, Erkam Yay.)
Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Metîn: Son derece güçlü, sağlam ve kuvvetli olan, kuvveti azalıp gevşemeyen çok dayanıklı olan demektir.
Kısa Günün Kârı
Şanlı ecdadımız âlimlere değer vermiştir.
Lügatçe
kaftan: Padişahların üzerlerine giydikleri bir çeşit üst giysisi.
müstesna:
İstisna edilen, kural dışı bırakılan, bırakılmış.
sanduka: Mermerden veya çuhadan yapılmış mezar üstü.
 

uður1

Well-known member
Cevap: Günün ayeti

Allah dilediği kimseyi nuruna iletir
10 Ekim 2011 / 05:03
Günün Ayet-i Kerime meali...

Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Nur Suresi 35. ayetinde mealen şöyle buyuruyor:
Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun temsili şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil, kandil de bir cam fânûs içinde. Fânûs sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan, ne doğuya, ne de batıya ait olan zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı, ateş dokunmasa bile, neredeyse aydınlatacak (kadar berrak) tır. Nur üstüne nur. Allah dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah insanlar için misaller verir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.
 

uður1

Well-known member
Bediüzzaman: Bak Nurlar içinde kalmışım

Bediüzzaman: Bak Nurlar içinde kalmışım
10 Ekim 2011 / 06:25
Camide kaldığımız günlerde (Bediüzzaman Said Nursi) oturduğu odada bana hitaben

Risale Haber-Haber Merkezi
Son Şahitlerden Molla Hamid Ekinci anlatıyor:
Nurşin Camii deyince hatırladım: Camide kaldığımız günlerde (Bediüzzaman Said Nursi) oturduğu odada bana hitaben:
"Molla Hamid, bak ben Nurlar içinde kalmışım" deyince ben anlayamadım.
Bu defa Üstad anlatmaya devam etti.
"Doğduğum köy Nurs, annemin ismi Nuriye, hocam Nuri, kaldığım cami Nurşin, bak duvarda Osman-ı Zinnureyn yazılı" diye duvarda asılı duran levhayı tebessüm ederek gösterdi.
(Son Şahitler)
 

uður1

Well-known member
Nur cemaatleri Özal'la sürece katılmış oldu...........

Nur cemaatleri Özal'la sürece katılmış oldu
10 Ekim 2011 / 13:28
Bulaç, Milli Görüş partilerine mesafeli duran Nur cemaatlerinin Özal ile birlikte sürece katıldığını söyledi

Risale Haber-Haber Merkezi
Zaman yazarı Ali Bulaç, Milli Görüş partilerine mesafeli duran Nur cemaatlerinin Özal ile birlikte sürece katıldığını söyledi.
Suriye'de tıkanan tutumu anlayabilmek için, birçok yönden benzer özelliklere sahip Türkiye'deki değişimi hatırlamakta fayda olduğuna dikkat çeken Bulaç, "Türkiye'de 'başarılı' sayılan sosyo-politik değişimde rol oynayan üç faktör söz konusu: Toplumsal demokratik talep, siyasi irade ve dış tazyik" dedi.
Demokratik talebin sahici kimlik kazanmasının cemaatlerin, tarikat ve genel olarak modern kentlerin çevresinde toplanan yoksul kitlelerin talepte bulunmaları ve taleplerini kanuni siyaset yolunu seçerek ortaya koymalarıyla somutlaştığını ifade eden Bulaç, bir toplumun ana gövdesinin değişim talebinde bulunmadıkça bütün reformların fikirden öteye geçemeyeceğini, ana gövde olan dinî cemaat ve tarikatların sürece katılmadıkça değişimin olamayacağını vurguladı.
Milli Görüş partilerine mesafeli duran Nur cemaatlerinin Özal ile birlikte sürece katıldığını belirten Bulaç, yazısını şöyle sürdürdü:
"Değişim yönündeki "siyasi irade"nin ilk sahneye çıkışı 1950 seçimleriyle DP'nin iktidara gelişidir. Bunu, sahih dini meşruiyet zeminine oturtacak olan gelişme 1969 Milli Nizam, 1973 MSP ile başlayan Milli Görüş partileridir. Rahmetli Erbakan hocanın Milli Görüş partileri, dindar kitleyi iki yönde motive etti: Biri dindarları siyasi alana çekti, taleplerini siyaset yoluyla ifade etti; diğeri Ortadoğu'da trajik örneklerine rastladığımız terör ve şiddetten uzak tutup her durumda kanuni siyaset yolunu tercih etmeyi prensip haline getirdi. Bu Müslüman geniş kitlelerde siyasi iradenin teşekkülünde önemli rol oynadı. 1983'te iktidara gelen rahmetli Turgut Özal ve Özal'ın ANAP'ı da siyasi iradenin değişim yönünde evrimleşmesinde önemli rol oynadı. Özal'la beraber Milli Görüş partilerine mesafeli duran Nur cemaatleri sürece katılmış oldu. Kısa süren RP iktidarı ve arkasından gelen AK Parti bu mecra içinde teşekkül etti. DP, MSP, Özal'lı ANAP, RP ve AK Parti'de somutlaşan siyasi irade olmasaydı, tek başına toplumsal talep yetmezdi."

Said Nursi'nin sözü slogandan öteye geçmedi
10 Ekim 2011 / 11:22
Cemal Uşşak, dindarların Kürt sorunuyla ilgili geçmişteki davranışlarıyla ilgili özeleştiride bulundu

Risale Haber-Haber Merkezi

Gazeteci yazar Cemal Uşşak, Nur cemaatlerinin ve dindarların Kürt sorunuyla ilgili geçmişteki davranışlarıyla ilgili özeleştiride bulundu. Uşşak, Bediüzzaman’ın “Türki lazım, Arabi vacip, Kürdi caiz” sözlerinin slogandan öteye geçemediğini ifade ederek, “Bu sloganik ifade aramızda konuşulmasına rağmen bunun gereği yapılmazdı” dedi. Uşşak, Radikal gazetesine konuştu:

Ezgi Başaran'ın röportajı:

Açık Toplum Vakfı’nın çıkardığı Anadolu Vicdanı kitabında Kürt sorunuyla karşılaşma anınızdan bahsediyorsunuz. Ne zamandı?

1974 yılında öğrenciydim. Nur camiası içinde ama şu günlerdeki ifadesiyle Gülen Cemaati içinde değildim. Elbette ki Fethullah Gülen’e uzaktan kendimce derin sempati ve ilgi duyardım. ışte içinde bulunduğum camia o dönemde Kadıköy yakasında 4 öğrenci evine nezaret etmemi istemişti. Yani ağabeylik yapıyordum. Göztepe’de çoğu Bingöl ve Urfalı 6-7 kişilik bir talebe grubu vardı. Bir gün gittim, “Halim’le Mehmet nerede?” diye sordum. Mutfakta yemek hazırlıyorlarmış. Kapıya yaklaştığımda resmi belgelere de giren haliyle ‘anlaşılmayan bir dil’ duydum. Sonradan öğrendim ki Zazaca. Ben içeri girince panikle sustular ve “Abi özür dileriz, belki bir daha olmayacak, anamızın dilini özlemişiz de birkaç kelime konuşmuşuz” dediler. Sanki suçüstü haliydi yaşadıkları.

Siz ne dediniz?


O ki ananızın dili, siz bu dili konuşmakta serbestsiniz dedim. ınanamadılar bir süre: “Abi sen doğru mu diyorsun? Ama Haşim Abi bize yasaklamıştır.” Haşim Abi dedikleri de onlardan büyük Urfalı bir Kürt. Haşim’le daha sonra konuştuğumda şöyle demişti: “Yahu, ben de bir Kürt olarak anamızın dilini konuşamamaktan mustaribim. Ama hassasiyetleri biliyorsun. Ben, gençlerin başına bir şey gelmemesi için ikaz etmiştim.” Ama bu izah, elbette ki, camiayı bu anlamda sorumluluktan kurtaramaz.

CAİZ YANİ SEÇMELİ


Bu camia ve sorumluluk kısmını biraz açar mısınız?

Bediüzzaman Hazretleri’nin 1911’de Kürt aşiretleri arasında yapmış olduğu mülakatlara dayanan kitabında söyleniyor: Bu bölgenin eğitim dili Kürtçe, Arapça ve Türkçedir. “Türki lazım, Arabi vacip, Kürdi caiz” sloganı aramızda sık tekrarlanırdı. Caiz kelimesini seçmeli yani dileyen Kürtçe de öğrenebilecek şeklinde anlıyorduk. Bu sloganik ifade aramızda konuşulmasına rağmen bunun gereği yapılmazdı.

Nasıl yani?


Caiz olduğu söylenen Kürtçenin özgürlüğünü savunmak lazımdı ama bu yapılmazdı. Çünkü dindarlar üzerinde de hegemonyasını sürdüren bir resmi söylem vardı. Milliyetçi, resmi söyleme kapılınca benim camiam da Kürtlerin varlığını kabul etse de vicdani gerekliliğini yapamamıştı. Genelde milliyetçiler ve biz dindarlar, ‘Çin zulmü altında’ anadillerini konuşmaktan men edilen Türkistanlı ırktaşlarımızın veya Bulgaristan’da Türkçe isim alamayan kardeşlerimizin derdine yandık. Onlar için ağıtlar düzdük ama burnumuzun dibindeki Kürtlerin anadilleri konuşamamasının ıstırabını hissetmedik.

Niye böyle oldu, tek açıklama dindarların da mağdur olması mı?


Birinci sebep, evet resmi söylemin baskısı altında olmamız. ıkinci sebep de şu: Herkesin kendisine göre bir hesabı ve gündemi vardı. Bu hedefine doğru giderken devletle cebelleşmek istemiyordu kimse. Çünkü devletin Kürt sorununa karşı resmi duruşu ortadaydı. Yani dindarlar bu ülkede çoğunluk olmalarına rağmen resmi anlayışın mağduruydu. Kürtler, Aleviler gibi.

Yani kendi mağduriyetimizle uğraşırken bir de Kürtlerin haklarını savunmayalım mı dendi?


Ben buna hak vermiyorum ama anlıyorum. ıkinci bir yük almayalım diyerek Kürt sorunu dindar camiada uzun süre dışlandı. Doğru muydu? Hayır. Çünkü mağdur olan bir kimse başka tür mağduriyetler yaşayanlarla empati kurmalıdır. Bu ülkede Alevilerin, Rumların, Ermenilerin, Kürtlerin, Yahudilerin mağduriyetleri var. Bunu kimse anlamasa bile dindarlığı hayatının merkezine alan kişilerin anlaması gerekir.

Bunun altında devletin resmi söylemini özümsemiş olmaları da yatmıyor mu?


“Esasen Kürt sorunu yoktur, bu sorunu birtakım dış mihraklar, içimizden bazı ‘hain’leri manipüle etmek suretiyle suni olarak yaratıyor” gibi yanlış bir algı vardı. Özellikle Milli Görüş geleneğinden gelenler bu fikri sıkça tekrar ederdi. Ve çözüm yolu olarak İslam kardeşliğini gösterirlerdi.

Rahmetli Erbakan bu anlayışı son günlerine kadar savunmuştu…

Evet ama nedir İslam kardeşliği? Bu bir reçete veya tablet değil ki, suya koyunca çözülsün. İslam ümmetinin yetimleri olarak tanımlanan Müslüman Kürtlerin derdine çözüm arayışı içinde olmaktı önemli olan. İslam kardeşliği sözünün arkasından somut bir teklif gelmiyordu hiçbir zaman. Kuran’da şöyle der: “Sizin dillerinizin ve renklerinizin çeşitliliği Allah’ın ayetlerindendir.” 15 sene kadar önce bu ayetin anlamını şöyle kavradım: Yüce Tanrı istemiş ki, kendisine muhtelif dillerle yalvarılsın ve yakarılsın. Dolayısıyla eğer ben o Yaradan’a iman etmişsem, onun ayet olarak ifade ettiği farklı dillere saygı göstermek durumundayım. Milli Görüşçüler bunu yapamadı, sloganik ifadelerin ötesine geçemedi.

Gülen cemaatinin Kürt sorununa bakışı nasıl değişti yıllar içinde?


Cemaat adına konuşmak durumunda değilim ama Gülen cemaatine sempati duyanların destek verdiği Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın kuruluşundan beri buradayım. Vakıf Türkiye’nin önünü açacak ‘devlet din ilişkisi’, ‘din demokrasi ilişkisi’, ‘demokratik hukuk devleti’ gibi konuları işledi. Sayın Erdoğan, Mısır’a gittiğinde laikliği bir değer olarak sundu ama dünya âlem biliyor ki Erdoğan’ın geldiği siyasi damarda laiklik bir değer değildi. Yani Gazeteciler Yazarlar Vakfı’nın laiklik toplantısı düzenlediği yıllarda, Erdoğan’ın siyasi geleneğinde laiklik tam tersi bir konumdaydı.

Neden sonra bir değer haline geldi laiklik öyleyse?


Herkes gibi o ve yakın çevresi de değişti. Gayrimüslimlerin el konulan mallarının da iade edilmesine karar verildi çok yeni olarak. Önemli bir devrimdir bu. Biz ilk kez bir iftar sofrasına Patrik’i, Hahambaşı’nı çağırdığımız zaman bazı İslami gazeteler “Müslüman’ın sofrasına vaftiz şarabı düştü” demişti. Bu gelenekten gelen birileri bugün gayrimüslimlerin mallarını iade ediyorsa değişmişlerdir. Ve tabii AB süreci de bu değişimde çok etkili olmuştur.

BİR KİMLİK SORUNU


Anladım… Biraz önce cemaatin Kürt sorununa bakışını anlatıyordunuz, laiklikle bölündü…

İlk başlarda biz Türkiye’deki sorunlara genel olarak temas ettik. Ama sonra Kürt ve Alevi sorunlarıyla ilgili cepheden toplantılar düzenledik. Kürt sorunuyla ilgili düzenlediğimiz toplantıların biri Erbil, biri Ankara, diğeri de Abant’taydı. Ama bundan 15-20 sene öncesine giderseniz, varlık yokluk mücadelesi içinde olan insanların kendi dertlerini ön planda tutmasını anlayabiliyorum.

Şimdi durum ne?


Bakın… Hükümet sözcüsü belli konulardaki tavrını çıkıp açıklıyor ama bizim camiamızın öyle bir durumu yok. Cemaat dediğiniz sosyolojik bir olgudur, ona gönül vermiş insanlar tarafından temsil edilir. Televizyonla, gazeteyle vs. Fethullah Gülen Hocaefendi’ye gönül vermiş insanların kurduğu Gaziantep’te yayın yapan Dünya TV adlı bir Kürtçe televizyon bile var. Bizim Abant toplantımıza katılan bir avukat, “Sizin camianızın samimiyetiyle ilgili şüphelerim vardı ama şimdi buradaki tartışma ortamını görünce fikrim değişti” dedi.

Bölgede cemaatin samimiyeti sorgulanıyor mu sizce de?


Sanmıyorum, kimlerle muhatap olduğunuza göre değişir. Diyarbakır, Mardin, Urfa’daki insanlar bizim camianın açtığı etüt merkezlerinden, dershanelerden ve Kimse Yok mu derneğinin yaptığı yardımlardan memnuniyetlerini ifade ediyor. PKK ve yakın olanlar ise bu yolla asimile edildiklerini söylüyor. Bu, camia için inanılması zor bir iftira olur. Camiaya gönül verenler Filipinler’de, Madagaskar’da okul açıp o insanları kendi kimliğiyle kabul edecek ama buraya gelince dönüştürmeye kalkacak. Olacak iş mi?

O saydığınız ülkelerde de Türkçe öğretmiyor musunuz ama?


Her yerde Türkçe mecburi değil. Kazak-Türk okulu veya Filipin-Türk okulu dediğiniz zaman Türkçe haliyle müfredatta yer alıyor. Birçok okulda Türkçe mecburi değil.

Siz hükümetin meseleye yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?


Terör sorunuyla Kürt sorunu arasında elbette ilişki vardır ama akşamdan sabaha terörü bitirseniz bile Kürt sorunu çözülmez. PKK, Kürt sorununun içinden çıkmıştır. Önce Kürt sorunu vardı yani. Eskiden Kürt’ü kabul etmiyorlardı, şimdi Kürt’ü kabul ettiler, bu defa da terörle ilişkilendirmek suretiyle Kürt sorununu yumağa dönüştüren bir zihniyetin içine girdiler. Milliyetçi ve dindarlar arasında bir de şöyle yanlış bir algı var: “Evet Kürtlerin mağduriyetleri var ama terörü çözmeden sıra o mağduriyetlere gelmez.” Hiç katılmıyorum bu fikre. Kürt sorunu önemli ölçüde Kürt dili ve kimliğinin özgürlüğü sorunudur.

Bazılarına göre TRT şeş’in ve Kürtçe kurslarının açılması bu sorunu çözmek için yeterli. Sizce?


Osmanlı döneminde basılmış Kürtçe, Babanice, Suranice, Kırmançi mukayeseli sözlük ve grameri üzerine kitaplar var. Bir dilin özgürlüğü ne demek? Ben kendimi Kürt addedecek olsam, Kürtçeyi sadece evde konuşulan bir anadili olarak mı yaşayacağım? Öyle tabii bugünün şartlarında. Halbuki bu şekilde hiçbir dil yaşayamaz.

Öyleyse siz anadilde eğitim taleplerini çok haklı buluyorsunuz?


Anadilin eğitimi Kürtçe kurslarla telafi edilemez. Kürtlerin çoğunlukla yaşadığı ülkenin her yerinde eğitim sisteminin içerisinde olması gerekir. Bir Kürt gidip, ben çocuğumun Kürtçe de öğrenmesini istiyorum dediğinde, Kürtçe sınıfımız var seçeneğini sunmak gerek. TRT şeş’in açılmasının sembolik anlamı var elbette. ıktidar yasal düzenlemeleri zorlarcasına siyasi risk alarak yaptı ama yeterli değildir. Çünkü Kürtçenin özgürlüğü önündeki engeller hâlâ hayatiyetini sürdürüyor.

Dindarlar 90’larda Kürtlerin haklarını ciddi biçimde savunsa bugün farklı bir yerde mi olurduk?


Kesinlikle. ıslami hassasiyeti olduğunu söyleyip bugün bir yerlerde yazıp çizen bazı kişiler hâlâ bunu görememiş vaziyette. Neredeyse “E çok oluyorlar, yetmez mi bu kadar hak” diyecekler… Kendine mümin diyen kişiler farklı dillerin ve kimliklerin özgürlüğünü kabul etmeli ve bu özgürlüğün temini için elinden geleni yapmalıdır. Dindarlar bu sorumluluğu yerine getiremediler.

Muhafazakâr çevrede bu konuda sizin gibi özeleştiri yapanlar var mı?

10 sene öncesinde Türkiye’nin dindarları yoksullukla, mağduriyetle
sınanmaktaydı. Bugün ise dindarlar daha varlıklı ve muktedirdir. Bu yeni durum
da dindarlara yeni sorumluluklar getirir. Yeni bir sınav çıkarır.

Nasıl veriyorlar o sınavı?

Bu sınavı veremeyenlerin olduğunu söyleyebilirim. Ramazan ayında bazı
belediyelerin yaptığı şımarıklık ve taşkınlık mahsulü işleri gördüğümde üzüldüm.
Biliyorsunuz içkiye meyyal olan vatandaşlarımız “Meret şişede durduğu gibi
Durmuyor” der. Güç de öyle bir şey işte, insan vücuduna girdiği vakit şişede
durduğu gibi durmuyor, kişiyi dönüştürüyor.

O bakımdan Başbakan da değişti mi?

Şüphesiz değişti. Bunun geri dönüşü yok. Benim bir mümin olarak dileğim
değişimlerin yozlaşmaya dönüşmemesidir.

Radikal
 

uður1

Well-known member
İman ve İslam arasındaki fark nedir

İman ve İslam arasındaki fark nedir
10 Ekim 2011 / 00:01
Günlük Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
RABİAN: Ulema-i İslâm ortasında “İslâm” ve “iman”ın farkları çok medar-ı bahsolmuş. Bir kısmı “İkisi birdir,” diğer kısmı “İkisi bir değil, fakat biri birisiz olmaz” demişler ve bunun gibi çok muhtelif fikirler beyan etmişler. Ben şöyle bir fark anladım ki:
İslâmiyet iltizamdır; iman iz’andır. Tabir-i diğerle, İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir.
Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; “dinsiz bir Müslüman” denilirdi. Sonra bazı mü’minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; “gayr-ı müslim bir mü’min” tabirine mazhar oluyorlar.
Acaba İslâmiyetsiz iman, medar-ı necat olabilir mi?
Elcevap: İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz. Felillâhi’l-hamdü ve’l-minnetü Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsinin feyziyle, Risale-i Nur mizanları, din-i İslâmın ve hakaik-i Kur’âniyenin meyvelerini ve neticelerini öyle bir tarzda göstermişlerdir ki, dinsiz dahi onları anlasa, taraftar olmamak kàbil değil. Hem iman ve İslâmın delil ve burhanlarını o derece kuvvetli göstermişlerdir ki, gayr-ı müslim dahi anlasa, herhalde tasdik edecektir; gayr-ı müslim kaldığı halde iman eder. [Meyve Risalesi]
Bediüzzaman Said Nursi
Sözlük:
Hak: herşeyi hakkıyla yaratan, varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah
adâvet: düşmanlık
ahkâm-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın hükümleri
beyan etme: açıklama
burhan: delil, kanıt
cihet: yön, şekil
daire-i ihtiyar: güç yetirebilecek alan
din-i İslâm: İslâm dini
emr-i teklif: görev emri
felillâhi’l-hamdü ve’l-minnetü: “hamd ve minnet sadece Allah’a aittir”
feyz: ilham, bereket ve ilim bolluğu
fıtrat: yaratılış
gayr-ı müslim: Müslüman olmayan
hakaik-i Kur’âniye: Kur’ân’ın hakikatleri
iltizam: taraftarlık
inkıyâd: boyun eğme, itaat etme
iz’an: şüpheden uzak, kesin bir şekilde inanma
i’câz-ı mânevî: mânevî mu’cizelik
kàbil: mümkün
mazhar: erişme, nail olma
mecrâ: kanal, yön
medar-ı bahs: bahis sebebi, söz konusu
medar-ı necat: kurtuluş sebebi
mehâsin: güzellikler, iyilikler
mizan: ölçü
muhtelif: çeşitli, farklı
mâlâyutak: güç yetirilmez
mü’min: iman etmiş, Allah’a inanan
nihayetsiz: sınırsız, sonsuz
rabian: dördüncü olarak
saadet-i dâreyn: iki dünya saadeti; dünya ve âhiret mutluluğu
sebeb-i necat: kurtuluş sebebi
tabir: ifade
tabir-i diğer: diğer tâbir, başka bir ifâde
tarafgirlik: taraftarlık
tasdik: kabul etme, doğrulama
teklif: görev yükleme
tûbâ-i Cennet: Cennetteki tûbâ ağacı
ulema-i İslâm: İslâm âlimleri
zâhiren: dış görünüş itibarıyla
 

uður1

Well-known member
Adâlet Terazisi

Adâlet Terazisi
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Ey îmân edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, anne babanız ve akrabânız aleyhinde bile olsa Allah için şâhitlik eden kimseler olun. (Haklarında şâhitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar, Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adâletten sapmayın...” (Nisâ, 135)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Kıyâmet gününde insanların Allah Teâlâ’ya en sevgili olanı ve O’na en yakın yerde bulunanı, adâletli idârecidir. Kıyâmet gününde insanların Allah Teâlâ’ya en sevimsiz olanı ve O’na en uzak mesâfede bulunanı da zâlim idârecidir.” (Tirmizî, Ahkâm, 4/1329; Nesâî, Zekât, 77)
Bir adam Rasûlullah (sav) Efendimiz’in önüne oturdu ve şöyle dedi:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Benim kölelerim var. Durmadan bana yalan söylüyor, ihânet ediyor ve baş kaldırıyorlar. Ben de onları azarlıyor ve dövüyorum. Onlar yüzünden benim durumum ne olacak?”
Allah Rasûlü (sav) şöyle buyurdu:
“–Onların sana karşı yaptıkları hıyânet, isyan ve yalanlar ile senin onlara verdiğin cezâ hesaplanacak. Eğer senin verdiğin cezâ, onların suçuna eşit olursa senin lehine ya da aleyhine bir şey yoktur. Eğer senin verdiğin cezâ, onların suçundan az ise, bu lehine fazîlet olacaktır. Eğer verdiğin cezâ, onların suçunu aşarsa o fazlalığı ödemek zorunda kalacaksın ki, bu senden kısas yoluyla alınacaktır.”
Adam bir kenara çekilerek hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:
“–Allah Teâlâ’nın; Biz, kıyâmet günü için adâlet terâzileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş) bir hardal tanesi kadar dahî olsa, onu (adâlet terâzisine) getiririz. Hesap gören olarak Biz yeteriz.(Enbiya, 47)kavl-i celîlini okumuyor musun?”
Adam bunun üzerine şöyle dedi:
“–Vallâhi yâ Rasûlâllah, hem kendim hem de onlar için birbirimizden ayrılmaktan daha hayırlı bir yol kalmadı. Şâhid olunuz, onların hepsi de hürdür.” (Tirmizî, Tefsîr, 21/3165)
Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Veliyy: Seven, yardım eden, gerçek ve yegâne dost, yardımcı olan, kâinatın ve bütün mahlûkatın işlerini yürüten, sevk ve idare eden demektir.
Kısa Günün Kârı
Şâir Firdevsî, Şehnâme adlı eserinde ne güzel söyler:
“Bir yem tânesi çeken karıncayı dahî incitme! Çünkü onun da canı vardır. Can ise, tatlı ve hoştur.”
Lügatçe
aleyh: Bir şeyin veya bir kimsenin karşısında olma.
hıyânet: Hainlik.
lehine olmak: Yanında olmak.

 

uður1

Well-known member
Bediüzzaman Kürt meselesinde hassastı

Bediüzzaman Kürt meselesinde hassastı
11 Ekim 2011 / 11:44
Sibel Eraslan, Ali Bulaç, Altan Tan, Mümtazer Türköne ve Mehmet Metiner Bediüzzaman'ın Kürt sorununa yaklaşımını yorumladı

Serkan Ocak’ın haberi:
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı İkinci Başkanı Cemal Uşşak’ın dün Radikal’de yer alan Ezgi Başaran imzalı söyleşisinde söylediği “Biz dindarlar, Kürtler’in ıstırabını hissetmedik“ sözleri yen bir tartışma başlattı.
İSLAMCI GELENEK DUYARLIDIR
Sibel Eraslan (Star gazetesi yazarı)
Risale-i Nur hareketinin yanı sıra diğer guruplara da bakmakta fayda var diye düşünüyorum. Ümran, Haksöz, İktibas gibi dergi grupları etnik kimlik konusunda hassaslar. Milli Görüş/ Erbakan çizgisi de böyleydi. Bugün de AK Parti hassas.
SİLAHLI ÇÖZÜME MESAFELİ
Ali Bulaç (Zaman gazetesi yazarı)
Bediüzzaman Kürt meselesiyle ilgili önemli şeyler söylüyordu. Aynı şekilde Mazlum-Der tarafından Ankara’da 1991 yılında toplantı da yapıldı. Kitap olarak yayımlandı. Bizim o zaman gösterdiğimiz çözümler bugün hala geçerli
SAİD-İ NURSİ SONRASI İLGİSİZLER
Altan Tan (BDP milletvekili)
Bediüzzaman başta olmak üzere belli kesim hassas davrandı. Doğru hareket etti. Bediüzzaman’ın ölümünden sonra birçok tarikat ve cemaat bu konuyla yeterince ilgilenmedi. Eğer milliyetçi yaklaşılmasaydı sorun çözülürdü.
DİNDARLAR RESMİ GÖRÜŞE YAKINDI
Mümtazer Türköne (Zaman gazetesi yazarı)
Röportajı satır satır okudum. Altına imzamı atarım. Bugüne kadar dindarlarım Kürt meselesi konusunda tavrı resmi görüşe yakındı. Bugün bile dindar insanlar ana dilde eğitim hakkını tam savunamıyor. Ama savunmaları gerekiyor .
İNKAR POLİTİKALARI TARİH OLDU
Mehmet Metiner (AK Parti Milletvekili)
Geçmişte Kürt meselesine dindarların gerekli duyarlılığı gösterdiğini söylemek mümkün değil. Ama bu geçmişte kaldı. Bugün Kürt meselesinin muhafazakar ve dindar AK Parti çözüyor. Kimsenin söylemeye cesaret edemediği şeyleri söylüyor.
Radikal
 


Bu alana bir cevap yazın...
Üst